30 Mart 2016

şiir değil bu, giriş yazısı..

şiirin ne anlama geldiğini bilmiyordum, önemsemiyordum da bunu. yazıyordum sadece.. ve hiçbir koşulda, “abi bu bir şiirdir, ben de şairim” diye diretmedim. ama birileri gelip, “şiir değil bu” dedi, o kadar çok dediler ki bunu, en sonunda bana da “şiir değil bu” dedirttiler. evet abi, bunlar şiir değil ve ben de “şiir değil bu” türünde besteler yapıyorum. türün adı bu, şiir değil bu.

insanları genellikle anlayamamışımdır.  bir etiketlenme çabasına girişmişlerdir. günümüzde şair olmak, yazar olmak, edebiyatçı olmak, birşeylerin çı’sı, çi’si olmak ve bu etiketlerle anılmak zor olmasa gerek. sonuçta, günümüzde herkes yazıyor artık. yazmayan kalmadı. ama okuyan yok. okuyucu sayısının, yazar sayısının altında kaldığı bir dönemde, benim de okumam yok abi. okur yazar değilim ben. sadece yazıyorum, okumuyorum çoğu şeyi. bu yüzden kendimi birilerinden aşağıda hissetmem için ellerinden geleni de yaptı birileri bugüne kadar zaten. “aa nasıl okumazsın x kitabını”. gocunmuyorum, durumu anlatıyorum sadece.

evet, bunlar genel algı düzeyine göre ya da edebi performanslar kategorisinde şiir olarak anılmayabilir, ama şu varki, bu da benim umrumda değil. ne olarak aldığınız, algıladığınız, ne anladığınız ve nasıl hissettiğiniz sizi ilgilendirir. ben yazdım geçtim sadece, gerisi hortlaklar kasabasındaki bir gerçek kadar absürt duracak. okumak isterseniz, memnun olurum elbette, ama sonrasında nolur, “bu olmamış”larınızın ardından gelecek somurtmaları kendinize saklayın. beğenmeyebilirsiniz, ben de çok matah bir şey yaptığımı düşünmüyorum zaten. çoğunluğun yazar olma hevesini ben de paylaşıyorum sadece. evet böyle bir hevesim olduğu aşikar, ama heves olmaktan öteye geçip realiteye dönüştü mü bilmiyorum. insanların kendi kendilerini etiketlendirmelerinden, oldurmalarından hazetmiyorum çünkü. mütevazilik de değil bu yaptığım. hiç de mütevazi değilim çünkü. sanırım değilim. ama yine de, düşünecek olursak eğer, yazdıklarımın şiir olup olmadığından önce, ne hissettirdiği ve ne anlattığım ile ilginenilseydi, -ilgilenilmiş olursa- hoşnut olurum.

burada okuyacaklarınız için ise, benim tabirim, zırvalamak. zırvalıyorum abi. hemen hemen her şey hakkında yazmaya istekliyim. bu koşullardan da hoşnutum. kendi kitabını kendi kendine basma noktasında yani.. yüzünüzde, bazen acı bazen tatlı bir gülümseme bırakabiliyorsam, bu bana yeter. dediğim gibi, gerisi hayaletler kasabasında var olma savaşı vermek kadar saçma olucak. hepsi bu. eyvallah…

30 mart 2016.

25 Mart 2016

zackeva 2

zackeva 2

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydı ve kurduğu alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmişti. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben..

devam ediyorum. ya siz? sıkıcı öyle değil mi? aynı teraneyi sunucam yine önünüze, ama kaçarınız yok, ya okuyacaksınız ya da okuyacaksınız. siz okuyana kadar zırvalamaya devam edicem. 20 yıldır bunun mücadelesini veriyorum ve kimine göre de hep aynı şeylerden bahsediyorum. ama dur bir dakika, hiç olmazsa aynı sırada bahsetmiyorum öyle değil mi? bunu da daha önce söylemiştim evet haklısınız, bunu hatırlıyor olmanız beni okuduğunuz anlamına gelirdi. ama hayır, dur bir saniye, ne diyordum?

