birin öncesi.
tuncay’la torbacıya gidiyoruz. torbacı kapı komşum.
kuruçay’da yaşıyorum o yıllarda. kuruçay izmir’de bir çingene mahallesi.
torbacımı tuncay’la tanıştırcam. herifin kanalı iki gündür ortalıkta yok. paket
olmuş olabilir. “olmadığı tek bir gün olmadı bugüne kadar” diyor tuncay,
“mutlaka başına bir şey geldi.”
sabah evden çıkıp tuncay’lara gidiyorum. annem okula
gittiğimi düşünüyor. günlerden pazartesi. pazartesileri tatil yapıyoruz.
nedeninin pazartesi sendromu ile alakası yok. çoğunluğun pazartesi akşamları
evde olması ile ilintili ki zaten işportacıysanız hafta sonu tatil
yapamazsınız. ve evet işportacıların da tatile ihtiyacı olur, tüm kış ya da
yağmurlu havalar, tatilden sayılmaz. onlar zorunluluktur. her neyse. sabah
evden çıkıyor ve refik’le tuncay’ın kaldığı eve gidiyorum. alsancağa. evde
olduklarını biliyorum çünkü günlerden pazartesi, dediğim gibi. diğer günler
genellikle işporta tezgahına uğrarım, tabii özlem’de kalmadıysam. özlem o gün
evde. bir gün önce ben de evden çıkmamıştım. annem’in doğum günüydü. ve yarın
da özlem’in doğum günü. 27 aralık. 2000 yılındayız. özlem bizi gün içinde bulur
nasıl olsa. cep telefonu kullanmasak da, evet o yıllar da bu bizim için büyük
bir lükstü, şimdilerde kullanıyoruz, her neyse, kullanmasak da, birbirimizi
aramadan iletişmeden bulabiliyoruz. takıldığımız mekanlar sınırlı. hala
sınırlı. şimdilerde, tiryaki kedi ve işporta tezgahım arasında dönüp duruyorum.
o zamanlar da refik’lerin evi, özlem’in evi ve işporta açtığımız sokaklar
arasında dönüp duruyorduk. arada kafamızı dağıtmak için gittiğimiz barlarda
sınırlıydı, ya da klise sokağı işte, o zamanlar daha iyi olan klise sokağı,
daha iyi olan alsancak, ve daha iyi olan izmir. daha iyi olan ben. her neyse.
eve vardığımda, tuncay’ların evini kast ediyorum, evet
haklısınız sürekli geriye doğru sararak anlatıyorum hikayeyi, eve vardığımda
seçil’le refik evden çıkmaya hazırlanıyordu, tuncay yeni uyanmıştı. sabahın
dokuzuydu saat. seçil’e nereye diye sordum, biraz takılcaz refik’le dedi, biz
sizi buluruz. hay hay dedim, biliyorsun bugün, biliyorum biliyorum, dün
planladık bir şeyler biz, telaşa mahal yok. her günümüz birbirinin aynı olsa
da, birbirlerimizin doğum günlerini özel bir kutlamaya dönüştürüyorduk, bu
şaşırtıcı olabilir ama ölümün kıyısında yürürken şarampole yuvarlanıp sağ
çıktığımız geceleri saymazsak, genel de şenlikli geçerdi gecelerimiz. ama bazı
günleri daha şenlikli kılmak da hoş oluyordu doğrusu.
evden iyi niyetler ve dualar eşliğinde salınıyorum. annem
arkamdan bakıyor, el sallıyorum ona geri bakıp bakıp. bunu hala yapıyoruz.
şimdi de işe salıyor beni iyi niyetler ve dualar eşliğinde arkamdan bakarak.
