23 Haziran 2017

birin öncesi

birin öncesi.

tuncay’la torbacıya gidiyoruz. torbacı kapı komşum. kuruçay’da yaşıyorum o yıllarda. kuruçay izmir’de bir çingene mahallesi. torbacımı tuncay’la tanıştırcam. herifin kanalı iki gündür ortalıkta yok. paket olmuş olabilir. “olmadığı tek bir gün olmadı bugüne kadar” diyor tuncay, “mutlaka başına bir şey geldi.”

sabah evden çıkıp tuncay’lara gidiyorum. annem okula gittiğimi düşünüyor. günlerden pazartesi. pazartesileri tatil yapıyoruz. nedeninin pazartesi sendromu ile alakası yok. çoğunluğun pazartesi akşamları evde olması ile ilintili ki zaten işportacıysanız hafta sonu tatil yapamazsınız. ve evet işportacıların da tatile ihtiyacı olur, tüm kış ya da yağmurlu havalar, tatilden sayılmaz. onlar zorunluluktur. her neyse. sabah evden çıkıyor ve refik’le tuncay’ın kaldığı eve gidiyorum. alsancağa. evde olduklarını biliyorum çünkü günlerden pazartesi, dediğim gibi. diğer günler genellikle işporta tezgahına uğrarım, tabii özlem’de kalmadıysam. özlem o gün evde. bir gün önce ben de evden çıkmamıştım. annem’in doğum günüydü. ve yarın da özlem’in doğum günü. 27 aralık. 2000 yılındayız. özlem bizi gün içinde bulur nasıl olsa. cep telefonu kullanmasak da, evet o yıllar da bu bizim için büyük bir lükstü, şimdilerde kullanıyoruz, her neyse, kullanmasak da, birbirimizi aramadan iletişmeden bulabiliyoruz. takıldığımız mekanlar sınırlı. hala sınırlı. şimdilerde, tiryaki kedi ve işporta tezgahım arasında dönüp duruyorum. o zamanlar da refik’lerin evi, özlem’in evi ve işporta açtığımız sokaklar arasında dönüp duruyorduk. arada kafamızı dağıtmak için gittiğimiz barlarda sınırlıydı, ya da klise sokağı işte, o zamanlar daha iyi olan klise sokağı, daha iyi olan alsancak, ve daha iyi olan izmir. daha iyi olan ben. her neyse.

eve vardığımda, tuncay’ların evini kast ediyorum, evet haklısınız sürekli geriye doğru sararak anlatıyorum hikayeyi, eve vardığımda seçil’le refik evden çıkmaya hazırlanıyordu, tuncay yeni uyanmıştı. sabahın dokuzuydu saat. seçil’e nereye diye sordum, biraz takılcaz refik’le dedi, biz sizi buluruz. hay hay dedim, biliyorsun bugün, biliyorum biliyorum, dün planladık bir şeyler biz, telaşa mahal yok. her günümüz birbirinin aynı olsa da, birbirlerimizin doğum günlerini özel bir kutlamaya dönüştürüyorduk, bu şaşırtıcı olabilir ama ölümün kıyısında yürürken şarampole yuvarlanıp sağ çıktığımız geceleri saymazsak, genel de şenlikli geçerdi gecelerimiz. ama bazı günleri daha şenlikli kılmak da hoş oluyordu doğrusu.

evden iyi niyetler ve dualar eşliğinde salınıyorum. annem arkamdan bakıyor, el sallıyorum ona geri bakıp bakıp. bunu hala yapıyoruz. şimdi de işe salıyor beni iyi niyetler ve dualar eşliğinde arkamdan bakarak. tek fark, şu an işe gidiyor oluşum, o zamanlar okula gitmiyordum. iki sokak sonra, gözden kaybolduktan sonra, yönümü değiştiriyor, durağa doğru yürümek yerine alsancağa doğru yürüyordum. kırk dakika sürüyordu. gerçi okula da yürüyerek gidiyordum canım gitmek istediği zamanlarda, o da kırk dakika sürüyordu. ve zamanında o kadar çok yere o kadar çok kez yürüdüm ki, yürümek içimden gelmiyor artık, ki bunun için çalışıyorum ben, otobüse binmek, alkolü ve tütünümü hesapsız içebilmek ve kalan parayı da ki bir hayli kalıyor, anneme vermek için. o zamanlar işportadan pek para gelmiyor, gelen de tütüne alkole ve uyuşturucuya gidiyordu. bir de hiçbir işe yaramayan fotokopi masrafı. fanzinler için. o zamanlar on kopya basıyordum. şimdiyse seksen. epey gelişme kat etmişim çok sevgili izleyiciler değil mi? bi gün beşyüz basarım belki, giderse, gittiği kadar. gittiği yere kadar demek daha doğru olucak. her neyse, evden çıkıyor ve refik’lerin eve yürüyorum. eve varışımı, tuncay’la nereye doğru yolculuk yaptığımızı anlattım zaten. atlama yapıp oradan devam edelim.

tuncay eve vardığımda, ve seçil’le refik evden çıktığında, “moruk kanal bulmamız lazım” diyor, “bizim ki paket büyük olasılıkla.”
“var bizim mahallede” diyorum.
“bi tüttürek de uçak o zaman. akşama pasta yapıcam özlem’e, kenevirlisinden.”
“vay” diyorum, “süper.”

o bi üçlü sarmaya çalışırken ben de iki kahve yapıyorum kendimize. tabii önce müzik. kasetler arasından, mobb deep’i bulup, murda muzik albümünü, teybe yerleştiyorum. yeni çıktı kaset, altı ay önce. refik bi yerlerden araklamış. ihtiyacımız olan çoğu şeyi araklayarak yaşıyoruz zaten. müzik marketler de hipermarketler de bizim için var. az viski yürütmedik farklı farklı mekanlardan. hep aynı yerden yapmamak önemlidir ki bu konuda yakayı ele veren ya da yakalanıp üstüne çok gidilmeyen çok arkadaşım var, sorun sürekli aynı yere olta atmalarından kaynaklıyor.

her neyse cigaramızı içip evden çıkıyoruz. yine yürüyeceğiz. geldiğim yolu gerisi geri tepip mahalleme dönüyorum. herif, yani kanalım muhtemelen uyuyor. dayanıyoruz kapısına. kardeşi açıyor. on yaşlarında bir velet. “abim uyuyor” diyor beni görür görmez. bu adam evinin önüne sandalye koyup bu işi yapan bi abimizdi. zamanla mahalle ağır bir baskın yedi. ortaokuldaydım o yıllarda. ama hiçbir şey değişmedi, yirmidört saatlik yunus devriyeleri dışında. muhsin de, yani kanalım, her ekibe biraz para koklatıp işini yapmayı sürdürdü. uyandırıyor kardeşi muhsin’i.

