15 Aralık 2016

her şey kedidendi…

her şey kedidendi…

o gün, uzun bir aradan sonra ilk defa işporta tezgahı açıcaktım. bu kez sadece fanzinlerden oluşacaktı tezgah. birkaç da kendi kitabım. uyanınca ilk işim arşivdeki fanzinlerin en sevdiklerimden birkaç kopya basmak oldu, yazıcıda kalan mürekkeple. eski tip bir yazıcım vardı ve toneri çok ucuza doluyor, tek dolumda 2000 sayfa kadar bir şey basıyordu. üç dört saatimi aldı fanzinleri basmak. ardından evden çıktım.

akşamüstü dört gibi tezgahtaydım. siyah bezimi, eski evimin perdesi olan bezimi serdim ve tek tek sıraladım üzerine fanzinleri. tam bu sırada çıkıp geldi vak vak. adının vak vak olduğunu söylemişti. kafası bir kediyi andırıyordu ve insan bedenine sahipti. onu ilk gördüğümde apalladım aslında. “kolay gelsin ihtiyar, oturabilir miyim” demişti arkamdan, ben eğilmiş, fanzinleri istiflerken. işportadayken, tanımadığım insanların eğlenceme salça olmasından hazzetmiyordum, özellikle çok konuşuyorlarsa. günümün içine ediyorlardı resmen. içimden “sıçtık” dedim. arkamı döndüğümle apallamam bir oldu. insan bedenli bir kediyi çağrıştırıyordu. “tabii oturabilirsin” dedim. ilacımı bırakalı altı ay olmuştu. halüsinasyonların baş göstermesi kaçınılmazdı. ama bu kadar gerçeğini ilk kez görüyordum.

“adın ne” diye sordu,
“girdap” dedim, “ya senin?”
“vak vak demen yeterli. sigara?” çıkarıp paketini uzattı. hiç değilse sigara içiyordu. bir ayrım gözetmiyorum ama sigara içen insanlarla daha iyi anlaştığım bir gerçek. aldım sigarasından. kendiminkini yaktıktan sonra çakmağı ona uzattım. “seni daha önce de gördüm buralarda” dedi, “geçmiş yıllarda.”
“evet daha önceleri de açıyordum tezgah” dedim.
“parasız kalınca mı yapıyorsun bu işi.” diye sordu.
“parayla ilgisi yok” dedim, “terapi gibi düşünebiliriz.”
“anlıyorum” dedi, “beleşe ver öyleyse”

çattık diye düşündüm, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırdım, sonuçta kendi kendine konuşmak gibi bir şeydi bu. “beleşe veremem” dedim, “maalesef artık sadece parayla satın aldıkları şeylere değer veriyor insanlar. iki, üç lira bir şey zaten fiyatları.”
“ucuzmuş.”
“öyle.”
“şarap içer misin?”
“birazdan bira alıcam kendime” dedim. fazla yakınlık kurmak istemiyordum.
“sen bilirsin” dedi, şişesinden bir litrelik bir şişe çıkardı. şişenin gerçek olmadığını bilmesem ben de içerdim elbette. ama, işte, bu, yanı başımdaki, kedi kafalı herif, günümün ve belki de kalan günlerimin içine edileceğinin habercisiydi. ilaçları bırakmakla iyi mi etmiştim, bilmiyorum. ama onlarla da yaşanmıyordu. bir çıkmaza saplanmıştım, ya ilaçlarla ve ölü bir bedenle devam edicek ya da onları bırakıp biraz tuhaf varlıklarla ve paranoyalarla birlikte yaşamaya başlayacaktım.

“ben bira almaya gidiyorum” dedim vak vak’a. iki yanımda da başka işportacılar vardı ve beni daha öncede kendi kendime konuşurken görmüş olmalılardı. ama yoldan geçen insanlara durumu açıklayamazdım. hiç olmazsa önümdeki birayla durumu dengelerdim. “sarhoş işte, kendi kendine konuşuyor” der, geçip giderlerdi.

“tamam” dedi, “paran varsa bana da alır mısın?”
“yok” dedim, kesin ve hızlıca söylendi bu. ki gerçekten yoktu, tezgahtan para gelirse getirecektim alkolün devamını.  
“tamam” dedi. “sonra ben sana ısmarlarım. şarabım bitince yani.”

işimiz vardı bu vak vakla. gidip biramı aldım, geldim, tezgahın başına oturdum. ilk yudumdan sonra, bir sigara sardım kendime. o da kendine yaktı bir tane, kendi paketinden. “şu kitaplar ne?” dedi, benim kitaplarımı göstererek. “benim” dedim.
“sen mi yazdın” dedi
“evet”
“hiç yazar tipi yok sende”
“değilim zaten”
“ama kitabın var. kitabın varsa, yazarsın demektir.”
“öyleyimdir o zaman. boş verelim.”
“onlar kaç para”
“onlar on beş” dedim.
“çokmuş” dedi.
“maliyetini düşersek kalanla bi şişe bira içeceğim işte. çok mu şey istiyorum. kitabımı okuyacak kişiden bir bira sadece.”
“öyle düşününce haklısın.” dedi.

bu sırada tezgaha bir kadın yaklaştı. 20’li yaşlarında. fanzinler ne kadar, diye sordu. kalınlığına göre bir iki üç lira, dedim. ikinci kitabıma göz kestirdi. elini alıp sayfalarını çevirdi. rastgele okuyup, okudukça kahkahalarla gülmeye başladı. oysa ben, berbat acı çektiğim dönemlerde yazmıştım onu. her gün, intihar etmekle hayatta kalmak arasına kurduğum salıncakta salladığım dönemlerde. okudukça kahkahalarla gülüyordu. “bu ne kadar?” diye sordu ardından.
“on beş” dedim.
“tamam, dönüşte alıcam” dedi ve gitti.

kadın gittikten sonra vak vak’a dönüp, “dönmeyecek” dedim. “almayacak.”
“neden öyle düşünüyorsun” dedi, “dönücem dedi ya. hem kahkahalarla gülerek okudu bak.”
“belki alaya aldığı için gülüyordur.” dedim.
“sanmam” dedi, “dönücek, görüceksin.”
“ufacık bir şey için bile umut etmeyi bırakalı yıllar oldu” dedim. “dönüp dönmeyeceği üzerine düşünecek değilim. dönerse bi bira daha içerim demektir. hepsi bu.”
“yeni bir okuyucu kazanacak olmakla ilgilenmiyor musun?” dedi vak vak.
“hayır” dedim, “yeteri kadar var. belki bir elin parmaklarını geçmez ama, yeterli.”
“ben kitap okumam. okuyacak olsam alırdım” dedi. “hiçbir şey okumam.”
“en iyisini yapıyorsun” dedim, “ben de okumuyorum. okumayı bırakalı yıllar oldu. çok fazla çöp var piyasada, arada iyi şeylere de denk gelmek güçleşiyor böylece. bazen fanzinlerde ya da ufak dergilerde karşıma çıkıyor iyi yazarlar, onlar da bir süre sonra yazmaya devam etmekten vazgeçiyorlar. pes ediyorlardır belki de kim bilir.”
“sen iyi yazıyor musun?” diye sordu bana vak vak, ama bunu bilinçli olarak, benim ukala ukala konuşmam sonrası söylediğini hissediyordum.
“bilmiyorum” dedim, “kimileri iyi diyor, kimileri boktan. ne önemi var. ben keyif alıyorum ya işte. yeterli.”

bu sırada önümdeki biramdan bana sormadan bir yudum aldı. bu yakınlık hoşuma gitmiyordu. dediğim gibi, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırım, ama bu kedi kafada beni iten bir şey vardı. sırf onu görmemek için ilaçlarıma geri dönebilirdim. hatta yanımda olsaydı şimdiden içmiştim bile bir tane. bu sırada, ilk biram, tuborg gold, bitmeye yakınlaşmışken, 16-17 yaşlarında bir genç geldi tezgaha. “merhaba girdap abi, internetten gördüm, fanzin alıcam ben” dedi. evden çıkmadan önce, internetten duyuru geçmiştim, bugün tezgah açacağıma dair. bazen işe yarardı. bugün o günlerden biriydi. ayağa kalktım, ve “bak seç” dedim.
“on liraya ne kadar olur” dedi
“istediğin kadar olur” dedim. hepsinden birer tane alsam olur mu deseydi, evet diyecektim. ama o sadece altı tane seçti. “istediğin kadar alabilirsin” diye yineledim sözümü.”
“diğerleri var” dedi,
“nerden buldun” dedim, doksanlarda çıkan birkaç iyi fanzindi söz konusu olan.
“geçen sene senden almıştım” dedi. pot kırmıştım..
“tamam öyleyse” dedim.
“kolay gelsin” diyerek yoluna devam etti, bende gittiği yönde, peşinden, bakkala yollandım. biramı alıp geri döndüm.

