to wish impossible things
şimdi ben burada, yaşayan ve
ölmekte olan her şey için, yas tutmayı kesiyorum. yani sadece ölmüş olanlar
için değil, günden güne ölmekte olan her şey için de. giderek daha da azalan
varlığım için, yas tutmayı kesiyorum. ve giderek daha da azalacak, herkesin
varlığı. insanlar üremeye devam ederken, büyümeye devam ederken sürekli insan
türü. en tehlikeli virüsten bile daha tehlikeli bir şekilde, ve akıl almaz bir
evreyle çoğalan insan türü.
ben. bir şey olmak için
çabalamayan ben. bir şeyleri günden güne içinde eriyen ben. günden güne her
şeyi kaplamaya devam eden insanlık, insanlıktan uzaklaşan ben. her gördüğü şeyi
yok eden insanlık, kendi kendini yok etmekten bile aciz ben. her şeyi bir
çırpıda silebilen insanlık, silinen hiçbir şeyi unutmayan ben. her şeyi bir
anda dönüştürebilen insanlık, kendini bir türlü dönüştürmeyen ben. kendi içinde
çok hızlı bir şekilde evrim geçirebilen insanlık, insan denilen türün derhal
yok olmasını arzu eden ben… zırvalamaya devam ediyorum. kendimi susturmayı
başaramıyorum. hiçbir şeyi susturmayı başaramıyorum.
hareket etmek anlamsız geliyor,
ama hareket ediyorsun işte. düşünmek anlamsız geliyor ve düşünüyorsun. yürümek
fazlasıyla anlamsız, yürüyorsun ama. sokağa çıkıyor, insanlarla karşılaşıyor, ve
asla anlatamayacağın, anlatmaktan korktuğun görüntülerden dolayı, bir kez daha
psikoza girip akıl hastanesine kapatılma tedirginliğini çaktırmamaya veya
kulakları sağır edebilecek bir çığlık atıp kimseyi rahatsız etmemeye
çalışıyorsun.
otobüse biniyorsun. en arkada
ayaktasın. ve kulağında bir kulaklık, elinde bir kitap, duruyorsun öylece.
kimsenin gözlerine bakmıyorsun, çünkü bıkmışsın artık gözlerden. bir lavabonun
deliğinden aşağı dönerek inen su geliyor aklına, o lavabonun merkezindeki
delikten, bir girdaba tutulmuşçasına emilen su… ve tüm enerjini bir anda çekip
yok eden içindeki karadelik, dışındaki karadeliklere karşı var olma savaşı
veriyor, hangisinin çekim gücü daha ağır basıcak? ve kulaklığımdaki ses, beni
boşluğuma doğru iterken, kitabı açıyor, okumaya başlıyorum.
“aptal lan bu” dediğinizi duyar
gibiyim. içinizden geçen her şeyi biliyorum. gözlerinizin gerisindeki,
renginizi çok çabuk değiştirmenize neden olan o mantıksal süzgecinizi de
görebiliyorum. ve evet, “önyargı bu” diyor biri. sanane bile demiyorum ona.
çünkü anlamsız geliyor. çünkü gerçekten anlamsız bu. çünkü yazmak bile anlamsız
aslında ama yazıyorsun işte. yazmaya ve yayınlamaya devam ediyorsun. ne
anlattığını unuturak ama unutmayarak da aynı zamanda. zırvalıyorsun…
boşlukta slalom yaparken,
bariyerlerinize çarpıp duran zihnim akmaya devam ediyor. ve bu bana gerçekten
anlamsız geliyor. devam ediyorsun zihninden geçenleri takip etmeye. kitap
önünde ama, gözlerin içine dönük. ve arkaya üç hatun geliyor. biri hemen
yanında ayakta, kolundaki bilekliğe bakıyor -bilekliğimin üzerinde beş adet yin
yang var- bakıyorlar, hissediyorsun bunu, fark ediyorsun, ve yanındaki hatuna
dönüp gülüyor. ve sonra bir gülüşme faslı, ve sonra oynayan kaşlar, ve sonra
dönüp bakmadan hiçbir şeye ve her şeye, kitabı okumaya devam ediyorsun. adamın
biri bir şeyler zırvalamış. yine, zen üzerine yazılan bir kitap. daha önce de
açıkladım ama tekrar açıklıyorum; kitap zen üzerine değil, zerre alakası yok
zen ile, sadece, zen üzerine yazılmış.
