sunulan hayatlardan muaf olmak
1.
şimdi. düşününce.
ortada bir sorun yokmuş gibi geliyor insana. işte, ne bileyim, oturuyorsun
evinde, güzel, sigaran var, pekala, paran da gelecek yakında, son iş yerinden
alacağın son maaşın da olsa bu, ona da eyvallah, ve her ne kadar kesintiye
uğrayacak da olsa bu süreç, düşününce üzerinde, güzel gibi geliyor, içinde
bulunduğun zaman dilimi. güzel zamanlar. yo hayır, elbette hayatımın en güzel
dönemi diyemem ama, şimdilik idare eder. kendini yenileyebilecek bir düzeyde akan,
aylaklık hali. sabahlamak. istemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamak.
yaptığın her şeyi, isteyerek yapıyor oluşun. falan filan falan filan. buraya
kadar her şey normal akışında seyrediyor, yani her şey normalmiş gibi geliyor
sana. hep böyle gidebilirmiş de, gidemeyecekmiş gibi. çünkü sonuç olarak,
insanların yaşaması için paraya ihtiyacı var. çünkü, paran yoksa, mesela, ne
bileyim, örneğin karnın acıktığında, hatta günlerce yemek yiyemediğinde, evin
içinde açlıktan ölebilirsin. dilenemezsin yani sen. anlayabiliyor musun? o
yüzden dostum, çalışman gerekiyor. yani bir iş buldun sonuçta. gerçeği kabullen
ve anın tadını çıkar bir süre. ne bileyim işte, geleceğe yatırım olarak harcama
mesela, içinde bulunduğun anı! bırak aksın. düşünme bile 23 gün sonra neler
olacağını. ne olabilir ki? insan kalabalığı sadece. daha fazla insan
kalabalığı. sana hayatın hakkında soru sormadıkları, veya “sen neden hiç
konuşmuyorsun” demedikleri sürece, bir problem oluşturmayan insan kalabalığı.
deniz, kum, güneş. turist, tatil, sıcak. Boş ver yani. Boş vermek zorundasın
bir defa. çünkü çalışmazsan yazamazsın ve yazamazsan yaşayamazsın. anlaştık mı
girdo? olasılıkları siktir et, daha kötü ne gelebilir ki başına, hâlâ
hayattasın, ve her şey hâlâ aynı. can sıkıcı hâlâ her şey ve yine de hiçbir
şeyi ciddiye almayıp gülebiliyorsun sonuçta, o halde boş ver, siktir et tamam
mı? tüm olasılıkları siktir et, en alt basamaktasın ve daha kötüsünü bile
görsen yılmayacaksın, öğrendin artık bunu, kendini öğreniyorsun sonuçta, o
halde pes etme bir daha, gerekirse sıkı bir yumruk at aynaya ama kimseye de
kapılma, biliyorsun sonuçta olan biteni, öğrenmiş olman gerekiyor artık yani,
salak değilsin, salak olma, klas bir adamsın sen, kendine gül ve kendi kendine
ağla…
***
ha pardon geldiniz
mi, ben de siz gelene kadar kendi kendime telkinlerde bulunuyordum
(okuyucularımla konuşuyordum da sayın redaktörüm, aradan çekilir misin?
biliyorum “da” ayrı). bugün sizlere bir öykü yazacağım, çünkü saygıdeğer ve
(gerçekten saygıya değer!) beni seven redaktörüm, benden bir öykü yazmamı
istedi. bana dedi ki; “uzun zamandır öykü yazmıyorsun”, ben de ona dedim ki;
“sana ne bundan, sen otur boya kalemlerinle oyna”. yok hayır, böyle demedim
tabii ki, yazarım bir gün dedim. ve galiba, o gün, bu gün. pekala pekala, öykü
şu:
2.
evde oturuyordu.
evde tek başına. oturuyordu. adının bir önemi yok ama, karakterlerime isim
vermezsem içim rahat etmiyor. resimlerine isim vermezse içi rahat etmiyordu!
bir düşünelim, stelya desek? “yok beğenmedim”. angelika? “onu daha önce kullanmıştın!”.
mary? “onu da kullandın”. hmm, bak şimdi buraya takılıp kalırsak öykü
akmayacak. “bana bir isim ver lanet olası”. pekala pekala. biraz daha
düşünelim. gerçek ismini kullanabilir miyim? “ahaha, hayır asla!”. hmm, tamam
öyleyse, “son cinsel deneyimini ne zaman yaşadın sen?” hmm, bir dakika benden
değil senden bahsedeceğiz öyküde. “iyi işte, sen ismimi bulana kadar senden
bahsedelim”. neden merak ediyorsun? “senin hakkında bir magazin programı
yapacağım”. ben de senin hakkında bir fanzin yayınlarım. “benim hakkımda hiçbir
şey bilmiyorsun ama”. anlat o zaman. “ne anlatayım sana, sor söyleyeyim.”