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. zack ben değilim bu arada, ikiz kardeşim..

kötü bir sabah diye iç geçirerek çalan alarma uyandı. işe gitmeliydi. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. denemişti birkaç kez. çalışmadan yaşamayı denemişti. duruşundan ödün vermeden yaşamayı da.. ve daha başka bir çok şey. denemişti işte. hala deniyordu. denemekten asla vazgeçmemeye dair söz vermişti kendine ve uyanmıştı sabahın köründe. bir dilim ekmekle yaptı kahvaltısını.. annesi hazırladı kahvaltıyı.. kendisi de hazırlayabilirdi ama annesi bırakmıyordu bi kendi işini kendi görsün. ardından bir bardak kahve. aç karnına ve kahvaltıdan sonra içilen iki sigara. giyinmek. ardından ayakkabıları giymek. ardından kapıdan çıkarken, “hayırlı işler evladıma” karşılık, “sağol anne akşam görüşürüz” serzenişi. sabah vardiyasındaydı ve nefret ediyordu sabah vardiyasından. gece vardiyasından da nefret ediyordu. en sevdiği vardiya akşam vardiyası idi çünkü gece yarısı eve gelip sabahlayabiliyordu herkes uyurken. her neyse geçelim. üçüncü sigarasını evden çıkar çıkmaz yaktı ve beş kırk beşte uyanıp altı sıfır beşte evden çıkmıştı. altı dakika sürdü yürümesi. bu esnada biten sigarasını tazeledi servisin onu alacağı yere gelince. yollar bomboştu. servisçi altıyı çeyrek geçe gelirdi. ya da altıyı yirmi geçe. bu aralarda. bu skalada. servis gelene kadar dördüncü sigarasını da içti. neden içtiğini bilmiyordu bu kadar üst üste sigara. içiyordu işte. bir sıkıntı vardı. içinden atamadığı bir boşluk hissi. boşluk boşlukla bütünleşirse son bulacaktı. henüz bütünleşmemişti. bekliyor ve beklerken de sigarasını içiyordu. hem içi boş servisi –çünkü ilk onu alırdı- hem içi boşluğa yelken açmışlığı beklerken… kaçış edebiyatı yaptığı bile söylendi ona. yuh artıklarla iç geçirdiği bir dolu alaycı eleştiri almıştı. almış ve umursamamıştı. bekliyordu o. beklerken de ipi elinden bırakmıyordu. bazen o ipin üzerinde yürüyor bazense boğazına geçiriyordu. intiharı düşünmüyor ama ölümden uzak da yaşamıyordu. uçurumun kenarında safsatası ona göre değildi. sevmiyordu bu tip içi boş ve anlamsız sersenizleri. duvarın kenarında yaşıyordu o. ama duvar çatlamaya başlamıştı artık ve arkasında ne var bilmiyordu. ikinci bir duvarı ise insanlarla arasına örmüştü ve o duvar epey bir sağlamdı. çatırdatamazlardı asla.

