24 Ocak 2012

yolculuk

telefon çalıyor.
sevgilim.
hiç yazmıyorsun artık, diyor bana
ve haklı
yazmıyorum
düşünceler piknik yaparken zihnimde
gerilerinde
ufak bir çöp bile bırakmadan
gidip geliyorlar sürekli
herşeyi silip süpürerek
tüm harfleri
kelimeleri ve cümleleri
kazıyarak zihnimden
silip atıyorlar
düşünceler birbiri  ile savaş ederken
tüm olasılıklar
geleceğe ya da
bilinmeyen geçmişe dair

elime bir sigara alıyor ama
yakmıyorum onu
bakıyorum sadece
uzun süredir yakmıyorum
ateş kes ilan ettik onunla aramızda
ve geçip giden zamanı düşününce
tüm o sağlıksız bir bedende ürüyen
sağlıksız fikirleri
ve kafamın içinde
adeta birbirini boğan düşünceleri
savaşan kesip biçen öldüren
birbirini ekarde eden olasılıklar zinciri
zannediyorum bir sis bombasıydı duman
ve bir kaç furt sonra sağ kalan askerler
bana işlerin
pek de yolunda gitmediğini fısıldıyorlardı
eksik olan bir şey varmış gibi adeta
eksilmiş değil
başından beri eksik olan
ve sonra o
sakat olsa bile beynimin içinde
vızıldayan sinekleri
öldüren alkol
ve zombi halinde
hayata geri dönen ertesi sabah
olasılıklar silsilesi


adam akıllı kusar
ve poğaça alırdım sonra
sonra bir sigara daha
ertesi sabah
ve daha ertesi
birbirinin aynı olan
günler silsilesi
giderek zayıflayan bedenle birlikte
giderek güç kazanan bitkinlik

şimdi her şeyin
tüm ilham pelerinlerinin
ve düşünce askılarının
oksijenli suyla
yıkanması gerekmekte

senin içine çektiğin nefes
benim zihnimi temizliyor
biraz daha iyi diyorum hep
bugun biraz daha iyi
yarın biraz daha iyi olacak

geçmişte olasılıksız görünen
her şey birer birer
vizyonuma düşüyor
ve o zamanlar bunların
ileriki bir tarihe ertelenmiş olduğunu
ibraz eden etiketlerini söküyor
ve yaşamıma katıyorum

sigarayı bırakmalısın yazıyor
eski bir defterin üzerinde
tarihine bakıyorum
iki tane 2nin ortasında
iki tane sıfır var
sen orda benimle
ben burda seninle
arada ikitane sıfır gibi görünen ama
yan yatmış bir sekizi işaret eden
sonsuzluk çizelgesi

ve aradan geçen
on senenin ardından
on sene öncesinde
on sene boyunca
verilen ve kazanılamayan savaşta
kumandanımın olmadığını anlıyorum


bitkin düştüm
yanlış kararlar aldım
taktikler işe yaramadı
vazgeçtim
çuvalladım
gümüş kurşun yerine
gümüş yüzük kullan deseydi biri
beni haklamaya çalışan
iliğimi emip tükürmek için çabalayan
kurt kadınları öldürmek için
yapardım bunu
on sene önce takardım künyemi
parmağıma

aynen filmlerdeki gibi
yüzüğü okşarsın ve
bir peri belirir baş ucunda
sana yaz der
yaşa der
hayatta kal der
ben sana bakarım der
hasta olunca