hiçbir şey merak etmiyorum ki ben, ne önemi var geçmişte olan biten
ebegümecinin, yaşadığın an içinde varsındır, nokta. “sen ismime karar verdin
mi?”. seni tanımlamakta güçlük çekiyorum. “beni ne kadar iyi tanıyorsun?”.
tanımaya inanmıyorum. kimse kimseyi tanıyamaz. anlattığın kadarını biliyor,
bildiğim kadarını seviyorum. sesim geliyor mu? “bi’ saniye, ben geleceğim.”
pekala.
***
çakmak-çakmak-çakmak…
hayatım çakmak aramakla geçti sevgili okuyucularım. ne kadar itici bir kelime
bu, okuyucu! ne demek gerekiyor bilmiyorum. bu, hesap etmediğim bir şeydi.
başlangıçta yazılar yazıyordum. ilk yazımı eniştem ölünce yazdım. 12 yaşında
olmalıyım. ya da on üç. eniştem öldü ve ben bir öykü yazdım onun hakkında.
sonra da sobaya attım öyküyü ve o’na söylemek istediğim her şeyi de yakmış
oldum böylece. ona söylemek istediklerimi yazmıştım çünkü öyküde. ama, o öldü.
o halde, öykü de ölsün dedim. aynen bu şekilde başladı hikaye. alkolikti
eniştem. ve kamyon şoförüydü aynı zamanda. teyzemin kocası. bi’ sabah telefon
geldi, benim gibi kekeme olan kuzenim arıyordu ve “babam” dedi, “babamı
kaybettik, tuvalette ölüsünü bulduk”. şoke oldum o an. ilk kez bir insanın ölüm
haberini telefonda alıyordum, hatta ilk kez tanıdığım bir insanın ölümü ile
karşılaşıyordum ve üstelik on iki yaşında olmalıyım. ya da 13. sonra? sonra ona
söylemem gerekenleri yazdım ve yaktım. ve sonra, bu yazıp yakma süreci devam
etti zaman içinde. yazdım ve yaktım. yaktım ve yazdım. ilk aşamada yakıp yazmak
var aslında. sonra yazdığımı yakıyorum. bu ne demek? bu, şu demek: öncelikle
hayatımda ve ruhumda bazı yanıklar meydana geliyor, sonra ben bunları
yazıyorum. sonra zaman içinde bu yanıklar beni ölesiye güldürecek kadar komik
bir forma dönüştüğü için, bu konuda yazdıklarımı yakıyorum. bir nevi iç boşalma
o zamanki yazı serüveni. çünkü konuşabileceğim bir tao’nun parçası, şey pardon
allah’ın kulu görünmüyor etrafta. insanların gözlerine bakıyorum sık sık. gözlerinden
içeriye. ve hiçbir şey göremiyorum biliyor musunuz? beni dinleyebileceklerini
hissettirebilen hiçbir şey göremiyorum. konuşmaya başladığım zaman kekeliyorum
ve sonra, ya susuyorum ya da “istersen yaz” istemi ardından, yazmaya
başlıyorum. ve dediğim gibi, konuşamıyorum. konuşamıyorum, çünkü kekemeyim.
çünkü 2 yaşındayken peşimden bir köpek koştu. ben de korktum. ve sonra dilim
tutuldu. sonra ben, on iki yaşımda eniştemi kaybettim. ve devam ettim
kaybetmeye insanları. başlangıçta önemsiyordum bu durumu. insanları yani,
seviyordum lan ben seni ey insan ırkı! sonra? sonra nefret etmeye başladım.
kendime olan nefretimi onlara yöneltip, onlara olan sevgimi içime hapsettim. ve
bir de baktım ki, benden nefret eden herkes, beni sevmeye başlamış. neler oluyor
böyle? pekala pekala. yazarlık serüveni böyle başladı yani. geçenlerde sormuştu
biri, ben de, belki başkaları da sorabilir bir gün diye, yazı içinde cevap
verdim o arkadaşa.
