31 Mayıs 2009

to wish impossible things

to wish impossible things

şimdi ben burada, yaşayan ve ölmekte olan her şey için, yas tutmayı kesiyorum. yani sadece ölmüş olanlar için değil, günden güne ölmekte olan her şey için de. giderek daha da azalan varlığım için, yas tutmayı kesiyorum. ve giderek daha da azalacak, herkesin varlığı. insanlar üremeye devam ederken, büyümeye devam ederken sürekli insan türü. en tehlikeli virüsten bile daha tehlikeli bir şekilde, ve akıl almaz bir evreyle çoğalan insan türü.

ben. bir şey olmak için çabalamayan ben. bir şeyleri günden güne içinde eriyen ben. günden güne her şeyi kaplamaya devam eden insanlık, insanlıktan uzaklaşan ben. her gördüğü şeyi yok eden insanlık, kendi kendini yok etmekten bile aciz ben. her şeyi bir çırpıda silebilen insanlık, silinen hiçbir şeyi unutmayan ben. her şeyi bir anda dönüştürebilen insanlık, kendini bir türlü dönüştürmeyen ben. kendi içinde çok hızlı bir şekilde evrim geçirebilen insanlık, insan denilen türün derhal yok olmasını arzu eden ben… zırvalamaya devam ediyorum. kendimi susturmayı başaramıyorum. hiçbir şeyi susturmayı başaramıyorum.

hareket etmek anlamsız geliyor, ama hareket ediyorsun işte. düşünmek anlamsız geliyor ve düşünüyorsun. yürümek fazlasıyla anlamsız, yürüyorsun ama. sokağa çıkıyor, insanlarla karşılaşıyor, ve asla anlatamayacağın, anlatmaktan korktuğun görüntülerden dolayı, bir kez daha psikoza girip akıl hastanesine kapatılma tedirginliğini çaktırmamaya veya kulakları sağır edebilecek bir çığlık atıp kimseyi rahatsız etmemeye çalışıyorsun.

otobüse biniyorsun. en arkada ayaktasın. ve kulağında bir kulaklık, elinde bir kitap, duruyorsun öylece. kimsenin gözlerine bakmıyorsun, çünkü bıkmışsın artık gözlerden. bir lavabonun deliğinden aşağı dönerek inen su geliyor aklına, o lavabonun merkezindeki delikten, bir girdaba tutulmuşçasına emilen su… ve tüm enerjini bir anda çekip yok eden içindeki karadelik, dışındaki karadeliklere karşı var olma savaşı veriyor, hangisinin çekim gücü daha ağır basıcak? ve kulaklığımdaki ses, beni boşluğuma doğru iterken, kitabı açıyor, okumaya başlıyorum.

“aptal lan bu” dediğinizi duyar gibiyim. içinizden geçen her şeyi biliyorum. gözlerinizin gerisindeki, renginizi çok çabuk değiştirmenize neden olan o mantıksal süzgecinizi de görebiliyorum. ve evet, “önyargı bu” diyor biri. sanane bile demiyorum ona. çünkü anlamsız geliyor. çünkü gerçekten anlamsız bu. çünkü yazmak bile anlamsız aslında ama yazıyorsun işte. yazmaya ve yayınlamaya devam ediyorsun. ne anlattığını unuturak ama unutmayarak da aynı zamanda. zırvalıyorsun…

boşlukta slalom yaparken, bariyerlerinize çarpıp duran zihnim akmaya devam ediyor. ve bu bana gerçekten anlamsız geliyor. devam ediyorsun zihninden geçenleri takip etmeye. kitap önünde ama, gözlerin içine dönük. ve arkaya üç hatun geliyor. biri hemen yanında ayakta, kolundaki bilekliğe bakıyor -bilekliğimin üzerinde beş adet yin yang var- bakıyorlar, hissediyorsun bunu, fark ediyorsun, ve yanındaki hatuna dönüp gülüyor. ve sonra bir gülüşme faslı, ve sonra oynayan kaşlar, ve sonra dönüp bakmadan hiçbir şeye ve her şeye, kitabı okumaya devam ediyorsun. adamın biri bir şeyler zırvalamış. yine, zen üzerine yazılan bir kitap. daha önce de açıkladım ama tekrar açıklıyorum; kitap zen üzerine değil, zerre alakası yok zen ile, sadece, zen üzerine yazılmış.  hepsi bu. bir şey anladınız mı?