ama yokken bir perin
ve olasılıklar beynine tecavüz ederken
çokta umursamazsın artık
olan biten bir şeyleri
işsizliği mesela
veya parasızlığı
veya rededilen yazıları ve
sürekli olarak sana
yazamadığını söyleyen kum torbalarını
umursamazsın
seni seviyorum diyen kadınları
yanındayım moruk diyen adamları
annenin senin için pişirdiğini söylediği pastayı mesela
doğum gününde
umursamazsın olan biten ne varsa
bir işi bırakıp başka bir işe girersin
iş görüşmelerine sarhoş gider
ve insan kaynakları müdürü olan zatla
geçersin dalganı
o da seni işe alamayacağını ama ilginç bulduğunu söyler
herkese göre ilginçken
ilgi çekmemek için iyice teslim olursun onlara
ve bu iğrençtir aslında
herşey kokuşmuştur
gerçek olan hiçbirşey yok
siyah bayrağını indirir
yerine yırtık pırtık ve yamalı olan
beyaz bir bayrak dikersin
dikiş izlerini görmez kimse artık
ilginçliğini yitirmişsindir
vampirler kanını bile emmez
ağaçlar seni görse
yönünü değiştirir küstükleri için
yağmuru indiren melekler
ıslanmak istediğin için
kafana denk getirmez hiçbirini
kitaplar sihrini kaybeder
fanzinler güneşte parlamaz olur
gökkuşağı gibi
gazeteler kolaj vermez
baban bile sana
ellili yılları anlatmaz olur artık
telefon çalmaz

konuşabilecek bir hamam böceği bile bulamıyorum der buk
konuşabilecek bir hamam böceği bile aramıyorum dersin sen de

sonra bir gün
tüm savaş mağduru askerler gibi
ganimeti toprağa gömmüşken
ve hasta ve sakat ve umutsuz yaşamını sürdürürken
herkes gibi sıradan ve normal bir şekilde
işe gidip eve gelmek dışında
hiçbir şey yapmıyorken

sanki otuz senedir seni izliyormuş gibi
sanki otuz senedir kulağına fısıldayan oymuş gibi
yazmalısın der biri
sana biri sürü şey anlatıyorum yıllardır
hala anlatıyorum
sana neler oldu oğlum der gibidir
bunlar ruhumuzun afyonu olmalı

umursamazsın ama
içinde var olan herşeyi
o kadar derine gömmüşsündür ki
bulamıyorsundur artık ne kadar eşelesende
kendini kaybetmişsindir ve
ve define haritan
yanlış yerleri tarif etmiştir hep
eline düştüğün kişilere
ve onlarda doğru yerleri
tahrif etmişlerdir
ve dikiş izlerini görür o
göndere diktiğin bayrağın
sana ait olmadığını
emaneten orada durduğunu bilir
bozuk bir yapbozun
eksik parçaları gibidir adeta
önce kendini tamamlar
sonra sana
resmin bütününü
senin elindeki parçalar olmadan da
görebildiğini kanıtlar
hiçbir şeye aldırmaz
defol git desen
küfürler etsen hatta
bunların sana ait cümleler olmadığını
sana ait cümleleri sana söylerek ispatlar
haritası yoktur
pusulası yoktur
nerden geldiğini ve nereye gittiğini bilmiyordur
gitmek istemiyordur sadece
demir atmıştır
kumandanındır
çok uzun zamandır aradığın
ama bulamadığın için okyanusta kaybolduğun
adandır
erzağının ve cephenenin kalmadığı bir noktada
sana ayağa kalk asker demek için
oradadır
otuz yıldır kulağına fısıldayan perindir
otuz sene sonra torununu sevicek olan eşindir
oradadır
ve naparsan yap
hiçbir yere gitmeyeceğini biliyorsundur
gitmesini istemediğini de
senin gitmeyeceğini de
gitmiyorsunuzdur
bir yerlerden geliyorsunuzdur
birbirinize

24.ocak.2012



bazen, yazdığınız bazı şeyleri, herkesler çok beğenir de, "okuduğum en iyi şeyin bu" der-ken, siz "siktir lan" dersiniz, hiç bi anlamı yok onun, boşluğuma gelmiş, üstteki de öyle bir şey işte.. bazen, okulda, bazı dersleri, yanlış anladığınızı, sınavdan sıfır çekince farke-dersiniz, o güne kadarsa, herşey çok iyidir, ve sonra, sınıfta kalınca, sınıf tekrarı yazınca, orada, farklı bir hocayla, aynı derse girip, gene yanlış anlamaktansa, devamsızlıktan ka-lıp, okuldan atılırsınız.. ne demeye  çalıştığımı anlayan beri gelsin, ona kukulete örücem, dökülen saçlarımdan.. bu arada moruk, yazdığım en iyi şey, bence, a harfidir. keşke ge-risini öğrenmeseydim. alfabeyi yani.. tek harf yeterdi, ruh halimi anlatmama.. "a a!" ge-risi, varsa yoksa, laf kalabalığı oldu, onca zaman.. artık şaşırmıyorum bile, olan biten hiç-birşeye.. alışkanlık değil. kanıksanmışlık..  hiçbir şey görme, hiçbir şey duyma.. see nothing! - see you later.. eyvalle..                                                                                                (2012/eylül/girdo/bedevinin son bahtı)