her neyse moruk, servis geldi işte. bindim. sabah sabah oyun havası çalıyordu. iplemedim. servisçinin garip zamanlı müzik zevkleri. kulaklığımdaki sesi yükselttim. dayadım kafayı cama. berem sağlama aldı gözlerimi. uyumadım. müzik dinledim. ve birileri bindi servise. görmezden geldim hepsini. hepsi aynı tencerede pişen pilaki idiler. ben de öyle.  varın siz anlayın durumun vahametini. herkesin başına gelen, benim de başıma geliyordu. sırf bunları anlatabiliyor diye farklı değildim milyonlarca, hatta milyarlarca işçiden. tek fark, benim bir çıkış yolu arıyor ve bunu arada sırada deniyor oluşumdu. servis durdu. indik hep birlikte. kulaklığımdaki müziğin hızını kesmeden –rap çalıyordu, ecnebice- bir sigara daha yaktım. onun da hızını kesmedim yani. ve dışarıda, fabrika dışında bir yere oturup izledim ardımızdan gelen servisleri. umutsuz ve teslim olmuş yüzleri. isyan barındırmayan yüzleri. ne denirse evet diyen yüzleri. ben ne denirse evet demeyen, buna rağmen işyerinde en çok sevilen heriflerden biriydim. işimi iyi yapıyordum çünkü. işini iyi yapmakla sisteme muhalif olmak farklı şeyler gibi geliyordu. olmayabilirdi. belki kazıklamalıydım patronumu. belki fabrikaya zarar vermeliydim. benim işyerimdeki durumumu bilen bazı insanlar bunu çelişkili buluyordu. her şeyim çelişkiliydi tanrısını satayım. yolum yol değildi onlara göre ama yoldan çıkalı da çok olmuştu bana göre.. bi sigara daha yaktım. sonraki üç saat sigara içemeyecek, dinlenemeyecek ve belki de nefes bile alamayacaktım. hızlı tempoda çalışıyorduk. tabakhaneye bok yetiştiriyorduk resmen. kapitalizmin üst düzey, yarı açık hapishanelerinden birinde, vekildim. irkildim bir an.. yanıma biri gelmişti. günaydın demiş. duymamışım. önemi yok. onun ve günaydın diyişinin önemi yok çünkü güne başlamaya henüz hazır değilim. hazırlanmam lazım. yüzümü bir kez daha yıkamam, 2 bardak su içmem –çünkü sonraki 3 saat boyunca su da içemeyebilirdim- ardından üstümü giyinmem gerekiyordu. çelik burunlu ayakkabı, pantolon, sweet, kulaklık, gözlük, eldiven.. bir de sabah sporu diye bir şey çıkarmışlardı başımıza. birisinin sürekli elleri ağrıyormuş, işyeri hekimine durumu anlatmış, işyeri hekimi de herkese zorunlu sabah sporu diye bir şey icat etmiş. icat etmiş ama resmen. hareketleri kendi kafasına göre seçmiş ve seçilen hiçbir hareket işçilerce tam anlamı ile yapılmamış. sadece ayakta durup yapar gibi yapmışız. herkes işyerlerinde her şeyi yapar gibi yapıyordu. ben değil. hayır ben ve birkaç insan değil. çünkü başka türlü zaman geçmiyordu. patronu ya da amirlerimi taktığımdan değil.. ya da benim üzerimden kazanacakları paralara sadık olduğumdan değil. sadece, başka türlü zaman geçmiyordu. bunun ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? baştan alayım mı? dur deneyeyim bi. ne de olsa benim lunaparkımdasınız şu an.. alıyorum o halde..

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandım. yapabileceğim pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydım ve kurduğum alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmiştim. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben.. her türlü eleştiriyi kaale alıyorum gördüğünüz gibi. okuyucu ile taşak geçtiğimi düşünen yeni bir eleştirmen bekliyorum şu an.

her neyse, işbaşı yapar yapmaz ahmet geldi. ahmet hat sorumlusu. size işi düşerse, sizden iyisi yoktur, ama sizinle bir işi yani çıkarı yani yaptıracağı ekstra bir iş yok ise, sizin sorunlarınızı dinlemez bile. adama eldivenim yok, eldiven makinesi –aa evet eldiven makinesi var iş yerinde, parmak izinizi gösteriyorsunuz yeni bir eldiven veriyor, haftalık eldiven tüketme hakkınız limitli, çünkü çok gidiyor eldiven, yırtılıyor, yağlanıyor, solvent oluyor, bor yağı oluyor, falan filan falan filan, ve siz yeni bir eldiven talep ediyorsunuz. bu hakkınız sınırlı yani. tasarruflu olmak zorundayız. ama aynı tasarrufu arabalar için ürettiğimiz yağ pompasının takılacağı araba moturunun arabasının sahibi, mazot konusunda gösteremeyebilir.. cümle karışık mı oldu? toparlayayım. yani tasarruf, maliyetten kısma, aynı arabayı alıcak kişice gösterilmeyecek. arabayı alıcak kişi bir işçi de olabilir ve tasarruflar sonucu elde edilen gelirlerin katkısı ile ödenen maaşını harcarken tasarruflu olamayacak ki, borç batağı içinde çalışmaya maruz kalsın. şimdi neden patronların patron, işçilerinden işçi olduğunu anlamış olmayız. gidip marx ya da bakunin ya da smith felan okumanıza gerek kalmadı böylece. ama elbette bi sürü bi sürü kuram okuyan, her şeyin post post post post postunu, hatta postalını bilen birine, benim anlattıklarım basit gelicek.. sıkıntı yok. burası bir lunapark. ne diyordum?

eldiven makinesi. aynı ahmet, zack o eldiven makinesinden eldiven alamadığı yani, parmak izi sisteminin onun parmak izini okumadığı bir durumda, zack’e yardımcı olmaz. görevleri arasında bu da vardır halbuki. ve arada sırada sizi çok sevdiğini de söyler ahmet, mesaiye kalmak istemezsiniz bir gün, sizi mesai yazmaz, ama aynı ahmet sizi fabrikada koşu parkurundaymışınızçasına ordan oraya sürükler. çünkü siz kadro kalmaya çalışan bir sözleşmeli elemansınızdır ve ordan oraya sırf kadro kalayım gerisi kolay diye düşünerek koşabilirsiniz.. çünkü işsizlik kötü abi. iş bulmak zor. buldum mu kaybetmeyeyim düşüncesi ile her insan, köle olur, bağlı bulunduğu birim şefine. birim şeflerinin çoğu acımasızdır ve istisnalar kaideyi bozmaz. ama siz kadro kalmışsınızdır artık ve işyerindeki haksızlıklara itiraz edebilme cesareti kazanmışsınızdır. bu cesaret pat diye gelmez. biraz işsiz kalma riskini göze almayı gerektirir..

bir de şenol vardır işyerinde, beş yıllık eleman.. yani beş yıllık eleman demek bizim işyerinde dokunulmazlık hakkını elde etmek anlamına gelir. siz pazar mesaisine gelirken, o evinde uyur, siz en ağır ve saçma angaryaları yaparken, o size artıklar bırakır. şenol’un artıkları ile uğraşmak istemeyen zack, postayı koyar beş yıllık adama.. beş yıllık adam uyuz olup zack’i şikayet eder. hiçbirşey olmaz ama. şenol beş yıllık olmasına rağmen, paso hata yapar çünkü. zack yedi ayda sıfır hata ile çalışmıştır..

hikayenin sonuna geliyoruz dostlar. biraz değişik oldu biliyorum.. bir gün zack kullandığı ilaçlar nedeni ile birkaç hata yapar ve kapının önüne konur. çünkü zack’ın tazminatı yokken, şenol’un vardır. şenol paso hata yapar, başka bir adam paso mesaiye gelmez, başkaca bir adam da paso işi eker, rapor alır. bu adamlar işten atılmazken, zack iki günde üç hata nedeni ile işten atılır. çünkü tazminatı yoktur zack’in. oysa ücretsiz izin verilse, zack onun hata yapmasına neden olan hapa teselli babında ısınıp, dalgın ve hantal olmayacaktır.. ve dahası, zack de eski işyerinde üç yıllık eleman olduğu için, hiç mesaiye gitmemesine, arada bir işi ekmesine rağmen, ama yine nerdeyse sıfır hata ile çalışarak işten çıkarılmamıştır..

kısacası, kapitalizmde, her şey, maliyet hesabına bağlıdır, sistemi baltalamak istiyorsak, bizim de maliyet hesabı yaparak yaşamamız gerekir, yarışmamız değil. bitti.

25. mart 2015.


22 Mart 2016

geriye dönüşler 2: zackevolution.. bölüm 2 rites

geriye dönüşler 2: zackevolution.. bölüm 2

rites

1.
karar veremiyorum.. seçil’mi odama gelse, yoksa izmarit adam’la alsancakta gecenin dördünde kaldırımda mı otursak.. yoksa kumsaldaki kar tanemden mi bahsetsem.. biliyorsunuz, kendi başına gelenler hakkında zırvalayan biriyim sürekli.. bitiremedim bi türlü bunu.. bitmedi. bitmiyor. kim okur diye düşünmedim asla. anlatmaya ihtiyacım vardı sadece, hepsi bu. hâlâ var bu. önemli şeylerden bahsettiğimi düşünmüyorum. ama benim için, gerçek dünyadan ne kadar kaçarsam o kadar kâr.. sadece, kararsızım bugün. yazı var, o net sadece..

2.
seçil geldi. odama. “dışarı çıkalım mı” dedi bana, “hem izmariti de ararız.”
“o seni duymak için can atıyor” dedim ona.
“duyamaz” dedi. “beni senin dışında kimse duymamalı girdap. bazen sen de duymazdan geliyorsun gerçi..”

iğnelemelerle başlamıştı yine. ama gülümsüyordu bunu söylerken.. “bugün napıcaz biliyor musun” dedi.
“napıcaz” dedim..
“izmarit’le buluş” dedi. “ben yanında olucam.”
“seni dışarı çıkartmıyorum” dedim
“birkaç kere çıkmıştık biliyorsun” dedi
“artık değil” diye yanıtladım. “dışarda gerçeğe daha çok dönüyorum artık”
“ben gelicem” dedi. “sen de izmarit’i arayacaksın.. ilacın ne alemde?”

eve yeni gelmiştim. kumsaldaki kar tanesi ile beraberdim ve eve yeni gelmiş, yazının başına oturmuşken geldi odama seçil. kararsızlığıma yardım etti. usulca girdi içeri. karanlıktan doğdu. ışıklar içinde değil hayır. kapıdan da değil. bir anda belirdi ve “dışarı çıkalım mı” dedi.

3.
izmariti arıyorum. gecenin ikisi.
“abi alsancağa inelim”

uzun uzun çalıyor telefon. üç kez arıyorum. her seferinde seçil’e, açmıyor işte görüyorsun ve benzeri cümleler kurarak. o ise, “ara, açıcak, beni dinle sen” diyor.. dördüncü de açıyor izmarit. uykudan uyanmış bir halde. ve direkt onun “alo” sözcüğünden sonra, “abi” diyorum “alsancağa inelim..”

“inelim mi” değil, “inelim” diyorum direkt. geliceğini biliyorum, önemli olduğunu biliyor, konuşmaya ihtiyacım olduğundan değil, dışarda kalmak istediğim için..

içtiğim hap uykumu hemen getirmeyecek bugün, biliyorum. “abi tütünün var mı” diyor bana izmarit.
“boşver” diyorum, “bi paket sigaran benden, şarap da alırım, iş yaptım bugün tükkanda ve işportada..”

“tamam” diyor, “yarım saat sonra izbanda” diyorum. “olur” diyor “ama izbanda niye? durakta buluşalım, izban yok bu saatte.”
“izbanda” diyorum “seçil öyle istedi.”
“he tamam o zaman durum karışık” diyor. kapıyoruz telefonları.

“işte bu kadar diyor” seçil. evdeki herkes uyuyor. eve geldiğimde uyumuyorlardı, ben kararsız kalınca uyuyacakları tuttu ve bende evden gizlice çıkıp şirinyere kadar yürüdüm. saat üçe yirmi var. izbanda buluşuyoruz ama izban çalışmıyor.. tren yoluna atlayacağız. seçil’in fikri. ve yürüyeceğiz alsancağa kadar.. sabah işe gidicek adam. önemli değil bu onun için. daha önce de ben işe gitmiştim birkaç kez, sabahlayıp onunla. işin püf noktası şu, sorunumuz olduğu için buluşmadık, seçil öyle istedi. seçil benim. seçil diye biri yok. var gibi yapıyorum. öyküye güç katıyor mu bu bilmiyorum. öyküye güç katmak gibi bi derdim yok. hem izbanda buluştuğumuz halde tren yolunda yürümüyoruz. vazgeçtim. benim sığınağıma da gidebilirdik. sığınağım buca eski tren istasyonu. karanlık ve sessiz bir yer. bi gün sizi oraya da götürürüm belki.. sessizliği karanlıkla bütünleşince seviyorum. seçil de bunu seviyor. karanlıkta gelir hep. ama kumsalda ki kar tanem karanlıklarımı yok etti ve sessizliğimi bana armağan etti. seçil karanlık tarafımı aydınlatma çabasındaydı hep. artık gerek kalmadı. seçil susabilir. özlem ve tuncay öldü. refik’i de öldürebilirim. zack olma ihtimalim yok. tabii bunlar hep, sıkı okuyucularımın anlayabileceği kodlar. sıkı okuyucularım var evet. iyi yazıyorum çünkü. sadece okunmuyorum, hepsi bu. meselenin bu kısmı bi gün halledilir, acelesi yok. ben yazayım da, okunması şöyle dursun. kendi üzerime inşa ettiğim bir hafriyat gibi yazı. zırvalıklarım. belim ağrıyor bir saniye.

heh geldim. bir sigara ile birlikte üstelik. sigaram meşalemdi benim. yavaş yavaş sönmeye yüz tuttu. meşaleye de ihtiyacım yok artık. çünkü karanlıkta değilim. safsak ve sevmediğim mutluluk havası da değil bu. değil çünkü safsak ve mesnetsiz, saman alevi gibi olan ama biraz daha uzun yanan mutluluk hallerini gerçekçi bulmuyorum.

izmarit’le buluştuk ve o kısma gelicem. acelemiz yok. anlatıyorum. hiçbir konuda acelesi olmamalı insanın. saatin icadı, doğamızın katliamının başlangıcı. matematiğin, dünyanın yanlış toplanma hali olduğunu söylemiştim daha önce. ne diyordum? seçil..