hepsi bu. bir şey anladınız mı?
sonra zaman geçiyor, otobüs
ilerliyor, yollar geriliyor, zihnindeki sinirler geriliyor, zihnindeki lastiğe
sıkışan top fırlayıp birine çarpmasın diye kendini tutuyorsun, ve miden
bulanıyor bu esnada yine. gerçekten miden bulanıyor yani. gerçekten. sonra,
kitabı okumaya devam ederken sen, iyice doluyor otobüs ve bu esnada duraktaki
bir manyak, hatunlara kaş göz işareti yapıyor, hatunlar gülüyor. adam aşağıda,
telefon işareti yapıyor, “numaran ne” der gibi, görüyorsun onu da, ve
yargılamıyorsun asla, ne iğreniyor ne de gülüyorsun, hislerini yitirmişsin. ama
hatunlar hoşnut beğenilmekten. hatunlar metal dinliyor sanırım. yani öyle
görünüyorlar. ve my dying bride üzerine bir geyiğe dalıyorlar. geyik.
vokalistin adını hatırlamadığını söylüyor esmer olanı-benhatırlıyorum-çok
etkileyici bir sesi var diyor. otobüs hareket ediyor ve arkalarına dönüp bakıyorlar
hatunlar, herif hala durakta, eli kulağında, telefon numarası istemekle meşgul.
ve otobüs doluyor. ve tenine
değen insanlar. ve ruhuna yapışan o aptal enjeksiyon makinesi. bekliyorsun ve
yol bitmiyor. kulaklık, müzik, kitap, otobüs, insanlar, duraklar, yollarda
yürüyen bir sürü şey, gerileyen yol, gerilen zihin kasların. ve sonra bir baş
dönmesi. gerçek bir baş dönmesi ve kararan dünya. neyse ki alsancak cami
durağına geliyoruz ve herkes iniyor, sen de bir çığlık atarak veya kusarak,
veya yere yığılıp kalarak, cami duvarına işemiş olmaktan kurtuluyor, arka
koltuğa oturuyorsun. çünkü garda inecek, iki durak sonra inecek ve dişçiye
gidiceksin. yani hikaye bu. sonra doktor, benim dişlerimi temizledi ve çıkıp
eve döndüm. ve şimdi de size bunu anlattım.
size de oluyor mu böyle şeyler,
bilmek isterdim. çünkü artık delirdiğimi düşünmeye başladım ve eğer çoğunluğun
gözünde, normal sayılmayan davranışlar içinde bulunursanız, çoğunluğa göre
normal olmayan bir takım konuşmalar yaparsanız, çoğunluğa göre hiç de normal
olarak addedilmeyen yazılar yazıyor ve o yazılarda, içinizdeki dönme dolabın
çok fazla hızlandığını, ve parmaklarınızın bu hıza yetişemediğini söyleyip,
aslında sandıklarından çok daha fazla anormalleştiğinizi itiraf ederseniz,
dahası tüm bunlar ve daha fazlası, size bir sinir krizi geçirtip, bir ekmek
bıçağını bileğinize dayamanıza, ve sonra es geçip bir kez daha ölümü,
bilekliğinizi kesip çıkarmanıza neden oluyorsa, ve otobüsteki hatunlar da sizin
için çok önemli olan bilekliğinizi salak bir şekilde tekrar yapıştırdığınız
için gülüyorsa ve tüm bu hengame arasında sırtınıza sırtı dayanan bir adam sizi
daha çok itmeye başlamışsa, ve sokaktaki bir kediye tekme attığını görüyorsanız
bu esnada bir adamın, otobüsün camından baktığınızda, ve hızla yol almaya devam
edip sallanan otobüs yüzünden önünüzdeki kitabı okumakta ve kendi
karadeliğinize sinmekte zorlanıyorsanız, her an bir çığlık atabilirsiniz, ya da
düşüp kalabilirsiniz oracıkta basit bir baş dönmesi sonucu.
sonra sizi hastaneye kaldırırlar
ve doktor “tansiyon” der sadece. gerçekten sadece bunu der yani. ve sizi oraya
götüren her kimse artık, ya da sonradan gelebilen yakınlarınız her kimlerse,
size, kendinize dikkat etmeniz konusunda telkinlerde bulunurlar ve biraz da
şefkat çabası işte.