10 Ocak 2012

kuklacı john

kuklacı john

hangi yıllardaydı hatırlamıyorum, ama bir zamanlar, daha iyi zamanlardı diyerek hatırladığım zamanlar da oldu. şimdiyse, daha iyi zamanlardı diye kıyaslayabileceğim bir zaman dilimi yok, içinde bulunduğum son zamanlara karşılık, yani her şey her zaman kötüye gitmez dostlar, bunu daha önce de söylediğimde, bir zamanlar bana, demişti ki, bir dostum, her şey her zaman iyiye de gitmez o zaman, hayır demiştim ona, gitmez ama çoğu zaman, kötüye gidiyormuş gibi hisseder insan, büyüdükçe kötüleştiğini.. içinden çıkardıkların, içine sığmayacak bir zaman sonra, çünkü sen büyürken, içindeki küçülür daima, ve kusarak kusarak kusarak, geceler boyu içtiğin için sabahları boş bir mide ile ve öğürtü ile uyanıp, kusarak kusarak kusarak içindeki boşluğu, geçirdiğin günlerin geride kaldığını bildiğinde, anlarsın artık, içinde kusulası hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir zaman var olmadığını, yani en başından beri var olmadığını ve, yazarken yaptığın şeyin, senin içine ait olmayan şeyleri çıkarmak için, bir çaba sarf etmekten başka bir şey olmadığını.. hayır anlatamazsın, bir bar taburesinde mesela, sana ne kadar yakın olduğunu bilirsen bil, herhangi bir insana, diyemezsin yani ona, içimde bir boşluk var ve onu neyin dolduracağını bilmiyorum ama daima kusuyorum diye.. diyemezsin çünkü, o da, her ne kadar seninle aynı durumda olursa olsun, bunu sana diyemiyordur, iyi değilsinizdir ve iyiymiş gibi yaparak birkaç bira içer, sonra evlere dağılırsınız.. ve sonra sen yine, yoldan aldığın birkaç şişe ile eve girer, kimseye çaktırmadan çantanda ne olduğunu, odaya geçersin.. uyuyacağım ben.. ışıklar kapalı, müzik açık.. içine soktuklarını, çıkarmak için, kendini zehirliyorsun.. birkaç şişe sonra sızdığında, ve sabah doğan güneş sana hiç de iyi şeyler hissettirmediğinde, annen soruyor, yataktan neden çıkmıyorsun, öğlenin ikisi, hasta mısın? sormak istiyorsun ona, bir kez olsun sormak, hiç benim gibi hissettiğin zamanlar olmadı mı diye sormak, bir kez olsun hissetmedin mi? unutmuş olamazsın.. beni anlamalısın.. anlamak zorundasın anne.. lütfen.. gözlerime bak ve bana beni anladığını söyle.. gene içmişsin diyecektir size, gene berbat kokuyorsun diyecektir, ve sen kendi içine sinen berbatlığı biraz daha hissedersin ama bu koku bana ait değil anne, benim kokumu kimse sevmiyor, bende kendimi, kendimi sevmeyeceğim bir hale sokuyorum dersin, çünkü kimse seni sevmediğinde, senin kendini sevmen, senin kendini daha da kötüye sokmandan başka bir halta yaramaz dersin, dersin ama içinden, çünkü dışından da söylediğin her şey, uzay boşluğunda bile asılı kalamayacak sesler bütününden başka bir şey değildir.. aksini düşünüyorsanız, size bunun söylediğim gibi olduğunu ispatlayabilirim bayım, çünkü şu an ben, içimden konuşuyorum, gördüğünüz gibi, buraya kadar bile gelememişsiniz..