***
“geldim”. hoş
geldin. “n’apıyorsun sen?”. hiç. “gene kendinden bahsediyorsun değil mi?”.
sıkılıyorsan susabilirim. “bozulma hemen”. bu bozulmak lafından nefret
ediyorum, ama zamanla öğreneceksin beni neyin sinir edebileceğini. “sahi ne
sinir eder seni?”. sigarama karışılması mesela. “başka?”. odamdaki eşyalarımın
içine karışan yabancı maddeler. “yani?”. yani odamdaki herhangi bir şeyin yeri
değişirse veya benim dışarıdan çekip sokmadığım bir şeyi odamda bulursam, ya da
benim haberim olmadan odamdan bir şey dışarı çıkarsa, kızarım! “vaow, kızarsın.
kızdığın zamanlarda nasıl davranıyorsun?”. hey bak, burada yazar olan benim,
tamam mı? senin hakkında bir öykü yazmaya çalışıyorum, susar mısın biraz!
“hayır efendim, tanıdığım girdap kendisi dışında kimseye başrolü kaptırmaz bir
öyküsünde, o yüzden benim üzerimden kendini anlatman yerine, sorularımı
cevaplamaya devam et. çünkü biliyorum ki yine kendinden bahsedeceksin”. pekala
sor o halde. “kızdığın zamanlar n’aparsın?”. bir drakulaya dönüşüp seni
ısırırım. “bunun gerçek olmadığını biliyoruz oğlum, kıvırma.” pekala. kızdığım
zamanlar öfkelenmem. “nasıl yani?”. yani delirmem, agresifleşmem, sadece olayı
anlamaya çalışırım. beni kızdıran şeyi ve bunun bir tekerrür olup olmadığını.
“tekerrür derken?”. yani bir kişinin, bana yapmasını istemediğim bir şeyi,
ikinci kez yapıp yapmadığı durumu. “hmm, tekerrür ediyor diyelim ki”. o halde,
bu durumun farkında olunarak meydana gelen bir eylem olup olmadığına bakarım.
“hmm, anlıyorum, devam et”. sıkıldıysan kesebilirim. “seni ben bi’ keserim
şimdi, anlat işte oğlum, dinliyoruz, sıkılırsak söyleriz herhalde”. pekala,
eğer bilerek ve kızıp kızmayacağım önemsenmeyerek yapılıyorsa, gerçekten o
zaman patlarım, çünkü benim yaşama alanım içinde hiç kimse hiçbir şeyime
karışamaz. “büyük konuşuyorsun”. son işimi bırakmamın tek bir nedeni var. o da,
sorumlu bir herifin ‘geleceksin işe-izin yok’ demesi.. üstelik, izinli olmam
gereken bir günde bana mesai yazıldığından dolayı, izinli günüme izin istediğim
için. “bu kadar ani kararlar almamak gerekiyor bence.” ben ani kararlar almam,
kızma evresindeki olayı değerlendirme sürecimi baştan anlatmamı ister misin? bu
sürecin de, zihnimde hızlı bir şekilde sonuçlandığını ekleyeyim ayrıca. “tamam
tamam, anladım, bir saniye geliyorum ben.” pekala.. gelince dürtersin.
***
öhöm. var olmayan
bir karakteri yaratmak kolaydır sevgili okuyucularım. bu arada size “okuyucu”
diyorum diye kızıyor musunuz? ama “okuyucu” yerine, daha güzel bir kelime
bulamadım henüz ve ben de örneğin geppetto’nun sıkı bir okuyucusuyum, o da
benim sıkı bir okuyucum. bu beni rahatsız etmiyor, ama rahatsız olan varsa, ya
şimdi konuşsun ya da ömrünün sonuna dek sussun. geçmişe dair sonradan dile
getirilen rahatsızlıklar çok can sıkıcı olabiliyor çünkü. ne diyordum? var
olmayan bir karakteri yaratmak kolaydır. saçının rengini belirlersin, işte ne
bileyim, ağzına bir sigara koyarsın, kepçeydi dersin, falan filan falan filan.
sorun olan şey, gerçek bir karakteri, öyküde kullanmak. mesela henry’yi ele
alalım. henry isimli karakterimi. onu kurgulamak kolay oldu. sünepe, çekingen
ama bencil bir herif. herkesin nefret edebileceği kadar bencil, ama aynı
zamanda acıyabileceği kadar da zavallı. gerçek hayatta, çevremde böyle bir
herif olsaydı, onu da yazardım elbette, ama sonra o kişi ile aramdaki ilişki ne
yöne doğru kayardı bilmiyorum, yani o insan, öyküdeki kendisini okuduktan
sonraki evrede demek istiyorum. ki bu şekilde kaybettiğim insanlar da oldu.