vak vak ayaktaydı. “dört tane fanzin sattım” dedi. “parası yokmuş. sen bedava olur demiştin değil mi?”
fanzinleri inceledim. gerçekten de dört tanesi eksikti. ilginç olansa, vak vak’ı benim dışımda kimsenin göremeyecek olması gerçeğiydi. nasıl satmış olabilirdi ki. ya da o dört tanesi nereye gitmişti. az önceki çocuk on tane almıştı muhtemelen. beynim bana oyun oynasın diye eksik saymıştım. bir sigara sardım, o da kendine bir sigara çıkarıp yaktı. o gün kayda değer başka bir şey olmadı. başka satış yapamadım, böylece başka bira da alamadım. vak vak da ısmarlamadı. bir halüsinasyon olduğunu düşünürsek ısmarlaması komik olurdu. akşam ilacımı içtim ki, tekrar vak vak’la karşılaşmayayım. gerçi bu ilaçlar ilk seferde etkili olmazdı. olmadı da zaten.

ertesi gün cumaydı. oysa bir gün önce, nerdeyse hiç iş yapmayınca, bu soğuk aralık ayında, bir daha tezgah açmıcam demiştim. akşamüstü ise, kendimi evden çıkarken buldum. işportacanın tövbesi hafta sonunu görene kadarmış, diye bir söz vardır.

tam bezimi sermiş, fanzinleri çantadan çıkartıyordum ki vak vak yine geldi. “selam adamım, bugün de burdasın ha?” oysa dün ona, yarın açmayacağım demiştim.
“evet” dedim. “beni mi bekliyordun sen”
“şansımı deneyeyim dedim”

vak vak’tan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. hiç değilse benimle eve kadar gelmemişti dün. bu da olabilirdi. ve tezgahı henüz yeni açıyordum ki, biriyle konuştuğunu gördüm vak vak’ın. konuştuğu da başka bir halüsinasyondu muhtemelen. boku yedik diye düşündüm. “bir lira iki lira üç lira” dedi herife vak vak, “çok güzel şeyler var abi. ben okudum. sen de oku. pişman olmazsın”.

konuştuğu herif kırklı yaşlarda, top sakallı, kel kafalı bir elemandı. “bir bakalım” dedi. fanzinleri inceliyordu. üzerimde hiç para yoktu. gerçekliği test etmek için bir şans doğdu. eğer fanzin alırsa, o parayla bira alamazdım. çünkü para gerçek olamazdı. vak vak gerçek biri ile konuşuyor olamazdı. yine de bir şüphe belirdi içimde. ne yazık ki, adam inceledi inceledi, sonra uğrarım deyip gitti. sonra uğrarım diyenlere güvenmezdim. geçiştirmek için söylenmiş bir sözdü bu. yıllar içinde işporta aça aça, öğrenmiştim kimin gerçekten alıcı, kimin bakıcı olduğunu. ona göre davranıyordum insanlara. bir şeyler alıcak biri olduğunu hissedersem karşımdakinin, ayağa kalkar, laf satar, bir şeyler anlatırdım. hiçbir şey almayacağına inandığım biriyse karşımdaki, yerimden bile kalkmazdım ki çoğunlukla da haklı çıkardım bu konuda. bu sırada yoldan vak vak’a benzeyen, aynı kedi kafalı biri geçti. “bak” dedim vak vaka, “arkadaşın geçiyor.”
“arkadaşım mı? hani nerde? sen nerden tanıyorsun arkadaşımı?”
“bak” dedim, “kafası aynı senin gibi.”
“nasıl, kimin?”
“şu geçen, yürüyor bak”
“yüzünü görmedim” dedi.
“kafası aynı senin ki gibiydi” dedim, “sahi kafana noldu senin?”
“nolmuş kafama?”
“kedi kafası var ya sende.”
“yoo değil” dedi. “benimle dalga geçme.”
“dalga geçmiyorum” dedim. “hem sen gerçek değilsin.”
“ne demek bu” dedi, “nasıl gerçek değilim?”
“kedi kafan var”
“hayır yok”
“tamam peki öyle olsun” dedim. “fazla zorlamayacağım”
“ne istiyorsun benden” dedi, “neden dalga geçiyorsun kafamla”
“unut gitsin” dedim.

bir süre sessizce oturduk. beş sigara süresi kadar boşluk. o da benim gibi peş peşe yakıyordu sigarayı. bir süre sonra yoldan bir kedi kafa daha geçti. ses çıkarmadım. ilacımı yanıma almıştım bu kez. bir tane yuttum. susuz.

bir saat kadar sonra, ilk satışımı yaptım. beş fanzin on kağıt. aslında gelen paranın bir kısmını ayırmam gerekiyordu ki tekrar fanzin çoğaltabileyim. sonrakinden ayırayım dedim. gidip bir şişe bira aldım. geri döndüğümde, vak vak yine biriyle konuşuyordu. ben yanlarına gelene kadar, konuşmaları bitti, adam iki fanzini eline almış, vak vak’a bozuk paraları uzatıyordu ki, vak vak beni işaret etti, “tezgahın sahibi o” diyerek. “kolay gelsin” dedi, “aldım ben bunları. bütün bozuklukları veriyorum. fazla vardır orada. üstü kalsın.”
“teşekkür ederim” dedim. dönüp fanzinleri saydım. iki tane eksilmişti. cebimdeki bozuklukları baktım. yedi lira vardı. biram bitince, bu bozukluklarla bir bira daha alıcaktım. tabii gerçekse paralar. kaybolmazlarsa. sonuçta satışı yapan vak vaktı. bu sırada tezgaha biri daha yanaştı. kedi kafası vardı onda da. “iyice hapı yutmuşuz desene” dedim kendi kendime.
“noldu” dedi vak vak.
“hiç” dedim, “giderek çoğalıyorsunuz.”
“gene saçmalamaya başladın sen. kaçıncı biran bu.”
“ilk”
“başka içme o zaman.”

kedi kafalı adam, hiç ses çıkarmadan fanzinleri inceliyordu. kitaba takıldı sonra gözü. ilk kitabıma. ilk sayfasını açıp okumaya başladı. birkaç dakika sonra, vak vak’a dönüp, “ne kadar bu?” dedi,
“on beş” dedi vak vak. “arkadaş yazmış. çok iyi kitaptır. ben okudum. sevdim.”

okumamıştı. hatta hiçbir şey okumadığını söylemişti bana. kedi kafalı adama yalan söylüyordu. bir iyilik için söylenmiş olsa da yalan yalandı. ve işportamda yalan işitmek istemiyordum. “alıyorum ben bunu o halde” dedi, kedi kafalı. yirmi lira uzattı. cebimdeki bozukluklardan beş lira geri verdim. şimdi de halüsinasyondan yirmi liram vardı. bakalım bu parayla bira alabilecek miydim. üstelik kitap da kedi kafayla birlikte gitmişti.

biram bitince, kedi kafa, ben bakkala gidiyorum sana da bira alayım, dedi. yok ben alırım, dedim. sana da ısmarlayayım..

işe yaramıştı. bakkal yalandan olma yirmiliğim karşılığı iki bira vermişti. üstüne de para üstü. irkilmiştim bu sırada. kedi kafa gerçekti. kedi kafalar gerçekti. peki kafaları neden böyleydi. tek ben mi onları bu şekilde görüyordum. yoksa birisi bana bir şaka mı hazırlamıştı. biraları ve para üstünü alıp tezgaha geri döndüm.

“hadi yırttın” dedim vak vak’a, “gerçekmişsin.”
“çok içme bence” dedi, “sana yaramıyor. gerçeğim elbette.”
“ama kafan kedi kafası şeklinde görünüyor bana adamım”
“sen uyuşturucu falan mı kullanıyorsun” dedi, “ne kedi kafası.”
“valla billa, kafan aynı bir kedinin kafasına benziyor. benzemekle kalmıyor tıpatıp kedi kafası.”
“sana benle dalga geçmemen gerektiğini söylemiştim değil mi?” dedi vak vak, “arkadaş olabileceğimizi sanıyordum.”
“dalga geçmiyorum moruk” dedim, “gerçek bu.”
“pazartesi hemen bi psikiyatriste git bence” dedi, “normal değil bu, tabii benimle taşak geçmiyorsan.”
“geçmiyorum” dedim, “gidicem.”

o gün başka satış yapamadım. ama bir çok kedi kafalı insan gördüm.

günlerden cumartesi olmuştu ve evden çıkıp çıkmamak konusunda tereddüt yaşıyordum. ama evde olsam bu düşüncelerle daha çok kafayı yemem olasıydı. hafta sonu olmasa doğrudan gidip doktoruma gözükürdüm. ilacın dozajını arttırmıştım. akşamüstü gidip tezgahı açtım ve vak vak yanımda bitti. “hey adamım bugün ne var ne yok, hala kedi kafalı mıyım?”
“evet öylesin, üstelik otobüste de de bir çok kedi kafa vardı.”
“durum vahim desene.”
“öyle.”

o gün işler iyi gitti. nerdeyse fanzinlerin tamamını erittim ve çoğunu da biraya verdim. vak vak’a da ısmarladım bir iki tane. o da bana ısmarladı. hatta, “tütün içme, ben de para var” deyip, iki paket sigara aldı. chesterfield mavi. her neyse, saat ona geliyordu. tezgahı toplamaya hazırlanıyordum, “bara gidelim mi?” dedi, “biralar benden.”
“olmaz” dedim, “yeterince içtim, eve gitmeliyim.”
“bir iki bira içeriz. ben de kalırsın. biralar da benden.”