seçil geldi ve evden çıktık bir telefon görüşmesi sonrası. bana, yolda, “sigara alıcaz unutma” dedi. “büyük olasılıkla bu son gelişimdir girdo” dedi. “veda etmeye geldim. zemt’te görüşürüz artık.” dedi.
“zemt ne?” dedim.
“zamanı gelince anlayacaksın” dedi. “henüz ölmedin.”
anlamadığımı söyledim. “ölünce anlayacaksın adamım” dedi, “acelenin olmadığını söyleyen sensin. zamanın olmadığı, izafi bile olmadığı dünyaya düşünce anlarsın..
kafamın karıştığını söyledim ona. “karışmasın” dedi, “beni bu son görüşün.”

sigarayı aldık ve izban’ın önüne geldik. bekledik bi beş dakika. iki sigara içtim bu süre içinde. sigarayı hızlı içerim. izmarit geldi, etrafa baktı sarılmadan önce bana. “o’nu göremezsin” dedim ona, “ama yanımda.”

daha sonra sarıldık. izmaritle her gün görüşsek her gün sarılırız. aynı evde yaşarken de bu böyleydi. seçil “gidelim” dedi, “vazgeçtim, tren yoluna inmeyin, otobüse binin.” bunu anlattım izmarite,
“tren yolu olmaz zaten abi” dedi, “istese bile çok uçarı bir istek olur bu.”
“tamam zaten vazgeçti” dedim..

otobüse binip alsancağa inerken, hiç konuşmamayı salık verdik izmaritle. en arka koltuğun bir önündeki, otobüsün istikametine ters koltuklara oturduk her zamanki gibi.. saat üç otuz otobüsü. baykuş. 940. konaktan da yürüdük alsancağa. saat dördü on geçe kıbrıs şehitlerindeydik. şarap aldık. yollar bomboş. bir dükkanın önüne oturduk. önümüzde bir taksi vardı. az önce taksiye binip otobüs durağına yol almıştık, kar tanesi ile.. kumsaldaki. eve gelip çıktım hemen. hepsi bu. kararsız olduğumu söylemiştim. hiçbir şeyi es geçmiyorum yazarken, farkında mısın “öykülerin bütünlüksüz” diyen edebiyatın vekili.. sahi, edebiyatta demokrasi işler mi? en çok satan mı en iyidir yani? ya da en uzun süre edebiyata dahil olan mı? edebiyat nedir ki? ben bilmiyorum. benim sanatın, şiirin, öykünün ne olduğu üzerine fikirlerim yok. hiç olmadı. meseleyi büyütmüyor ama küçümsemiyorum da. kendimle ilgiliyim daha çok. ne yaptığım ile. başkası ya da başkalarının ne yazdığı beni ilgilendirmiyor zaten. okumuyorum da. onların okuduklarını da okumadım hiç. inat değil, okumadım, hepsi bu.. bu anlamda tam bir cahilim. ama onlar da benim bulunduğum saatlerde benim bulunduğum sokaklarda bulunmadı hiçbir zaman. bir kaldırımdan dünyaya bakmanın zevkini tatmadılar. kaldırım inşa ediyorum kendime yazarak. sonra o kaldırıma isteyen herkesin oturmasına izin veriyorum. mülk edinmiyorum kaldırımı. yeni kaldırımlar yapma hevesindeyim daha çok. yolları daima kaldırımla kaplamaya çalıştım. arabalar geçemesin. motorlar hiç geçmesin. trafiğe kapatılsın tüm sokaklar. bir sürü şeyin bir sürü işportası olsun.. bir de kafe ve barlar. alışveriş mağazaları olmasın mesela hiç. her şeyin işportası olsun. bir de işportaların arasında sandalyeler.. iç içe, dedikodusuz. herkes herkesi duyabilir bir mesafede. ve yılışık kahkahalardan utanalım istiyorum. istiyorum sadece. hayallerimizi de mi anlatmayacağız canım..