yeliz mesela. gerçek adı gonca. yok lan gonca değil şaka yapıyorum, gerçek
adını siktir edin bence. yeliz diyelim biz. yeliz bir gün telefon açtı ve
“siteye eklediğin öykümü okudum” dedi, öykümü dedi yani, o’nunmuş gibi, ağzıma
sıçtı ve hayatımdan çıktı. ben de rahat bir nefes aldım böylece, çünkü yapışkan
insanlardan hazmetmiyorum, onları nasıl kovabileceğimi de bilmiyorum. yazıyorum
haklarında üç beş gerçek boyası, kendileri çıkıp gidiyorlar. yazı, güçlü bir
silah yani. özellikle sıkı bir hayran kitleniz ve şizofren bir ruhunuz varsa,
göründüğünden çok daha güçlü etkiler doğurabilir yazı. mesela ambjörnsen, hakkınızda,
ne kadar adi ve şerefsiz bir iki yüzlü olduğunuzu anlatan bir roman yazsa,
haliniz n’olur? yani yakın çevrenizde yaşayan bir yazar, yine yakın çevrenizde
yaşayan bir insanla ilgili yaşadığı aşk hikayesini, gerçekçi bir dil ile
anlatsa, neler olur… dil ve yazı dünyanın en güçlü silahıdır. ama şimdilik kapitalizm,
uçaklarla ve medyayla ve ekonomiyle saldıra dursun. yakın gelecekte, dipten çok
güçlü ve organize bir isyan doğmayacak olsa bile, partikül halinde meydana
gelen isyan dalgaları, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor bize. palahniuk için,
“iyi ama o çok popüler” diyorlar. lan yarak kafalılar, adam daha çok kişiye
derdini anlatabiliyor işte, daha ne istiyorsunuz? ha bunun sonucunda biraz daha
fazla para mı kazanıyor, biraz daha rahat bir yaşam mı sürüyor? size ne bundan,
hala zihinleri değiştirebilecek cümleler kurabiliyor mu? hissettirebiliyor mu yaşadığımız
topluma olan öfkesini? siz ona bakın. çünkü öfkeyi hissettirebilmek önemli.
dünyanın içinde bulunduğu durumdan rahatsız olduğumuzu dile getiren öfkeyi.
öfke önemli. öfkelenmezsek, kapitalizm bizi öldürmeye devam edecek. belki bu
savaşı kazamayacağız, ama bize önerdikleri gibi diğer yanağımızı da çevirmiş
olmayacağız. çünkü cennet diye bir yer yok. çünkü tanrı diye bir şey yok. çünkü
sadece insan denen bir varlık var ve mantık denilen olgu, eğer bencillik ve açgözlülükten
arındırılmazsa, hayatta kalma şansımız gittikçe azalacak. azalacak, azalacak,
ve bir gün, öncelikle hayvanların nesli tükendiği için, sonra bizim de neslimiz
tükenecek. peki çok mu önemli, diyebilirsiniz bana, insan soyunun devamı? bunu
bilmiyorum dostlarım. bu kapitalist düzenekte devam edeceksek daima, ben bir
uzaylı istilasına razıyım. çünkü sonuçta bu şekilde devam ederek kendi
dünyamızı istila etmekten başka bir bok yemiyoruz. sonuç olarak, evet, insan
denilen olgu önemli, asl olan insan, ama bu soru, “nasıl bir insan” ön takısı
ile sorulunca anlamlı olabilir. ütopya, dediğinizi duyar gibiyim. ama
düşününce, bu şekilde yaşıyor olmaktan da hoşnut değilim. çalışmak, çalışmak,
boktan işlerde hayatını harcamak, boktan insanlarla muhatap olmak zorunda
kalmak, merhaba demek, nasılsın demek, cevap alamamak, otobüste bir tipin ter
kokusu ile burun buruna gelip bağıramamak, her gördüğü kediye taş atan bir
çocuğa karışamamak, karıştığın anda camdan kafasını sarkıtan annesinden azar
işiten taraf olmak, sonra bir ineğin makineleştirilmesi mesela, seri üretim
halinde hayvan imal etmek, sonra onları seri bir tüketim bile yapmadan pişirip
çöpe atmak, sonra mesela, örneğin bir kaplanın derisini soğuktan korunmak için
değil de gösteriş için harcamak, sonra bir kuşu odanda ötüp dursun diye
yakalamak, vesaire, vesaire, vesaire.. örnekler çoğaltılabilir, anlattığım
şeylerden dolayı bir gün bana dava da açılabilir. ya da beyaz bereli bir denyo
beni sırtımdan vurabilir. ama bu kadar basit değil diye düşünüyorum hâlâ, bu
kadar basit değil hiçbir şey.. hrant dink bizi izleyip ağlamamalı diyorum
mesela, gittiği tarafta, o taraf denen şey de eğer varsa, diğer taraf yani..