“ebeni sikeyim” senin diyor bana kapıya gelip, “bu saatte hizmet vermiyorum ben.”
tuncay lafa giriyor, iş bağlamakta ustadır.

“kardeş ben yüklü müşteriyim, sana yamanayım bundan sonra diyorum, kanalım paket oldu. harman bırakma beni. aylık bi binliğin var benden, ne var sen de?”
“ne ararsan var hacı da bu saatte yapmıyorum o işi, bi daha olmaz bak. silah da var kadın da var, sen ne istiyorsan onu sana buluruz da biz.”
“kadına gerek yok. silah iyiymiş ama. aklımızda bulunsun. bize şimdilik, amfetamin, toz ama. ve ot lazım.”
“tamam ne kadarlık.”

her neyse alıyoruz alacağımızı ve geriye doğru yürüyoruz. yolda bi kuytuda bi üçlü daha sarıyor tuncay. yolda içe içe gidiyoruz. eve varmadan tansaşa girip, yarısını çantaya attığımız yarısının parasını ödediğimiz pasta malzemeleri alıyoruz. tuncay işe koyuluyor. özlem gelmeden halletmesi lazım. ki neyseki biz gelmeden önce gelmemiş. akşam özlem’lere gidicez zaten. biz özlem’le gidicez, arkamızdan ekip gelicek. plan buymuş. ben sonradan öğreniyorum.

her neyse öğlen kapı tekrar açılıyor. aşağı markete, bira almaya iniyorum. tuncay pastayı bitirdi. “bira kapsana” diyor. biraları bakkala yazdırıp arada bir azar azar ödüyoruz işte. ama ödüyoruz yani. bazen iyi iş oluyor refik’in tezgahta, bakkala girişiyor refik. biralar üçüncüdeyken, tuncay söze giriyor, ben dün babamın işten gelirken getirdiği gazeteleri çantamdan çıkarırken, kesicem onları, parça pinçik edicem, kolaj için. babam kahvede çalışıyor ve bana her gün bi dolu gazete getiriyor. kendisi de okuyor bu arada gazeteleri. zamanında o kadar çok kitap okumuş ki, sayısı belirsiz, artık sadece gazete okuyor. bir de yarış bültenini tabii. yarış bültenine boş zamanının yarısını harcıyor ki fazla boş zamanı yok aslında, günde oniki saat çalışıyor, nargile ustası. o yıllardan bahsediyorum, şu yıllarda babamdan bahsedersem sadece mezarından bahsedebilirim size. onun da yerini kendi başıma gitsem bulamam. henüz bu gerçekle yüzleşemedim. yüzleşmek istiyor muyum orası meçhul. babam da hayaletlerimden biri oldu benim için. hala yaşıyor. konuşuyor benimle. ve annem de hayalet olucak bi gün, o gün siki tutucam, şüphesiz. geçelim..

“bu senin elemanı sevmedim” diyor muhsin için tuncay,
“sen zaten kimseyi sevmiyorsun ki” dedim,
“işte bunu da sevmedim diyorum ben.”
“tamam.”

konuşmaya istekli değilim ki o yıllarda daha bi az konuşuyorum, özlem’le başbaşa kalıp sürekli benim bir şeyler uydurduğum, masallar anlattığım zamanları es geçersek.. özlem seviyor uydurduğum  hikayeleri, tek yaptığım o an kalem ve kağıt kullanmıyor oluşum. birinci ağızdan özlem’e anlatıyorum hikayelerimi, kayıt altına alınmıyor, onun biliyor olması yetiyor bana. her şeyi sadece onun bilmesi yeterli geliyor, tek kopya bile basabilirim fanzinleri, hatta bunu yapmıştım, engel olmuştu, on yapalım şunu demişti, fotokopicideyken biz, oraya da zorla götürmüştü beni, ben orjinali ona vermiştim, o da saçmalama basalım bunu demişti, o zaman bi kopya basalım sen oku demiştim, ya da en çok dört, sen abin seçil tuncay. böyle kandırmıştı beni, dört basalım tamam, deyip on yapmıştı fotokopicide sayıyı. altısı elimizde kaldı. şimdilerde gidiyor gerçi, sekseni de tükeniyor, üstüne takviye baskılar yapıyorum, ama tatmin oluyor muyum? hayır. çünkü özlem yok. hem de uzun zamandır. her neyse.

“seni de sevmiyorum” diyor tuncay.
“biliyorum bunu” diyorum tuncay’a, “konuşmuştuk.”
“bi daha konuşalım amına koyayım. sen neden bizle takılıyorsun bunu bile anlamıyorum. bitiğiz olm biz, özlem hepimizden daha ölü, okulunu bitirsene sen.”
“ilk üçe de gireyim mi?” diye soruyorum, ilk üçe girersem amerikaya burslu gidicem, dünya bankası okula yardım yapmışta falanmış filanmış, böyle bi kampanyası vardı o yıllarda dokuz eylül’in iki yıllık bölümlere. benimkisi makine ressamlığı.
“gir tabii olm” diyor, “hayatını kurtar. hayatını yaşa.”
“yaşıyorum zaten” diyorum. tuncay aslında bunları düşünmüyor ve beni çok seviyor, oyun oynuyor kendi hesabınca. sabahtan beri kaçıncı üçlüyü döndüğümüzü sayamadım ama bir tane daha sarıyor. sararken de konuşmaya devam ediyor tabii,
“bak o yazdıkların var ya” diyor, “bi boka yaramaz onlar, sana diim ben, medet umma onlardan.”
“ummuyorum zaten” diyorum ki bu bir yalan. o yıllarda çok umutluyum şu yazarlık mevzusundan, yazar olucaktım ben, hayatımı bununla idame ettirecektim, çok küçük saf ve salaktım. gerçi farklı bir tarzda yazsam yapardım ki yazabilirdim de, istemiyorum sadece, hepsi bu.
“iyi” diyor elindeki yeni sardığı cuvarayı bana uzatırken, “sen yaksana, özlem de seni terk edicek söyliim sana, bütün kadınlar beni terk etti biliyorsun.”
“biliyorum abi” diyorum, “anlatmıştın.”
“ona da umut bağlama yani. hatta mümkünse hiçbir şeye umut bağlama”
“ya okul. ona da mı umut bağlamayayım.” bilerek diyorum bunu, çünkü az önce okuldan dem vuran kendisiydi.
“okulu sikeyim. ona da bağlama. umut bir safsatadır. çoktan ölmüş olarak yaşamak iyidir. bu şekilde, hayatın tadına varabiliyorsun. umut, beraberinde düş kırıklığı getirir. beklentisiz bir hayat, bir şeylerin tadına varabilmeni sağlar.”

yakıp bir duman alıp, uzatıyorum elimdekini. kapı açılıyor. gelen özlem. saat iki. pastayı çok iyi sakladı tuncay. görmesine imkan yok. gelip yanıma oturuyor hiç konuşmadan. hayır karşıyakadan yürüyerek gelmedi, kullandığımız tek toplu ulaşım aracı vapur. elimdekini uzatıyorum ona, bi nefes alıp, “abimler nerde” diyor.
“bilmiyorum, ben gelirken çıkıyorlardı, bulurlarmış bizi akşam.”
“siz naptınız?”
“hiç. içiyoruz işte.” diyorum, gazeteleri kesmeye devam ederken. özlem kestiğim kağıt parçalarını incelemeye başlıyor. tuncay kalkıp mutfağa gidiyor, üç bira ile geri dönüyor. yerde oturup bir süre sessizce müzik dinliyoruz. genellikle yaptığımız gibi yani. sessizce müzik dinleyip kendi kafamızı yaşamak. özlem çantasından benim için arakladığı iki dergiyi çıkartıyor, okumak için değil canım, keseyim diye. hiçbir şey okunmak için yoktur hayatımda, pek okumam, çok iyi keserim, kitaplar dahil. ansiklopedi bile kestim zamanında. özlem sadece kollarını kesiyor. “bak bunu dün yaptım” diyor gülerek, “yakışmış mı?” canım acıyor ve bunun o da farkında, bu yüzden göstermiyor ama, bir şey yapmış koluna, bi harf yapmış, harf değil de, bi şekil, ne olduğunu söylemeyeceğim.

“dün seni yalnız bırakmamalıydım” diyorum,
“olsun” diyor, “annen için önemliydi. tamam ben tanışamıyorum ama selamımı söyledin değil mi?” kendisi tanışmak istemiyor, utanıyormuş.
“elbette. o da sana söyledi.”
“eyvallah. çıkmıyor muyuz dışarı?”
“çıkalım.” diyorum.
“ben kalıcam” diyor tuncay, “sonra gelirim.”

özlem’le klise sokağına çıkıp, bi şişe şarap alıp, kaldırıma oturuyoruz. saat dört. arada bir insanlar geçiyor ve direk gözlerinin içine bakıyoruz insanların, göz göze gelince hemen kafalarını çeviriyorlar, bilerek yapıyoruz bunu, rahatsız etmek için değil, rahatsız ettikleri için, sesleri ile, giyim tarzları ile, yürüyüşleri ile, boşlukları ile,

“seri katil olmama ramak kaldı” diyorum özlem’e.
“eşlik ederim” diyor. ve bir oyun oynamaya başlıyoruz. yoldan geçenler hakkında. nasıl öldürelim oyunu. boğarak, bıçakla, karnına iki darbe, yüksek dozda eroin basarak damarlarına, kafasını keserek, asarak, ayağına taş bağlayıp körfeze atarak, sokak ortasında tarayarak, patlatarak. bi saatti yiyoruz böylece. arada bunu öldürmem diyoruz aynı anda aynı tipe. zamanla bu, bunu öldürmeyelime evriliyor. seçil’le refik geliyor ardından. bağırarak, bunları birbirlerine öldürtelim diyoruz aynı anda, şaşırıyorlar. anlatıyoruz hikayeyi, kahkahalarla gülüyorlar. oyuna onlarla beraber devam ediyoruz bi saat daha. bu arada bi şişe bi buçukluk daha bitiyor. tuncay geliyor ardından. oturmaya devam ediyoruz. ta ki gece onikiye kadar. içiyor ve geyik çeviriyoruz.

özlem’e “sana gidelim bugün” diyorum.
“olur” diyor hiç itirazsız.
“hadi kalk o zaman” diyorum.
“hay hay” diyor, “biz kaçıyoruz gençler.”

tuncay şaşırmış gibi yaparak, “hoppala” diyor, “daha takılıyorduk.” oysa plan bu. belli.

“beyimiz yalnız kalmak istedi” diyor özlem. birbirimize karşı her isteğimizi her zaman kabul ediyoruz zaten.. ama genellikle birbirimizden herhangi bir istekte de bulunmuyoruz aslına bakarsan. bakmayalım.

eve  varıyoruz ve bizden yarım saat sonra seçil tuncay refik geliyor. kapı çalıyor. bilerek çalıyorlar kapıyı. anahtarları var. saat gecenin biri.

“oha kapı çalıyo lan” diyor özlem, “ilk kez kapım çalıyor. kim ki bu.”
“bilmem” diyorum, “ben bakayım mı?”
“dur ben bakarım” diyor, ben de hareketleniyorum kapıya, açıyor, ve ellerinde mumları yanan bir pasta ile karşılaşıyor.
“amına koyayım sizin” diyor, “bunun için miydi erken ayrılmak istemeler falan” diyor bana dönerek, “ölüm dönümlerimde de istiyorum bunu.”
“sikerim ölümünü, bugün yaşamı kutluyoruz” diyor tuncay, “yaşamı bebek, ve kendimizi.”

içeri giriyorlar, yeşil halılı oda, kırmızı gece lambası. gece boyu içip laflıyoruz. epey de eğleniyoruz aslında. tuncay erken ayrılıyor, dört gibi, kafası bir şeye atıyor, bizle ilgili değil. ve hikayenin başladığı yere geri dönüyoruz. hatırlıyor musunuz? ilk kitabın girişini?

beş yıl önce. karşıyaka’da, bir evdeyim. ev, üçüncü katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir üçlü ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani.

“hey, geçirsene şu boku bana artık adamım” diyor özlem, elimi uzatıyorum ona, ama kafam sabit. yerdeyim ve yanı başımdaki sehpada bir gece lambası var, hemen dibimde, ve lambanın sıcaklığını hissedebiliyorum, o derece yakınım. lambanın rengi kırmızı.

“bi şey söylesene be” dedi özlem. iki saat önce bir şey sormuştu, ve ben hiçbişi dememiştim. yarın sabah beşte beraber çıkacaktık evden, havaalanına götürecektim onu, bir daha dönmemek üzere gidenlerin ilki. ya da… bi saniye. kafam karıştı.

sorduğu soru. “birine aşık oldum” dedi bana, “herif bristolde yaşıyor, yanına gidicem, bu sabaha bilet aldım. hey iyi misin sen?”

sabah bilet almakla uğraşmıştı. bu yüzden geç gelmişti tuncay’lara. sormamıştım neden geç kaldığını. hiç soru sormazdım zaten ben. o anlatırdı hep, geç de olsa. her neyse, nedenini bilmiyordum, bir anda yaptı bunu. her şey bir anda oldu. her şey daima bir anda oldu. başladı ve bitti. bitti ve yeniden başladı. ama daima bir anda. başlaması da bitmesi de. ilki özlem’di. ve birine falan da aşık olmamıştı aslında. yalan söylüyordu. gitmek istiyordu sadece. hepsi bu. ve gitti. ve hep kalan, aslında hiç gitmeyen, bu yüzden geri dönmeyen de oydu. bir hayalet olarak ruhuma yapışan. hikayenin kalanını biliyorsunuz. koca bir kitap bahşettim buna. bu kalanın başlangıcı. bir de burdan görün istedim. hepsi bu. başlangıcın öncesi. ve sonrası.

23 haziran 2017.



15 Haziran 2017

geriye dönüşler 3: zack4evalution - bölüm2

bölüm 13
sanırım yine kendimi tekrar edeceğim, 'kimine göre'
ya da en fazla o kocamen kibrimle, kendimden bahsederim, 'kimine göre'
ya da en kötüsü kötü yazıyorumdur her zaman ki gibi daima sonsuza dek 4eva, daha fazla uzatmadan bahse gireyim.. anti-girdap timini ekarte ettiğimize göre. (sanırım bir gün anlayacaksınız neden arada bu tip girizgahlar ya da ara sekanslar verdiğimi, duvar örmeden edebiyat yapmama engel olan kara dehlizlerim somurtuyor ara ara.. )

on üç bin yıl sonraydı, tam olarak onbeşbinikiyüzonsekiz yılı, zentelânga mevsimi idi dış gezegenlerin, bizim olduğumuz kısmında, zemt galaksisinde. merkez gezegen o devasa hacmi ile yine ışıltılı gökdelenleri ile yanıyordu karşımızda. ay ışığı yerine minik dev adını verdiğimiz merkez gezegenin ışığında özlem ile kendi ürettiğimiz şarabı içiyorduk. kendi çadırımızda. seks yoktu ve hiç olmamıştı. öpüşmemiştik bile. daha önemli macellanlarla güreşmek zorunda kalmasak, sanırım yörüngemizi iç açılarımızın ruhani ekseninden bedensel arzularımıza kaydırırdık.
refik az önce burundan höpürdettiği toz helva sayesinde ormana çıkmış, yeni ufuklara merkez gezegenin boyunduruğundan kurtarmak için yıldız tozu döküyordu.

seçil girdi, elinde limonata diyebileceğiniz, ama zemt galaksisinde indezeltah adı verilen, limonlu vişneli ve elmalı bir karışımla.

“çocuklar başımız belada” dedi girer girmez, durakladı, panik halindeydi. ikimizde, yani özlem’le ben aval aval yüzüne bakıyorduk, duraksadı duraksadı, duraksadı, sonra müthiş bir kahkaha patlatarak, “ikinci savunma sistemleri de çözüldü” dedi, içeri girmemize bir duvar kaldı. duvar dediği, sizin bildiğiniz gibi öyle tuğladan taştan değil, zirzeh adını verdiğimiz ateşten oluşan, merkez gezegenin içeriği girişimizi engellemek için son ürettiği kalkandı.

içeride, yani merkez gezegende son derece katı, uzlaşılmaz ve aşırı güçlü bir diktatörlük vardı, liderleri tayyip’ti. ölüm yoktu, merkez gezegende, ölüp ölüp dirilme vardı, çünkü asıl cehennem, ve asıl, yani gerçekte, yani göremediğimiz ama varlığını hissettiğimiz gerçek tanrı’nın gerçek cehennemi, merkez gezegen idi ve ibadete göre değil, ne kadar varlıklı ya da fakir olduğun değil, ne kadar şu veya bu olduğun değil, hislerinin, zihninin ve ruhunun ne kadar temiz kaldığı ile ilgiliydi dış gezegenlere mi, merkez gezenemi mi düşeceğin zemt galaksisinde..

merkez gezegen bizim ördüğümüz ışıktan duvarın dışına asla çıkamıyor ancak insanları, uzaya ot gönderdik, bok gönderdik diyerek kandırıyor hatta uzaylılar olarak bizi gösteriyor ve korkmamız gerektiğini tembihliyordu. bizim ışıktan yapılma bedenimizin de içeriye girip fiziksel varlığımızla insanları uyarmamıza engel olmak için sürekli teknolojik yeni kalkanlar geliştiriyordu. orada teknoloji üst düzey olsa da, geliştirdiğimiz ruhani zintequella’larla kalkanlarını deliyor ve içeri sızıyorduk. bizde teknoloji yerine, yıldızların ışığında yetişen bitkilerden elde ettiğimiz, ruhumuzu fiziksel bedenimizin kafesinden çıkarıp, merkez gezegene iniş yapmamızı sağlayan ve orada tekrar fiziksel bir varlık haline gelmemizi sağlayan karışımlar vardı, bunlardan çay tütsü ve gıda elde ediyor arada meyve kabukları ile karıştırıp ekiyor ve yeni ağaçlar elde ediyorduk. kimi ağaçlar değişik mahsüller verirken kimi ağaçlarda sadece süs olarak duruyordu. ağaçlardan çeşitli takılar ve giysiler yaratıyor ve bunları kendi aramızda paylaşıyorduk. panayırlar ve pazarlar düzenliyor, yine de büyük toplantılarda merkez gezegenin insanlarına verilen son şansı değerlendirmeleri için uyarıcı mesajları konuşuyor ve mücadeleden vazgeçmiyorduk. merkez gezegenden yükselerek kaçmak dışında başka bir şansları yoktu.

bu arada bir not, anti girdap timinin ağzını kapatmak için itiraf edelim, bolo bolo mülksüzler ve matrix’den çaldım hikayeyi doğru, kendi başıma oturup da yazamayacak kadar yeteneksizim. böylece gelecek yorumları ekarte ederek seçile geri dönelim. geriye dönemeyişler kumpanyası askıda kaldı.

seçil, ikinci savunma sistemleri de çözüldü dedikten sonra, özlem elini yukarı kaldırak bir zafer işareti yaptı ve diğer elini, bana bir “çak moruk” diyerek havaya kaldırdı. “bi sigara at” dedim seçile..

“merzana zintilengah” dedi, merzana zemtçe’de, toplandıktan sonra kurutulmaya bırakılan tütüne verilen isimdi. zintilengah ise, bizim ürettiğimiz bir şifreydi, tuncay gelirken getirir’in kısaltmasaydı. çünkü tuncay sürekli gelirken bir şey getirirdi herifin otuzsekizbin dönüm tarlası vardı ve dış gezegenlerin, ki sayısı yediyüzseksenyedi tane idi, ozwagingah adında bir tanesinde oturuyorduk. aslında sadece ortak lisanda konuşuyorduk zemt galaksisinde, ancak size nakletmem için türkçe anlatmak zorundayım. maalesef. herkes zemtçe öğrenene kadar da türkçe yazmaya devam edeceğim aşikar. devam edelim..

dilin yapısı, yani zemtçe’nin, ispanyolca fransızca ve arapça karmasaydı. ve direktoman zemte gelince öğreniyorduk. ya ölünce gelirdin zemt’e ya da dünya hayatında bir takım ulvi tezgahlar sonrası gelirdin.

her neyse, tuncay geldi ve elinde ki torbayı kafama atar gibi uzattı, “al lan piç, tütün sormuşsun.”

sen nerden duydun dememe gerek yoktu, aramızdaki tüm konuşmaları istediğimiz an duyabilirdik, bunun için telefona ya da televizyondan canlı yayına ihtiyacımız yoktu. bu arada, merkez gezegenin televizyon sinyallerine son üç aydır giremiyor ve maalesef haberleri kesip kendimizi gösteremiyorduk. üstelik merkez gezegendeki üssümüz de basılmış, ve cehennemde yaşayan, dünya hayatından oraya düşen ama sonradan yükselip bize katılan insanların merkez üssü basılmış bir çoğu hapse tıkılmıştı. ancak nihayet merkez gezegenin ikinci savunma kalkanı da aşılmıştı özel karışımlı tütsümüz sayesinde. geriye tek bir kalkan kalmıştı. onu da aşınca, hapisteki kardeşlerimizi kurtarabilecek, merkez üssümüzü tekrar inşa edebilecektik..

ikinci bölümün sonu..

4 Haziran 2017

zam isteme, fabrikayı yak

zam isteme, fabrikayı yak
. 
balkondayım. sabahın sekizinde. bir pazar sabahı, sabahın sekizinde. ister istemez, geleceği düşünüyorum. çalışmak istemiyorum mesela. ama böyle diyince ben, hep bir ağızdan, “kimse istemiyor ki canım” diyorsunuz, “ama buna mecburuz.” yok ya? harbiden mi? kim koymuş bu mecburiyeti. hepimiz birlikte karar vermiş gibiyiz sanki. el birliğiyle çalışmaya mecbur olduğumuza kendi kendimizi ikna etmişiz ve bunun veya dişli çarkların herhangi birisinin zıttına dönmeye çalışan herhangi birini de hemen sisteme adapte etmeye çalışıyoruz. kaçaklara izin veremeyiz. bir baba bile oğlunu sisteme adapte olması için yetiştirir. çünkü başka bir çıkar yol yoktur. aileden multi milyarder doğanları hesaba katmıyorum. onlar çalışmasa da olur. ama ben de çalışmasam olurdu yani, diye bir cümle kuramıyorum. ama annem ölünce işe gidebilecek miyim bilmiyorum mesela. hoş annem ölünce hayatta kalabilecek miyim onu bile bilmiyorum ya. neyse.. bulursun bir yolunu diyenler vardır şimdi. “kendini bırakma.” bayılıyorum bu lafa. “kendini bırakma.” ulan mesele bu değil ve ki herkes kendini bıraksa ne kadar güzel olur biliyor musunuz? herkes salsa bi şöyle. devrim mücadele ile değil de salınımla gelse.. hiçbir şey yapmasak yaşamak için. hiçbir şey ama. faturaları ödemeyerek başlasak. kesilirse kesilsin elektrik ve su. ama mesele bu değil. bir şeyler üretme dalgasına veya evrak işlerine bi beş gün bakıvermesek.. adına da grev demesek mesela. fenalardayım desek. bak bu aralar çok kötüyüm üstüme gelmeyin olur mu, desek. şöyle bi onbin kişi, politik düzlemden uzak bir şekilde bunu deyiverse.. ben bu cümleyi her gün anneme söylüyorum mesela. güne her gün, “anne ben bugün işe gitmesem olur mu” ile başlıyorum. otuz beş yaşında hala, işe gitmemek için patronumdan önce annemden izin alıyorum. o yüzden diyorum, annem ölünce işe gidebilecek miyim, bilmiyorum. mesela birisi, aylık beş yüz lira verse işi hemen bırakırım. alkol ve tütüne kafi bu rakam benim için. fanzin basmayıveririm olur biter. diye düşünüyorum. düşünüyorum sadece. balkondayım ve bir pazar sabahı, işe gitmiyor oluşumun şerefine içiyorum kahvemi. çünkü o kadar çok pazar sabahı işe gittim ki, sayısını unuttum. ve bir o kadar çok, cumartesi gecesi gittim işe, pazar sabah evdeydim. ama en çok sevdiğim şey, işten kaytardığım sabahlarda balkonda sigara içmek. işe gidenlerin yüzlerine bakmak. tek bir mutlu yüz göremezsiniz sabahları. muhafazakarından en radikaline kadar tek bir mutlu yüz. on yıldır fabrikalardayım, bırak da o kadarını bileyim hikmet. ve ne yazık ki, hala işçi sınıfından medet umuyor, hayatlarında bir kez olsun bir fabrika kapısından içeri adım atmamış andavallar. onlardan cacık olmaz. biliyorum. biliyorum çünkü 10 yıldır içlerindeyim. çok fabrika gezdim. daha bir tane, maaşına gelicek zam için mücadele etmek dışında herhangi başka bir şey için mücadele edicek bir işçi görmedim. vardır belki, ben görmedim sadece. ve maaşına ya da işyerindeki pozisyonuna, veya işin yapılış şekline gelicek iyileştirme için mücadele etmek bana kalırsa fazlasıyla fasa fiso bir mücadele. bütün fabrikaları yakmak için verilen mücadele en afillisi. ama buna yanaşamayız. yoksa ayfonlarımızı kim üreticek de mi ama. ya da peynir tenekelerimize kim marka basıcak. sahi onlar bir yerlerde basılıyordu değil mi? ya da elektronik sayacımızı kim üreticek. onu da birileri yapıyor. ya da ya da, malboromuzun kutusunu kim yapıcak. onu da biri. ya da kim uçağımıza bagajımızı yükleyecek. ben. hepsini yaptım çünkü. ve daha fazlasını. ve çoğumuz birkaç şeyi yaptı.. yapmaya da devam edicez. çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz. nokta.

dediğim gibi, ben, bireysel olarak, işin içinde bencillikte var, çünkü isyandan umudunu kesmiş biriyim, devrime de inanmıyorum, devrimden önce isyana gönülden bağlıyım, ama yok öyle bir ivme, ve hiç olmayacak, ufak kıvılcımlar dışında bir halta yaramayacak bağırışlarımız, o yüzden, birazda bencilce, kendi çalışmadan yaşama alanımı oluşturmaya çalışıyorum. deniyorum yani bunu. planlarım var. ya tutarsa. tutmazsa, dilenciliğe başlarız tanrısını satayım. bulunur bir yol. zengin bi hatun kafalarız bakarsın. hoş hiç bi hatunu kafalayamadım o kadar uzun süre. maksimum bir buçuk ay. sonrasında bana karşı olan tutku ve hevesleri son buluyor. kızmıyorum onlara. bu kadarlığım. biliyorum bunu. alıştım artık. mesele bu değil. mesele aslında politik falan da değil biliyor musunuz? ve ben ve etrafi, hiç de öyle sandığınız gibi, birileri sanıyor bunu, biliyorum, anarşist falan değiliz, politik hiç değiliz. yani sizin olan politikliğiniz biz de bir öğürtüye neden oluyor. özellikle solcuysanız, bu öğürtü yerinde duramayıp kusma şeklinde son buluyor. sokaktayız sadece. ve kimseyi umursamıyoruz. polis de dahil buna. içeri alınma kaygısız işler yapıyoruz. yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. ama işe yaramayacak olduğunu düşündüğümüz eylemlerinize, destek olmuyoruz. bizim derdimiz daha çok kendimizle. büyük bir buhranın içerisindeyiz. devletten önceki düşmanımız insan. devlet ikinci planda kalıyor. insan neslini yok edebilirsek eğer, herhalde hayvanlar da bir devlet kurmazlar başımıza diye düşünüyoruz ki insan nesli, tükenme tehlikesi yaşarsa, bu tehlike bertaraf edilmesin diye ilk biz destek oluruz intihar ederek. öyle değil mi etrafi? hatta giderken bir canlı bomba olup, götürebildiğimiz kadarını götürmeye meyilliyiz. ama bunlar hayal sadece. gerçeklere dönersek, dişli çarkın arasına sıkışan bir toz parçası olmaktansa, çalışmamayı yeğliyoruz. başaramıyoruz orası ayrı. en azından ben başaramıyorum. ve tüm sizin algısal dünyanızda depresyon adını verdiğiniz, canhıraş yatışlarımda bu yüzden ileri geliyor. çalışmak istemiyorum. hem de hiçbir şekilde. tarlada falan da çalışmak istemiyorum. o yüzden seviyorum avcı toplayıcı dönemi. çünkü bana çalışmak gibi gelmiyor o dönem. anlatabilir muyum? tabii ki hayır. çünkü politik terimler kullanmıyorum. felsefenin veya siyasetin peygamberlerinden alıntı yapmıyorum. en çok da aydınlanma dönemi çıkarmıştır peygamber. bütünüyle karşıyım o döneme. başımıza tüm bu çorapların örülmesine vesile oldular sağolsunlar. ha ne diyordum? hiç bişi efendim. şöyle bi beş gün, toplu halde işe gitmeyip, adına da grev değil, fenalardayım desek, fena olmucak. hepsi bu. sonra gene, bir kolu çekip bir tuşa basarız. sorun değil. bu aralar sadece. anne, tamam anne, olmaz, biliyorum, işten atarlar, biliyorum iş bulamam bu yaştan sonra, tamam anne, gidicem..


4 haziran 2017.

2 Haziran 2017

christopher lydon

christopher lydon işportadayız. refik’le. refik dün ufak bi kasetçalar yürüttü dükkanın tekinden. pilli. cypress hill çalıyor. alkole ihtiyacımız var. ama hiç paramız yok. öyle ki, biri bir şey alsa, para üstü bile veremeyiz. işportada, refik’in takıları ve benim fanzinler var. her ikimizde kasvetliyiz. refik kendine bi tekli sarıyor. ben bıraktım. yılda bir iki üç kez takılıyorum. alkolü ise abartıyorum. sabahlıycaksam on onbir oniki şişede sabah oluyor zaten. olmasa devam edicem. sigaraya da abanıyorum. iki üç dört paket. mütamadiyen her gün ayran içiyorum. annem vücudumu temizlediğimi söylüyor böylece. sigara ve alkolü dengeliyormuşum. belki de bu yüzden içiyorum. bilmiyorum. bi çok şeyi bilmiyorum. yaptığım çoğu şeyi sorgulamadan yaşıyorum. özlem gittiğinden beri bu böyle. yerine koyabileceğim hiç kimse yok. olur gibi olanlar oldu sadece. hatta bir tanesi, 2007 sonunda, her şeyin yerine geçmişti. dördünün de. kısa bi süre. gerçeğe bağlamıştı beni. sonra yine hayaletlerime döndüm. gerçeklerle aram iyi değil. gerçek insanlarla. çoğunda çuvallıyorum. ama ihtiyacım var gerçek hislere. gerçekten bir şey hissetmeye ya da. çoğu şeyi bilemiyorum. nedenler ve sonuçların arasında sıkışmışım, ikisinden de bi haber olarak.. biri geliyor işportaya. bi hatun. dün benden kitabımı almıştı. refik’i görmüyor tabii. “bayıldım” diyor, “kahkahalarla güldüm bazı yerlerinde”. kahkalarla gülünecek bir şey yazdığımı düşünmüyorum. ama bunu demiyorum. onun yerine, “eyvallah” diyorum. çoğu zaman, çoğu kişiye, eyvallah demekle yetindim. iyiye de eyvallah, kötüye de. muhtemelen bitirince bana aşık olucak falan diye düşünüyorum. çoğu zaman başıma gelen şey bu çünkü. ve egomu falan okşadığı yok bu durumun. oldukça sıkıcı hatta. çoğunu elimin tersiyle itiyorum. çoğu hatunu. çoğu herifi. çoğu şeyi. yalnız kalmak istediğimden falan değil. azıyla yetinmek istediğimden. az insan. keşke hiç anlatmasaydım hayaletlerimi size. bunları ben uydurmuyorum. kurgu falan yok ortada. gerçekten görüyorum. gerçekten duyuyorum. gerçekten konuşuyorum. onların söyledikleri şeyleri uyduruyor falan değilim. çoğu öykümü uydururum, tamam kabul. ama onları ve bi kaç şeyi daha, değil. değil olmak istiyorum aslında. değil olmak. anlatabiliyor muyum. tabii ki hayır. kadın oturmuyor neyse ki. refik’le başbaşa kalmaya ihtiyacım var. maaşım dört gün sonra yatıcak. etrafi götünü kaldırıp gelemedi bugün. geçen hafta bi gecede 200 lira yedim. yarısını ben yedim, yarısını ısmarladım. bugün bana bira ısmarlayabilecek kimse yok. refik çantasından bir kaset çıkartıyor. hiç konuşmadan müzik dinliyoruz işportaya geldiğimizden beri. o arada bir kendine bi tekli sarıp içiyor. çıkardığı kaset the dresden dolls. “onu nerden buldun amına koyayım” diyorum. “cd’den çektirttim.” refik doksan sonrası gelen her şeye karşı. bunu biliyor muydunuz? hayır bunu ilk kez söylüyor olmalıyım ama şu an uydurmadım. ne diyordum? refik sadece müzik konusunda, o da çok azına, doksan sonrası için tahammül edebiliyor. film ya da kitapla bile ilgilenmiyor yani. doksanaltı da kıyametin koptuğuna inanan biri. o günden sonra kalanlar dünyaya sıkışmış durumda. ölüp ölüp tekrar dünyaya geliyorlar. diğerleri çoktan cennet ya da cehenneme ya da diğer dinlerde ne varsa öldükten sonra, ya da yoksa, olan ya da olmayana, göçüp gitti. ona göre. bi kere ağzından zemt’i kaçırdı sadece. sonra, bir dakika bundan sana bahsetmemeliyiz diyerek kapattı çenesini. ben de üstelemedim. ileri sarıyor kaseti. oldukça ileri. arada durup, başlatıyor. sonra aradığı yere gelmediğini fark edip ileri sarmaya devam ediyor. neyi aradığını biliyorum. christopher lydon’u arıyor. şarkının adı bu. ya da adamın. ne fark eder ki. bazı şarkılar kişilik sahibidir. ben neyi aradığımı bilmiyorum. bazen bulduğumu sandığım zamanlar dışında, boşlukta slalom yapıyorum. aşağı ya da yukarı doğru değil. yön duygusundan azadeyim. bu yüzden biriyle buluşucaksam ve buluşacağım kişi mekanı bilmiyorsa gider bildiği bi yerden alırım. tarif etme ve tarif bulma konusunda oldukça yeteneksizim. görsel hafızam yüzde sıfır. çoğu yüz unutulur tarafımdan. varsa eğer öyle bir şey, dilsel hafızam da sıfır. konuşulan çoğu şeyi de unuturum. unutarak yaşıyorum. unutmadığım şeyler de, ağzıma sıçmakla mükellef hissediyor kendini. refik buluyor şarkıyı. son ses dayıyor. sikko aletten ne kadar ses çıkabilirse işte. çok değil. ama bize yetiyor. bitince başa almak uğraştırcak bizi.. ama seçil kotarıcak bu işi bizim için. üst üste tek bir şarkıyı kasete çektiğimiz çok oldu. seçil halletti bu işleri. yüzlerce kasetimiz vardı 2000 yılında. çoğunda tek bir şarkı kayıtlıydı. kasetin a ve b yüzünde tüm kaset boyunca tek bir şarkı vardı demek istiyorum. boşluk yok. boşlukları müzikle tamamladık daima. müzik hafızamız oldu. çoğu anım müzikle eşleniktir. çalan ya da söylenen şarkıya göre hatırlarım olayları ve insanları. şarkı bittikçe başa sarıcak refik. bugün işi bu. rutin işleri çok seviyor. saatlerce hiç durmaksızın takı yapabilir. saatlerce hiç durmadan bir kolu çek bir tuşa bas türü şeyler yaptığın işlerde çalıştım. bu sefer ki öyle değil ve bu yüzden oldukça sıkıcı. düşünmeni gerektiren hiçbir işi sevmiyorum. düşünmeni gerektiren insanları da. düşünmeyi sevmiyorum çünkü. hiç düşünmeden ve aklımdan hiçbir şey geçmeden saatlerce durabiliyorum ben. bir şeyler düşünmemi gerektiren insanlardan da, olaylardan da hazzetmiyorum o yüzden. o yüzden özlem’den sonrası, olmadı. özlem’le akışına göre yaşıyorduk, ve daima açıktık birbirimize karşı. kavgalarımız bile sonuçsuz kalmazdı. hiçbir şeyi ucu açık bırakmazdık. tamamlamazdık da belki ama havada da kalmazdı. askıda yani. sonrası bu yüzden olmadı. bi anda gittiler çünkü. sihirbazlık gösterisi gibi. özellikle aslı. hepsi bir günde değişti. ama aslı bir saatte. ve nedenleri düşünmek zorunda bırakılmak kötüydü. açıklamaların günler sonra gelmesi ya da hiç gelmemesi bir şeyi değiştirmezdi. anlık yaşıyorum çünkü. öncesiz ve sonrasız. bu akışımı bozan şeyler can sıkıcı. refik “öyle değil” diyor. “ne öyle değil amına koyayım” diyorum. “bunu, şurdan geçireceksin moruk. kızmana gerek yoktu” “he tamam.” diyorum. bana takı yapmayı öğretiyordu da. bu sırada. kendisi bi tekli daha sarıyor. hiç satış yapamadık. üç saattir oturuyoruz. refik arada müziği değiştiriyordu. şu ansa tek yaptığı, şarkı bitince başa sarmak. biri geliyor tezgaha. fanzinlerle ilgileniyor tabii ki. refik’in siktiriboktan takılarını kim ne yapsın. ilk işi tezgaha on lira bırakmak oluyor. sonra, hiç izlemediğim ıssız adam adlı filmin senaristlerinden biri olduğunu söylüyor. ilgilenmiyorum. böyle işlere çok saygı duyduğundan çok sevdiğinden falan dem vuruyor fanzinlerden bahsederek. inceliyor bir kaçını. hiçbir şey almadan gidiyor. hiç almadan on lira attı. abi fanzin vereyim diyorum. almıyor. hangisi daha kötü bilmiyorum. fanzin almaya parası olmadığı için, işportaya gelememek ki, hiç fanzin almadan on lira vermek mi. ilki tabii ki.. ilkine kitabımı hediye ettim, ikinciye kanımı bile bağışlamam. hoş benim kanım da ne temizdir ya. refik, “yeter lan biraz da sen başa sar” diyor. “seçil” diyorum, “seçil alsın.” “o akşam gelicek” diyor, “çalışıyor biliyorsun.” “işi bırakıp gelsin.” “bırakamaz, paraya ihtiyacımız var.” “ben işi bırakıp geleyim?” “o da olmaz. annen var.” “bak birilerinin işi bırakması gerekiyor tamam mı? işportayı bırakıp gidelim.” “karşı kaldırıma geçelim moruk” diyor, “bakalım nolucak. biri sorarsa da, sahipleri nerde diye, ilgilenmeyiz.” diyor. “iyi fikir” diyorum. “bekle az. şarap alıcam.” “on lira yetmez.” “biliyorum yetmeyeceğini. bekle sen.” gidip, meto’dan 12 buçuk lira alıyorum. neyseki o iş yapmış. hayrına almıyorum bu parayı. şarabı bölüşücez. şarabı alıp, bir pet şişeye metonun payını aktarıp, refik’in yanına dönüyorum. bu sırada biri fanzinlere bakıyor. ilgilenmiyorum. refik’in yanına oturup, bardaklara şarabı dolduruyorum. herif bana dönüp, “sahibi nerede buranın” diyor. “bilmiyorum” diyorum, “ben buranın yabancısıyım.” bok yabancısıyım. 20 yıldır içtiğim sokak. miladıma sahne olan sokak. bana bıçak çekilen sokak. üzerime taş yağan sokak. zabıtalarla kavga ettiğim sokak. öleceğim sokak. dirildiğim sokak. ben buranın yabancısıyım. ha burada okul sokağınızın amına koyayım.. yeri gelmişken.. adam iki üç fanzini inceleyip gidiyor. ben şarabıma eşlik etsin diye bi sigara sarıyorum. refik şarkıyı başa sarmaya devam ediyor. “akşam size geleyim mi” diyorum refik’e. “şimdi gidelim moruk” diyor. “seçil yarım saate işten çıkıyor. para vardır onda. tezgahı toplucak mısın? “yo hayır. böyle kalsın.” tezgahı toplamadan, şarabımızı yanımıza alıp, meto’ya eyvallah deyip gidiyoruz. *başlık the dresden dolls’un bir şarkısının adıdır. 2 haziran 2017