bana şefkat gösterme, sevme de
beni, dilersen nefret et, iğren hatta, dalga geç istersen, ama neyi neden
yaptığına dair bir nedenin olsun kendi içinde, yani bil. sevdiğin şeyi niye
sevdiğini bil. ya da niye sevmediğini. yani, her ne yapıyor ya da hissediyorsa
insanoğlu, bunu açıklayabilmeli de bence. ben öyle yapabiliyorum. o yüzden
delirdim aslında. kendimi tamamen çözümleyebildiğim için, delirdim. arayış yok.
yeni bir keşif şansını da yitirdik sanki. bekliyoruz işte, gelmeyeni. “the
circle did close indeed.” ve dönen dönen dönen girdaplar, hiçliğe doğru
akıcaklar.
ve doktor size, basit bir
tansiyon diyecek, bu kahrolası baş dönmesi için. aileniz ile beraber eve
gönderilip, birkaç hap içmek zorunda kalıcaksınız. ve elinize aldığınız minicik
bir hap bile, midenizin bulanması için yeterli olucak, çünkü koskoca altı
ayınızı, binlerce hapı kendi içinizde birbirine sentezleyerek geçirmişsiniz.
artık kaldırmıyor bünyeniz. ve sonra bir kusuş. sonra zihninizin pusuya yatması
günlerce. hareket etmeyen tek bir karınca bile olmayışı. yani şu
televizyonların karıncalanmasına benzeyen bir görüntü sunan zihninizin vizyonunda.
kendi içinizdeki vizyon. göz kapaklarınızda gizlenen dünya. onun karıncalanması.
alıcılarınızın ayarları ile oynayan koca bir dünya insan. ve sonra da sizin bir
deli olduğunuza kanaat getirip tımarhaneye kapatıcaklar mesela. olası. olası
olan her şey için, kadehimi boşluğa kaldırıyorum. şerefe jori. yoo hayır, bunu
sevmedim. şerefe değil. boşluğa. boşluğa yazılan her şey gibi, bir çırpıda
silinip gitmeyen varoluş. ve o varoluşun yarattığı, boşlukta hissetme hali. ve
o boşlukta uçuşan kelimeler. ve o kelimelerin, algı dünyandaki nesneleri var etmesi.
ve o nesneleri ve olayları ve olup biten –ya da bitmeyen- şeyleri, bi tek ben
mi görebiliyorum acaba diye şüpheye düşmen. bu noktada doğan paranoya ve
paranoya ile birlikte gelen yalnızlık hissi.
soğuk, olabildiğine ve
alabildiğine soğuk ve karanlık bir koridorda, zemine basmadan öylece beklemen.
karanlık ve karanlığın tonları. ve ancak elinle hissedebildiğin iki duvar, iki
yanında. bir koridor burası evet. hissedebiliyor ama derinliğini ölçemiyorsun.
tünel de olabilir. ya da kuyu. ya da benzeri bir girdap. ve ayakların yere
basmıyor ama sabitsin orada. bastığın bir şey var gibi, ama aynı zamanda
boşlukta duruyor gibisin, çünkü zemin görünmüyor. ordasın işte. saatlerce.
günlerce. haftalarca. orda duruyorsun. ve orası alabildiğine soğuk. çok soğuk
yani, anlatabiliyor muyum? üşüyorsun ama donmuyorsun. ordayken, birileri
geliyor, konuşuyor, birileri bir yerlere davet ediyor, birileri bir şeyler
fısıldıyor telefonun ahizesinden, birileri ekranına harflerini yerleştiriyor,
ve kimsenin hiçbir şey görmesini istemiyorsun. çünkü delisin sen. delisin ve
deli olduğuna bile kendi kendine kanaat getirip kendini teşhis edebilecek kadar
da biliyorsun kendini. ve nasıl tedavi edebileceğini de biliyor ama korkuyorsun
artık. zihnin normal insan algısının çok ötesinde -veya gerisinde- bir yerlerde
geziniyor. gerizekalı olabilirsin. ama olmadığını biliyorsun.
bir şarkı çalıyor şimdi ve resmen
ruhuna elektrik verilmiş gibi titriyorsun. pj bu. verir mi verir diyorsun kendi
kendine gülümseyip. pj harvey, missed’i söylerken, 7 trilyon voltluk bir
elektriğe kapılmış gibi titriyor ve aynı zamanda kimsesizliğin getirdiği
soğuktan dolayı titriyor ve kendine sarılıyorsun. ellerini, kendine sarmışsın.
ve tırnakların batıyor sırtına, kısa oldukları halde. gerçekten batıyor ama.
eridiğini hissediyorsun ama fiziksel anlamda erimediğini de görebiliyorsun.
gözlerin açık. zihnin kapalı ya da karıncalanmış ya da sekiz sene önce aldığın
bir dolu maddenin kalıntısını hala atamadığı için, uçuşta. ve vizyonunda
beliren binlerce kelebek. halüsinasyon diyor bazıları. onlardan. binlerce ama.
uçmuyorlar. kanat çırpmıyorlar. renkleri bi çok. rengarenk diyorsunuz siz buna.
bi çok renkte kelebek. sabit duruyor. havada sabitler. havada ölüp yere
düşmemiş olabilirler. siz ayaktasınız. müzik çalıyor. müzik değişiyor. gecenin
bir yarısı, lacrimas başlıyor, without diyor lacrimas profundere, ve siz
oradaki o’suzun, ney olduğunu bile bilmiyorsunuz. she, he, it? her şey olabilir:
kadın erkek, transseksüel, kedi,
köpek, bukalemun, sinek, monitöre konan yavru bir sinek, bristol, berlin,
alsancak, rotterdam, aşk, votka, yazı, şiir, akciğer, yeşil bir halı, ağızdan
aldığın amfetamin, damarına bastığın metamfetamin, lsd, sonra tekrar alsancak,
ardeşen, bağırıp tokat atan bir yüzbaşı, izmir, tren yolu, ankara, sonra tekrar
istanbul, sonra tekrar izmir, sonra tekrar istanbul, sonra tekrar ankara, sonra
izmir, sonra tekrar izmir ve sonra tekrar izmir…
binlerce görüntü akıyor
zihninizin vizyonunda, ve gözleriniz açıkken oluyor bu, bazıları halüsinasyon
diyor, ben gerçekliğim diyorum, ve akmaya devam ediyor görüntüler. kelebekler
sabit hala. sonra bir anda ışıklar patlıyor, bir sürü ufak ışık, çok hızlı
şekilde patlayıp sönüyorlar. kanadığını görüyorum elimin, sağ elimdeki bir
parmağımın sızladığını hissediyordum, şok etkisi yaratan fiziksel acı ve
dünyaya geri dönüş.
ve sonra şarkı değişiyor,
katatonia - quiet world. kelebekler yok. hiç bir şey yok. herkesin görebildiği
gerçekliğe eşitleniyor zihnin vizyonu. karıncalanma sonrası, bir merhaba. sonra
dur. öylece. hareketsiz.
otobüsteyiz tekrar. kendime
gelmişim hastanede. eve geri dönüyoruz. tansiyondan diyen doktor. kendine
dikkat et diyen yakın. o kadar uzak hissediyorsun ki kendini her şeye o an. o
kadar uzaktaki herkes. sen o kadar uzaktasın ki. konuşmaktan bile vazgeçiceksin
nerdeyse, çünkü bağırman gerekiyor, sesini duyurabilmen için, çığlık atman. o
derece kaybolmuşsun. ve korkuyorsun, kapatılmaktan. yasaklanmaktan da
korkuyorsun. üzerine çarpı konulmasından korkuyorsun. kafeslenmekten
korkuyorsun. sansürlenmekten korkuyorsun. sesinin kısılmasından korkuyorsun.
sağır olmaktan korkuyorsun çünkü müziğe ihtiyacın var. kör olmaktan
korkmuyorsun bir tek, çünkü bu dünyadaki her şeyin çok ötesine geçmiş durumda
zihnindeki gözler. ve algı düzeyin kaymış durumda gerçekten. delisin. inkar
etmiyorsun bunu. sadece, “bir kaç deli daha yok mu?” diyorsun. hey, orada beni
duyan bir deli var mı? gidip kendimize, bi ülke kuralım. bu dahi insanlar,
dahiyane fikirleri ile, kendilerine ördükleri kafeste, yaşaya koysunlar. arada
bir gelir ziyaret ederiz. olabilir belki. belki de hiçlik. her şeyin en
doğrusu, her şeyin yanlış olduğunu kabullenmektir. kendini yanlış olarak
tanımlar ve bu şekilde hareket edip, kendini düzeltmeye ve onaylatmaya
kalkarsan, iyileşiyorsundur. oysa, benim deliliğim, deliliğimin doğru olduğunu
savunuyor. delirmenin. delirmiş olabilmenin. delirebilineceğinin. böyle bir dünyada,
ve böyle dahi insanlar arasında, mantığının iflas etmesi sonucu, tüm algı
mekanizmalarının, normalden farklı bir düzeyde tepki verebilmesi.
ne diyordum? çoğunluğa göre
normal olmayan her şey… sonra müzik tekrar değişiyor, the cure- to wish
impossible things. dönüp duruyor artık. saatlerce ve günlerce aynı şarkı dönüp
duruyor. hiç bitmiyor ve başa döndüğünü anlamıyorsun. dönmüyor başa. akıp
gidiyor. sen de akıp gidiyorsun kendi içindeki karadeliğe. hangisinin daha
güçlü bir çekimi var? dıştaki mi içteki mi? kendinden emin olmadığın zaman, ve
kendindeki tuhaflığı ele vermek istemediğin zaman, susmayı seçersin. hayır
susmuyorum ama bu epey anlamsız gelicek. bunu biliyorum. epey kafayı yemiş
diyecekler. bunu da biliyorum. ve bir de şu, neydi adı, anımsayamadım, hah,
depresyon. sikmişim depresyon ve bunalım ve tüm mutsuzluk ya da mutluluk
tanımlamalarınızı.
beş duyumu da aldırmak istiyorum
şimdi. hatta altı. evet ne kadar duyu organım varsa, alın bence. hatta tüm
organlarımı alın. akciğerim bana kalsın, sigara içiyorum o lazım. karaciğer de
olumlu doktor bey. mide? yok, mide iyi durumda. ama dilersen, göz kapaklarımı
kesebilirsin. işe yaramıyorlar.
ve, “gör” dedi adam, “her şey
ölmekte.”
“öyleyse neyin savaşını veriyoruz
söyler misin?” dedi.
kendimle konuşup kendimi
yanıtlamamaya devam ettim, çünkü tüm yanıtlarımı daha önce vermiştim. ve
yanıtlarım, normal algı düzeyine göre, yanlış olduğu için, deli olduğumu
söylediler. ve ben de, deli olduğumu kabul edip, tedaviyi ret ettim. ama zaman
zaman, dışarıdaki, o normal algı düzeyinin karadeliğinden salgılanan çekim gücü
ağır bastığı için, yazmaktan ve yaşamaktan ve konuşmaktan ve hareket etmekten
ve var olmaktan vazgeçiyorum. hepsi bu. ama şimdi, kendi karadeliğimin
derininde bir yerdeyken, altına imzamı basıp, duvarıma asıyorum diplomamı.
onaylayan: girdap. onaylanan: girdap. siz bunu okuyup, düşünmeye ya da
sorgulamaya ya da konuşmaya ya da beğenmeye ya da kutlamaya ya da çamur atmaya
ya da ya da ya dalara devam edebilirsiniz. umursuyor değilim. umursamıyor da
değilim. her iki şekilde de, ve her türlü olasılıkta, ölmekte her şey günden
güne. içimdeki ölü makine, bi gram paslanmadan varlığını sürdürüp, ışıl ışıl
parlıyor hala. ve klas bir şekilde sigaramı yakıp, bir nefes alıyorum,
zihnimdeki boşluğu dumana boğmak için. zack ve girdap, kendi arasında dumanla
haberleşiyor da diyebiliriz ve buna çoklu kişilik bozukluğu ve çoklu kişilik
bozukluğunun farkında olan birine de, kararsız diyebiliriz. kendi içinde
kararlı atomlar… bu nerden çıktı şimdi?
üç sene önce, askeriyenin
psikiyatri servisinde, kayda geçilmeyen o konuşmada, rütbesini bilemediğim bir
adam bana “rol yapmıyorsun de mi?” dedi.