var mı acaba? bu neyi değiştirir söyler misiniz? diğer taraf? ölüm sonrası?
neyi değiştirir? diyelim ki size bir kral, “80 sene götümü yalayacaksın, sonra
sana sonsuz ve harikulade bir hayat vereceğim” diyor, eee? yalayacak mısınız
yani? ben yalamazdım! görünmez kahramanlar ürettiler bize daima. günün birinde
gelecek olan kurtarıcılara inanmamızı istediler. mesih gibi mesela. ama yok
öyle bir şey. yok, çünkü ben biliyorum olmadığını tamam mı? burada anlaşalım!
öncelikle bu noktada anlaşmamız lazım, bir kurtarıcının gelmeyeceği konusunda.
1900’lerin başlarında şekillenen yeni sistemi, tek bir kurtarıcının alt etmesi
mümkün görünmüyor. o halde n’apalım? kendimiz olmakla başlayabiliyoruz olaya.
kendimiz olmak, bize başkalarının da kendisi gibi olma hakkını tanımamıza yol
açar bir defa, ütopya olarak nitelenen özgürlüğün temeli de bu noktada başlar
zaten. ben çok fazla kitap okumadım, teoriyi konuşmuyorum size, yaşamsal
deneyimlerimden yola çıkıyorum, hepsi bu, ve terimsel veyahut ansiklopedik
bilgiler konusunda tamamen çuvallayabilirim ama, gerçeğim gerçek olarak kalmaya
devam eder daima, 12 yaşındaydım sigortam yandığında! anlamıyor musunuz hala?
on iki yaşında bir çocuk neyi nasıl bilebilir ki? ama sigortam yandı işte.
sonra da ben yazıp yakmaya, sonra da yakmayıp yayınlamaya başladım. sonra
başkaları yakmaya çalışır, ne de olsa, dedim. dedim ve şimdi bir sigara
yakacağım. siz de içebilirsiniz eğer isterseniz, sigara kapitalizmin “bug” olan
tüketim nesnelerinden biri. yani bizi çalışamaz duruma getirdiği ve onlara
maliyet anlamında, göründüğünden daha pahalıya patladığı için, diyorlar ki;
sigara içmek öldürür. hayır efendim! kapitalizm öldürür. nokta!
***
“hah, geldim”. hı
hı.. “nerde kalmıştık?”. ben de. “ne diyordun en son”. ne bileyim yahu. “ben
bi’ sigara içip sonra film izleyeceğim girdap”. nasıl istersen. “tamam. ismimi
buldun mu bu arada?”. yok hayır, düşünmekteyim hâlâ. “düşün bakalım”. buldum
lan, büyücü diyeceğim sana. “tamam, bu olur, ben bi’ film izleyeceğim, sen yaz,
okurum sonra”. keyifli izlemeler sana. “sana da kolay gelsin, hoşça kal”.
görüşürüz sonra, hoşça kal..
***
nerde kalmıştık pek
sevgili okuyucularım? geyik yapıyorum, ciddiye almayın, ben de yazar değilim
aslına bakarsanız, yazıyorum sadece, aklıma ne eserse. siz de okuyorsunuz. siz
yazıyor olsaydınız, ben de okurdum sanırım. ama biraz problemlerim var
internetten bir şeyler okumak konusunda. özürlüyüm yani. benim gibi monitörden
okuma özürlüler için de fanzin yapıyorum işte. sonra n’oluyor? hiç. hiçbir şey olduğu
yok, her şey aynı sıradanlığında, hatta gittikçe sıkıcılaşan, sıkan
sıradanlığında sürüyor. değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş. değişim
denilen olgunun nasıl bir şey olduğu konusunda bazı fikirlerim var, ama onu da
sonra anlatırım. karakterimizin adını bulduğumuza göre, dilerseniz, söz
verdiğim gibi, öykümüze başlayalım.