etrafımda bir kalabalık oluşturduğunuzu varsaydığım günlerin geride kalmış olmasının nedenini, hepimiz çok iyi bilmekteyiz, çünkü oluşturduğumuz boşluğun içine, dahil olmak isteyenlerin büyük bir bölümü, o boşluğu doldurmak için var olmaya çabalıyorlardı, ve sonra biz o boşluğu ortadan kaldırınca, kendi içlerinde de bir boşluk taşımadıklarını, yani epey bir dolu olduklarını düşündükleri için, ortadan kayboldular..

düşünüyorum da, sokak edebiyatı yokken, pek az insan oluyor, varken yeni birileri pat diye ortaya çıkıyor, vay canına, inanılmaz bir dehaya sahibim, kuklacı john amca geldi aklıma.. o da mı kim? bir karakterim, kuklacı john amca, kendi boğazına ipi takıp, bir üst kata o ipi bağlayınca, herkesi bir gülme tuttu ve herif sahnede intihar ederken, onun rol yaptığını ve yaptığı kuklaları taklit ettiğini düşündüler, sonra herif öldü, bir kukla gibi, yani zaten kuklalar ölmez öyle değil mi? çünkü aslında yaşamıyorlardır da.. o halde meseleyi tekrar ele aldığımızda, ve sorduğumuzda sınıftaki öğrencilere, nerde kalmıştık diye, büyük bir sessizlik korosu ile karşılaşacağız.. çünkü olay, öğretmenin ders anlatması esnasında gerçekleşiyordur, öğretmen susunca çocuklar da susar çünkü her ne kadar öğretmenin anlattığı dersi dinlemiyor olsalar da duyuyorlardır, sınıfa da arkasını dönmüştür öğretmen, yazıyordur, konuşuyordur, anlatıyordur, büyük bir çaba sarfetmiyor olabilir, işinden nefret ediyor bile olabilir hatta, ama ben hayatımın hiçbir evresinde, konuşan bir öğretmene karşı saygısızlık etmedim, dinlememiş olabilirim, bakın bu konuda haklısınız, ama bana gıcık olan edebiyatçı hatunu bile tek dinleyen bendim koca sınıfta, herkes konuşuyordu, ve ben yanımdaki ülkücü gençlik kahramanı serkanı susturup, hocaya kulak veriyordum.. sonra beni sınıfta bıraktı.. o gün anladım ki, insanlar sizin onlara duyduğunuz saygıya göre, notunuzu belirlemezler, yerine getirmenizi istedikleri şeylerin kaçta kaçını ve nasıl yerine getirdiğinize göre, bir sonuça ulaşırsınız. yani boş bir kağıda adınızı yazıp, onu masasısın üzerine koymanız, belki de içiniz de ki boşluğu anlattığınız anlamına gelmemiş olabilir.. aslında gelmemiştir, gelmemiştir çünkü içindeki boşluğu anlatabilen insanın içinde boşluk yoktur, içinde istemediği doluluklar vardır, onları kusuyordur o, asıl içinde bir boşluk taşıyıp onu anlatamıyorsa, o insan, korkacaksınız.. yani ölebilir.. anlıyor musunuz ne demek istediğimi?