“bence herkes rol yapıyor ve bu
yüzden acı çekiyor” dedim. güldü. elindeki tutanağı yırttı ve “unutalım,
gidebilirsin” dedi.
emre itaatsizlikten yırtmak,
sonraki yaşantınızda emirlere itaat etmek zorunda kalmayacağınız anlamına
gelmez. ve yaşamınızı ve deliliğinizi sürdürmekte kararlıysanız, zaman zaman
bilek yerine bilekliğinizi kesiyor olsanız da, devam ediyorsanız, bir şekilde,
deliliğinizi gizlemeniz gereken yerlerde bulunmak zorunda kalırsınız. mesela
otobüs. mesela havaalanı. mesela bir ofis. mesela bir devlet dairesi. mesela
bir bar. mesela kıbrıs şehitleri. mesela, aile içinde. ama sonra, gerçekten ama
gerçekten, sıkılırsınız tüm bu ebegümeci ve masallardan ve masallarınızı gerçek
olarak algılamayıp size deli gözü ile bakan insan topluluğundan. gerçekten
sıkılırsınız ama. gerçekten. ve, bir bant kaydı size, aradığınız hiçbir
numarayı artık asla bulamayacağınızı söylediği anda, zihninizin çeperlerindeki
o hassas doku patlar: herkes numara yapıyordur. bu şekilde üstesinden
gelebiliyorlardır, delirmeden ve isyan etmeden yaşama devam etmenin. her gün
işe gitmenin mesela. sabahın köründe kalkabilmenin. konuşabilmenin ve
konuştuklarını unutabilmenin. falan filan. zihninizin çeperlerindeki o hassas
doku patlar ve sonrası renksiz sınırsız saydam ve aynı zamanda karanlık bir
koridorda, yapayalnız kalıp soğukta titremenizle devam eder. sonra zaman zaman,
o sonsuz boşluğunuza ve o boşluktaki gizli odanıza, birileri girmeye çalışır,
gelmek ister ve gelmesine izin verirseniz, her şeyi tüm çıplaklığı ile görür ve
giderler. ve o noktadan sonra, tekrar kendi kendinize kendi kendinizle baş başa
kalıp özgüveninizi yitireceğiniz için, doğru kişiyi beklersiniz hayatınız
boyunca, sağa çekip beklersiniz. ileriye doğru devam ederseniz, bariyerlere
veya önünüzdeki bir nesneye, arabaya, ağaca, herhangi bir şeye çarpabilirsiniz.
geriye dönme şansınız yoktur, çünkü yaşam, geçtiği yolları belleğinize kaydedip
fiziksel anlamda silinerek ilerler. sağa çeker ve beklersiniz durağan bir
şekilde. birkaç şarkı çalarsınız. konuşmaktan vazgeçmişsinizdir. ve yaşamaktan.
kısa bir mola. çünkü emin olamazsınız kendinizden ve hiçbir şeyden. deliliğinizden
şüphe duymaya başlar, ve çoğunluğa göre normal olanla içinizdeki normallik algısı
arasındaki sürtüşmenin çıkardığı kıvılcımların belleğinizde ve zihninizde
kalıcı bir hasara yol açmaması için düşünmemeye çalışırsınız.
ama insanlar sürekli bir şey
istiyordur. görüşmek. konuşmak. birlikte bir şeyler yapmak. sizin de onlar veya
kendiniz için bir şeyler yapmanızı isteyebilirler... vs. vs vs.. hayat tüm
hızıyla devam ediyordur dışarıda, siz tüm alıcılarınızı kapatıp, evinizde
oturuyorsunuzdur. kimse size ulaşamaz. siz kimseye ulaşmazsınız. sonra, biraz,
kendine geri dönüş. kendi etrafınızda birkaç tur dönüş. dönüşler. dönüşümler.
geriye dönüşler. ve ölü kelebekler. havada asılı kalan. tansiyon yüzünden
olduğu söylenen baş dönmesi. içinizde olanca hızıyla dönmekte olan bir dönme
dolap. ve uzun bir konuşma faslı. biraz iletişim deneyi. bir merhaba. sonra
birkaç cümle. ve tekrar buradasınız. aramızda. hoş geldiniz. bir deli olarak,
bu dahiyane fikirlerle ortalıkta fink atan insan türüne karşı, hala
hayattasınız. ve konuşuyorsunuz. yazıyorsunuz. yemek yiyor, su içiyor, ve sokağa
çıkıyorsunuz. her şey olanca hızıyla, dönmeye devam ediyor. ve tabii siz de
öyle. ve zihninizdeki harikulade hiçlikte…
* başlık, the cure’ün, bir
şarkısının adıdır.
31.05.2009 – 07:30