3.
büyücü adında bir
kadın. insanlarla konuşmuyor. adı büyücü ve insanlarla konuşmuyor. ağzı dikili.
kimin diktiğini bilmiyoruz. sadece dikili olduğu bilgisi geçilmiş kayıtlara.
dikmek zorunda da kalmış olabilir birileri, zorla dikmiş de olabilir. ilk kısım
daha doğru gibi geliyor bana. küsmüş olmak belki. yo hayır, küsmemiş ama
korkmuş. kendini ele vermekten korkmuş. ve dikmiş ağzını. konuşmuyor.
insanlarla konuşmuyor. sadece hayvanlar. sadece hayvanların o’nu
anlayabildiğine inanıyor. zack’in dişi versiyonu bir nevi. zack kim mi?
post-girdap, zack olabilir. umarım olmaz ama. neyse, biz girdap’ı siktir edip
büyücümüze geri dönelim. büyücü bir kadın. ama öyle sihirli iksirleri falan yok
bu kadının. kafasında kukuletası da yok, cadılar gibi. son derece sade giyinen
ve pek fazla makyaj yapmayan bir büyücümüz var. “sade giyinen” kısmını, değişik
varyasyonlarda algılayabilir zihnimiz. sadece giyinen diyelim biz. sevdiği
şekilde giyinen, sevdiği şekilde davranan, sadece sevdiği insanlarla konuşan,
evinden zorunlu olmadıkça çıkmayan ve genellikle kedilerle konuşan bir büyücü
söz konusu. ama aslında büyü yaptığı falan yok. yapıyorsa da farkında olmadan
büyülüyor insanları. beni büyüledi mesela. büyüttü de hatta. sihirleri var yani
kendisinin. ama bunun farkında değilmiş gibi davranıyor, yani son derece mütevazı
bir büyücümüz var elimizde. ama büyücü olduğu da su götürmez bir gerçek. sonra
bu büyücü, internet üzerinden, çalışmalarına değer verdiği bir sürü insanın,
kendisi tarafından takdir edildiğini fark etmesi için, birkaç tuşa basıyor
bazen. hatta arada sırada, konuşmadan, iç dünyasını gösteriyor bazı alanlarda.
sonra o insanlardan bazıları, bu büyücüye, çalışmaları ile ilgili geri bildirim
mesajları atıyor. bu mesajların bazılarını cevaplıyor büyücümüz, bazılarına da
zamanı kalmadığı için yetişemiyor. sonra sonra, bu büyücümüz evde tek başına
yaşıyor. başka bir insan yok evde. arada bir gelip giden iki üç insan dışında,
evine kimse giremiyor, çünkü sevmiyor insanları. sevmemekte haklı da aynı
zamanda, çünkü insanlar çok düşüncesiz ve sorumsuz olabiliyor. çünkü insanlar
pis olabiliyor, çünkü insanlar başka insanların evlerinde, kendi yaşama
alanındaymışçasına sapıtabiliyor ve bazı insanlar gerçekten ölmeli. hepsi
değil, ama çoğu ölse veya kısırlaştırılsa iyi olur. hayvanlar yerine insanlar
kısırlaştırılmalı bana kalırsa. yani kendime tutuyorum mikrofonu şu anda,
girdapoza, girdapolog diyor ki: “insanlar iki türdür ve birinci tür çoğaldığı için
kapitalizm hüküm sürüyor.” sonra bir tane denyo diyor ki: “girdap sen faşist
misin?”, ne alakası var lan. başka bir denyo, “girdap kapitalist bir
pezevenksin” diyor. pezevenk olduğum doğru ve her ne kadar orospu olmasa da
zihin akışım, ben onu satıyorum insanlara, başka satacak bir şeyim de yok
aslında ama… bir de zamanımı pazarlayıp çalışmak zorunda olduğum için diyorsan
kapitalistsin diye, eyvallah diyor ve büyücüme geri dönmek istiyorum ben.
hakkımda yalan yanlış yorumlar yapan insanlara, ne düşündüğümü özel
diyaloglarla açıklama taraftarı değilim çünkü. on bin küsur sayfa şey yazdım
bugüne dek, bir de üzerine bire bir diyalog kurup laf satamayacağım. üzgünüm.
büyücü demiştik. büyücümüz aynı zamanda bir hayvansever, ateist ve aynı zamanda
sosyalist. yani tam da bu toplumun nefret edip, üzerine basmak istediği insan
türlerinden. o yüzden evden dışarı çıkmıyor olmalı? yok hayır, nedeni bu değil.
korkmuyor yani düşüncelerini açığa vurmaktan aynı zamanda da. cesur bir
büyücümüz var elimizde. cesur ve güzel.
devam edelim.
büyücümüz geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyor ve…
***
“girdap orda
mısın?”, hı hı, yazı yazıyorum, film bitti mi? “tamam yaz sen, bitti evet”. ara
verdim şimdi yazıya. sonra devam edeceğim. “hmm, devam edebilecek misin?”. bu
kez devam ederim, parça parça yazıyorum, sorun olmaz yani. “yalan söylüyorsun,
ama neyse”. kurduğum cümleler için yalan söylediğimin düşünülmesi beni üzen bir
şey. “sahi, seni ne üzer bu hayatta?”. türümü düzen her şey üzer. “türünü mü?