“anlat” dedi seçil hemen ardından. “izmarit’e anlat.. hiçliği..”
“o biliyor bunu zaten” dedim..
“ben gidicem birazdan” dedi, “şarap alalım..”

aldık ve bir kaldırıma oturduk. burda kalmıştık en son, akışı asla unutmam, sadece bazen es geçebilirim..

tekrar söyledi seçil. anlat, izmarit’e, hiçliği..
“o biliyor bunu zaten” dedim ve izmarit bunu duydu.
“neyi biliyormuşum abi” dedi.
“hiçliği” dedim.
“bilmiyorum” dedi, “ben hep varolma savaşı verdim.. hayatın içinde, bir köşede, hiçbir şey yapmadan bekleyen adam olmanın savaşıydı bu.. önümde tezgah yerine tütün olsun istedim. ama satmayayım onu. isteyen gelip ‘tütününden sarabilir miyiz abi’ desin. olur diyeyim. tütünüm bitsin. tekrar almaya param olmadığı için sigarayı da bırakayım. iyi olayım be abi” dedi, “seçile söyle beni de iyi yapsın..”

seçil bir anda görünür oldu ona da.. izmarit apalladı.. “olm biz seni deli sanıyorduk, birinin halüsinasyonunu başka biri göremez” dedi.. şok olmuştu. ben olmadım. ben zaten biliyordum.. size söylememiştim.. her şeyi anlatmadım henüz. ilk kitap, başlangıç sadece. ısınma turları. sahaya çıkmadık henüz. henüz okunmadık bile be yavru. hiçbiri ölmedi, boyut değiştirdiler sadece. zamanın bu dünyaya göre izafi bile olmadığı yere. ve kendilerince vakitlerinin dolduğuna inandıkları gün gitti bir kısmı. seçil de bugün gidiyor işte.

“gidiyorum izmarit” dedi, “sana da gelmeye başlarız belki bir gün.. ister misin?”
“aaaa olur tabii, tabii memnuniyetle..” hala şoktaydı..
“şarap iç şarap” dedi seçil, “ayıkırsın durumu.. ama bu bir sır, kimseye anlatmak yok.. ben bir sırım. ve bugün ölüyorum.”
“tamam, şey yani tabii” dedi izmarit.. şoktaydı. “haa nasıl ne zaman?”

yerde oturuyor, ve sadece yoldan geçenlerin ayaklarını görüyorduk. kafamızı bir milim bile daha yukarı kaldırmadan ama önümüze de eğmeden duruyorduk orada. ben içmiyordum. ben bırakmıştım artık. sigaraya da zaman gelecekti ama alkolü demirtaş da bıraktığıma inanmıştım. bir önceki demirtaş maceramda da otu bıraktım. kimbilir belki bir sonrakinde de sigarayı. ritüel değil bu. öyle denk geldi. şarkının adına da yaraşıyor, şarkının ve öykünün. her ikisinin de adı aynı sonuçta. rites. defalarca üst üste çalan melodi.

seçil “ben gidiyorum” dedi, “yakında görüşücez seninle, biz ölmüyoruz, sadece kayboluyoruz, artık biliyorsun bunu. bu dünyada değil ama, yakın gelecekte, görüşeceğiz. sen ölünce. tabii izmarit seninle de..”
“bana da gelin” dedi izmarit. “ve sen biraz daha kal”
“sana başkaları geldi" dedi seçil. “sen farkında değilsin. içinde yarattığın boşluğa fazla aldırış etme. geçer o. sadece neyle doldurduğuna dikkat et. bu aralar iyi gidiyorsun.. hayatına giren her insan önemlidir. bu ara girenler daha önemli oldu hepsi bu. girdo senin için de öyle..”

“teşekkür ederim seçil” dedim ona.
“teşekkürlük bir şey yapmadık olm” dedi seçil. “gördüğün gibi, ya izmarit de halüsinasyon ya da ben de varım.”

ve bir anda kayboldu. fitili yakıp gitti. izmarit’in suratına baktım şüphe ile.. o da bana şüphe ile bakıyordu. kumsaldaki kar tanem uyuyordu. ben de uyumak için eve geldim. ya da hiç gitmedim. uzandım sadece. erişebilecekmiş gibi, gerçeğin hiç var olmadığı masal alemine..