tek fark, şu an işe gidiyor oluşum, o zamanlar okula gitmiyordum. iki sokak
sonra, gözden kaybolduktan sonra, yönümü değiştiriyor, durağa doğru yürümek
yerine alsancağa doğru yürüyordum. kırk dakika sürüyordu. gerçi okula da
yürüyerek gidiyordum canım gitmek istediği zamanlarda, o da kırk dakika
sürüyordu. ve zamanında o kadar çok yere o kadar çok kez yürüdüm ki, yürümek
içimden gelmiyor artık, ki bunun için çalışıyorum ben, otobüse binmek, alkolü
ve tütünümü hesapsız içebilmek ve kalan parayı da ki bir hayli kalıyor, anneme
vermek için. o zamanlar işportadan pek para gelmiyor, gelen de tütüne alkole ve
uyuşturucuya gidiyordu. bir de hiçbir işe yaramayan fotokopi masrafı. fanzinler
için. o zamanlar on kopya basıyordum. şimdiyse seksen. epey gelişme kat etmişim
çok sevgili izleyiciler değil mi? bi gün beşyüz basarım belki, giderse, gittiği
kadar. gittiği yere kadar demek daha doğru olucak. her neyse, evden çıkıyor ve
refik’lerin eve yürüyorum. eve varışımı, tuncay’la nereye doğru yolculuk
yaptığımızı anlattım zaten. atlama yapıp oradan devam edelim.
tuncay eve vardığımda, ve seçil’le refik evden çıktığında,
“moruk kanal bulmamız lazım” diyor, “bizim ki paket büyük olasılıkla.”
“var bizim mahallede” diyorum.
“bi tüttürek de uçak o zaman. akşama pasta yapıcam özlem’e,
kenevirlisinden.”
“vay” diyorum, “süper.”
o bi üçlü sarmaya çalışırken ben de iki kahve yapıyorum
kendimize. tabii önce müzik. kasetler arasından, mobb deep’i bulup, murda muzik
albümünü, teybe yerleştiyorum. yeni çıktı kaset, altı ay önce. refik bi
yerlerden araklamış. ihtiyacımız olan çoğu şeyi araklayarak yaşıyoruz zaten.
müzik marketler de hipermarketler de bizim için var. az viski yürütmedik farklı
farklı mekanlardan. hep aynı yerden yapmamak önemlidir ki bu konuda yakayı ele
veren ya da yakalanıp üstüne çok gidilmeyen çok arkadaşım var, sorun sürekli
aynı yere olta atmalarından kaynaklıyor.
her neyse cigaramızı içip evden çıkıyoruz. yine yürüyeceğiz.
geldiğim yolu gerisi geri tepip mahalleme dönüyorum. herif, yani kanalım
muhtemelen uyuyor. dayanıyoruz kapısına. kardeşi açıyor. on yaşlarında bir
velet. “abim uyuyor” diyor beni görür görmez. bu adam evinin önüne sandalye
koyup bu işi yapan bi abimizdi. zamanla mahalle ağır bir baskın yedi.
ortaokuldaydım o yıllarda. ama hiçbir şey değişmedi, yirmidört saatlik yunus
devriyeleri dışında. muhsin de, yani kanalım, her ekibe biraz para koklatıp
işini yapmayı sürdürdü. uyandırıyor kardeşi muhsin’i.
“ebeni sikeyim” senin diyor bana kapıya gelip, “bu saatte
hizmet vermiyorum ben.”
tuncay lafa giriyor, iş bağlamakta ustadır.
“kardeş ben yüklü müşteriyim, sana yamanayım bundan sonra
diyorum, kanalım paket oldu. harman bırakma beni. aylık bi binliğin var benden,
ne var sen de?”
“ne ararsan var hacı da bu saatte yapmıyorum o işi, bi daha
olmaz bak. silah da var kadın da var, sen ne istiyorsan onu sana buluruz da
biz.”
“kadına gerek yok. silah iyiymiş ama. aklımızda bulunsun.
bize şimdilik, amfetamin, toz ama. ve ot lazım.”
“tamam ne kadarlık.”
her neyse alıyoruz alacağımızı ve geriye doğru yürüyoruz.
yolda bi kuytuda bi üçlü daha sarıyor tuncay. yolda içe içe gidiyoruz. eve
varmadan tansaşa girip, yarısını çantaya attığımız yarısının parasını
ödediğimiz pasta malzemeleri alıyoruz. tuncay işe koyuluyor. özlem gelmeden
halletmesi lazım. ki neyseki biz gelmeden önce gelmemiş. akşam özlem’lere
gidicez zaten. biz özlem’le gidicez, arkamızdan ekip gelicek. plan buymuş. ben
sonradan öğreniyorum.
her neyse öğlen kapı tekrar açılıyor. aşağı markete, bira
almaya iniyorum. tuncay pastayı bitirdi. “bira kapsana” diyor. biraları bakkala
yazdırıp arada bir azar azar ödüyoruz işte. ama ödüyoruz yani. bazen iyi iş
oluyor refik’in tezgahta, bakkala girişiyor refik. biralar üçüncüdeyken, tuncay
söze giriyor, ben dün babamın işten gelirken getirdiği gazeteleri çantamdan
çıkarırken, kesicem onları, parça pinçik edicem, kolaj için. babam kahvede
çalışıyor ve bana her gün bi dolu gazete getiriyor. kendisi de okuyor bu arada
gazeteleri. zamanında o kadar çok kitap okumuş ki, sayısı belirsiz, artık
sadece gazete okuyor. bir de yarış bültenini tabii. yarış bültenine boş
zamanının yarısını harcıyor ki fazla boş zamanı yok aslında, günde oniki saat
çalışıyor, nargile ustası. o yıllardan bahsediyorum, şu yıllarda babamdan
bahsedersem sadece mezarından bahsedebilirim size. onun da yerini kendi başıma
gitsem bulamam. henüz bu gerçekle yüzleşemedim. yüzleşmek istiyor muyum orası
meçhul. babam da hayaletlerimden biri oldu benim için. hala yaşıyor. konuşuyor
benimle. ve annem de hayalet olucak bi gün, o gün siki tutucam, şüphesiz.
geçelim..
“bu senin elemanı sevmedim” diyor muhsin için tuncay,
“sen zaten kimseyi sevmiyorsun ki” dedim,
“işte bunu da sevmedim diyorum ben.”
“tamam.”
konuşmaya istekli değilim ki o yıllarda daha bi az
konuşuyorum, özlem’le başbaşa kalıp sürekli benim bir şeyler uydurduğum,
masallar anlattığım zamanları es geçersek.. özlem seviyor uydurduğum hikayeleri, tek yaptığım o an kalem ve kağıt
kullanmıyor oluşum. birinci ağızdan özlem’e anlatıyorum hikayelerimi, kayıt
altına alınmıyor, onun biliyor olması yetiyor bana. her şeyi sadece onun
bilmesi yeterli geliyor, tek kopya bile basabilirim fanzinleri, hatta bunu
yapmıştım, engel olmuştu, on yapalım şunu demişti, fotokopicideyken biz, oraya
da zorla götürmüştü beni, ben orjinali ona vermiştim, o da saçmalama basalım
bunu demişti, o zaman bi kopya basalım sen oku demiştim, ya da en çok dört, sen
abin seçil tuncay. böyle kandırmıştı beni, dört basalım tamam, deyip on
yapmıştı fotokopicide sayıyı. altısı elimizde kaldı. şimdilerde gidiyor gerçi,
sekseni de tükeniyor, üstüne takviye baskılar yapıyorum, ama tatmin oluyor
muyum? hayır. çünkü özlem yok. hem de uzun zamandır. her neyse.
“seni de sevmiyorum” diyor tuncay.
“biliyorum bunu” diyorum tuncay’a, “konuşmuştuk.”
“bi daha konuşalım amına koyayım. sen neden bizle
takılıyorsun bunu bile anlamıyorum. bitiğiz olm biz, özlem hepimizden daha ölü,
okulunu bitirsene sen.”
“ilk üçe de gireyim mi?” diye soruyorum, ilk üçe girersem
amerikaya burslu gidicem, dünya bankası okula yardım yapmışta falanmış
filanmış, böyle bi kampanyası vardı o yıllarda dokuz eylül’in iki yıllık
bölümlere. benimkisi makine ressamlığı.
“gir tabii olm” diyor, “hayatını kurtar. hayatını yaşa.”
“yaşıyorum zaten” diyorum. tuncay aslında bunları düşünmüyor
ve beni çok seviyor, oyun oynuyor kendi hesabınca. sabahtan beri kaçıncı üçlüyü
döndüğümüzü sayamadım ama bir tane daha sarıyor. sararken de konuşmaya devam
ediyor tabii,
“bak o yazdıkların var ya” diyor, “bi boka yaramaz onlar,
sana diim ben, medet umma onlardan.”
“ummuyorum zaten” diyorum ki bu bir yalan. o yıllarda çok
umutluyum şu yazarlık mevzusundan, yazar olucaktım ben, hayatımı bununla idame
ettirecektim, çok küçük saf ve salaktım. gerçi farklı bir tarzda yazsam
yapardım ki yazabilirdim de, istemiyorum sadece, hepsi bu.
“iyi” diyor elindeki yeni sardığı cuvarayı bana uzatırken,
“sen yaksana, özlem de seni terk edicek söyliim sana, bütün kadınlar beni terk
etti biliyorsun.”
“biliyorum abi” diyorum, “anlatmıştın.”
“ona da umut bağlama yani. hatta mümkünse hiçbir şeye umut
bağlama”
“ya okul. ona da mı umut bağlamayayım.” bilerek diyorum
bunu, çünkü az önce okuldan dem vuran kendisiydi.
“okulu sikeyim. ona da bağlama. umut bir safsatadır. çoktan
ölmüş olarak yaşamak iyidir. bu şekilde, hayatın tadına varabiliyorsun. umut,
beraberinde düş kırıklığı getirir. beklentisiz bir hayat, bir şeylerin tadına
varabilmeni sağlar.”
yakıp bir duman alıp, uzatıyorum elimdekini. kapı açılıyor.
gelen özlem. saat iki. pastayı çok iyi sakladı tuncay. görmesine imkan yok.
gelip yanıma oturuyor hiç konuşmadan. hayır karşıyakadan yürüyerek gelmedi,
kullandığımız tek toplu ulaşım aracı vapur. elimdekini uzatıyorum ona, bi nefes
alıp, “abimler nerde” diyor.
“bilmiyorum, ben gelirken çıkıyorlardı, bulurlarmış bizi
akşam.”
“siz naptınız?”
“hiç. içiyoruz işte.” diyorum, gazeteleri kesmeye devam
ederken. özlem kestiğim kağıt parçalarını incelemeye başlıyor. tuncay kalkıp
mutfağa gidiyor, üç bira ile geri dönüyor. yerde oturup bir süre sessizce müzik
dinliyoruz. genellikle yaptığımız gibi yani. sessizce müzik dinleyip kendi
kafamızı yaşamak. özlem çantasından benim için arakladığı iki dergiyi çıkartıyor,
okumak için değil canım, keseyim diye. hiçbir şey okunmak için yoktur
hayatımda, pek okumam, çok iyi keserim, kitaplar dahil. ansiklopedi bile kestim
zamanında. özlem sadece kollarını kesiyor. “bak bunu dün yaptım” diyor gülerek,
“yakışmış mı?” canım acıyor ve bunun o da farkında, bu yüzden göstermiyor ama,
bir şey yapmış koluna, bi harf yapmış, harf değil de, bi şekil, ne olduğunu
söylemeyeceğim.
“dün seni yalnız bırakmamalıydım” diyorum,
“olsun” diyor, “annen için önemliydi. tamam ben
tanışamıyorum ama selamımı söyledin değil mi?” kendisi tanışmak istemiyor,
utanıyormuş.
“elbette. o da sana söyledi.”
“eyvallah. çıkmıyor muyuz dışarı?”
“çıkalım.” diyorum.
“ben kalıcam” diyor tuncay, “sonra gelirim.”
özlem’le klise sokağına çıkıp, bi şişe şarap alıp, kaldırıma
oturuyoruz. saat dört. arada bir insanlar geçiyor ve direk gözlerinin içine
bakıyoruz insanların, göz göze gelince hemen kafalarını çeviriyorlar, bilerek
yapıyoruz bunu, rahatsız etmek için değil, rahatsız ettikleri için, sesleri
ile, giyim tarzları ile, yürüyüşleri ile, boşlukları ile,
“seri katil olmama ramak kaldı” diyorum özlem’e.
“eşlik ederim” diyor. ve bir oyun oynamaya başlıyoruz.
yoldan geçenler hakkında. nasıl öldürelim oyunu. boğarak, bıçakla, karnına iki
darbe, yüksek dozda eroin basarak damarlarına, kafasını keserek, asarak,
ayağına taş bağlayıp körfeze atarak, sokak ortasında tarayarak, patlatarak. bi
saatti yiyoruz böylece. arada bunu öldürmem diyoruz aynı anda aynı tipe.
zamanla bu, bunu öldürmeyelime evriliyor. seçil’le refik geliyor ardından.
bağırarak, bunları birbirlerine öldürtelim diyoruz aynı anda, şaşırıyorlar.
anlatıyoruz hikayeyi, kahkahalarla gülüyorlar. oyuna onlarla beraber devam
ediyoruz bi saat daha. bu arada bi şişe bi buçukluk daha bitiyor. tuncay
geliyor ardından. oturmaya devam ediyoruz. ta ki gece onikiye kadar. içiyor ve
geyik çeviriyoruz.