ben insan değilim, unuttun mu? türüm ne ise, o’nu, o türe özdeş tüm canlıları
yani. tüm hayvanlar ve insanların çok az bir kısmı bu türü kapsıyor. “vaow,
güzelmiş bu”. güzelimdir, evet. “kendini çok önemsiyorsun değil mi?”. bu nerden
çıktı şimdi? “sürekli kendinden bahsediyorsun”. kendimle oyun oynuyorum ben,
kendi zihnimin içinde bir lunapark var, ve o lunaparkta dolaşmak beleş olsa da,
herkes eğlenemiyor. “hı hı”. çünkü herkes arzularına kapılıp gitmiş bir durumda
ve menfaatleri dışında bir şeyi önemsemiyorlar. “insanlar gerizekalı abi ya”.
evet haklısın, gerizekalılar. körler de aynı zamanda. gerçek olan her şeyden
korkuyor insanlar. düşünsene, ben öykümde mastürbasyon yapışımı anlatıyorum
diye, “midem bulandı okuyunca” diyor bir herif, bu ne lan, sen hiç aletini
eline alıp sıvazlamıyor musun? bunun neresi mide bulandırıcı, gerçek bu, iç
organlar gerçek, iskeletler gerçek, kafadan vurulup öldürülmüş insan cesetleri
gerçek, kolu bir bombanın etkisi ile koptuğu için sakat kalmış insanlar gerçek,
çocukken amcası tarafından tecavüze uğradığı için intihar eden kızlar gerçek,
konuşabileceği bir fare bile bulamadığı için intihar mektubu yazıp dördüncü
kattan atlayanlar gerçek, gaz odaları gerçek, idamlar gerçek, savaşlar gerçek,
asgari ücret gerçek, homoseksüeller gerçek, transeksüeller gerçek, fahişeler
gerçek, hırsızlar ve katiller gerçek, tecavüz gerçek, ensest gerçek, çocuk
tacizi gerçek, kadın düşmanlığı gerçek, hayvan katliamları gerçek, insan
katliamları gerçek, küfür etmek gerçek. öfkelenmek, kızıp bağırmak, ağlamak,
duvarları tekmelemek, bir odada tek başına saatlerce ağlayıp sonra da sızıp
kalmak gerçek, neyinden rahatsız oluyorsunuz gerçek olan şeylerin? gerçek
olabilecek her şeye neden “ütopya” deyip pes ediyorsunuz? kurgusal gerçeklik mi
mutlu olmak için tercih ettiğiniz şey? bu durum sizi tatmin ediyor mu
gerçekten?
televizyon, evet.
orası, bize sattıkları kurgusal gerçekliğin bir parçasını oluşturuyor.
televizyonda gerçekler olamaz, mesela çocukların ruh sağlığı açısından küfür
edilemez televizyonda, ama stadyuma 18 yaşından küçükler girebiliyor. çok güzel
kandırılıyoruz ve bunu hak ediyoruz biliyor musun? çünkü aptalız. aptalız
çünkü, düzülmeye doymadığımız için gidip aynı manyaklara bir daha oy veriyoruz.
umut etmek, düş görme süresini uzatır. bu kadar basit. o yüzden, gerçek olan
her şeyi yazıyorum ben. çünkü bir defa, ben gerçeğim. “neden sürekli başına
gelenleri yazıyorsun girdap” diyor bir denyo. çünkü başıma gelen her şey
gerçek. anlıyor musun? gerçekleri yazıyorum ben. ah evet, çok klişe bir slogan
oldu bu. ama slogan falan değil o bebeğim. sloganlara ihtiyacımız yok. sokak
edebiyatı’nın bir slogana ihtiyacı yok. sokak edebiyatı’nın, gerçek ve samimiyet
dışında hiçbir şeye ihtiyacı yok. layne gidip, bok içinde kültürlenebilir! ama
girdap, onu hapsettikleri zihinsel tünellerinden çıkıp, bildiği her şeyi anlatacağına
dair yemin etti. o yüzden, sokak edebiyatı popüler olursa mutlu olacak girdap.