eğer bana, yıllar önce bir yayınevi, çok dolu bir herifsin deseydi, ben bunu bir hakaret olarak algılayıp, dava açabilirdim, açabilirdim çünkü içimde bir doluluk oluşturan o şeyi ben içime almamıştım, aksine çıkarmak için çabalıyordum yıllardır, ben kusuyordum, onlar gene giriyordu, kusuyordum, gene.. her sabah, otobüse bindiğimde mesela, ya da okula gittiğimde, ya da eve gelmeden önce yolda yürürken mesela, dolmuştan inip.. sürekli sürekli sürekli içime enjekte edilen sıkıntının sebebini çözmeye çalışmadığımı söylediğimde, çözünmeye de çalışmıyorum diye eklemiştim, ve o gün bana “her şey kötüye de gitmez o zaman” diyen dostum, o ana kadar dostum olan, demişti ki, “zor olan şey, kendini anlatmak değil, sana kendini anlatanı dinleyebilmektir”. yazılar üzerine konuşuyorduk ve o gün anladım ki, herif hiçbir şey anlamamış, ulan ben kendimi anlatmıyorum denyo demeye çalıştım, ama demedim, bir bira sonra, hadi kaçalım artık deyip kaçtım, gerçekten kaçtım yani, çünkü siz hala benim burada kendimi anlatma çabası sarf ettiğim gibi bir algıya kapılıyorsanız, sizden de kaçardım.. yazmazdım yani, anlıyor musunuz? yazmazdım çünkü, sizi anlamadığını bilen biriyle konuşmak gereksizdir.. ve iki yıldır yazmıyorsa bir insan, ve yazmak yerine onları zihninden geçirip gitmesine neden oluyorsa, ve giderek sıkışıyorsa içinde, içindeki boşluğa, çıkarıp atamadıkları giderek daha güçlü bir baskı oluşturuyorsa, ve artık kusmanın da veya sarhoş olmanın da fayda etmediğini bildiği için, bunu da yapmıyorsa ve hatta her şeyi siktiredip, tanrı'ya dönüyorsa yüzünü, ve lütfen diyorsa ona, dua ederken lütfen gibi bir kelimeyi kullanıyorsa, burada biraz durup düşünmemiz gerekiyor, yalnız olmak bir şikayet nedeni değildir, asıl yalnız kalamamaktan şikayet etmeli bir insan.. günde birkaç saat mesela, odada tek başına kalmaya vakit bulamıyorsa...

“çok yalnızsın ve ben bunu çok iyi anlıyorum”
“kendimi yalnız hissettiğim için bir kez bile şikayet etmedim ben” diyorum ona, bir bar da oturuyoruz, iki hatun ve ben ve benden fanzinlerimi almak için, küldür bakanlığına müracat edip birkaç sigara almışlar, ki külünden bir deniz yapalım kendimize, tablonun içinde, ve sonra üzerinde sigaramızı söndürünce ölsün tüm balıklar.. evet aynen böyle yapmışlar ve ben de buluşmuşum, ve sonra votka kola söylenmesi gerekmiş çünkü bunlar iki bira içelim mi demişler, sen de olur demişsin, ve arada hiçbir duygusal veya cinsel ivme kazanmayacak olan bir sohbetin eşiğinde sana biri, diğeri tuvalete gittiğinde, demiş ki, “yazdıklarını sevdim ben”, eyvallah demişsin sen de, olur öyle, ben sevmiyorum, “ yalan söylüyorsun” demiş size, “yalan söyleyenleri de sevmiyorum” demişsin, ve sonra ardından bildiğin bir gerçeği açığa çıkarmaktan kaçınmışsın... ulan nasıl sevebilirsin, kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzinde yer alan tek öyküm de iki sayfa eksikti, basım hatası yapmışım, ve hiç düzeltmeden bastım onu, bir kez olsun biri, girdo hatalı basmışsın demedi, nasıl okudun, bariz hata anlaşılıyor, nasıl yani? hayır böyle demedim, onun yerine, şöyle dedim, lita'yi sevdin mi?
o kim dedi bana, ben de ona, lolita dedim, nabokov'un kitabı, hani okuduğunu söylemiştin ya, haa dedi evet severek okudum o kitabı ben, ulan lita senin kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzindeki karakter, nasıl yani, nasıl.. sonra işte, insanlar gelip, 2 senedir, neden yazmıyorsun girdo diyor, hayır sormaları gereken soru şu, neden sokak edebiyatını kapattın, yazı göndericektim ben.. seni okumuyorum ki.. hiçbir şeyi okumuyorum sitede, sadece yazmak istiyorum, radyo yayınlarını hiç dinlemiyor ama ben de radyo yayını yapmak istiyorum..

burada söylediklerimi üzerine alınmaması gereken ve sayıları sokak edebiyatının toplam harflerinden daha az olan yakınlarım için bir açıklama da bulunmak istiyorum: alının ve gidin be abi. ben de gideyim.. bırakalım bu işleri.. hiçbir şeyi çözmüyor artık dilimize bağladığımız düğümler.. ben tüm dünyanın ağzına sıçmak istiyorum, öyle bir jilet koymalıyım ki, zack'in diline, cümlelerini okuduğunuzda, beyin sarsıntısından ölün istiyorum, ölün de kurtulun bu adına postmodern denilen ama bana göre potporiden oluşan zaman diliminden.. gerçekten bunu istiyorum yani.. ama istediğin şeyi yapman için, kuklacı john amca gibi bir seyirci kitlenin olmaması lazım.. yani anlatabiliyor muyum? yani olay, tamamen elim sendeye dönüşüyorsa, ve sonra birbirimizin ardından koşmaya başlıyorsak, bir anlamı kalmıyor bu işin.. giderek daha da dibe düşme korkusu taşıyorsan o yüzden, bizim elimizden tutmaya çalışma, düşersin aşağı.. biz aşağı da olduğumuz için değil, senin kendini düşmüş bir hayat yaşadığına iten düşüncelerin nedeniyle.. çünkü ben aşağı düşmek veya yukarı çıkmak arasında durulan bir dönme dolap olarak görmüyorum bu hayatı.. dibe düşersin düşmesine, hepimiz birkaç kere düştük, ama orada kalmaktan hoşnut değilsen, daha da dibe düşemezsin.. düştüğünü sanırsın ama, bak bu olabilir, herkes her şeyi sanabilir, ve bir sandalyenin gerçekliğinden gerçek anlamda emin olamıyorsanız, fotoğrafına bakmanız bile çözmez meseleyi, veya sözlüğe bakıp, oradaki tanıma uygun bir eşya aramanız evde, hiçbiri meseleyi çözmez dostlar, sandalye sandalyedir ve üzerinde hiç kimse oturmuyorsa bile, orada durmak zorundadır, tam karşımda, şu an durduğu gibi, görüyorum onu, odamda bir boş sandalye var ve bir kez bile oturmadım üzerinde onun, daima ayaklarımı uzatıyorum ona, pekala pekala, o halde bir kez daha düşünelim şimdi, kelimeler onlara kattığımız anlamlarla var oluyor olabilir mi? o halde bir sandalyenin anlamı herkese göre değişebilir değil mi? pekala meseleyi şu hale getirecek olursak: dibe vurmak adlı efsane konusunda; bir gemi düşünelim, ve onun çapasını denize atmak, o çapanın dibe vurması, geminin orada karaya yanaşınca yapılması gereken bir eylemdir öyle değil mi? ama denize açılırken, çaba geri çekilir.. pekala pekala, dibe vurmak dediğimiz şeyin, sizin için ne anlama geldiğini ben bilmiyorum, siz de benim kendimi kötü hissettiğimi söylediğim dizelerde, ne anlatmamaya çalıştığımı bilmiyorsunuz, ne anlatmamaya çalıştığımı, yani skor anlamlar açısından, eşit. ve dahası, şuraya tekrar dönelim: iki hatun, bar, fanzinler nedeni ile buluşuldu ve sonra, viski kola içiyorduk, 2007 yılındayız, alsancak korku parkı istasyonundayız, ve ben fazlasıyla nankör bir adam olduğum için, hatun bana “ben de kendimi yalnız hissediyorum” dediğin de, “ben de kedimi yalnız hissediyorum” dedim, “a-a dedi bir kedin mi var?” hayır işte dedim o yüzden yalnız hissediyorum kedimi, kedim olsaydı yalnız hissetmezdi kendisini.. gene bir şey anlatamadım ve sıkıldım, sonra ben kalkıyorum dedim ve bana “yazdıklarını seviyorum” dedi, ben de ona, yazmadıklarımı da sevseydin bir şansın olurdu belki dedim ve yol aldım, üstelik fanzinleri henüz vermediğim halde, o bunu bana hatırlatmadı, ve bir daha da aramadı.. fanzinleri unutmuşum ben gibi.. unutmadı, ilgilenmiyordu, yalnız olmak istemiyordu sadece, ya da yanında ben yürüyünce kendini yeraltı prensesi hissedicekti.. ve sorun şu ki: anlamlar arası karmaşaya geri dönecek olursak, ben yeraltı adlı bir şeye de inanmıyorum. çünkü birşeyin, altta mı üsste mi olduğunu belirlemek için, neyin altında veya üstünde olduğunu bilmemiz gerekiyor dostlar, ve “yer” diye temin edeceğimiz zemin eğer piyasa adı ile geçerli olan pamuk ipliği ise, üzerinde zaten duramazsınız onun, durmaya çalışırsanız o pamuğun sizi taşıyabileceği şeyler yazmanız gerekir, ve gereken şeyleri yazmaya devam ettiğiniz sürece gerekmeyen hallere bürünebilirsiniz: gazete röportajları, imza günleri ve birkaç farklı konsültasyon sonrası sizi iyileştireceğini düşündükleri şey sizi konstipasyon yapabilir..