aslında sevmemiştim vak vak’ı. beni iten bir şey vardı ve bu emin olun kedi kafalı oluşu değildi. severim kedileri. ama muhabbeti sarmamıştı. fazla yakınlık kurmaya çabalıyordu ve ben bundan hoşlanmıyordum. fazla yakınlık kurmazdım insanlarla, çok fazla da konuşmazdım. neden bilmiyorum ama vak vak’ın teklifini kabul ettim. tezgahı toplayıp dinazor’a gittik. neyse ki gördüğüm kafalar kedi kafasıydı. başka bir hayvan kafası olsaydı daha katlanılmaz olurdu, kesin.

barda bir çok kedi kafalı insan vardı. bir kısmı da normaldi. iki ellilik söyledi vak vak. ve canının çok sıkıldığından, pek arkadaşı olmadığından yakındı. babası ölünce kendisine sağlam bir miras kalmıştı. dört ev, büyükçe bir arazi, kaç dönüm olduğunu söylemedi, ben de sormadım. o da hepsini satıp parayı bankaya atmıştı. para bitene kadar takılıp sonra intihar etmeyi planlıyordu. emindi kendinden. sözcükler o kadar inandırıcı bir şekilde çıkıyordu ki ağzından, palavra sıktığını düşünemiyordunuz. onu yolundan çevirmeye çalışacak değildim. ya da kendimin bile inanmadığı, hayatın kutsallığı üzerine gevelemeyecektim ona. bu samimi olmazdı. onikiye doğru bardan çıktık. hala çantamda birkaç satmadığım fanzin vardı.
“gel biraz dolaşalım” dedi vak vak, “kitaplarını çıkar, satarız belki.”
“yok olmaz” dedim “insanları rahatsız etmeyelim. ben kaldırımda sessizce beklemeyi tercih ediyorum.”
“olur mu” dedi, “daha çok kişiye ulaşmak istemez misin.”
“isterim elbette” dedim, “ama bunun için çaba sarf etmeyi bırakalı yıllar oldu. sadece yazar yayınlarım ben. beni de okuyun, diye yırtınmam. beklerim. gerçekten okuyacak kişiler, yıllar sonra da olsa keşfedecektir. su akar yolunu bulur.”
“tamam öyleyse eve” dedi.
“eve” dedim.

alsancak’ın arka sokaklarından birindeydi vak vak’ın evi. birinci kat. temizdi. bekar bir adama göre oldukça da derli topluydu. sadece salonun ortasında bir ip vardı. intihar etmek için hazırlanmış. düğümlenmiş bir ip. dekor olmadığı aşikardı. yapıcaktı bunu. bitirecekti kendi işini. sadece parasının bitmesini bekliyordu. neden beklediğini bilmiyorum. neden ertelediğini. ama yapacağından emindim. öyle bir izlenim vermişti bana. şimdi salonun ortasındaki ipi de görünce resim tamamlanmıştı.

ertesi sabah uyandığımda, öğlene doğru uyanmıştım. değişen bir şey olmamıştı. hala aynı kedi kafaydı vak vak. ama bu kez sesi de miyavlama şeklinde çıkıyordu.
“ne dediğini anlamıyorum moruk.”
“miyav miyav.”
“sadece miyavlama şeklinde geliyor sesin.
“miyav miyav.”
“dostum duyamıyorum sadece miyavlama.”

sonra kağıda yazdı. evden çıkana kadar kağıda yazarak anlaştı benimle. gidip tezgahımızı açtık. fanzinler ve kitaplar azalmıştı, üstelik yerine yenisini koyacak parayı da biraya kaptırmıştım. “muhtemelen bugün son günüm” dedim vak vak’a. vak telefonun notlar kısmına, neden öyle düşünüyorsun, diye yazdı. “fanzinler bitiyor” dedim, “param yok.”
tekrar telefonuna, “bende var” diye yazdı, “veririm sana, çoğaltırsın”
“yok olmaz” dedim, “üstelik bu halde.”
“olsun” diye yazdı, “veririm ben sana.."

 o gün de akşama kadar içip, bu kez çoğunu vak vak ısmarlamıştı, muhabbet ettik, ve gelen kedi kafalarla o anlaştı, -çünkü diğer kedi kafalarında sadece miyavlamasını duyuyor ve ne dediklerini anlamıyordum- insan kafalarla ben. akşamı ettik ve tekrar onda tezgahı kapatıp dinazora gittik. yine o telefona yazdı, ben konuştum. ve etrafımda gördüğüm kedi kafaların sayısı giderek artıyordu.

ertesi gün uyandığımda kendi kafamda bir tuhaflık hissettim. kedi bıyıklarım dikkatimi çekti ilk önce. ardından kulaklarım. koşarak aynaya baktım. benim de bir kedi kafam vardı artık. vak vak benden önce uyanmıştı. ve bir şeyler söyledi, daha doğrusu miyavladı. ben de miyavladım. normal konuşamıyordum. konuşmak isteyince sadece miyavlama çıkıyordu ağzımdan. şimdi iyice sıçtık, diye düşündüm. psikiyatriste gitmekten vazgeçtim. bu şekilde kesin tımarhaneye kapatılırdım ve oraya tekrar girmek istemiyordum. ilacı boş verdim ve vak vak’ın evine taşındım. onunla sürekli yazarak anlaştık. çünkü ikimizde konuşmak istediğimizde sadece miyavlamalar duyuluyordu. tabii bu bana öyle geliyordu. onda bir sorun yoktu. diğer insanlarla rahatlıkla iletişim kurabiliyordu vak vak. diğer insanlar da birbiriyle. sorun bendeydi ve vak vak dışında herhangi birine anlatılamayacak kadar büyük bir sorundu. vak vak’ınsa hiç arkadaşı yoktu, kimse onu sevmiyordu, nedenini bilmiyorum, ve vak vak’ın parası bitene kadar onunla beraber yaşadık. sürekli işporta tezgahı açıp, her gün kafayı çekerek. zamanla işaret dilini de öğrendik. insanlar benim sağır dilsiz olduğumu düşündü. ama tek duyabildiğim şey, sadece miyavlamalardı. üstelik artık tek bir insan kafalı insan göremiyordum. herkes kedi kafaya dönüşmüştü. ve bugün, vak vak’ın son parasıyla son kez alkol aldık. bu süreç içinde odaya bir idam ipi daha eklendi. benim için. vak vak’la beraber intihar edicektik. ikna etmişti beni. zaten ben de yaşayamaya pek meyilli değildim. kimseye anlatamazdım derdimi. beni iyileştirmeye, tedavi etmeye çalışırlardı ve dediğim gibi, tekrar akıl hastanesine kapatılmak istemiyordum. bu öyküyü size bırakıyorum. inanırsınız inanmazsınız bu size kalmış. birazdan vak vak’la beraber sandalyelere çıkıcaz. hoşçakalın… ya da miyav miyav.

15 aralık 2016.



10 Aralık 2016

deliliğe yolculuk

deliliğe yolculuk

ali son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı. babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş, hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı rüyasına devam etmişti.

40 yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla uğraşmayı bırakmıştı.

bi gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım, diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda. ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır, bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu. kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık bir saat sessizce, feryat figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü. üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı.

ağlaması geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi. ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı. sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda. politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve rütübetli bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire beş veren bir iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü. alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu.

hiç arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii, tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu, neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi.

aşağı yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu. imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil işmiş gibi göründü gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden biraz para alıp -belki lazım olur diye- yıllar sonra belki de ilk kez kendini tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden.

şimdi ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu. zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield. o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta. sızıp kaldı en sonunda bir köşede.

ertesi gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp. ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama neyse ki hastane yarım saat mesafedeydi.

ancak iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına. otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı. asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol, sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için, sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun olduğunu düşünmüyordu ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden, bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali, bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini.. vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi. yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman başlayabilirim, kabul ediyorum”
“hemen” dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur biter”.
“anlaştık” dedi ali.

içinde kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu. parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar daha önce ama bundan da şikayetçi değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür.

eve gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin çantasında.

nasıl olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu. kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım yarın oluruz.”

neyse ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini çözecek sanki pezevenk düşüne düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu çözmeyi çok isterdi aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın. olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa, yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine, insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler, ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak yer yok.”

bu düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede. gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve evrime. bir kedi ya da köpek olsa bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu. ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle. ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana dönerdi belki.  bu düşünceler içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında olacağından. kapıyı çaldı.

içeri girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef.
“şey, sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.”
“akşamdan olsaydınız”
“unutmuşum.”
“bu şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum, işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205 nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş olup gelip lütfen”.
“anladım”.

sinirden kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse, maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona göre. şarap bitince o da uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu.

ertesi gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi, işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.”
“unutuyorum ya, olurum akşam.”
“dediğim gibi bana laf düşmez de…”

tam bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş olmadığı için ali’yi azarladı.

ertesi gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü. tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de pek tıraş olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…

işten atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik. işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor, şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten çıkarılıyordu.

en sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi. ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan vazgeçmiyordu çünkü ali.

en sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı. iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün bomboş bir zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti.

en sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı.

olmamıştı ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü halüsinasyonlarla mutlu o.

10 aralık 2016.




13 Kasım 2016

geriye dönüşler 2 – bölüm 9 - highest of the angels

“bunu yapma” dedi özlem
“neyi yapmayayım” dedim
“gidiyorum diye ağlaman gerekmez”
“ağlamıyorum” dedim, “ağlayacak değilim”

günümüzden 15 sene öncesiydi. 2001 yılı sonbaharı. karşıyaka’da bir evdeydik. o’nun evinde. yeşil halılı olan. sabahın beşinde uyanmıştık. uyanmıştık çünkü uçağı vardı. bristol’e gidecekti. aktarmalı. önce istanbul’a. sonra da. sonra. her neyse.

uyandık. ben hiç uyumamıştım gerçi. o arkasını dönmüştü. ben ona arkasından sarılmıştım. arkasından sarılıp ağlamıştım. o uyumuştu. aşırı sarhoştu çünkü. ben de sarhoştum ama onun kadar değil. sızmıştı o, demek daha doğru olucak. ardından alarma uyanmış -bir çalar saat- ve arkasını dönüp gözlerimi yaşlı görünce ağlaman gerekmez demişti, yapma bunu. neyi yapmayayım.

“tekrar gelicem” dedi ve bunu beni avutmak için söylediğini sanıyordum. şimdiyse ilk kitaptaki, hikayedeki açıkları kapatmaya çalışıyorum. anlatarak daha çok açık verileceği ise gerçek, kendin hakkında açıklar. öyle demişti seçil, ilk okuduğunda o lise defterinin arkasına çiziktirdiklerimi, “kendin hakkında çok açık vermişsin.”

“biz bir yere gitmiyoruz”
“gene geliriz”
“hiçbir yere gittiğimiz yok moruk”

özlem’in gidişinin ardından birer birer göndermiştim onları, seçil refik ve tuncay’ı.  bunu ben yapmıştım. yapmıştım çünkü artık yalnız kalmak istemiyordum. çelişkili görünebilir son dediğim, ama halüsinasyondan arkadaşları hesaba katarsak bu çelişki ortadan kalkar. sonra, yani ardından, birer birer gerçek insanlar gelmeye başladı, ne kadar çok gerçek insan gelirse, o kadar çok yaklaştım halüsinasyonlara. gerçeklerden kaçmak bir güçsüzlük belirtisi ya da korkaklık değildir. kabul etmediğin, edemeyeceğin gerçeklerle başa çıkmak yerine, yerine hayaletleri koymak.. yer değiştirmek. masallara ihtiyaç duymak. hatta yetişkinlerin yanındayken masalara ihtiyaç duymak altına saklanmak için, bir çocuk gibi, dediğim gibi, bir güçsüzlük belirtisi değildir. gerçek dünya alabildiğine saçma ve mantıksızlıklarla örülüdür çünkü. çalışmak zorunda olmak gibi aptal bir zorunluluğu barındırır mesela. ve bunun gibi daha başka bir sürü aptal zorunluluğu ifa eder. hatta sigara ve alkolün dışında ki tüm icatlar, buluşlar aptalcadır. bana kalırsa hiç çıkmamalıydık sudan. evrim basamak atlamamalıydı. bunları bana tuncay anlattı, ben de size anlatıyorum. tuncay’ı ben yarattım, diğerlerine de. ama şimdi, artık, beni gerçeğe demirden zincirlerle sıkı sıkıya bağlı tutan ilacım sayesinde, onlardan uzaklaşıyorum.

2pac “ümitsizim, beni bebekken öldürmeleri gerekirdi” diyor. ben de aynı fikirde olduğumu ilan ediyorum durmadan, son zamanlarda. ardından daha iyi zamanlara ait birkaç dilim aklıma gelmiyor, şimdi niye öyle değil diyorum, masalların olmayışına hayıflanıyorum biraz, ve gün boyu, hemen hemen hiçbir şey yapmadan uzanıyorum. yemek işemek ve sigara içmek dışında yaptığım nerdeyse hiçbir şey olmadan uzanmak. bir de iş ilanlarına bakmak var tabii. olmayan iş ilanları. bir zorunluluk olan çalışmak. olmayan para. bir zorunluluk olan para. olmayan ve zorunluluk olan daha başka bir çok şey. ve ardından ilacı bıraksam mı acabaya, doğru evrilen düşünce. ama bırakamam. çünkü tekrar, ıssız bölgelere uçabilir zihin. ıssız çünkü, orada seni kimse anlamaz. anlayamaz çünkü gerçeklikle bağını koparmışsındır ve bunu anlattığında herkesin hoşuna gider, bi eremedim o kafaya derler, ne içtiysem olmadı. sanki çok güzel bir bokmuş gibi. sadece endişe ve korku olan o ıssız bölge. ve orası, o gerçek dışılık, diğer kendi oluşturduğum gerçek dışılıktan, yani masallarımdan kilometrelerce ters açıda kalır. o yüzden her şeyi boş verip masallara dönelim. nerde kalmıştık.

uyandı özledim. henüz ayılmamıştı. uçağı vardı. önce istanbul’a sonra berlin’e ardından bristol’e gidecekti. orada birine aşık olduğunu söylemişti ve bunun benim ondan uzaklaşmam için söylenen bir yalan olduğunu anlamam, yani öğrenmem uzun zaman alıcaktı. hayatı boyunca bana sadık kalıcaktı. sadece, sadece artık, hayatımı mahvettiğini düşündüğü ve bunu yapmak istemediği için gidiyordu. okuyacaktı orada. öyle demişti. ve uyandı.

“iki başlı ejderha hikayesini bilir misin” dedi bana.
“hayır” dedim. “kesin sen uydurmuşsundur.”
“hayır” dedi, “ben uydurmadım, bak şimdi, zamanın tekinde iki başlı dört ayaklı ve dört kollu bir ejderha varmış, iki kuyruklu iki kalpli falan, ve kafalardan biri dişi diğeri erkekmiş. ama bu şekilde hayatları daha zor geçiyormuş, her şeyi daima beraber yapmak zorunda kalmak bazen sıkıcı ve zorlayıcı olabiliyormuş. işte bilirsin aynı anda uyumak, aynı anda uçmak falan filan. ve dişi olan bir büyücüden bahsetmiş ona, bizi ayırabilir demiş, erkek olan pek hoşlanmamış bu fikirden, tüm zorlayıcı etkenlere rağmen memnunmuş bu halden çünkü onu kaybetmekten korkuyormuş. söz vermiş dişi olan onu asla bırakmayacağına dair. sadece bazen yalnız kalmak istiyorum demiştim. bu kötü bir şey değil. inan bana değil. çaresiz kabul etmiş erkek olan ejderha. ve ayrılmışlar. dişi ejderha bunlar ayrılır ayrılmaz uzaklara uçmuş. ve yıllarca geri dönmemiş.”

 hikayenin kalanını dönünce anlatıcam, dedi özlem. merak ettim, dedim. yaşayıp göreceksin, dedi. iki başlı ejderha olmak istediğini biliyorum ama bence biraz ağzından ateş yerine duman çıksın. dönücem. ama bu uzun zaman alıcak.

iki sigara sardı. birini bana attı. “bu bana son sigara sarışın sanırım” dedim.
“hayır değil” dedi gülümseyerek. “havaalanında da içeriz diye değil ama, gerçekten değil.”

evden çıktık. o zamanlar izban yoktu. otobüste tam havaalanına girmezdi. gerçi servis vardı ama o da epey pahalıydı. yani bize göre pahalı. her neyse.

bir saniye, anlatmayı  unuttum. biz evden çıkmadan önce, kapı çaldı, bir gün önce gece, seçil, sabah gelirim, o zaman vedalaşırız, demişti. oydu gelen. sımsıkı sarıldılar özlem’le. ve evden çıktık. üçümüz. otobüs yolculuğu. ardından bir sigara daha sardı özlem. uçağa bindi. ve bir sihirbazlık gösterisi gibi ortadan kayboldu. tam 20 yıl boyunca da, arada birkaç kez gelişi dışında ortalıkta gözükmedi. arada bir telefonda konuştuk, hepsi bu. dönüşte, seçil’e iki başlı ejderha hikayesini bilip bilmediğini sordum. “biliyorum ama senin bilmemen gerekiyor” dedi. ne kadar ısrar etsem de anlatmadı. ben hala içimde ufacık bir umut kırıntısı arıyordum. bu hikayenin devamında saklı olabilirdi.

her neyse, ardından, yani bir hafta sonrasında, seçil’i, ve daha sonra, refik ile tuncay’ı yolcu edip, hayatımdan çıkardım. ve nerdeyse 12 sene, arada bir kez refik’in gelişi dışında, onlarla görüşmedim. gerçek alabildiğine sıkıcı ve ikiyüzlüydü. ve şimdilerde tekrar, o gerçeklikle mücadele etmek zorundaydım. ama içimden gelmiyor. hayaletlerim de gelmiyor. ejderha hikayesinin devamını başka bir gün anlatırım. yoruldum.

13 kasım 2016


* başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır. 