çünkü popüler olabilen işlerin, arada sırada alt kültürlerden yükselmesi
gerekiyor. ama, bu popülerleşme esnasında, sistemin kancalarına takılıp, kendini
pazarlamaması gerekiyor. anlayamadığınız şey bu sizin! daha bi’ seksen bin
sayfa da yazsam anlamayacaksınız. o yüzden gidip, simitçi hurşit’e turşunuzu
satmaya çalışın. ama bu esnada, benim işime de burnunuzu sokmayın! çünkü,
burada her ne kadar zihinsel bir akış da olsa, aynı zamanda zihinsel bir bütünlük
de var! ve o bütünlük, bütün olarak suratınıza patlarsa, kalıcı etkilere neden
olabilir. hatta bu etkiler, çevrenizdekiler tarafından fark edilebilir de
olabilir. hatta, hayatınız boyunca onaramayacağınız şekilde, özgüveniniz yok
olabilir. o yüzden gidip bir şey üretmeye çalışın önce, sonra dilerseniz gelip
küfür etmeye, ardından da pişman olup götümüzü yalamaya devam edebilirsiniz.
sorun değil, ben gerektiği zamanlarda sağır, dilsiz ve kör taklidi
yapabiliyorum, ve böyle zamanlarda duvara konuşuyor olmanız mümkün. çünkü
girdap dilerse, duvar gibi bir yüz ile donuklaşıp, saatlerce susabilir. kusura
bakma ya büyücü, kaptırıp gittim ben, orda mısın?, “dinliyordum ben, devam et”.
bitti. “söylediklerinde çok haklısın”. haklanmalıyım öyleyse.. “ehaha”. neden
gülüyorsun bakayım? “sana ne oğlum”. peki, tamam bana ne. “ehah, hemen de
küsüyorsun.” Küsme huyum yok benim.. “ben yatacağım girdap”. ben de yatacağım.
var mı diyeceğin bir şey? “yok ya, bi’ sigara daha içip yatıyorum”. ben de bir
sigara içip yatayım, zaten başka bir şey yapmıyoruz, çay-sigara-çay-sigara.
mide kanserinden ölen insan sayısı kaç acaba? “kendine dikkat etmelisin”. artık
ediyorum biliyor musun? “hı hım. güzel”. evet güzel. “hadi yatalım artık, sabah
oldu”. oldu evet, öyleyse görüşürüz sonra. iyi uykular sana büyücü. “sana da
iyi uykular girdap, hoşça kal”. hoşça kal…
***
ne diyordum?
kısaca.. yani kısaca.. demek istediğim, kısaca… hayatınızın içine edebilirler,
sizi ölümle tehdit edebilirler ve bunu yapmaya hakları olmasa bile, hak
anlayışını bile tersine çevirebilecek kadar güçlüler. websiteleriniz engellenebilir.
Kitaplarınız toplatılabilir. Ne giyeceğinizi ne yiyeceğinizi ne zaman kiminle
ne kadar süreliğine görüşebileceğinize karışılabilir. günün birinde yaşamanızı
bile engelleyebilirler. ama düşününce, yaşanılmasına izin verdikleri alanın,
yaşam olarak görülemeyeceği de ortada. üniversiteye giderken, bir sınavda,
hocasına tilt olduğum bir dersin sınavında, test kağıdına “seçmek istediğim
cevap, hiçbir zaman şıklar arasında olmadı. ben de hiçbir zaman bana sunulan
şıklar arasından bir şey seçip, buna da şükür demedim.” yazıp çıktım. inanmıyorsanız
okul arşivine veya hocanın evine baskın düzenleyebilirsiniz. duruyor mudur o kağıt
parçaları hâlâ? hiç kimse için değerli olmayan bir şey, yine de size değerli
geliyorsa, peşinden gitmek gerek sanırım o değerin. o yüzden müzik yapmaya,
resim yapmaya, yazı yazmaya, veya bütünüyle yaşamaya, çıkar gözetmeksizin devam
etmek gerekiyor bence. sadece bence böyle bu.. kimseye öğüt verecek değilim.
ben böyle yapıyorum, “bence böyle” diyorum. size gerizekalı gibi görünüyorsam,
gülüp geçiyorum. sonuçta ben de size gerizekalı diyorum, siz de gülüp
geçiyorsunuz.. anlatabildim mi? şimdi gidip uyuyalım.. ama önce bir sigara
içmeliyim, zihnim bu stresi başka türlü kaldırmıyor. umarım akciğerlerim
dumanımı daha 40 yıl kaldırır. eyvallah!
8 nisan 2009
not:
başlık, “farazi&kayra” isimli rap grubunun, “şevket hamdi tan” isimli şarkısından
türetilmiştir… şarkıdaki şu kısımdan: “inanmadım, mümkünatı yok inanmadım,
hayatlarıyla geldiler de yine de bıkmadım, çünkü ben, nemli bir tavan
dikizledikçe, hayattan hep muaftım!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder