22 Kasım 2011

aynştayn

aynştayn ile tanıştığımda, orta bire gidiyordum. ancak onun aynştayn olabilmesi için, tanıştığımız günün üzerinden birkaç hafta geçmesi gerekti.

ortaokula ilk yazılan olabilmem için annem büyük bir çaba sarfediyordu, bu ne anlama gelecekti, bana ne kazandıracaktı bilmiyorum ama, ilkokulum, sekiz senelik zorunlu eğitime geçiş aşamasında aynı anda ortaokula da dönüşünce, yani aslında adı barbaros hayrettin ilkokulundan, ilköğretim okuluna devrilince, ben beşinci sınıfı henüz bitirmiştim ve o zamanlar, devletin beni adım adım takip ettiğini bilmiyordum. bundan, liseyi bitirdiğim sırada gerçekleşen, meslek liseli çıkışlıları meslek yüksekokuluna kapatma fikirleri açığa çıkınca şüphe ettim, ertesi sene sınava ikinci girişimde gerçekleşen sınav sorularının çalınması ve sınavın ertelenmesi skandalıyla emin oldum ki; birileri benim yaşamamı gözetliyor ve bir yöne doğru çekmeye çalışıyordu, o bir aylık gecikme, benim bir ay ders çalışmadan aylak aylak gezmeme ve dershanede iken aldığım puanların altında bir puan almama sebep oldu, oysa diyorlardaki dershanelerin yaptıkları sınavlar daha zordur, gerçek sınavda, eğer heycanını yenebilir ve bunun da bir deneme sınavı olduğunu farz edersen, daha yüksek bir not alırsın, herkes de öyle yaptı zaten, benim dışımda ve ben sonra üniversiteye girdiğim sırada da anladım ki, işin ucunda amerikalılar vardı çünkü benim okula girdiğim sene yaptıkları yardım sayesinde, okulumuzdan en başarılı sekiz öğrenciyi kendi ülkelerine kaçırıyorlardı, ve bu sebeple bölüm koordinatörümüz sürekli benimle uğraşıyor, sadece benimle uğraşıyor ve örneğin ben bir dersten cc ile geçmişsem, o dersi bana ertesi sene tekrar aldırtıyordu çünkü benim o dersten, dahası tüm derslerden aa ile geçmem gerekiyordu, böyle diyordu bana, ve ben okula gitmediğimde, beni arattıyordu kampüste, ve eğer o an okula girip derse girmediysem beni mutlaka buldurturdu.. çünkü ona tenbih etmişlerdi, ilk sekize sokmaları gerekiyorlardı beni, ve belki anneme de tembih etmişlerdi, ortaokula ilk yazılan çocuk olmalıydım, numaram 1 olmalıydı ve bilinçaltıma kazınan bu numara ile, her yerin 1 numarasına ulaşmak için çaba sarfetmeliydim.. ancak bilinçaltı mesajları ile her zaman herkes de aynı sonucu elde edemezsiniz, çok sayın illuminati elçileri.. ve bu sebeple, benim 1 ile ilgili tek takıntım, fanzinlerimin üzerine, bir lira, bir kayme, bir kağıt, bir demir gibi fiyatlar koymamla son buldu. ve tabi bir de, bir yan etki olarak, üniversite hayatım boyunca birinci sınıftan ileriye gidemedim, dört sene boyunca ve burada numorolojiye dalıp biraz kehanet ve komple teorileri ile haşir neşir olmak isteyenler için şunu söylememe izin verin; söz konusu kıyamet, 21.12.2012 de değil de, 12.01.2012 de kopacak efendiler, neden derseniz, o gün ben otuz yaşıma gireceğim ve dahası 12.0.12.0.12 şeklinde irdelediğimiz de bu hiç de kutsal olmayan otuzuncu doğum günümde, illümatik güçlerin otuzbin senedir aradığı gerçeği yakalayacağımızdan eminim, çünkü bir insan otuz yaşına girerken, rakamlar da otuzu ele veriyorsa, 2 artı 1'i deneyiniz bunun için, yanına sıfır, ve dahası toplumun başına açtığım cehalet sandığı olarak bilinen sokak edebiyatı da onikinci yılına giriyorsa, ve dahası tüm bu hengameden sıkılmayanlarımız için bugün burada aynştayn'ın hiçbir yerde duyamayacağınız gerçek hikayesini anlatacağını vaad ediyorsa size, illuminatinin tek 34. derece adamı, o zaman söyleyeceklerini de dikkate almaya başlamalısınız.. ne diyordum?

ortaokula yazılabilmem için annem büyük bir çaba sarfediyordu ve biz okula kayıt olmak için, sabahın köründe geldiğimizde, okulda yasemin adında bir kız vardı, annesi ile beraber bizden önce gelmişlerdi, ama şu işe bakın ki, annem kayıt esnasında hemen seri bir atak yapıp kimliğimi uzattı ve zaten başından beri kurulu olan düzenek işlemeye başladı ve benim o tüm hayatımı değiştireceğine ve zihnimi allak bullak edeceğine dair planlar yaptıkları numarayı bana verdiler: 1

ardından 253 öğrenciye, birer birer numara verdiler ve tek sayılar erkek, çift sayılar kızdı, ve sonlara doğru değişen denge nedeniyle çift numara alan erkeklerin gelecek yaşamlarında cinsiyet değiştirip değiştirmediklerini bilmiyorum ama okulda diğer çocuklar arasında o talihsiz çift numaralı erkeklerin uzun süre eğlence konusu olduğunu size söyleyebilirim ve her neyse dostlar, bu kadar uzun cümle kurmamam gerektiği üzerine aldığım eleştirelere aldırış etmiyor ve cümle ve anlam ve nokta ile zaman kaybetmeden her şeyi “ve” ile bağlayıp virgüller yardımı ile konuşmayı sürdürüyorum içimden.. çimden bir adamım ben, o nedenle yani..

ortaokula başladığım ilk gün, henüz okulumuz yeni başladığı için ortaokul yaşamına, öğretmen sayısı kısıtlıydı ve dersler ilk hafta başlamamıştı ancak ikinci gün sınıfa bir öğretmen girip (ilk gün kimse gelmedi bile boş boş oturduk arada bir müdür gelip ‘kesin sesinizi’ dedi), camı açtı, masa örtüsünü düzeltti sınıfa şöyle bir bakıp, gülümsedi ve gitti ve ben o gün anneme gelip bugün bir öğretmen geldi, fen bilgisi öğretmeni imiş ve sınıf öğretmenimiz imiş dedim ve annem de gülümseyip ‘ne güzel demişti sınıf öğretmeninin gözüne girmeye çalış’, o zamanlar ne demeye çalıştığını bilmiyordum ama üniversitede bunu anladım, çünkü bölüm koordinatörü benim gözüme girmeye çalışıyordu, başaramayınca da öfkelenip “hayatın boyunca sürüneceksin bu gidişle” diyordu ben de ona ‘yılanlar da sürünüyor ama derileri için avlanıyorlar’ demiştim, ‘üstelik o deriden yapılan şeyleri giyen sümkürükler de senenin belli dönemlerinde deri değiştirdikleri için, bu daha çok hayvan katliamına neden oluyor, bunu biliyor muydun? sizi neyin zehirlediğini asla bilemezsiniz efendim..’

sonra işte, ben anneme yalan söyledim ve annem benim yalan söyleyebildiğimi henüz bilmiyordu, ben de o zamanlar yalan söyleyemediğimi bilmiyordum ama zamanla annem beni ben de annemi öğrendim ve sonra bir daha ona yalan söylediğimde gözlerime bakıp ‘olur öyle’ demekle yetinmişti ‘bir daha olmasın..’ mesela ben okuldan erken çıkıp ‘anne ders erken bitti’ dediğim de bana diyordu ki: “olur öyle, öğretmenine söyle, bir daha erken bitirmesin, bunun için para alıyorlar onlar”. anlıyordum, okula gideyim diye para veriyorlardı bana ve ben de o parayla kitap filan alıp, ya da ateri salonuna gidip, okula da yayan gidiyordum çoğu zaman, ta ki bilet yerine kent kart icad edilene kadar.. ondan sonra hayatım zindan oldu çünkü annem veya babam önceden kartı doldurtuyordu çoğunlukla, ben de napacağını bilemez, bi otobüse binip, bilmediğim bir yere giderdim bazen.. ve işte, çocuklar, daha sonraki bir gün, o pencereyi açan ve anneme bir yalan söylememe sebep olan kadın, sınıfa girdi ve “ben fen bilgisi öğretmeninizim” dedi, “adım filiz, aynı zamanda da sınıf öğretmeninizim.” o gün şunu düşündüm: istediğim bir şeyin gerçekleşmesi için, o konu da yalan söylemem yeterli. bu yüzden tanrı yalan söylemeyi yasaklamış, çünkü insanlar o zaman her konuda yalan söylerek istedikleri her şeyin gerçek olmasını sağlayabilirler. yıllar geçince, bu konuda haklı olduğumu gördüm.. sonra?

sonra işte, hoca herkesi numara sırasına göre oturttu ve ben 2 numaralı yaseminin yanına düşüp kendimden nefret ettim, çünkü bu kızı sevmiyordum, ben derya'nın yanına oturmak istiyordum ama o da beni sevmiyordu, çünkü onun c sınıfından ilhan adında bir sevgilisi vardı arkadaşlar, ve üstelik derya'nın numarası da ondu, on, aradaki dokuz sayıyı ekarte edip ona ulaşamazdım, bu imkansızdı ve daha sonra kızlı erkekli oturma grupları son buldu, erkek erkeğe ve kız kıza oturtma kararı alındı ve ben de mustafa adında yine sevmediğim 3 numaralı bir herifin yanına düştüm.. oha diyordum, oha, sevmediğim herkes neden bana yakın konumda mevzileniyor, arka sırada iki ve dört numaralı kızlar, dört numarayı da sevmiyorum, aşırı çalışkan ve üstelik kibirli, sürekli her şeyi bildiğini sanıyor ve aslında sadece gösteriş yapıyor ve dahası sınıf başkanı seçildi bu, ve bana gıcık gidiyor..

sonra işte, sınıftaki kimsenin beni pek sevmediği gerçeği ile yüzleştim, aslında nefret de etmiyorlardı, ben orda değilmişim gibi davranıyorlardı, çünkü ben hiç konuşmuyordum, çünkü kekemeydim ve öğretmenler yoklama yapınca, benim adım okunuyor, ve herkes gülüyordu sınıfta, herkes, bazı öğretmenlerin bile güldüğünü görmüştüm, söyleyemiyordum işte, belki burda değildim, belki kekeme değil de burda değildim ben, olamazmıydı yani? olabilirdi öyle değil mi? yalan söylerek sınıfta var olmak istemiyordum, ben sınıfta değildim, ben o günlerde okuduğum kitapta anlatılan afrika nehirlerinde yüzüyordum, ve orada kimse kimsenin adını söyleyince, adı söylenen burda demezdi, kimse kimsenin adını söylemezdi bile, bir isme ihtiyaçları bile yoktu belki de, toplu olarak isimlendirmişlerdi kendilerini, aslan maymun yılan papağan, falan filan falan filan, olabilir öyle değil mi? ve hiç insan barınmayan bir çocuk romanında var olan tek çocuk olarak, satırlar arasında kayboluyordum, burda değildim, hiçbir yerde değildim, hatta afrika da bile değildim, o kitabın içinde kaybolmuştum, sonra biri beni bulmasın diye, başka bir kitaba saklanıyordum, burda olmamak için yapabileceğim başka bir şey bulamamıştım.. sonra ateri salonlarını keşfettim ve bu kez de okula gitmediğim zamanlar, henüz ortaokulda bile okula gitmiyordum ben ve okula gitmediğim zamanlar anneme yalan söylememek için ateri salonunda öğlene kadar bekliyordum, sonra annem bir şey sormuyordu ve ben ders yapmak için geçtiğim oturma odasındaki köşemde, odam yoktu, oturma odasında kendime bir köşe yapmıştım, ve köşeye geçip, kayboluyordum bir süre.. sonra işte, beklenen hiçbirşey olmadı.. beklenmedik bir şekilde gerçekleşen bir şey oldu ama: aynştayn hayatıma girdi..

bir gün yine, öğretmen yerlerimizi değiştirdi ve herkes istediği kişinin yanına oturabilir dedi ve ben yerimden kalkamadım, yanıma da kimse gelmedi, ve sonra benim gibi duran bir herifin yanına gittim, oturdum ve sonra edebiyat öğretmeni gelip ödevlerimizi sordu, ve ben de her hafta yaptığım gibi, defteri açıp, sınıfta geçen derste yazdırdığı şeyin üzerine sorular, altına cevaplar ve bazı satırlara da kırmızı kalemle bir iki üç yazarak, onu gösterdim, bunu evde hazırlıyordum, herif bakıyor, imza atıp geçiyordu, kolaydı, ama turgay, yani yanımdaki çocuk, dersini yapmamıştı ve benden daha zeki olsa da, kurnaz değil diye düşünüyordum, ve “hocam defterimi evde unutmuşum” dedi, yalan söylüyordu, öfkeyle baktı hoca ona ve, “git evine al gel” dedi, evi yakındı, 3 dakika uzaklıktaydı okula, turgay gitti, evden bir defter aldı geldi sınıfa oturdu, ve hoca gelmeden ona önümdeki onun edebiyat defterini uzattım, çantasından çıkarmıştım o eve gittiği sırada, bana gülümsedi, ödevi yapmamıştı ama defter yalanı da açığa çıkmamıştı, bir kulak çekilmesi ve birkaç hakaret sonrasında, -herif çok kötü hakaretler ediyordu bize- hareketi tamamladı ve bereket olarak da bize arkadaş olmak düştü. böyle başladık, iki sevilmeyen herif, bir anda, dost olmuştu..

ardından biz, hasan ve hüseyin ve gürkan ile de arkaş olduk ve sonra her tenefüste okulda maç yapmaya başladık, beş kişiydik o yüzden her tenefüs biri hakem olur, ve ikiye iki minyatür kale top oynar, her derse de geç kalırdık ve azar işitip yerimize otururduk. artık iyice sorun olmaya başladı bizim top işi, hocalar topumuzu alırdı, biz de diğer tenefüs sıkıntıdan patlar ama ertesi gün yeni bir topla gelirdik okula. ta ki bizim kale olarak kullandığımız basket potalarının iki ayağı, (bir potanın iki ayağı vardı, arası da bir metreden azdı), teke indirilene kadar, sırf bizim için müdür okulda bir tadilat yaptı, ve ben o gün yalan söylerek değil ama inat ederek her şeyi değiştirebileceğimi anladım.. ama yanlış anlamışım, inat etmek sadece kendimin değişmemesine sebep oldu yıllar boyunca, dünya hâlâ aynı dünya ve ben hâlâ aynı ufak çocuğum..

sonra ortaokul günleri yol aldı ve sınıf öğretmenimiz turgay'a dedi ki:  aynştayn. ona sürekli aynştayn dedi ve sonra biz de ona aynştayn demeye başladık ve sonra herif kendisini aynştayn diye tanıtmaya başladı: yani benim kendime girdap demeye başlamamla aynı hikaye.. sonra, çok saygıdeğer öğretmenlerim, zaman geçti, ve yaz tatilinde biz aynştayn ile satranç oynamaya başladık, başlarda hep o kazanıyordu, bana oyunu da o öğretmişti ama sonra giderek ustalaştım ve yine de masustan yenildiği ve bunu anladığım halde ses etmediğim zamanlar dışında hep o kazanıyordu ama olsun, böylece beni kaybetmeye mahkum bir insan olarak hayata hazırladığını düşünüyordu belki de, o aynştayn'dı, herşeyin doğrusunu bilirdi, bütün dersleri pek iyi idi, ben canım isterse pek iyi alırdım, istemezse sıfır. mesela resimden sıfır aldım.

hoca sene başında, 200 sayfalık bir resim defteri aldırttı bize, ben de ona hiçbir şey çizmedim, hoca sınıfa girer, konuyu verir ve masasına oturup kitap okurdu, bazen de tahtaya tebeşirle bir şeyler çizer, bize nasıl adam kuş baykuş veya helikopter yapıldığını gösterirdi: aah hayır, bunları değil elbette, çok iyi atatürk resmi yapardı kadın, ve yapabildiği başka şeyler var mı merak ettiğim halde sormaya çekiniyordum çünkü bir gün defterime büyük bir umutla bakarsa, hayal kırıklığına uğrardı, ve bir gün not vermek için herkesi tek tek çağırdı, en yakınındakinden başlayıp, ve herkese pek iyi verdi, herkese, ben hariç. bomboş bir defter, üzerine adımı bile yazmamışım, o derece boş.. ve ortabirde ilk kez zayıf getirip, anneme gösterdiğimde, bana dedi ki, “bunu nasıl başardın”, “bunu başarmak için bir çaba sarfedilmiyor anne” dedim, “hiçbirşey yapmadım ben bunun elde etmek için..” kızdı bana. çok kızdı ve ben de ertesi sene resimlerimi evde anneme ablama falan yaptırdım, geçip gitti zaman..

ve sonra bir gün, ortaokulun ikinci sınıfı da bitti, yaz tatilinde aynştayn bizim mahalleye geldi ve mahalledeki çocuklar “buraya yabancıları getirmemelisin dedi bana, size ne ya dedim, onlar da dövücez sizi dediler, aynştayn'ın yüzü sivilce doluydu, çocuğu ittiler, bi sivilcesi kanadı diye korktu bir tanesi, kaçalım yüzü kanıyor dedi, diğeri dövelim dedi, ben de ittim onu, sonra noldu hatırlamıyorum ama ben ne kadar çağırırsam çağırayım aynştayn bir daha bizim mahalleye gelmedi, senin başını belaya sokmak istemiyorum dedi bana, oysa benim başım zaten beladan kurtulmuyordu ki, çingene mahallesinde yaşıyordum ben, hergün bir sorun, her gün bir kavga olurdu mahallede, hatta bazen satırlar ve bıçaklar başlardı konuşmaya ve polisler bile giremezdi mahallemize, polisler bile.. sonra bir gün, mahalleyi de kontrol altına almayı başardılar, sabahın köründe baskın, birilerini götürdüler, sonra hep devriyeler başladı, oradaki evlerin bazılarını boşaltıp başka yere yerleştirdiler filan, sonra ortaokul bitti, ve sonra ben bir gün aynştayn ile karşılaştım yolda, tesadüfen. üniversiteyi kazanmıştı, bilgisayar mühendisliği, ben de kazanmıştım, aziz düzenbazlar sayesinde dünya bankasından yardım alan birkaç meslek yüksekokulundan birini, ve sonra ona napıyorsun dedim, çalışıyorum dedi, çok çalışıyorum, ama gözlerinden gördüğüm kadarıyla hâlâ ama hâlâ istenmeyen çocuktu o, yüzünde sivilce yaraları vardı, onu seven de yoktu tahminen okulda, çok azdı veya, ve o, otobüse binip giderken, ben orada öylece kalıp, düşündüm, size anlatmadığım bir olayı, bana o gün, nasıl yaptın dediği bir olayı düşündüm, sınıfta, matematik dersinde, hoca tahtaya çok zor bir problem yazmıştı, ve bunu bilene yüz vericem ama tahtaya gelip nasıl çözdüğünü anlatıcak demişti, kimse çözemedi onu, ben deftere çözüp aynştayn'a gösterdim ve şaşırdı, çıksana dedi, anlat, yapamam dedim, biliyorsun, onla konuşurken kekelemiyordum ve o da bana gülmüyordu ‘burda’ diyemediğim zamanlarda, ve o da yoktu aslında o sınıfta, çünkü evinde liseye ait fizik kimya soruları ile meşgul olan bir çocuktu o, boşuna aynştayn demedi ona sınıf öğretmenimiz, ama o soruyu çözemedi her nasılsa, benden daha az zeki olduğu için değil, aklına gelmedi sadece, hepsi bu, ve sonra hoca soruyu çözdü ve ben defterime baktım, her şey aynıydı, her şey, gidilen yol, rakamlar, method, ve sonra işte, ben hayatım boyunca tahtaya kalkıp, o soruyu çözmek istedim, hâlâ bunu istiyorum, ama biliyorum ki, dünyanın en zeki insanı da olsanız, bir işe yaramayacaktır, yüzünüz sivilceli ise mesela, ya da konuşurken kekeleliyorsanız, veya saçınızın bir tarafında beyaz bir leke varsa, ya da burnunuz normal burunlar gibi değilse, veya eliniz de bir parmak noksansa, anlatabiliyor muyum? elleriniz makastansa ya da.. ne yaparsanız yapın, derdinizi anlatamazsınız, ne yaparsanız yapın..

o yüzden, tüm çok saygıdeğer harlequin sendromlu bebekler için de, güzel bir gelecek düşü kurmamaları için, tavsiyelerde bulunun, çünkü güzel olan her  şeyin içine eder bu dünya, o yüzden sen, güzel hissetmediğin halde, kaçıp saklanmak istersin, ve kaçıp saklanacak, hiç bir yer olmadığı için, evden çıkmazsın mesela, mümkün oldukça çıkmazsın, ve iyi hissediyorum dediğin sürece sen, yani böyle iyiyim, şu an iyiyim, üzerine çullanır insanlar ordusu, ve kötü hissediyorum deseydin de, değişmezdi sonuç, yine çullanırlardı, çullanırlardı çünkü, sorun iyi veya kötü değil, herhangi birşey hissediyor olmanda yatardı.


22kasım2011

15 Kasım 2011

zack

zack

1.
alsancak. ara sokakta bir bar. barın dışındaki masalarından birinde, tek başına bir adam oturuyor. adı zack bu adamın. insanları izliyor zack. belli bir amaçla yapmıyor bu işi. vakit geçiriyor sadece. birasını yudumluyor, sigarasını çekiyor ve diğer masalarda oturan insanlara bakıyor, yoldan geçen insanlara, zihninden geçen insanlara… bir şeyler düşünüyor, insanlar hakkında bir şeyler… duyduğu sesleri ve gördüğü gözleri değerlendiriyor ama hiç tepki vermiyor. yüz ifadesi katı, oldukça katı ve donuk. uzun süre hiç hareket etmese, biraz uzakta kalanlar bir vitrin mankeni ya da heykel olduğunu düşünebilir. her ikisi de değil oysa, o an orada olan herkesten, hatta dünya üzerindeki herkesten daha gerçek ve canlı, sadece bedenine yansıtmıyor ruhunun rengini. onu ilk kez tanıyanlar, hakkında iyi veya kötü hiç bir şey söyleyemez, “ilginç” diyebilirler belki sadece, “tuhaf”, “garip”, “değişik”. değişik değişik olmasına, ama isteyerek takındığı bir tavır da değil bu, istemeyerek de giriyor denilemez bu şekile, farkında bile değil çünkü, en doğal haliyle duruyor orada, ama konuşan bir ağaçtan farkı yok gibi. zaman zaman esen rüzgarda hareket eden tek şey kafası ve ağzıyla masa arasında gidip gelen elleri. sakalı yok, bıyığı yok, haftanın beş günü tıraş olmak zorunda çünkü zack, haftanın beş günü bir işte çalışmak zorunda, başka bir zorunluluk daha edinmek istemediği için tek başına yaşıyor, arkadaş yok, sevgili yok, hiç kimseyle yakın ilişki yok, telefonu yok, herhangi bir iletişim adresi yok, interneti yok, sadece zack var, gerçek hayatın içinde dünyanın bir yerinde ayakları tabana basan, barın boş bir masasında iki saattir oturup üç yetmişliği tüketmiş olan ve dördüncüsünün gelmesini bekleyen zack.

bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. hatunlardan biri 42 yaşında ama otuzların başlarında gösteriyor. diğeri 27’sinde, görsel açıdan da yirmi yedi. zack 30’ların başında gibi duruyor ve kaç yaşında olduğunu bilmiyor, bunu önemsemiyor da, önemi olan çok az şey var hayatında zack’in, birkaç şarkı, birkaç film ve cevabını aradığı birkaç soru gibi. sorular sadece kendisiyle, kendi yaşamıyla ilgili, ama cevabı test ettiği insanlar da arıyor, inceliyor onları, hangi durumlarda nasıl bir şekle büründüklerini ve çıkarları ile davranışları arasındaki değişimi kıyaslıyor, durumları karşılaştırıyor, tavırları eşleştiriyor ve sonuç hiç şaşmıyor, bir gram bile oynamıyor zihninin içindeki terazinin dengesi: insan dünyanın en aptal mahlukatıdır.

27 yaşında olan hatun esmer, diğeri sarışın. esmer olanın üzerinde, dizinde biten bir etek var. sarışında mavi bir kot pantolon. her ikisi de orta kilolu. şişman değiller, zayıf değiller. “şişko bir hatunla evlenmek istiyorum, yemek yapmasını bilsin yeter” diye yazmıştı zack, yazmayı bırakmadan önceki öykülerinden birinde. yazmayı bıraktı zack, çünkü anladığını hissettiren bir insan bile çıkmamıştı karşısına, sekiz yıl süren internet ve fanzin yayınları boyunca. yazmasına gerek olmadığına karar verdi daha sonra, yazması gerekmiyordu çünkü ona göre tüm o öyküler, şiirler, zihninden bir anlık geçen ve o an düşünmek yerine hızlıca kaleme alınmış cümlelerden ibaretti, bir anda yazıyordu zack, üzerinde hiç düşünmeden, yazının başına oturuyor ve bitirip kalkıyor, sonra e-posta yolu ile arkadaşlarına gönderiyor, kendi internet sitesinde yayınlıyor, bazen de fanzin yapıyordu, bir gün her şeye nokta koydu. yazması gerekmiyordu, tüm o öyküleri, şiirleri, yazıyormuş gibi yapıp aklından da geçirebilirdi, bu bile yeterdi ona, içinden konuşurdu mesela, ama yazarak kayıt altına almaya ve sonra okuyan insanların ne hissettiğini dinlemesine gerek yoktu. hatta kimseyi dinlememeye karar vermişti. kimseyi dinlememeye, kimseyle konuşmamaya ve yaşamını sürdürmek için gereken bedensel ihtiyaçları dışında hiçbir şey yapmamaya. arada bir ruhunu da besliyordu elbette, yıllardır dinlediği birkaç şarkı, alkol ve sigara, bazen bir kitap okumak, hepsi ama hepsi ruhsal ihtiyaçlardı ona göre. belki bira ve sigaranın bedensel etkileri de vardı, ama yaşamı sürdürmek için gerekli olan bir bedensel ihtiyaç değildi ona göre seks, ruhsal bir ihtiyaçtı ve ruhsal bir düzeyde gerçekleşmiyorsa, anlamı yoktu kesinlikle. hayvanları seviyordu zack. sadece kendini korumak ya da karnını doyurmak için öldüren hayvanları. insanların karnını doyurmak için hayvanları öldürmesine ihtiyacı yoktu, canları et yemek istiyorsa bile bunu vahşi yaşam şartlarına uygun olarak, teknoloji ve zeka ürünü icatlarla değil tamamen bedensel güçlerle avlanarak yapmalıydı. insanların zeki olduklarını düşünmesi mahvetmişti dünyayı ve canlılar aleminde ruhundan çok aklına güvenen tek tür insandı. bir ruh taşıdıklarına inanmıyordu zack insanların. değişmez bir ruhları yoktu çünkü kaypaklardı, zora koşmazlardı hiçbir şeyi, sorun sistem değil insanın kendisiydi. eğer günümüz sistemini yöneten insanlar ve yönetilenler yer değişseydi, sonuç yine değişmeyecekti. sorun yönetim sistemlerinde, rejimlerde, ideolojilerde, devletlerde, kapitalizm de ya da başka bir görünmez kuvvette değil insanlık denilen türün kendisindeydi. zenginler ve fakirler yer değişse de, zengin ve fakir yaşam tarzları değişmeyecekti, bu kez eski fakirler bulundukları konumdan eski zenginlerin fakirliklerini önemsemeyecek ve “daha çok yaşam” arzularından bir adım geri atmadıkları için tüm nimetler eşit olmadan paylaşılacaktı. ki eşitlikte insanlığın yarattığı başka bir aldatmacanın ürünüydü zack’e göre. hiç bir şey eşit değildi, eşit olamazdı, ama dengede olabilirdi. iki artı üç ile, dört artı bir, birbirine denk olabilirdi ama beş ile beş eşitti ve dünya üzerindeki hiçbir insan bir diğerinin eşiti olmadığı için, insanların eşitliği, söz konusu durumda bir saçmalıktan ibaretti. insanlar farklı durumlarda birbirlerinden üstündü, ama doğuştan gelen ya da sonradan edinilen üstünlükler, denkliği bozacak bir şekilde kullanılıyordu. herkes her şeyi yapma hakkına sahip olsaydı, kimse kimseyi öldürmezdi, ama insanın doğası söz konusu olunca zaten herkes herkese her şeyi yapıyor ama hiç bir şey yapmadığını iddia ediyordu... diğer hayvanlar açgözlülük nedeni ile birini öldürmüyordu zack’e göre, açgözlü olan tek tür insan olmalıydı, zaman zaman kaybettiğini ya da kazandığını düşünen tek tür de insandı ama ölümün hüküm sürdüğü bir yerde kazançtan söz edilemeyeceğine göre, bunun da çaresi öte dünya ile bulunmuştu. kendilerini bu şekilde kandırabiliyorlardı. kendini kandıran insan, herkesi kandırabiliyordu, zack kendine kanamamıştı bir türlü, bu yüzden yaşamak çekilmez bir hal alıyordu onun için, zaman zaman.. devletlerden nefret ediyordu zack,. her türlü yasal ya da toplumsal kuraldan, ihtiyacı olmayan şeyleri üreten insanlıktan, ihtiyacı olmayan şeyleri almak için çalışan insanlardan, insanlardan ve daima insanlardan, tüm insanlardan, hepsinden, her şeyden, nefretle kaplı bir sürahi gibiydi ve insanlar ölecek dahi olsa bir gram su istememeliydi ondan, buna hakları yoktu, hiçbir şeye hakları yoktu, buna rağmen hakketmekten ve emekten söz edip duruyorlardı, kazanılmış haklar, özgürlük, adalet, emek ve eşit yaşam hakkı. düpedüz saçmalık diyordu zack, hakketmek mi? bir şeyi hakketmek için aptal işlerde çalışmamız gerekmez…

ama gerekiyordu zack, ve oyunu kuralına göre oynamaya başlamıştın. kazanamayacaktın belki ama diskalifiye de olmayacaktın..

***

bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. kırkiki-yirmiyedi-esmer-sarışın. zack onları izliyor. kırkiki olanın sırtı zack’e dönük, yirmiyedi’nin yüzü. yüzüne bakıyor zack yirmiyedinin. gözlerinin içine. garson geliyor. ikişer bira istiyor sarışın ve esmer. sigaralarını yakıyorlar. biraları geliyor. içiyor ve konuşuyorlar. içiyor ve bekliyor zack. içiyor ve izlemeye devam ediyor. bu kez gözünü ayırmadan. yirmiyedi olan da gözünü ayırmıyor pek fazla. ama sürekli konuşuyor, ya 42 ile ya da telefonla. ne sık telefonu çalıyor bu hatunun diye düşünüyor zack. 27 geriniyor bir ara, göğüsleri daha bir belli oluyor… sonra birasından yudumluyor, sonra sigarasından çekiyor, sonra tekrar telefonu çalıyor, ve tüm bu olan bitenler sırasında zack gözünü hiç ayırmıyor hatundan. böyledir zack, insanları önemsemez, uzun süre bakar bazen, bazen de inatla görmezden ve duymazdan gelir, dürtersin de dönüp arkasına bakmaz.

o sırada zack’in aklından gündüz iş yerinde olanlar geçiyordu aslında. evet kadına bakıyordu, yirmiyedilik esmer hatuna, ve farkındaydı neye baktığının, ama aldırış ediyor sayılmazdı, zihninde gündüz havaalanında olan biten karmaşa vardı. bazen durulan ama aslında hiç bitmeyen karmaşa. yedi gün yirmidört saat 52 hafta aralıksız devam eden hayat. havaalanı. gece gündüz, gündüz gece, akşamdan sabaha ve sabahtan akşama. inen uçaklar. kalkan uçaklar. gelen yolcular. giden yolcular. iç hatlar. dış hatlar. follow me. kule. ground time. ground operation. kontuar. şut altı. tk. sunex. lufthansa. hasan. hangi hasan? yarak hasan. iş yerinde yıllardır süregelen tek geyikti bu. yıllar önce işe ilk girdiğinde ortaya çıkan geyik. bir gün postabaşılardan biri, “hani hasan gelmedi mi bugün” dedi yeni gelen vardiyeye, adamın te ki “hangi hasan” dedi, “yarak hasan” dedi postabaşı da. postabaşının adı hakan’dı. yıllarını bu işe vermiş ve seviye seviye yükselmişti. zack hala işçiydi oysa. yükselemezdi. alçalamazdı. sıkışıp kalmıştı hayatın bir noktasında. ne ileri ne geri. bir ileri bir geri. birkaç gün daha hakan hasan oyununa devam etti. hasan nerde, hasan düşmüş, hasanı gördünüz mü, hasan telefon açtı, hasan rapor almış, hasan işten çıkmış. her “hangi hasan” sorusuna verilen klasik cevap. ve yllar sonra da hala “hasanı tanıyonmu” sorusuna gelen karşılıklı gülüşmeler. otuziki yaşındaydı zack ve on aylık sözleşme ile girdiği havaalanına kadro kalmış ama hayat ile daima günü birlik sözleşmeler yapıp yaşamını sürdürmeye devam etmişti. ölmek istemiyordu, ama bu şekilde yaşamakta istemiyordu. bazen zihni bir karadeliğe düşer, ve bambaşka dünyalara ait bambaşka öyküler geçirirdi kafasından. ama yazmıyordu artık. yazmayacaktı. tek bir satır bile yazmayacaktı. yaşayacaktı sadece. geldiği gibi. her nereye giderse…

hatunlar yarım saattir oturuyorlardı. yirmiyedi ve kırk iki. esmer ve sarışın. zack’de oturuyordu. zack, pall mall ve votka-kola. dört yetmişlik bira sonrası, votkaya yumuşak bir geçiş. günün ikinci sigara paketi. gözler esmere kenetli. akıl gündüz iş yerinde olan bitene.

sessiz sakin sıradan bir havaalanı günü. rutin türk hava yolları uçakları. geceden duruma, mevsime ve güne göre üç dört veya beş yatı uçağı. sabah beş istanbul kalkış. sabah altı esenboğa kalkış. sabah yedi sabiha kalkış. sabah sekiz istanbul kalkış. sabah sekiz istanbul geliş. sabah dokuz istanbul ve esenboğa geliş. sabah dokuz istanbul gidiş. sabah on istanbul geliş. sabah on istanbul ve esenboğa gidiş. onbir boş. oniki dolu. on üç dolu. on dört dolu. on beş boş. on altı onyedi on sekiz dolu. on dokuz double veya triple geliş gidiş. yirmi dolu. yirmi bir dolu ve duruma göre yatı. yirmi iki duruma göre dolu kesinlikle yatı. yirmi üç yatı. yirmi dört duruma göre dolu ve duruma göre yatı. bir double dolu ve double yatı. bir dört arası sessizlik. sabah sekiz otuz akşam altı. akşam beş gece bir otuz. gece bir sabah dokuz. arada bir sarkan stabil vardiya. iki günde bir sekiz otuz, iki günde bir, on yedi, iki günde bir, bir işbaşı. iki gün tatil. havaalanı. TK-YB

o gün çıkışı yirmi otuzdu zack’in. sekiz otuzda iş başı yapmıştı. ve akşam altı uçağı kırk dakika rötar verdi. akşam yedi uçağı on dakika erken indi. akşam yedi on beş uçağı on beş dakika erken indi. çakışan üç uçağın arasında mekik dokuyan yedi kişi yemeğe çıkmaya vakit bulamadı. tüm bu hengame arasında terden bir baraj oluştu ve yer hizmeti karşılığında uçak başına ortalama bir milyar fatura kesen şirket bu işi yapanlara aylık bir milyarın yarısını bile vermiyor sayılırdı. birileri kazanırken birileri daima kaybederdi. “çok laf yalansız çok para haramsız olmaz” dedi bu esnada traktörcülerden biri. adı mehmet idi ve sütçüydü aynı zamanda da. ve uçaktan artan kalan zamanlarda süt satarken arada bir kaydığı ev hanımlarından bahsederdi. gerçek mi yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu ama bunun önemi de yoktu. her akşam izledikleri dizilerde bir yalandan ibaretti. gelmekte olan karanlığı düşünmemek için gökkuşaklarına ihtiyacı vardı insanların. zack sevmiyordu gökkuşağını. yaklaşınca kaybolan, içine girince kaybolan, elini uzatınca kaybolan, sevince kaybolan, nefret edince kaybolan ve yalan olduğunu bildiği hiçbir şeyi sevmiyordu. gerçeklerden yanaydı daima. her ne kadar kötü de olsa, gerçek, gerçek olarak kalmalıydı. sözünü etmeye gerek yoktu. gerçek olan bir şeyler vardı, bu yeterliydi onun için, arada bir evine götürdüğü kadınlarda gerçekti, ama asla söz etmezdi bunlardan, işyerinde kimse nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyordu. evine gelen insanlar da bilmiyordu nasıl bir işte çalıştığını. hiçbir şeyi saklamıyordu zack, sadece pek fazla konuşmuyor, soru da sormuyordu pek fazla..
“nerelesin”,
“buralıyım”
“ne iş yaparsın”,
“ne iş olursa”,
“adın ne”,
“bukelamun”.
renk körü olan bir bukalemun.,

***

yirmiyedi bakmayı sürdürdü. zack de öyle. kırkiki aradabir arkasını dönücek gibi oldu, dönmedi. yirmiyedi tuvalete gitti, geldi. zack tuvalete gitti geldi. kırk iki tuvalete gitti. yirmiyedi ile arasında insan kalmamıştı zack’in. sadece iki masa, iki sandalye, iki kül tablası, üç şişe, ve derin sessizliği bozdu zack.
“neye bakıyorsun?”
“sana” dedi yirmiyedi.
“niye?”.
“bilmem” dedi hatun, “sen niye bakıyorsun?”,
“neye?”,
“bana tabiyki”,
“ben sana bakmıyorum”,
“yalan söylediğinin farkındasın”,
“sende pek doğruyu söylüyor sayılmazsın”,
“hangi konu da” dedi yirmedi,
“bana niye baktığını bilmediğin konusunda”. zack, garsonu çağırdı, iki votka-kola istedi, votkaları çok olsun dedi ve sonra hatuna “karşıma otur” dedi, bu sırada kırk iki geldi ama yirmi yedi çoktan hipnotize edilmişti. arkadaşına üç beş cümle sayıklayıp. zack’in masasına yanaştı.

telefonu çaldı yirmiyedinin. bu sırada “adım çiçek” dedi yirmiyedi. “ya senin?”,
“nerde olduğuma göre değişir bu” dedi zack,
“nasıl yani?” dedi çiçek,
“iş yerinde bir şey, aile arasında başka bir şey, arkadaşlar arasında başka bir şey, resmi dairelerde başka bir şey, bir zamanlar okullarda başka bir şey, evimde henüz kesinleştiremediğim bir şey, ve tanımadığım insanlar için ‘hiç bir şey’ olur adım”.
“peki bay hiç bir şey”,
“resmiyeti sevmem, bana istediğin herhangi bir ismi koyabilirsin bu gece için, aldırış etmem”,
“gizem desem sana nasıl olur”,
“karadelik daha zekice bir cevap olurdu, votkanı çabuk iç, kalkıcaz birazdan”.

telefonu sustu yirmiyedinin. tüm konuşma boyunca çalan telefon sustu ve tekrar çalmaya başladı daha sonra. iki dakika otuz yedi saniye boyunca sessizlik hakimdi masaya. birbirlerine bakıyor ve konuşmuyorlardı. zack’in kalkıcaz birazdan diyişine cevap vermemişti çiçek, ama zack onun kendisi ile beraber kalkıp, evine gideceğini biliyordu. telefonu açtı çiçek.

“alo, hayır canım, bu gece bir arkadaşım da kalıcam, msnde olmam, sen uyu.” ıvır zıvır, falan filan. üç dakika yirmi dört saniye… telefonu kapattı çiçek ve “aptal erkekler” dedi zack’e. o da “aptal kadınlar” diye eşitledi cinsel ayrımcılığı… cinsiyetlere inanmıyordu. kadınlara. erkeklere. erkekler yüzünden acı çeken kadınlara ve kadınlar yüzünden acı çeken erkeklere. bir insana bağlanmaya, aşık olmaya, hayatı paylaşmaya, aile kurmaya, çocuk yapmaya, tüm ilişkiler can sıkıntısını gidermek için yaratılan sanrısal duygulardı ona göre. o da aşık olmuştu. o da hayatını adamıştı. ama tıpkı yazı gibi, aşk meselesi de, kangren olmuş bir kol gibi kesilip atılmıştı hayatından. aşk yoktu, duygu yoktu, acı yoktu, iyi veya kötü hissettiği tek bir şey bile kalmamıştı. boşlukta bir zincir sallıyordu,  çiçek’in masasına oturduğundan bu yana yaptığı üçüncü telefon konuşmasının bitmesini beklerken zack. siyaha boyanmış ince ufak bir zincirdi bu. uçakta bulmuştu. uçakta bulduğu bir sürü çöp ile doluydu evi. napıcağını bilmiyordu bu artıkları ilk bulduğu anda. ama cebine atar ve bir gün başka eşyalarla kolenize edip, kullanılır hale getirirdi. koliden masa ve raf gibi. kırılmış fermuar başlığından kolye ucu gibi. ve daha bir çok şey. ve kadınlara da cebine attığı çöplerden farksız davranıyordu. onları evine götürür, bir süre takılır ve gitmek istediklerinde bırakırdı gitsinler. ses çıkarmazdı. sevişmezdi. kötü davranmazdı. iyi davranmazdı. ama normal yaşantılara göre tutarlı bir davranış şekli olduğu da söylenemezdi. ev onundu. işe gideceği sabahlar hatunu uyandırmadan kapıyı kapayıp çıkabilirdi. kendisi dışında hiçbir şeyi düşünmezdi. ama kendisini de düşünmezdi. güneş gören bir düşü yoktu… tek bir güvencesi yoktu. güvendiği tek şey güçlü kolları olmuştu son zamanlarda. beş yıl boyunca haftada beş gün uçak ambarlarında yükleme boşaltma yaptıktan sonra, artık iki parmağı ile insanı boğacak duruma gelmişti. ama yapmıyordu bunu. ve insanlar daha ona dokunmadan boğulduğunu hissediyordu her zaman. kalabalıktan, toplumdan, haberlerden, tartışmaktan nefret ediyordu. ve yirmiyedi’nin dördüncü telefon konuşması sonrasında “şarjım bitiyor telefonumu senin hattına yönlendirsem olur mu” sorusuna “kulaklarım dışında başka bir iletişim aleti kullanmıyorum” dedi zack.
“ne, telefonun yok mu?”,
“elektronik hiçbir şeyim yok, sadece telefonum değil”.
“evini görmek istiyorum”,
“votkanı hala bitirmedin.”

çiçek, telefon görüşmelerinden arda kalan zamanlarda, zack’e başına gelen şeylerden kesitler sunuyordu ama zack çiçek’i tepki vermeden dinliyordu. dinliyordu ama çiçek’i tanıması için bunları dinlemesine ihtiyacı yoktu. tanıyordu o çiçek’i. çiçek’i tanıyordu, kırk iki’yi tanıyordu, garsonu tanıyordu, arka masalardaki diğer herif ve hatunları, yan masalardakileri, yoldan geçenleri, diğer barlardakileri, herkesi tanıyor, biliyor, ama belli etmiyordu… insanlığın ruhsal dna’sını çözmüştü kendince, belki fiziksel dna’lar parmak izleri gibi tek ve biricikti. ama ruhsal dna pek fark etmiyordu insanlarda. çok azında farklıydı ve o çok azdan kendisi ile eşlenik olan tek bir taneye denk gelene kadar yaşamını sürdürecekti zack. tek bir tane… kendisinin xy’sine karşılık xx kromozomuna ait olan, ruhsal dna’sı kendisi ile tamamen aynı tek bir tanesine… bunun için yaşamıyordu aslında ama bunu bekliyordu. bunun için bazı hatunlarla tanışmıyordu ama. hatunlar, yada erkekler, can sıkıntısını gidermesi için, vakit geçirmek için evindeki gelip geçici dekorlar gibiydi. hayatının dekorları.. sık sık değişirdi dekorlar. eski ve uzun süreli pek dostu kalmamıştı… yaptığı ve onu değerli gösteren her şeyi bir bir terk edince, insanlar da onu bir bir terk etmişti. artık fanzin yayınlamıyorum dediğinde. artık yazmıyorum dediğinde. internet sitesini uzaktan takip etmeye başladığında. düşlerinin üzerine asit döktüğünde. tekrar uyuşturucuya döndüğünde. lsd, amfetamin, kodein, kokoin, ve daha nicesi. evde yalnız olduğu zamanlarda, sadece müzik açar ve beklerdi. öylece, hareketsiz… müzik akar ve o da yazıyormuş gibi yapıp aklından cümleleri geçirirdi. müzik dinlediği alet dışında tek bir elektronik ya da elektrikle çalışan eşya yoktu zack’in evinde. televizyon yoktu. buzdolabı yoktu. çamaşır makinesi yoktu. saç kurutma makinesi yoktu. fırın yoktu. şofben yoktu. florasan yoktu. evinin hemen dibindeki iki sokak lambası bir hayli aydınlık veriyordu aslında odasına. ama onlar olmasaydı da bir şey değişmezdi. geceleri ya işte ya da sokakta olurdu. evdeyse de yalnızken müzik dinler, bir hatunlayken de kısa sürede sevişmeye çalışan hatunlara ters teperdi söyledikleri. bu zack’in dönüşen, düşlemediği, istemeden yaşadığı hayatıydı… ruhsal ve iç güdüsel bir trafik kazası… enkaz.

çiçek’in votkası bitti. hesabı ödediler. kırkı iki ile vedalaştılar ve barın bulunduğu ara sokaktan, kıbrıs şehitlerine doğru yürümeye başladılar…

15 kasım 2011



10 Kasım 2011

yeni zengin metin belgesi

yeni zengin metin belgesi

günümüzden on sene sonrasının bir pazartesi sabahı. uyandı zack. çalan bir alarm; telefon ya da saat ya da zihinsel zil ya da bedensel ağrılar... sabahın altısı. uyandı zack. bir işi vardı. gitmek zorunda olduğu bir işi vardı. uyandı. bir müzik çalıyordu kafasının içinde. grubun adı, Magenta Skycode. şarkının adı, hands burn. kafasının içinde dönüyordu müzik. duyuyordu yani. gerçekten duyuyordu. tavana baktı. her zaman olduğu gibi, her sabah olduğu gibi, kendisini çaresiz, umutsuz ve bitkin hissediyordu. işe gitmeliyim, dedi kendi kendine sesli olarak. "işe gitmeli miyim?" dedi sonra, "hayır gitmemeliyim" dedi. yastığının altındaki sigara paketini çıkardı, sigara paketinden bir tek çıkardı, baktı ona, şakaklarına dayadı sigarayı, ve yine dışından, "kendime sıktığım silahlarımdan biri" dedi gülerek, "ama ölmüyorum" dedi, "insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama ölmüyorum, insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama dışa yansıyan fiziksel gerçekliğin içerdeki gölgesine aldırış etmiyorlar" dedi. "içe yansıyan gölgem, dış görünümümden daha büyük aslında" dedi, "ve aslında, içerdekinin gölgesi olan bedenim" dedi, "bedenim, ruhumun gölgesi" dedi, "ruhuma tecavüz ettiler"

"ruhuna tecavüz mü ettiler, neden?"
"bunu bilmiyorum moruk, hiçbir şey bilmiyorum, bilmek isterdim ama"

ağlıyordu zack, kendi kendine konuşuyor, kendi sorularına cevap veriyor, kendi kendine dialog kuruyor ve ağlıyordu. sabahın altısı.

"işe gitmelisin zack" dedi kendi kendine
"hayır gitmeyeceğim" dedi
"ama gitmelisin adamım" dedi
"ama gitmeyeceğim" dedi
"peki nolucak" dedi, "sonu nereye varıcak" dedi
"sonunu hiç düşünmedim ki" dedi
"ama düşünmeliydin adamım" dedi
"daha o kadar düşmedim" dedi
"düşüyorsun" dedi
"hayır düştüm" dedi "yere çakıldım ve ölmedim" dedi
"hayır hala düşüyorsun ve artık hissetmiyorsun bunu" dedi
"artık hiçbir şey hissetmiyorum" dedi
"koca bir yalancısın" dedi
"pekala, düzeltiyorum, hissetmemiş olmayı yeğlerdim" dedi
"iş"
"hayır"
"iş, zack"
"hayır adamım"
"zack, işe gitmelisin"
"gitmeyeceğim"
"zack! iş dedim sana"
"sikmişim..."

doğruldu ve oturdu yatağa. bağdaş kurdu. sigarasını hala yakmamıştı. çakmağı arandı. evinin içi çakmak mezarlığıydı. ama hepsi saklanmışlardı sanki. evinin içinde, kendisi dışında onlarca insan yaşıyordu sanki. görünmez insanlar. hayaletler. ölüler. katiller. geçmiş zaman kahramanları. bol miktarda anı ve melodi.

durdu. camdan dışarıya baktı. biraz eğilerek olduğu yerde, cama doğru yaklaştı, gökyüzüne baktı. gri bulutlar. hızla yol olan, evrilen, şekil değiştiren ve kapanan gri bulutlar. bir şimşek çaktı bu sırada, sesi sonradan geldi. bol gürültülü bir bomba gibi.

"aslında" dedi, "aslında, yıllar önce, bir şimşek çakmıştı, içimde, sonra bir kaç tane daha"

"ama" dedi, "hala gürültüsü duyulmadı. hep içimden konuştum insanlarla. ya da yazdım, yazdım ve kimse anlamadı" dedi.

sonra kalktı ve yarı mutfak yarı oturma odası olan odaya doğru yöneldi. miladdan önce aldığı, eski, bozuk, kırık dökük ve paslanmış bilgisayarının power tuşuna bastı, bilgisayar açılırken bir çakmağa denk geldi, yanmıyordu çakmak, gazı bitmişti, sigara içmeliydi, acilen bir sigara içmesi gerekiyordu ve bulabildiği tek çakmağın gazı bitmişti. tüpe baktı, tüpün gazı vardır umarım dedi kendi kendine, kendine bakmadığı gibi, eve de bakmıyordu, eğildi küçük tüpe, açtı gazını, ve çakmağı tuttu, çakmaktaşı bitmemişti neyseki, ve tüp de bitmemişti henüz, zack bitmiş ve istemdışı bir şekilde kendini itekleyerek yola devam etmişti, sigarasını yaktı, müziğini açtı, ve odanın bir köşesine, yere oturup, sokağa bakmaya başladı. sokağa ve gökyüzüne ve evlere ve insanlara ve müzik başladı.

"işe geç kalıcaksın" dedi kendi kendine
"işemeye geç kalmamak daha önemlidir" dedi kendi kendine gülerek
"ama işe gitmezsen bir tuvaletin ya da tuvaletlerine ödeyecek paran olmaz " dedi
"ağaçlar benimdir" dedi daha sonra "ben bir köpeğim, hauv hauv haaav."

bir kahkaha attı kendi kendine. kederliydi. bu sabah gerçekten kederliydi. ne olduğunu bilmiyordu. rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu. pazar gecesi ne yaptığını hatırlamıyordu. içmişti sadece, ıssız bir bölgede, kendi keşfi olan ıssız bir bölgede, deniz kenarında olan ıssız bir bölgede üstelik, içmiş ve müzik dinlemişti. ufak bir mp3 çaları vardı, dışarda da müzik dinleyebilmek için almıştı onu. müzik önemliydi gerçekten, kendi kendine konuşmasına engel oluyordu müzik, kulaklıklarını taktığı zaman, insanlarla konuşmasına da engel oluyordu, müzik iyiydi, müzik güzeldi, müzik yapan insanları seviyordu, müzik yapabilen, müzik yapmaya çalışan, müzisyen olan, buna çalışan, bunun için savaşan insanları. "müzik müzik müzik" dedi kendi kendine, "müzik olmasaydı çoktan ölmüştüm" dedi.

"sen çoktan öldün lan zaten" dedi
"hayır ölmedim" dedi, ölü taklidi yapıyorum, hepsi bu"
"peki öyle olsun bakalım"
"öyle zaten"
"kendini kandırıyorsun"
"başkalarına kanmaktan iyidir, kendi kendini kandırmak"
"başkalarına da kandın zamanında"
"canım öyle istediği için kandım ben, onların bir suçu yok"
"zack, bırak artık kendini suçlamayı"
"bu halimden dolayı bir suçu yok insanların"
"var zack, tüm insanların parmağı var dünyanın bu hale getirilmesinde"
"dünya benim dışımda, içimdeki dünya da onların dışında"
"very very very, verisimilitude.  Impossible Things. To Wish Impossible Things"

zack ingilizce konuşmayı seviyordu, ingilizce bilmediği halde üstelik. farklı dillerde konuşmayı seviyordu, çok seviyordu, yeni bir dil öğrenmeyi çok istemiş ama başaramamıştı, ispanyolcaya bayılıyordu mesela, sihirli geliyordu ona ispanyolca. "sihirli gerçeklik" dedi sonra kendi kendine, klavyesine doğru uzandı, bir mouse yoktu bilgisayarında ama onun da bir mouse'a ihtiyacı yoktu, klavyeden de kolaylıkla ve çok hızlı bir şekilde işini görebiliyordu, bilgisayar konusunu yalayıp yutmuştu ama tükürmesine neden olabilecek bir iş vermemişlerdi ona. yetenekleri para getirmemişti. o da bedensel güce dayalı bir işe vermişti kendini, yükle boşalt yükle boşalt. havaalanı, uçak ambarları, bundan on sene sonrası...

bayanlar baylar, 2019 yılı kasım ayındayız, ve zack'in evinden naklen yanlı yayında, bir kehanete tanık oluyoruz.

"lala lala la" dedi zack, "cure nerde lan, hah buldum".

sonra bir kedi girdi camdan içeri, seviyordu zack hayvanları, hayvanlar da zack'i seviyordu. mahallesindeki insanlar, zack'in pencere ve kapılarını açık bırakmasından rahatsız oluyordu ama zack insanlardan rahatsız olduğu için, sorun etmiyordu onların gerizekalı ve kaygı dolu rahatsızlıklarını. "sanane lan" demişti bir keresinde, kapısına gönderilen polise, "ev benim değil mi, ister yıkarım ister yakarım"

onu nezarathaneye atmışlar, ve üç gün üç gece dövmüşlerdi. gülmüştü zack her job darbesinde. sadece gülmüştü, kahkayla hem de. en sonunda baş komser, "deli lan bu" deyip, bırakmıştı onu.

"size benle uğraşamayacığınızı söylemiştim" demişti zack kapıdan çıkarken, "allahın belası domuzlar".



"işe git, eve gel, yat kalk uyu, işe git eve gel. işe git eve gel. hayat bu. sevsen de sevmesen de yaşamak zorundasın. yaşamak zorunda bile değilsin hatta, tercih senin, sen seç, yaşa ya da geber"

kendini iteklemeye çalışıyordu resmen. "hadi oğlum" der gibiydi kendine ama saate baktı sonra, servisi kaçırdığını anladı. telefonu çaldı sonra, iş yerindeki ekip şefi arıyordu, açmadı telefonu. "orospu çocukları" dedi dışından, "sadece işiniz düşünce arıyorsunuz".

kedi yaklaştı zack'e. evine sürekli olarak kediler köpekler girip çıkıyordu. kedi yaklaştı. sokuldu zack'e. zack sarıldı kediye, ve ağlamaya başladı. "Prayers For Rain" çalıyordu odada, yağmur yağıyordu, yağmur yağmaya başlamıştı ve zack ağlıyordu. hıçkıra hıçkıra üstelik ve üstelik nedenini bilmiyordu bunun. biliyordu ama söyleyemiyordu, kendine itiraf etmekten korkuyordu yaşadığı acıyı. çok uzun sürdü bu ağlayış, gerçekten çok uzun, en sonunda bedeni pes etti ve halının üzerinde uyuyakaldı kediyle birlikte. uyandığında öğlene geliyordu saat. kalktı ve apar topar giyinip, öğlen postasını alıcak olan servise yetişmek üzere evden çıktı. vardiyali bir işi vardı, 24 saat dönüp duran ve değişen aperiyoduk vardiya. havaalanı, uçaklar, yolcular, kaptanlar, hostesler, hostlar, işçiler, müdürler..

servise bindi, ifadesiz yüzlere baktı, arka koltuğa geçti, kulaklığını taktı, kafasını cama dayayıp dışarıya, yağan yağmura, kaldırıma ve insanlara bakarak müziği dinledi düşünmeden. servis hareket etti.



kartını basmak üzereyken, şeflerinden biri "ohoo, beyimiz teşrif etmişler" dedi,
"uyanamadım şef" dedi zack acınacak bir halde,
"hadi lan ordan, uyanamamışmış, bıktım senin bu geç kalmalarından, işi ekmelerinden, mesanin yarısında kimseye haber vermeden kendi kendine paydos edip eve gitmenden"
"eee nolucak" dedi zack, yüzü bir anda değişmişti,
"nolucağı var mı lan" dedi şefi,
"varsa da amına koyayım, yoksa da amına koyayım" dedi zack, öfkeli, acı dolu bir öfke. ilk kez böyle görüyordu şefi onu, ve elinde önceden hazırlamış olduğu istifa dilekçesini uzattı ona. zack'in adına, zack'in ağzından yazılmış, bir istifa dilekçesi, ne yazdıklarına bile bakmadı zack, imzaladı ve gerisi geriye dönüp, yemekhane camlarından birine de bir tekme atıp, "alacağımdan kesersiniz bu camın parasını, zaten vermeyeceksiniz piçverenler" dedi ve çıktı gitti.

eve geldi tekrar. yüklü miktarda şarap, sigara, su, peynir, süt, kibrit, ve biraz da et alıp. kapıyı açtı, odaya geçti, öğlenin ikisinde. güneş açmıştı dışarda ama zack'in içindeki güneş çoktan sönmüştü. kapkaranlıktı içersi, zihninin içerisi, müziği açtı, şarabını açtı, odada bulunan bir kaç hayvana peynir süt ve et ikram etti. ikram etti, kendisi birşey yemiyordu. içiyordu sadece. ve içti içti içti, köpekler ve kediler karınlarını doyururken, o içmeye devam etti ve en sonunda sızdı.

uyandığında, yeni bir iş aramak zorunda kalacağını biliyor, ama düşünmüyordu. gittiği yere kadar diyordu, gittiği yere kadar. her nereye gidiyorsa artık, gittiği yere kadar.. 




zack 2

Zack – 2

bir kaç sene sonraydı. zack bir mektup aldı. şöyle yazıyordu mektupta:

"selam abi.
biriyle tanıştım, sana çok benziyor, aradığın o olabilir.

spaceboy"

zack, mektubun kimden geldiğini bilmiyordu, ama aldırış da etmedi. zihni o sırada, onüçüncü dünyada dolanıyordu. konstre olmuştu. uçmuştu. bir kaç saniyelik dönüşler dışında, bu zamanda yaşamıyordu. gördükleri hayal olabilirdi, zihni ona oyun oynuyor da olabilirdi, doktorların söylediği kimin umrunda ki, ya da psikoloji zırvaları, hastalıklar, ilaçlar, delilik ve sağlık, kimin umrunda?

zack, seyahatini tamamladı ve bir duş aldı ardından. neye inanacağını bilmiyordu. tek istediği akıl sağlığını korumak ve insanlara bir şey belli etmemekti. tekrar tedavi edilmeye çalışılabilirdi, üzerinde bir takım deneyler de yapabilirlerdi. kendini toplumdan korumaya çalışıyordu sadece, o yüzden kimseyle konuşmuyordu. "bırak ne hali varsa görsünler" demişti, zamanın birinde yazdığı bir şiirde. "bırak ne hali varsa görsünler." ama yazmıyordu artık zack, okuyordu sadece, hem de her şeyi. bir kaç sene sonrasıydı ve herkesin beklediği o değişim yaşanmamıştı, zack biliyordu neler olup bittiğini. geçmişten gelen kalıntıları çözmüştü, ama konuşması gerekmiyordu, çünkü insanlara yardım edemezdi. yardıma ihtiyacı olan biri, bir başkasına nasıl yardım edebilirdi ki zaten. ama hayır, zack bir yardıma ihtiyacı olduğunu da inanmıyordu, yaşıyordu işte öylesine, tabii buna yaşamak demiyordu çevresindekiler ama çevre kimin umrunda ki?

zack mektubu inceledi. ve adrese baktı, polanya'dan geliyordu mektup ve türkçe yazılmıştı. underground bir üne sahip olduğu dönemde bir adresi vardı ve hala en son bilinen adresinde oturuyordu zack. ama öldüğünü ilan etmiş ve çevresindeki herkesi öldürmüştü. eskiden tanıdığı kimseyle konuşmuyor, keşfedilmek de istemiyordu, tek istediği hayatta kalmak ve biraz daha beklemekti.

evden çıkıp, kırtasiyeye gitti, boş bir kağıt ve zarf aldı. zarfın içine boş kağıdı koydu ve mektubun üzerindeki adresi yazıp postaladı. bir kaç gün geçti aradan. zack bu süreç içerisinde, konu hakkında hiçbir şey düşünmedi. daha önemli sorunları vardı. bir iş bulması gerekiyordu, acilen bir iş bulması gerekiyordu, yoksa açlıktan ölücekti, nerdeyse. ama onu daha çok, sigarasızlık korkutuyordu, bir eroin bağımlısı gibi krize giriyordu ki eskiden eroin dışında her bir bok dolaşmıştı vücudunda.

sigara sigara sigara dedi. aynen figaro figaro figaro gibi söylüyordu bunu. bir iş bulmalıyım, ya da intihar etmeliyim. iki seçenek kaldı geriye, çalış ya da öl.

kapitalizm, insanlara taktığı tasmayı biraz daha sıkmayı başarmıştı o yıllarda, her yere yayılmıştı çok uluslu şirketler, her yere ama, dünyanın içine ediyorlardı. ve ufak muhalif gruplar da aptal yöntemlerle karşı koymaya çalışıyor ama nedense tek bir ortak düşmana karşı, bir kaç -kendi içinde birbirine de düşman olan- grup savaşıyordu. herkesin tek amacı devrim veya reformdu ama bunu kendi istedikleri biçimde yapmaya uğraştıkları için, tek yapabildikleri kapitalizmin ekmeğine yağ sürmekti. başka hiçbir şey değil.

bir kaç gün sonra bir mektup daha geldi. bu kez, "abell" imzasını taşıyordu ve adres ve yazı farklıydı, başka biri de yazmış olabilirdi. zack bunu düşünmüyordu, insanların ufak oyunlarına kafa yormayı bırakalı seneler olmuştu. insanlarla uğraşmıyordu zack, onları anlamaya çalışmayı bırak, dinlemiyordu bile, izliyordu sadece, ve duyuyordu ve bazen bazı insanlara karşı tatsızlaşıyordu bazılarına da yardım ediyordu.

mektupta şunlar yazmaktaydı:

"merhaba
bir kaç gün sonra izmir'de olacak
mutlaka karşılaşacaksınız
dikkatli ol"

zack mektubu yaktı ve yeni bir boş mektup gönderdi. sonra da bir bara gidip, içti içti içti, sonra hesabı ödemeden ortadan sıvışıp kayboldu. sızdı o gece bir parkta. sabah kuş sesleri ile uyandı ve eve geldi. duvarları izleyip müzik dinledi, hepsi bu.

bir kaç gün sonra bir mektup daha. üzerinde adres yoktu, kendi adresi bile yoktu. ve içi de boştu. sadece zarf. kapısının altından içeri atılmıştı. hepsi bu.

zack o gün bir iş buldu. deliliğim için bir metot bulmalıyım diye düşündü, çok fazla insan var bu barda. iş, bir barda garsonluk yapmak üzerineydi ve evine bırakılan ilanlardan biriydi. şu, işe ihtiyacınız varsa yazılı olanlardan. zack hiçbir şeyden şüphelenmiyordu. mektuplar, sonra bir ilan, hemen işe alınması. umurunda bile değildi. düşünmeyi de bırakalı uzun zaman olmuştu. düşündüğü tek şey, eski ve kapanmayan yaralarıydı.

o gün, akşam, barda, aynı onun gibi tek başına içip insanları izleyen bir hatun gördü. gözgöze geldiler, sadece bir saniye, ve zack, ilk kez, bir insanın gözlerine bakmaktan korktu, içi titredi ve hemen işine döndü. kadının o an ne yaptığını bilmiyordu.

o gece boyunca, zack, kadından uzak durmaya çalıştı. o masa boşmuş gibi davranmaya çalışıyor, oradan gelmesi muhtemel bir siparişi görmezden geliyor, gördüklerini başka bir garsona havale ediyordu ve o gece, bardaki hemen hemen her erkek ve tüm garsonlar, bu gizemli kadına salça olmaya çalışıyordu. zack hariç.

barın kapanmasına yakın, kadın aşırı sarhoş bir halde bir adamla bardan dışarı çıktı. hayır sarmaş dolaş değillerdi, hayır elele tutuşmuyorlardı, beraber yürüyorlardı sadece ve zack neler döndüğünü anlamıştı çünkü bunu o da yapıyordu. evine bazı insanları getirirdi zack arada sırada, kadın ya da erkek, getirir ve konuşurdu onlarla. dinlerdi daha çok ve konuşurdu ve eğer evine gelen kadınsa, ve onu öpmeye çalışırsa, evden kovardı.

kadın bardan çıkarken zack ortalığı topluyordu. kadının arkasından bakmaya bile cesaret edememişti.

sonra, ertesi gün. kadın epey geç bir saatte, bir hatunla beraber geldi bu kez. hatun 40'lı yaşlarda, sarışın, kısa boylu ve güzel bir kızdı. ve zack hatuna da bakamıyordu. korkuyordu ve korktuğu şeyi de adı gibi biliyordu.

gecenin ilerleyen saatlerinde kadın ve hatun ve iki adam bardan çıktılar. o iki adam da bara sonradan gelmişti ve zack onlara da bakmaya korkmuştu.

zack işi bıraktı. üçüncü gün. ne o bara gitti ne de evden çıktı. yeni bir mektup daha bekliyordu ve mektupların kadından geldiğinden adı gibi emindi. ve kadın da korkuyordu, emindi bundan. tekrar aşk-imkansız

zack yine acıya gömülmüş ve zihnine bir tünel daha kazıp, bu kez de 3. çağ'a gitmişti. geri döndüğünde, bir duş aldı, ve yatıp uyudu.

sabah uyandığında, kapısında bir mektup buldu. adres yok, üzeri boş bir zarf. içinden çıkan kağıda, sigara yanıkları ile, "her insan, doğarken acı çeker" yazıyordu.