29 Nisan 2016

geriye dönüşler 2 – bölüm 8

geriye dönüşler 2 – bölüm 8

2000 yılı son baharı. evde oturuyoruz. altı kişiyiz. ben yerde oturuyorum. özlem yanı başımda. o da yerde. refik ve seçil bir kanepede. tuncay rakı dolduruyor herkese. gelecekte başıma hangi çorapları öreceğimden, zihnimi nasıl darmadağın edeceğimden habersizim henüz. henüz hiç fanzin çıkarmadım. henüz pek bir şey yazmıyorum. henüz sadece kısa yazılarım var ve bir anda geldi dördü birden. önce tuncay ile bir işporta tezgahında tanıştım. eski kitap satıyorduk. sonra seçil geldi tezgahıma. kitap satmak için. eski okul kitabı satıyordum. ardından beni refik’le tanıştırdı. ardından refik’le kardeşinin, özlem’in evine gittik. ardından özlem’le tanıştım. ardından bazen refik ve tuncay bazen özlem’in evinde kalmaya başladım. ardından, önce özlem gitti. sonra refik ile tuncay. sonra seçil, ankaraya. ara ara çıkıp geldiler.

sonra geleceğimi yazmaya başladım. tamamen kafayı yemiş olabileceğim dönemleri. ama bugün, sizlere, açığa çıkmamış bir geçmiş zaman diliminden bahsedeceğim. bizi hiç kavga ederken görmediniz değil mi? etmedik de ondan canım. birkaç ufak tartışma hariç, hiç küsmedik birbirimize. birbirimizden başka sığınabileceğimiz kimse yoktu. yalnızlık. yalnızdım ve yalnızlığı kanıksamıştım. yalnızlığı kanıksadığım için çıkıp geldiler birer birer. hiç arkadaşım yoktu ve eski okul kitabı sattığım bir işporta tezgahım vardı. sonra arkadaşlar edindim kendime, bazı kısa süreli arkadaşlıklar ve bazı sıkı dostluklar. bazı hayranlarım oldu, bazı sevgililerim de. ama o günü asla unutmadım.

önce tuncay’la tanışmış, ardından seçil’le arkadaş olmuştum. sonra seçil bana, akşam “tuncay’la onların evine gel, refik’le tanıştırcam seni” dedi. refik seçil’in sevgilisi idi. o gece seçil’i evine bıraktı refik. ben de yanlarında gittim. seçil özlem’in bir üst katında yaşıyordu. o gün özlem’de kaldım refik’le beraber. ertesi gün tekrar refik’lere uğrayıp işporta çantamı kaptığım gibi tuncay’la işporta tezgahına yöneldim. birkaç kez daha evlerine gittim. birkaç kez seçil bi kez de özlem geldi işporta tezgahıma. tuncay tezgahta meyve suyu süsü verilmiş votka içiyordu. yasaktı işporta tezgahında içmek. öğrencilere kitap satıyorduk çünkü. yazılı olmayan bir yasak vardı. hoş karşılanmazdık. şimdi büyükler için kitap sattığımdan dolayı tezgahta içiyorum ama hala hoş karşılanmıyoruz. her neyse o gün evde buluştuk.

tuncay çağırdı. “bugün önemli bir gün” dedi, “gelmen” lazım. ekim ayının beşiydi ve okulumun açılmasına bir hafta vardı. üniversiteyi kazanmıştım ama bitiremeyeceğimi biliyordum. refik ve tuncay tıp ya da eczacılık ya da ona benzer bir şey okuyordu. dördüncü yıllarıydı. ben on sekiz, özlem yirmi bir, seçil yirmi üç, refik ve tuncay da yirmi beş yaşındaydı. tuncay’ın oldukça kısa saçları ve oldukça kısa sakalları vardı. seçil’in sarı saçları sürekli örülüydü. bunu ilk kez duyuyorsunuz. refik rastalı ve sakalsızdı ki bunu da biliyorsunuz. refik ve tuncay dört yıl önce üniversitede tanışmışlardı. bir sene sonrasında okula seçil girmişti. tıp okuyordu o da. aile zoru ile okula girmişti ve asıl istediği şey sosyoloji idi.

her neyse işte, o gün eve gittik tuncay’la beraber. giderken üç paket sigara almıştık. tuncay’ın işporta tezgahı çok iyi iş yapıyordu. 2 ayda dört beş milyar gibi bir para kazanıyor, yılın kalan günlerinde çalışmıyordu. kira düşüktü çünkü ev çok kötüydü. o zamanlar alsancak da şu anki kadar kalabalık değildi zaten, bu kadar çok bar yoktu ve bu kadar çok çirkefleşmemişti insanlar.

eski okul kitabı satıyorduk. 250bin liraya bir öğrenciden alır başka bir öğrenciye dört beş milyona satardık, o zamanın parası ile. tüm şehrin ortaokul ve liselileri sevgi yoluna gelirdi. o zamanlar devlet kitap dağıtmıyordu. ve tuncay tüm okulların müfredatını ve dahası karşıdan gelen öğrencinin üniformasından hangi okula gittiğini bilirdi. nerden bildiğini bilmiyorum ama gerçek bunlar. palavra sıkmıyorum.

eve girdik. özlem saçı ile oynuyordu biz girdiğimizde. çok seviyordu saçları ile oynamayı. refik ve seçil de meze ile ilgileniyordu. rakı yapıcakmışız meğer. önemli olan buymuş. bize kapıyı seçil açtı. mutfağın penceresinden sokak görünüyordu, geldiğimizi görmüş. “sigaraları unutmadın umarım” dedi açar açmaz tuncay’a. “unutmadım yavrum” dedi tuncay.

içeri geçip biraz bekledik. özlem’in yanına oturdum.
“saçlarımı örsene” dedi özlem.
“bilmiyorum ki” dedim.
“bildiğin gibi ör o zaman” dedi. henüz sevgili değildik, ama olmaya yakındık. sevgili iken de hiç klasik bir sevgili olmadık zaten. pek el ele bile tutuşmadık. saçlarını tutup bildiğim kadarıyla örmeye çalıştım. nasıl yapılacağını biliyordum aslında, sadece daha önce hiç yapmamıştım.

rakılar önceden alınmıştı. iki yetmişlik. sıkı içiyorlardı. ben ilk rakımı üç yaşında yanlışlıkla babamın çay bardağındakini su sunup içmiş, bir daha da ağzıma sürmemiştim. bunu söylemiştim yolda tuncaya. “içeceğin bir zaman mutlaka gelicekti” demişti. “rakısız olmaz moruk.. rakı hayatın özünü sunar adama. gerçek kalbin açığa çıkar. nasıl bir adam olduğun anlaşılır. diğer alkoller de anlaşılır bu ama rakı da daha çok ele verirsin kendini..”

kapı çaldı. “baksana girdap” dedi özlem. “senin bakman gerekiyor.”
“neden” dedim.
“öyle işte” dedi. gidip kapıyı açtım. bana çok benzeyen bir adam girdi içeri. altıncımız. ilk kitabın bir yerinde altı kişiyiz demiştim, okuyan biri de hata bulduğunu söylemişti. yanılıyorsun, demiştim. şimdi itiraf ediyorum. hata yok. altı kişiyiz.

gelen adamın zack olduğunu söylediler. hiç konuşmuyordu. gecenin bir kısmına kadar da hiç konuşmadı. özlem’in diğer yanına oturdu o da. özlem elini tuttu zack’in. ben sevgili olduklarını düşündüm. gerçek açığa gecenin sonunda çıkacaktı.

masa kuruldu. ve oturduk. saki olan tuncay’dı. bardaklar dolduruldu. sigaralar yakıldı. mezeleri anlatmayacağım ama seçil’in bu konuda marifetli olduğunu söyleyebilirim. günlerden perşembeydi.

“söze benim başlamam gerekirse” dedi refik,
“gerekmez” dedi özlem, zack’e bakıyordu. zack olumsuz bir şekilde kafasını salladı. “tamam ben başlayayım. bugün zack’in doğum günü, ona içelim”

kadehleri tokuşturduk. ufak bir yudum aldım. içemiyordum.
“içemiyorsan zorlama tatlım, bira da var, tuncay mutfakta anlattı, ilk kez içiyormuşsun galiba” dedi seçil.
“yok içerim” dedim, “sizden yavaş giderim sadece”
“içicek” dedi zack. “içsinki meseleyi çözelim.” fondip yaptı ilk bardağına.
“ne meselesi” dedim, cevap veren olmadı.

gece boyu içip sohbet ettik. zack hiç konuşmadı. ben ara ara lafa girdikçe bana dik dik bakıyordu zack. ardından sabaha karşı, herkes sızdı. zack’le başbaşa kaldım. ben sadece iki kadeh içmiştim ama bu bile beni fena çarpmıştı. zack’in ne kadar götürdüğünü bilmiyorum ve özlem’in de. en çok onlar içti.

masada oturuyorduk. “ben de yatayım artık” dedim ama yatıcak yer yoktu, bir tek özlem’in yanı boştu. buna henüz cesaret edemezdim. “ama nerde yatıcam ki, sana da yer yok.”
“ben gidicem zaten” dedi, “özlem’in yanına yatarsın. ama çok umut bağlama ona. gidicek o. bunu aklından çıkarma. dördü de gidicek. unutma bunu. çok konuşma insanlar arasında. zaten şu an pek konuşmuyorsun da, ilerde konuşmaya başlayabilirsin. konuşma hiç. dilini yut. daha az acı çekersin böylece”
“anlamadım” dedim. benim yaşlarımdaydı ve bana çok benziyordu. saçları çok kısaydı sadece. nerdeyse üç numara. benimkiler biraz uzundu ve henüz dökülmemişti.
“ne kadar çok acı çekersen, o kadar çok bana benzersin” dedi. “unutma bunu. daima seninle olucam. hep içindeydim”

anlamadığımı söyledim tekrar. sarhoşluğuna veriyordum ama sarhoş gibi bir hali de yoktu o kadar içmesine rağmen. kalan son şişeden son kalanı ikimize pay etti ben daha fazla içmeyeceğimi söylesem de.

“anlayacaksın zamanla” dedi, “ben konuşayım, sen sonra anla. fazla yakın olma insanlarla. etini koparıp ruhunu çalar çoğu. bazıları hariç. bazıları her ne yaparsan yap, hayatının sonuna kadar seninle kalıcak. henüz tanışmadın onlarla. bu dört piçe güvenme. sevmiyorum onları. ve özlem bana aşık, sana değil, unutma bunu. senin içinde beni gördüğü için ilgileniyor gibi seninle. sana fal baktı değil mi geçende. her şeyi gördü. tüm hayatını. özel güçleri var hatunun.”
“böyle şeylere inanmam ben” dedim
“inansan iyi edersin” dedi. “en çok da bana inansan iyi edersin. arada bir bana izin ver.”
“ne izni vereceğim sana”
“seni tehlikelerden korurum”
“anlamıyorum gerçekten. özlem’i nerden tanıyorsun sen”
“seninle aynı gün tanıştım bu insanlarla ben de. hadi ben gidiyorum. rakını bitirip özlem’in yanına yat.” rakısına fondip yapıp gitti. o günden sonra da, ara ara gelmeleri dışında pek görünmedi bugüne kadar.

gidip özlem’in yanına yattım. arkamı ona dönüp. fark edip arkamdan sarıldı bana. ellerimi tuttu. “gitti mi?” dedi
“zack mi?” dedim. “gitti evet”
“söylediklerine kulak asma” dedi, “seni kıskanıyor sadece. ben girdap’ı daha çok seviyorum”
“onu nerden tanıyorsun sen” dedim.
“yüzünü dön” dedi. döndüm.
“hayır be şapşal öyle değil” dedi, “kendine dön yüzünü, bulursun”

onu öpmeye çalıştım. dudaklarını kaçırdı. “henüz değil” dedi, “sarhoş olmadığım bir gün yapalım bunu. uyuyalım hadi. güzel düşler”

ilk kez bir hatunla beraber yatıyordum. rahat bir pozisyonda değildim ama onun rahatı bozulmasın diye hiç hareket etmeden yattım öylece. sabaha karşı uyuyakalmışım. uyandığımda evde kimsenin olmadığını sandım. tuncay refik ve seçil çıkmış meğer. özlem tuvaletteymiş. şifonun sesini duyunca anladım evde biri daha olduğunu. duvar saati üçe geliyordu ama o saate asla güvenilmezdi. sürekli ya geri kalır ya da ileri giderdi. seviyorlardı saati bilmemeyi kahramanlarım. kap kalın perdeler hala örtük olduğu için gece mi gündüz mü anlamadım. hala uzanıyordum. özlem çıkıp, “nihayet uyanabildin bebeğim” dedi. “rahat uyumadığını biliyorum, ama alışıcaz beraber uyumaya”
“yoo rahat uyudum” dedim.
“yalancı” dedi. “hadi bana şarap al”

hava çoktan kararmıştı. oniki saattir uyuyordum. şarap alıp geldim. müzik açtı özlem. yanıma, yere oturdu. salondaydık.
“zack’e kafanı takma” dedi, “ona izin vermezsen iyi edersin. insanları sevmez o. güvenmez kimseye. aslında sadece güvenmeme konusunda kendini zorluyor”
“neden?”
“acı çekmek istemiyor da ondan”
“ben acıdan korkmuyorum” dedim
“biliyorum bunu” dedi. “hem benim bi yere gittiğim yok. yalan söylüyor”
“gidebilirsin” dedim. “bi gün gidebilirsin de. sorun değil bu”
“sorun değil mi?”
“yani sorun evet ama bu konuda yapabileceğim bir şey olmaz ki”
“bi yere gitmiyorum merak etme.”

ardından iki ay geçti. ve bir gün özlem gideceğinden bahsetti bana. almanya üzerinden bristole. okuyacakmış orada. babası öyle istiyormuş. ve hayatımı mahvediyormuş. mahvettiği falan yoktu oysa, sadece bazen öfkelenip laf sokardı bana ki bunu biliyorsunuz. bütün hıncını benden alıyor gibiydi. sorun etmiyordum.

sonra onu havaalanına bıraktım ve bundan sonra zack’in tavsiyelerine kulak asmayı öğrendim. daima haklı çıktı ve daima içimde bir yer buldu kendine. bazen açığa çıkıp çeneme kapattı, bazen benim yerime insanlarla konuşup benden uzaklaştırdı.
yıllar sonra zack, özlem’le kaçtıklarını anlattı bana. benden uzaklaşmışlar. ben de çok keyifli sürekli geyik yapan birine bu yüzden dönmüşüm. yıllarca özlem’e benim için bakmış zack. bakmış derken, beraber yaşamışlar yani. orda burda. ama ne zaman hayatıma biri girse, zack hemen geri geliyordu. suskunlaşmalarımı sağlıyordu hemen. nedenini bilmiyordum. herkesten kıskanıyordu beni. koruduğunu iddia ediyordu oysa. öldürmem gerekiyordu puştu. yapamıyordum.

29 nisan 2016.


imza günüm var efenim..

20 mayıs cuma günü, tiryaki kedi'de imza günüm vardır efenim. detaylar şu adreste:

https://www.facebook.com/events/982392558480974/

geriye dönüşler 2 – bölüm 7

geriye dönüşler 2 – bölüm 7

tezgahta oturuyorum. tekrar 2021 yılındayız. temmuz ayı. refik o gün, seçil’le beraber. seçil’in tatil günlerinden biri ve refik de tezgah açmadı. tanışma yıl dönümleriymiş. refik ve seçil’in 21 yıllık bir birliktelikleri var.

tezgahta oturuyorum. başım öne eğik. kitap okuyorum. günlerden cuma. alkol günüm. henüz başlamadım. sabah psikiyatriste gidip ilaçlarımı yazdırdım. artık konuşmuyoruz da doktorla pek. anlatıcak bir şeyim kalmadı. iyi misin, düşüncende hızlanma var mı, paranoyaların var mı, falan filan. hayır hayır hayır diyorum seri bir halde, iyiyim doktor, gayet iyi. değilim oysa ve bazen hapımı ekiyorum. sabahları bir mg akşamları iki mg risperdal alıyorum. hepsi bu. ve cuma alkol günüm. daha önce demiştim. beşinci bölümde sanırım.

özlem’i bulduğumdan beri evden çıkmaya ikna edememiştim. zorlamıyorum da kızı. bazen küçük sürprizler yapıyorum ona sadece. hediyeler. giysi ve takı. bazen de abur cubur. çok kötü görünüyor. eskiden kendine bakardı, şimdi hiç bakmıyor. ben otuz dokuz, o kırk iki yaşında. ve bir hayli zayıfladı.

dediğim gibi, özlem’i bulduğumdan beri, onu evden çıkmaya ikna edememiştim. ve o gün, tezgahı açtıktan iki saat sonra çıkageldi yanıma. sol kolu sargılıydı. yavaş adımlarla yürüyordu. bir an için kafamı kitaptan kaldırdığımda gördüm onu. hemen koşup yanına gittim. bitkindi. tökezlemek üzere gibiydi. koşup koluna girdim. diğer koluna ibo girdi. tezgaha kadar yardım ettik. sonra “bırakın tamam sağ olun” dedi ve yere oturup bağdaş kurdu. ibo kendi tezgahına gitti. baş başa kaldık. uzun süredir kesmiyordu kollarını. nerdeyse 3 yıl olduğunu söylemişti ilk onu bulduğumda. saçlarını topladı önce, çantamdan bir kalem çıkartıp. yanımda daima kalem taşıyor bazen de işportada yazıyordum. ardından parmağındaki yüzüğü çıkarıp tezgaha koydu. kemikten yapmıştı. bugün sabah  “bunu satmam ben takıcam” demişti bana. oysa şimdi tezgaha koymuştu.

“yürüyerek mi geldin?” dedim
“hıhım” dedi, “seni çok özledim girdap. güzel oldum mu böyle” saçlarını kast ediyordu. ilk kez toplamıştı onu bulduğumdan beri. önlerinde bi kaç bukle bırakmış, arkasını toplamıştı. uzun ve siyahtı saçları. hatırlıyorsunuz değil mi? unutmanıza izin vermem.
“güzelim ben de mi?”
“dünyanın en güzel kızısın” dedim
“yuh” dedi, “abartma. benden güzelleri de var. ama sen kimseye bakmıyorsun. benimsin sadece. ne güzel”
“baktığım zamanlar da oldu, biliyorsun”
“olur öyle. ben yoktum. olsaydım kaptırmazdım seni kimseye oğlum.”

onu bulduğumdan beri ilk kez neşeliydi. ama sezinleyemediğim ters giden bir şey vardı.
“gene intihar etmedin de mi” dedim. genelde intihar öncesi böyle şirinlik muskası takar, tatlılaşırdı. tören gibiydi onun için bu. ama söylediğine göre, eski evime yerleştikten sonra bunu da yapmamıştı hiç.

bu sırada tezgaha biri gelip kitapların fiyatını sordu. “şu ön sıradakiler on beş, diğerleri beş-on” dedim
“onlar niye pahalı?”
“pahalı değil” diye söze girdi özlem, “onlar sevgilimin kitapları, o yüzden öyleler.” on tane kitap vardı ön sırada. on birinciyi yazmaya başlamıştım.
“kendiniz mi basıyorsunuz” dedi.
“evet” dedim, “fotokopi ve ısısal cilt”
“on beş çok” dedi
“çok değil” dedi özlem.
“benim de bir kitabevim var, ve on beş çok, hem fotokopi diyorsunuz”
“gider misin” dedim, “sana yirmi lira kitaplarım. hadi kaybol”

adam sorun çıkmasın diye bir şey demeden gitti. özlem “şarap alalım mı” dedi, “bugün cuma”.
“ben alıp geleyim” dedim
“hayır ben gidicem” dedi ve ayağa kalkmaya çalışırken sendeledi, sabahtan beri içiyordu zaten. uyanır uyanmaz içmeye başlıyordu son zamanlarda. eskiden sadece biz eve geldiğimizde içmeye başlardı. tuttum kolumdan, “beraber gidelim” dedim.
“hayır ben gidicem” dedi, “gidebilirim. biliyorum.”
“tamam peki sen git” dedim. ve gelene kadar akla karayı seçtim.

açtık şarabı. ve özlem bir şeyden bahsederken, cümlenin sonunda “sikerim” dedi. yoldan geçen bir hatun ters ters bize bakınca da “pardon sana demedim” dedi özlem. arsızlaşmıştı. onu hastaneye kaldırdığımdan bu yana ilk kez sokağa çıkıyordu ve sarhoştu. eve nasıl gitmeye ikna edicektim allah bilir.

“abi güzel çalışıyormuş” dedi, az ilerde saz çalıp şarkı söyleyen arkadaşımı kast ederek.
“güzel çalar” dedim
“yoldan güzel kızlarda geçiyor. işin iş”
“umrumda değil onlar”
“biliyorum, şaka yapıyorum sadece. tuvalete nereye gidiyordun sen?”
“yakın kitapevi veya tiryaki.”

yakın kitapevine her gidişimde, üst katta, tuvaletin olduğu yerde, elit elit bir takım insanlar edebiyat tartışırdı. ben salaş ve eski giysilerimle yukarı çıkar, onların içi boş entelektüel kuramlarına kulak misafiri olur, onları da rahatsız ederdim. seviyordum bu hali. hayatı göremiyorlardı. edebiyatı çok seviyorlardı ama anladıklarını sanmıyorum. ben de anlamıyorum belki, tamam kabul ama onlar da anlamıyorlar. yukardan bakıyorlar çünkü, kuş bakışı, ve bir uçakta nasıl ki insanlar karınca gibi görünür, onlarda hayatı öyle görüyorlardı. hayatı anlamak için, kaldırımda durup dinlenmek ve dinlemek lazım. koşmak, bu hız, bu dengesizlik ve ahenksizlik, bu pür telaş, bazı şeyleri ıskalamanıza neden oluyordu.

tuvalete gidip geldi özlem. yakın kitapevine. “anlattığın gibi birileri tartışıyor” dedi. “beni almadılar ama”
“nasıl yani”
“aralarına yani”
“nasıl ya, aralarına mı?”
“evet birkaç şey söyleyeyim dedim sürekli lafımı kesip anlamadığım sözcükler kullandılar. aman boş ver, eğlendim işte”
“ne tartışıyorlardı ki?”
“bandrolsüz kitapların edebiyata verdiği zararlar ve girdap’ın bozuk cümle yapısı adlı bir söyleşi vardı. ahahaha.”

gülümsedim söylediklerine. dalga geçiyordu. tuvalete gidip gelmişti. söyleşi falan yokmuş o gittiğinde. ama erkekler tuvaletine girmiş, çok bekleyince kadınlar tuvaletini. sonra sırada bekleyen bir adama, bu sırada kadınlar tuvaleti boşalmış tabii o içerdeyken, “sizde yan tarafı kullanabilirdiniz” diyerek çıkıp gelmiş.

saat sekize geliyordu ve on lira iş yapmıştık. her gün kendi kitaplarımdan satıyordum. biraz da fanzin. artık çoğunlukla kendi fanzinlerimi satmaya başlamıştım.

“ibo’ da takı yapıyordu demi” dedi özlem
“evet” dedim
“benimkilerden güzel mi yaptıkları”
“refik’le aynı gidiyorlar genelde”
“abimin ağzı çok laf yaptığı içindir o” dedi, “ben hangisi çok satıyor diye sormadım hem. ibo daha güzel yapıyordur”
“seninkiler de güzel ama, neden kıyaslıyorsun ki”
“tütün sarar mısın bana, ama filtresi düşmesin gene.”

benden hayatı boyunca sadece bir kere sigara sarmamı istemiş, onda da filtresi düşmüştü. haberi olmadan sardığım çok oldu da, istediği için sardığımda kötü sarmıştım. hala arada kötü sarıyordum. sardım bi tane. uzattım. daha eline alırken filtresi düştü.
“of ya” dedim
“olsun” dedi, “sigara alalım bugün. olur mu? biraz lüks takılalım. sen al ama bu kez, ayağa kalkarsam kusarım”

eve nasıl gidicez bilmiyordum, taksiye vericek param kalmayacaktı bu gidişle. onun da, özellikle bu haldeyken, isteklerine karşı gelmek istemiyordum. odin ve thor’dan yardım dilendim biraz daha iş yapmak adına. taksi ile gitmek dışında bir şansımız yoktu her ne kadar binmek istemeyecek olsa bile. sigarayı alıp geri döndüğümde, zabıta ile kavga ederken buldum özlem’i. tezgahlarımız alınmıştı. ve ben son paramı şarap ve sigaraya vermiştim. saat dokuzdu. aslında tam bu saatte toplardım tezgahı, saati de bakkala sorup öğrenmiştim, cep telefonum da olmadığı için, doğal olarak saati de bilmezdim.

yanına gelip özlem’e sarıldım. “tamam bebeğim, bir şey yok, alırız sonra tezgahı. önemli değil, evde daha kitap var”
“umarım çocuklarınız aç kalır ve ellerinden tek gelen işporta açmak olur” dedi özlem son olarak onlara ve torbayı aldı elimden. boş tezgahta şarap içmeye başladık.

“yüzüğü kurtardım ama” dedi, “birazdan satıcam, görüceksin. iki bira parası çıkar bundan.”
“çok içmedik mi sence” dedim
“tamam yüzüğü taksi parası yaparız bebeğim” dedi, “çok içen benim, farkındayım, ama bak, ilk kez sokağa çıkıyorum, benim de var bi bildiğim dur sen”

yoldan geçen herkese, oturduğu yerden, yüzüğü uzatıp, “on beş lira, taksi paramız çıksın, yoksa eve gidemicez, tezgahımızı çaldılar, on beş lira” demeye başladı. yaklaşık bir saat uğraştı yüzüğü satmaya. ben “gerek yok yürürüz ben seni taşırım” dedikçe, “sen sus, o zaman bira alırız” diyordu.

ibo’lar da yan tezgahta alınan tezgahlarının üzerine, şarap içiyorlardı. tuncay çıkageldi onbire doğru. eve bakmış, özlem’i göremeyince direk tezgaha gelmişti.

“eve gidemiyorsunuz değil mi?” dedi. anlamıştı halimizi. ben iyi durumdaydım gerçi ama özlem feci sarhoştu. yüzüğü sattıktan sonra birkaç kez ayağa kalkmaya çalışmış ama becerememişti. ben onu tutmaya çalışırken de yanlışlıkla kolunu acıtmıştım. tazeydi kesikleri.