22.mart.2016

başlık lost ın the trees’in bir şarkısının adıdır

11 Mart 2016

zackeva

sigara üstüne sigara dedi zack. aynen figaro figaro figaro gibi. sigara sigara sigara.. oysa bırakmaya karar vermişti daha sabah. bırakıcaktı bir gün. umursuyordu artık bir şeyleri.. geçmiş geçmişte kalmıştı. gelecek güzel olmayabilirdi. her şey ters gitse bile dedi, ben ters gitmeyeceğim.. bir yolu vardı inandığı, üçüncü yol diyordu adına. henüz geçmemişti o yola. zamanını bekliyordu ve kahin gibiydi kendi hayatı söz konusuysa. her şeyi önceden biliyordu. bekliyordu. beklemesinin boşuna olmadığını bilerek bekliyordu. gelicekti o tren. çıkıcaktı içinden aradığı boşluk.. trenden inicek ve boşluğuna karışacaktı. kim olduğunu bilmiyordu sadece. aramıyordu da. başka başka kadınlarla, acaba diyerek şansını denemiyordu. şansını denemezdi hiç herşeyden emindi. gelicekti o tren. boşluk boşlukla bütünleşecek ve bir hacme sahip olacaktı. acelesi yoktu. acelesi yoktu ve hayatta kalacaktı. her ne olursa olsun.

her şey ters gidebilirdi dediğim gibi.. umrumda değildi terslikler. sorunları çözmeye çalışmayı bırakalı yıllar olmuştu. arkama yaslanmıyor ileriye adım atmıyordum. bekliyordum sadece. herşey bir anda, pat diye, aniden olucaktı. mutlu olmayacaktı. zaten kendi içinde mutluydu. kendi içindeydi herşey. tüm politikliği ile kaygısız ve tek başınaydı. bir şey yapılacaksa yapardı. tek başına veya beraber. tek başınalığın kararlı senfonisi. sıkılmamıştı. sıkılmıştı. iki arada bir derede yaşıyordu. dün gece nolmuştu. düşünmüyordu dün geceyi. güzeldi hepsi bu. hepsi bu değil.. fazlası var. ilk defa gerçekten inandı sigarayı bırakacağına. bırakamadı ama inandı. inancını kaybetmişti oysa herşeye karşı. ilk kez kendini umursadı. ilk kez güne farklı bir şarkı ile başladı. sabiteleri değişmişti. iyi uyanmıştı. dipde değil, iyi sadece.

sarıldı yalnızlığına. kendine değil, yalnızlığına. yalnızlığım diyecekti onla. bir bütün olmuştu. tek başına da bir bütünken, onunla fazlalık hissetmeden birleşmişti.

emindi kendinden. kendinden ve içinde yaşadığı açmazdan. kaybedip kazanmaya inanmazdı. yaşar geçerdi birşeyleri fazlasıyla umursayarak. herkesin canını sıkan onu etkilemez ve sıkılırdı insanların sorunlarından. sorun çözücü değildi. ama geçiştirmiyordu da.. bekliyordu sadece. hayatta kalmaya çalışara. emindi. gelicekti o boşluğunu taşıyan tren. yanılmayacaktı. onunla beraber olmak isteyen herkesi elinin tersi ile itiyordu. dış kapısı dışardan iç kapısı içerden kitliydi. iç kapısını açmazdı asla. sadece bazen kilidi açar ve kapıyı çalmadan girilmesini beklerdi. dostları yapmıştı bunu. bir yere kadar girmişlerdi hole. holün ardında renksiz bir oda vardı. görünmezdi oda. oyuncakları görünmezdi. gizliyordu kendini ve herkese gülüyordu. kendi gibi olmayan, tek başına varolabilen biri gelip görücekti oyuncakları. taştan oyuncaklar. deniz taşından. şekilsiz hayaletler.
varlığını kimsenin varlığına armağan etmezdi. kimseyle bir olmazdı. ama bir olmak istiyordu. boşluk yutacak boşluğu. ruhları kesişim kümesi. umursamak birşeyleri. sigarayı bırakmayı düşlemek. düşmemek daha fazla. ama tırmanmaya da çalışmamak daha fazla. kendi halinde. olduğu gibi. olduğu yerden memnun.. kendi gibi birini beklemiyordu. kendi boşluğunda kaybolup bunu sorun etmeyecek birini bekliyordu. gelmişti. durmuştu tren. içinden inmesini bekliyordum. gel dedi, gidelim.. nereye diye sormadım. adım attım içeri. ve tren hareket etti. camdan dışarı baktık sadece, hiç konuşmadan camdaki yansımamıza baktık. kapılar kapandı. ve herkes inmişti trenden, o hariç, ben binerken..

11 mart 2016