işi bıraktığı bara gitti, "çalışamayacağım" dedi, boş bir masaya oturup bir bira istedi. ve bu sırada kadın içeri girip boş bir masaya oturdu ve göz göze geldiler. bir saniye. zack ölümüne sigara içiyordu, ölümüne, kalbinin can çekiştiğini hissediyordu resmen, ve hiçbir şey hissetmemek için çabalıyordu. bir şarkı bestelemişti kendine, sözleri şöyleydi:

ben bir bitkiyim ben bir bitkiyim
lala lala la
kessen acımaz etim
lala lala la
nefes almaya ihtiyacım yok - sigara verin
la la la
bedenim ölmeden önce ruhumun sesini kestim
tralala

ben bir bitkiyim solgun ve kederli
lala lala la
ne tek eşliyim ne çok eşli
lala lala la
yalnızlık mahsustur - ben ise eşsizim
la la la
ne havlarım ne ısırırırım - ama beni hapsedin
tralalaa

şarkıyı söylüyordu içinden zack, uzun bir şarkıydı, devam ediyordu daha, ve korkudan titriyordu gerçekten. kadın ayağa kalktı, yanından geçti, tuvalete gitti, geri geldi, yanından geçerken, "sessizliğim çığlığımdır" dedi ve yerine oturdu. zack ona baktı. çok dikkatlice. kadın bakmıyordu ama zack öfkelenmişti gerçekten. zack'in bir şiirinin adıydı bu ve bu şiiri hiçbir zaman yayınlamamıştı, yayınlamadığı binlerce şey gibi onu da çöpe atmıştı zack zamanın birinde. bu kadın o kağıt parçalarını bulmuş olabilir miydi? bunu bilmiyordu. ama bulmuş olsa bile, onların çoğu yakılıp kül halinde çöpe konmuştu, kimisi de bir defter olarak karalanıp, iyice deforma edilip, sokağa bırakılmıştı. dönem dönem sokağa defterler atıyordu zack. o kadar çok şey yazmıştı ki sıkılmıştı artık yazmaktan. yeter demişti. yazmama gerek yok, insanlara bir şey anlatmak zorunda değilim.

kadınla gözgöze geldiler ve zack sesli olarak "içinden imdat diye bağırıyorsun" dedi, kadın ona bakmadan, "korkuyorum" dedi, zack "sen mi ben mi" dedi, kadın, "oyun oynamaktan sıkıldım" dedi, zack "o halde game over mı" dedi, kadın "tek canım kaldı" dedi, zack "bundan asla emin olamazsın" dedi ve bardaki insanların onları dinliyor olduğunu farkettikleri için her ikisi birden aynı anda "kesin sesinizi be" diye bağırdılar ve sonra ayağa kalkıp bardan çıktılar.
"nereye" dedi zack
"hiçbir yerden geliyorum ve hiçbir yere gidiyorum" dedi kadın
"deli olacam" dedi zack
"delilik iyileşmektir" dedi kadın
"bana bak" dedi zack, "sıkıldım bu oyundan, gerçek misin?" kadın cevap vermedi, irkilmişti bu soru karşısında.

yoldan geçen insanlara döndü zack, "hey! bakın, yanımda bir kadın var, görüyor musunuz" diyordu yanından geçenlere, "siz de onu görüyor musunuz? yanımda şu an bir kadın var mı?". kimse cevap vermedi ve herkes bir deliye nasıl bakarsa, zack'e de öyle bakıp yanından geçip gitti.

zack yere çöküp ağlamaya başladı ve bu esnada kadın, zack'in sırtını okşayıp "hadi kalk sahile gidelim" dedi.

hiç konuşmadılar. kilise sokağından geçerken bir kaç bira aldılar ve sahil kenarına oturup, bacaklarını denize doğru sarkıtıp içmeye başladılar.


kadın lafa girdi:
"iyi düşün, dört bira aldık, birini sen içiyorsun, birini ben, gerçek olup olmadığımı anlamana yardımcı olabilir bu"
"hıhı eminim öyledir" dedi zack umarsamaz bir şekilde,
"peki ya sen gerçek misin" dedi kadın zack'e
"bilmiyorum" dedi zack, "bunları düşünmeyi bırakalı çok oldu"
"düşünce insanı bırakmaz" dedi kadın
"düşünce, organize edilebilinir mi?" dedi zack
"umut etmekten korkuyorsun" dedi kadın
"kesinlikle" dedi zack, "kesinlikle korkuyorum, düşünmekten korkuyorum, hissetmekten korkuyorum, var olmaktan korkuyorum, yok olmaktan korkuyorum"
"o halde bir sigara"
"kesinlikle" dedi zack, "kesinlikle bir sigara. sigara sigara sigara".


birer sigara yakıp denizi seyrettiler. "ne kadarını biliyorsun" dedi zack
"anlattığın kadarını" dedi kadın
"yayınlamadıklarım dahil mi?"
"hayır"
"o halde yanımdan geçerken söylediğin şeyi nerden buldun?"
"sessizlik çığlığımdır mı?"
"evet o"
"ilk onu okumuştum ben, unuttun mu?"
"nerden buldun dedim sana"
"sen verdin bana, Tartarus'da geziyordun, karşılaşmıştık, unuttun mu?"
"bak ben buna inanmıyorum tamam mı, onlar gerçek değil, o görüntüler benim bilinçaltımın bana oynadığı oyun ve ben deliyim ve iyileşmeye de hiç ama hiç niyetim yok, anlaştık mı, şimdi defol git burdan"
"zack" dedi kadın, "şu bileğime bak, sana bir şey hatırlatıyor mu?"
"acaba seni öldürsem, gerçekliğini ispatlamış olur muyum? ne dersin, seni bu denizden atayım, eğer biri gelip kurtarırsa, gerçek olduğuna inanırım"


kadın kahkahayla gülmeye başladı
"kendine gel, şaka yapıyordum, 17 yaşındayken eski kitap satıyordun,  bir kitap almıştım senden, ne kadar unutkansın.. son sekiz yıldır sana sürekli ipuçları bırakıyorum ama o kadar körleştirmişsinki kendini, geçmişinle ilgili hiç bir ipucunu takip etmiyorsun"
"bilinçaltım bana oyun oynuyordu, o ipuçlarını ben bırakıp..."
"zack, saçmasapan konuşma" dedi kadın ve bu sırada kendini denize atıp imdaat diye bağırmaya başladı. o sırada oldu ne olduysa. üç insan aynı anda denize atlayıp kadını kurtardılar ve bu sırada zack tüm olan biteni izlemekle yetindi, kadın kurtuldu, kalabalık dağıldı ve olay durulunca kadın zack'in yanına gelip üzerindeki ıslak elbiselerle, "hadi bana gidelim" dedi,

"gerçeksin" dedi zack
"elbette gerçeğim ve sen de delirmedin, bütün olan biteni anlatıcam sana, gel"
"öğrenmek istemiyorum" dedi zack, "gerçekten çok yorgunum ben"
"hadi ama inatlaşma" dedi kadın "gel"
"hala senin gerçek olduğuna inanmıyorum" dedi zack ve hala kadının gözlerine bakamıyordu aslında.



"sıkıldım" dedi zack "seni öldürebilirim"

"gözlerime bak" dedi kadın, "kollarıma bak, hala benim ben olduğuma inanmıyor musun?"

"bak! sen, 17 yaşımdayken ortaya çıkan ve sonra bristola kaçıp, orada geberip giden bir kaltaksın tamam mı? öldürdüm ben seni, anlaştık mı? öldün sen, senin hakkında yazmayı bıraktım, sen öldün, anlaştık mı? ölüsün yani, kurguma uymak zorundasın, heteronym'larım bana karşı gelmemeli"
"abim sana yalan söylemiş olamaz mı?"
"ölüsün sen"
"kollarıma bak zack"
"sen ölüsün" dedi zack ve titriyordu, gerçekten titriyordu ve gözleri doldu, korkuyordu. yine, yeni bir psikoza girmiş olabilirdi ve korkuyordu. nedeni yalnızlıktı. psikozun nedeni. insanlar ve yalnızlıktı. tutarsız bir şekilde hareket eden insanlardı. önce inanıyordun insanlara, sonra senin inancını ve güvenini yerle bir ediyorlardı. zack hiçbir şeye inanmıyordu artık. hiçbir şey hissetmemeye zorluyordu kendini. ve kadına dönüp

"özlem" dedi, "ölmüş olman lazımdı"
"beni geri çağırdın"
"hayır çağırmadım"
"o halde açıkla, neden burdayım"
"bilmiyorum, tamam mı? yalnızlıktan olabilir, sıkıldım, yorgunum, uyumak istiyorum, gerçekten uyumaya ihtiyacım var benim, iki saat uyuyup uyanıyorum, uyamak zorundayım, uyumam gerekiyor"
"gitmemi istemediğin sürece gitmem" dedi kadın
"ama gittin" dedi zack, "geçmişte, gittin"
"sen istedin bunu"
"farkında değilim"
"iyileşmek istiyordun"
"ama iyileşmek istemiyorum artık, tamam mı? mantıklı düşünmek istemiyorum, gerçeğe dönmek istemiyorum, insanlarla iletişim kurmak istemiyorum, sevişmek istemiyorum, aşık olmak istemiyorum, arkadaş olmak, dost olmak, çoğul olmak, hiçbir şey istemiyorum"
"bunlarını hepsini biliyorum zack" dedi kadın
"iyi o halde" dedi zack, "sesini kes. bir duble sessizlik lütfen"
"peki. bir iki üç tıp"

kadın, zack'in hayallerinde yarattığı ve aşık olduğu ve tamamen aradığı gibi biriydi. o yaratmıştı kadını, yıllar önce, yaratmış ve öldürmüştü. tamamen kendine göre dekore ettiği bir dünyası vardı zack'in, bir değil, bir çok. zack zihninin içinde yaşıyordu, başka bir dünyada, ve gerçek dünyada iken, kesinlikle ama kesinlikle hiçbir şey hissetmemeye zorluyordu kendini.

"düşünce organize edilir mi" dedi zack tekrar, sessizliği bozup.

eve geldiğinde, başı çok ağrıyordu, bir duş alıp, yatağa uzandı..

10 kasım 2011