“sanane” dedi, tuncay’a özlem. “gidemiyoruz evet. gitmiyoruz. buraya kazık çaktım ben. bi beş yılda burda yaşıcam belki. sanane”
“tamam tamam, kızma” dedi, “şarabınız da bitiyor”
“başka içmicez” dedim
“başka içmicez” diyerek onayladı beni özlem. durumunu biliyordu. parka götürüp biraz kusmasını sağladık tuncay’la. sonra dizlerime uzanıp biraz uyudu. ben tuncay’la muhabbete daldım. bana yeni bir iş olduğunu söyledi. özel bir gübre kanalı bulmuş. adını telaffuz edemediği bir ot türü varmış. ondan yetiştircekmiş. “yakalanırsam boku yerim ama hızlı büyüyorlar. iki ayda alıyorsun mahsulü. çok iyi para var bu işte” dedi.
“napıcaksın bu kadar parayı” dedim
“hayallerini gerçekleştiricem” dedi
“neymiş benim hayalim” dedim
“pinero’yu tekrar açmak” dedi
“yapma tuncay” dedim. “o mevzu kapanalı beş yıl oldu. burda iyiyim ben”
“tiryaki’nin yanı hala boş ama. bu kez ben durucam başında.”
“sen de içerde ot sat tam olsun”
“yok işte. bırakıcam bu işi.”
“batar ki abi” dedim “ikinci kez gene batarız”
“batalım moruk” dedi, “gene batalım. ne çıkar”
“istemiyorum tuncay” dedim. “ama napalım biliyor musun. sen gene de bu işleri bırak. gelen para ile hayatının sonuna kadar yaşamaya çalış”
“işportaya dönerim belki” dedi. üzülmüştü. tek hedefi beni mutlu etmekmiş adamın. ama ben dükkan mevzusunu kapatalı çok olmuştu. oluşum dağılalı da öyle.
“beş yıl önce nerdeydin” dedim
“o zaman sen hazır değildin” dedi, “başında bir sürü mesele vardı”
“dükkan açıyoruz bebeğim” dedi özlem yattığı yerden, “açıyor ve batıyoruz. ben durcam başında. sen işportada dur. hem biraz sokağa çıkmaya alışmış olurum. olmaz mı?”

onu kıramazdım. tuncay “dükkanı satın alıcaz oğlum” dedi, “kiralamıcaz”
“o kadar paran olucaksa arazi alıp gidelim buralardan. ya da daha büyük bir yerde de tutabiliriz” dedim.
“hayır orada tutucaz” dedi özlem, yattığı yerden. “tuncay paran varsa şarap alsana. cigara var mı yanında”
“çok içtin” dedim özlem’e
“adam zengin olm” dedi, “dilerse taksi ile üç tur atar izmir’de, baksana dükkanı satın almaktan bahsediyor”
“çok içtiğini söylüyorum ben” dedim, paradan bahseden var mı?”
“çok içtin tatlım” dedi tuncay. “henüz o kadar param yok. ama şu yeni işi yaparsam olucak. hadi eve gidip evde içelim.”

saat biri geçiyor olmalıydı. ibo’lar çoktan kalkmıştı. bi biz kalmıştık sokakta. arada bir tek tük geçenler oluyordu. hepsi bu.

“kollarım çok acıyor” dedi özlem, “derin kesmişim bir kaçını. sızlıyor. ağrı kesici de içemem. o zaman şarap içelim.”
“içmesek olmaz mı” dedim
“olur” dedi, “sen içmemi istemiyorsan içmem. ama evde içicem. hadi taksi çağırın. yürüyemicem.”

özlem’in yavaş adımları ile köşedeki taksi durağına gittik. bi taksi çağırdık. on dakika sürmedi eve varmamız ve on lira tuttu. özlem illa sattığı yüzük ile parasını ödemek istedi. gene sıfırı tüketmiştik. tuncay’ın üzerinde de bi şarap parası vardı. ama yanında ot da vardı. torbacı adam sonuçta. refik ve seçil bizden önce gelmişti. özlem biraz ayılmıştı, ne şaraptan içti ne de ot. ben de içmedim. ot içmiyordum zaten uzun uzun yıllardır. refik ve seçil ot’dan takıldılar, çok içmemişler gezmişlerdi, onlar da sıfırı tüketmişti bugün. ve işporta tezgahımız uçmuştu. refik bugün işporta açmadığı için onun takı tezgahını da ben açmıştım. tuncay da son parasını yeni aldığı otlara vermiş onları da polise kaptırmıştı.

“burda yetiştirelim” dedi tuncay, “yeni süper otumuzu. gübre sağlam yerden gelicek”
“kimyasala karşıyım” dedim, “hem başkalarının hayatını heba etmeyelim”
“kimyasal değil moruk” dedi, “hepsi doğal gübre. yurtdışından geliyor. kanalı buldum. sağlam bi alıcım da var muğla’da”
“ben olur derim” dedi özlem
“ben de” dedi refik. seçil ve ben itiraz ettik. fikir tuncay’dan çıkmıştı zaten ama hiçbir işimizi demokrasi ile çözmüyorduk.
“üç kez hasat alsak dükkanı açarız” dedi. “iki ayda bir mahsül veriyor. elektriği kaçak yapmamız lazım ama, 24 saat ışık yanıcak odada”
“hangi odada yapıcaz” dedim. “ben hala karşıyım gerçi.”
“salonda yapamayız. orası mutfağa geçiş güzergahı”
“kala kala seçil’le bizim odamız kalıyor yani” dedi refik.
“orası olmaz hayatım. nerde sevişicez biz sonra” dedi seçil
“biz sevişmiyoruz seçil” dedi özlem, siz de bi altı ay sevişmeyiverin. üç mahsul de tamammış bu iş”
“doğru. o kadar çok içiyorsun ki. çocuk sevişmeye vakit bulamıyor”
“sıkıldım” dedim. “fikri bile bizi tartışmaya soktu”
“ben dışarı çıkıyorum” dedi özlem.
“gecenin üçü özlem ne dışarısı” dedim.
“sahile inicem güzelim ya” dedi.
“geleyim ben de”
“sen bilirsin”

özlem’le sahile indik. sahil burnumuzun dibindeydi. biraz merdiven inip yolun karşısına geçtik sadece. ayaklarımızı denize soktuk. tütünü unutmuştuk. özlem hatırlattı. “çıkıp alayım” dedim
“al tabii” dedi.

geri döndüğümde, yoldan geçen arabaların önünü kestiğini gördüm. her geçen arabanın önüne geçiyor, ellerini kaldırıyor ve yavaşlamalarını, yön değiştirmelerini sağlıyordu. kimse de araçtan inip bir şey yapmıyordu. sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. biraz açılmasına rağmen hala sarhoştu. tam karşıya geçip onu alıcakken polis arabasını gördüm. umarım ona da yapmaz diye içimden geçirirken polis arabasına da ellerini kaldırdı. araba yavaşladı ve araçtan iki polis indi. koşarak karşıya geçtim. geçen arabaların hızına aldırmadan.

“tamam memur bey, arkadaşım sadece biraz sarhoş” diyordum ben, özlem’se “sike sike durucaklar, ezsinler de beni göreyim, sabaha dek burdayım ben, beni durduramazsınız” diyorken  “ne arkadaşı oğlum, sevgilin değil miyim senin” dedi. araca bindirip götürdüler özlem’i. eve koşup haber verip hızlı adımlarla en önde karakola gittim. konak’a baktık önce. yoktu. kantara bakmamız gerekiyormuş. oranın ekibi olabilirmişmiş. bilmiyorlarmışmış. yardımcı olamazlarmışmış. falan filan. elimde sigara ile kantardan içeri girdim özlem’i orada bankın üzerinde oturmuş görünce. kapıdaki polisler bir şey demedi. beni görür görmez sarıldı özlem. “hepsinin ağzına sıçtım” dedi, “hepsi korkak”
“bileğini çok acıttılar mı” dedim
“evet” dedi, “olsun.”

refik, seçil ve tuncay kapıdaki polislerle tartışıyorlardı. onları içeri almıyorlar beni de içerden çıkarmaya çalışıyorlardı. karakolun altını üstüne getirip hepimiz birden gözaltına alındık. daha önce de olmuştu ama hepimiz birden hiç alınmamıştık gözaltına. ama işlem yapmadılar. biraz tutup bırakıcaklardı. güç gösterisi yapıyorlardı. neyseki üstümüzü aramadılar. tuncay’ın üzerinde cigara olduğundan emindim. herif cigarasız bir adım atmıyordu. sabah yedide serbest bıraktılar. özlem “gecenizin içine ettim özür dilerim” deyip duruyordu.

“ama sarhoşum diye olmadı bu. bi daha sokağa çıkmıcam ben. valla billa. evdeyken daha iyiyim ben.”

ardından tekrar eve kapandı. seçil ve ben karşı çıktığım için, evde ot yetiştirme fikri bir süreliğine rafa kalktı, ara ara tuncay ve özlem gündemimize soksa da. tuncay da bize yerleşmişti. torbacılığı bırakmıştı son malını polise kaptırınca. ona bir şey yapmamışlardı, polisler malı geri satmak için para istiyordu. böyleydi bu işler. biraz rüşvetle işlerini sürdürüyordu, ters bir komisere denk gelene kadar da bu böyle sürebilirdi, ya da arada birini içeri tıkmak isteyene kadar canları. artık evde beş kişiydik. ve özlem yine eskisi gibi sadece biz eve geldiğimize içmeye başlamıştı. ortalığı toplayıp yemek yapmayı sürdürüyordu. dükkan açmamızın kimseye faydası olmazdı. işportamız vardı işte. arada bir tezgahımızı kaptırsak da, artık tuncay’ın da desteği ile daha iyi iş yapmaya başlamıştık. özlem en fazla arada bir gece ikiden sonra sahile inerdi. bazen tek başına bazen benimle. hala bazen kollarını açıp arabaları durduruyordu. polisler de alıştı bir süre sonra bizim manyak olduğumuza. iki kez daha beşimizi birden gözaltına alıp sonra uğraşmak istemediler. tuncay’ın arada bir gelen süper para kazanma fikirleri dışında, hayal kurmayıp, olanla yetinmeye devam ettik… onda risk dolu fikir bitmezdi zaten.

29 nisan 2016.