özlem’e “sana gidelim bugün” diyorum.
“olur” diyor hiç itirazsız.
“hadi kalk o zaman” diyorum.
“hay hay” diyor, “biz kaçıyoruz gençler.”
tuncay şaşırmış gibi yaparak, “hoppala” diyor, “daha
takılıyorduk.” oysa plan bu. belli.
“beyimiz yalnız kalmak istedi” diyor özlem. birbirimize
karşı her isteğimizi her zaman kabul ediyoruz zaten.. ama genellikle
birbirimizden herhangi bir istekte de bulunmuyoruz aslına bakarsan. bakmayalım.
eve varıyoruz ve
bizden yarım saat sonra seçil tuncay refik geliyor. kapı çalıyor. bilerek
çalıyorlar kapıyı. anahtarları var. saat gecenin biri.
“oha kapı çalıyo lan” diyor özlem, “ilk kez kapım çalıyor.
kim ki bu.”
“bilmem” diyorum, “ben bakayım mı?”
“dur ben bakarım” diyor, ben de hareketleniyorum kapıya,
açıyor, ve ellerinde mumları yanan bir pasta ile karşılaşıyor.
“amına koyayım sizin” diyor, “bunun için miydi erken
ayrılmak istemeler falan” diyor bana dönerek, “ölüm dönümlerimde de istiyorum
bunu.”
“sikerim ölümünü, bugün yaşamı kutluyoruz” diyor tuncay,
“yaşamı bebek, ve kendimizi.”
içeri giriyorlar, yeşil halılı oda, kırmızı gece lambası.
gece boyu içip laflıyoruz. epey de eğleniyoruz aslında. tuncay erken ayrılıyor,
dört gibi, kafası bir şeye atıyor, bizle ilgili değil. ve hikayenin başladığı
yere geri dönüyoruz. hatırlıyor musunuz? ilk kitabın girişini?
beş yıl önce. karşıyaka’da, bir
evdeyim. ev, üçüncü katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi,
refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde
bir üçlü ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha
gibi yani.
“hey, geçirsene şu boku bana
artık adamım” diyor özlem, elimi uzatıyorum ona, ama kafam sabit. yerdeyim ve
yanı başımdaki sehpada bir gece lambası var, hemen dibimde, ve lambanın
sıcaklığını hissedebiliyorum, o derece yakınım. lambanın rengi kırmızı.
“bi şey söylesene be” dedi özlem.
iki saat önce bir şey sormuştu, ve ben hiçbişi dememiştim. yarın sabah beşte
beraber çıkacaktık evden, havaalanına götürecektim onu, bir daha dönmemek üzere
gidenlerin ilki. ya da… bi saniye. kafam karıştı.
sorduğu soru. “birine aşık oldum”
dedi bana, “herif bristolde yaşıyor, yanına gidicem, bu sabaha bilet aldım. hey
iyi misin sen?”
sabah bilet almakla uğraşmıştı.
bu yüzden geç gelmişti tuncay’lara. sormamıştım neden geç kaldığını. hiç soru
sormazdım zaten ben. o anlatırdı hep, geç de olsa. her neyse, nedenini
bilmiyordum, bir anda yaptı bunu. her şey bir anda oldu. her şey daima bir anda
oldu. başladı ve bitti. bitti ve yeniden başladı. ama daima bir anda. başlaması
da bitmesi de. ilki özlem’di. ve birine falan da aşık olmamıştı aslında. yalan
söylüyordu. gitmek istiyordu sadece. hepsi bu. ve gitti. ve hep kalan, aslında
hiç gitmeyen, bu yüzden geri dönmeyen de oydu. bir hayalet olarak ruhuma
yapışan. hikayenin kalanını biliyorsunuz. koca bir kitap bahşettim buna. bu
kalanın başlangıcı. bir de burdan görün istedim. hepsi bu. başlangıcın öncesi.
ve sonrası.
23 haziran 2017.