meseleyi kapatıcak olursak; uzun zamandır yazmayan bir insanın yazı yazmıyor olma nedeni, kabızlık olmayabilir ve yazı konusunda ishal olmaktansa kabız olmayı tercih ederim ve dahası benimle tıp oynamaktan sıkılırsanız, kaybedersiniz..

pekala pekala, bu yazı, tüm kuklacı johnlara gelsin..
10ocak2012



4 Ocak 2012

s.e 10 giriş yazısı

uzun zaman oldu. oniki yıl. ya da otuz. sokak edebiyatı’nın fanzin olarak onuncu, csns yayınları’nın abaküs takvimine göre, bir anlamda ilk bir anlamda son sayısı. sokak edebiyatı oluşumunun onikinci, bu oluşumu öldürme amacını bir türlü gerçekleştiremeyen, girdovenk’in otuzuncu senesi.

tayfadaki bir çokları vardı oralara, bir çokları da varmak üzere.. yani büyüyoruz işte.. her şey küçülürken, içimizde sıkışıp kalırken bir şeyler, bize büyüdüğümüz söyleniyor, olgunlaştığımız, ya da adam olmaya hala karar verip vermediğimiz soruluyor..

pekala, meseleye şu açıdan baksak; büyümüyor da, eskiyor olabilir miyiz sizce? çünkü bana hiç değişiyormuşuz gibi gelmiyor dostlar.. bir şeyler değişiyor olabilir dünyada, size değiştiğini söyleyenler de çıkabilir, değiştiğinizi söyleyenler de. “değiş tonton“ diye bir şey vardı çok eskiden, hatırlar mısınız bilmem, yaşıtlarım bilir, sihirli bir sözcük gibi bu, değiş tonton, o geldi aklıma..

sihirli bir sözcük, değişim, değişmek.. değiş-tokuş var bir de, nasıl da değişiyor kelimenin anlamı bir anda. değişim denilen şey, sakın bir alışverişten ibaret olmasın? dengeler sarsılmadan, gerçekleştirilen bir değişim hareketi.. al ordan iki tavuk, ver bana beş çuval un. yok yok, sen ordan bana sekiz saatini ver aga, karşılığında, şöyle bi yedi tane 100 kağıt vereyim sana.. her şey değişiyor gibi görünüyor de mi? ama bir şekil de, stabil kalmayı başaranlar da var hala. ve ısrarla, “her şey hala aynı” diye diretenler de, bu doğrultu da.. çünkü, her şey hala aynı dostlar. yüzyıllardır, bin asırdır, hiçbir şey değişmedi, insan hala aynı insan. ve değişim denilen şey de, tarlada öküzlerden traktörlere geçilmesinden ibaret, ya da ileride petrolden suya dönülür belki, ya da radyodan internete, telgraftan telefona..

burada biraz durup düşünelim öyleyse, bir fanzinin çıkış amacı nedir diye sormuştu bir zamanlar bana biri, fanzin olarak kalmak olabilir öyle değil mi? öküz de öküz olarak kalmalıydı bence, önüne sapan bağlayıp tarlada gezdirilmemeliydi.

oniki sene geçti. iyi veya kötü. bir çok hatalar da yaptık bu süre içinde, başımızdan büyük işlere de kalkıştık büyük beklentilerle.. sonuç olarak, sokak edebiyatı, her şeye rağmen, hayatını sürdürüyor. ama iyi ama kötü, bir şekilde, buralardayız. aradabir kapınızı çalmaya devam edicez.. evde olmasanız iyi olur.

4.ocak.2012