sonra zaman geçiyor, otobüs ilerliyor, yollar geriliyor, zihnindeki sinirler geriliyor, zihnindeki lastiğe sıkışan top fırlayıp birine çarpmasın diye kendini tutuyorsun, ve miden bulanıyor bu esnada yine. gerçekten miden bulanıyor yani. gerçekten. sonra, kitabı okumaya devam ederken sen, iyice doluyor otobüs ve bu esnada duraktaki bir manyak, hatunlara kaş göz işareti yapıyor, hatunlar gülüyor. adam aşağıda, telefon işareti yapıyor, “numaran ne” der gibi, görüyorsun onu da, ve yargılamıyorsun asla, ne iğreniyor ne de gülüyorsun, hislerini yitirmişsin. ama hatunlar hoşnut beğenilmekten. hatunlar metal dinliyor sanırım. yani öyle görünüyorlar. ve my dying bride üzerine bir geyiğe dalıyorlar. geyik. vokalistin adını hatırlamadığını söylüyor esmer olanı-benhatırlıyorum-çok etkileyici bir sesi var diyor. otobüs hareket ediyor ve arkalarına dönüp bakıyorlar hatunlar, herif hala durakta, eli kulağında, telefon numarası istemekle meşgul.

ve otobüs doluyor. ve tenine değen insanlar. ve ruhuna yapışan o aptal enjeksiyon makinesi. bekliyorsun ve yol bitmiyor. kulaklık, müzik, kitap, otobüs, insanlar, duraklar, yollarda yürüyen bir sürü şey, gerileyen yol, gerilen zihin kasların. ve sonra bir baş dönmesi. gerçek bir baş dönmesi ve kararan dünya. neyse ki alsancak cami durağına geliyoruz ve herkes iniyor, sen de bir çığlık atarak veya kusarak, veya yere yığılıp kalarak, cami duvarına işemiş olmaktan kurtuluyor, arka koltuğa oturuyorsun. çünkü garda inecek, iki durak sonra inecek ve dişçiye gidiceksin. yani hikaye bu. sonra doktor, benim dişlerimi temizledi ve çıkıp eve döndüm. ve şimdi de size bunu anlattım.

size de oluyor mu böyle şeyler, bilmek isterdim. çünkü artık delirdiğimi düşünmeye başladım ve eğer çoğunluğun gözünde, normal sayılmayan davranışlar içinde bulunursanız, çoğunluğa göre normal olmayan bir takım konuşmalar yaparsanız, çoğunluğa göre hiç de normal olarak addedilmeyen yazılar yazıyor ve o yazılarda, içinizdeki dönme dolabın çok fazla hızlandığını, ve parmaklarınızın bu hıza yetişemediğini söyleyip, aslında sandıklarından çok daha fazla anormalleştiğinizi itiraf ederseniz, dahası tüm bunlar ve daha fazlası, size bir sinir krizi geçirtip, bir ekmek bıçağını bileğinize dayamanıza, ve sonra es geçip bir kez daha ölümü, bilekliğinizi kesip çıkarmanıza neden oluyorsa, ve otobüsteki hatunlar da sizin için çok önemli olan bilekliğinizi salak bir şekilde tekrar yapıştırdığınız için gülüyorsa ve tüm bu hengame arasında sırtınıza sırtı dayanan bir adam sizi daha çok itmeye başlamışsa, ve sokaktaki bir kediye tekme attığını görüyorsanız bu esnada bir adamın, otobüsün camından baktığınızda, ve hızla yol almaya devam edip sallanan otobüs yüzünden önünüzdeki kitabı okumakta ve kendi karadeliğinize sinmekte zorlanıyorsanız, her an bir çığlık atabilirsiniz, ya da düşüp kalabilirsiniz oracıkta basit bir baş dönmesi sonucu.

sonra sizi hastaneye kaldırırlar ve doktor “tansiyon” der sadece. gerçekten sadece bunu der yani. ve sizi oraya götüren her kimse artık, ya da sonradan gelebilen yakınlarınız her kimlerse, size, kendinize dikkat etmeniz konusunda telkinlerde bulunurlar ve biraz da şefkat çabası işte.

bana şefkat gösterme, sevme de beni, dilersen nefret et, iğren hatta, dalga geç istersen, ama neyi neden yaptığına dair bir nedenin olsun kendi içinde, yani bil. sevdiğin şeyi niye sevdiğini bil. ya da niye sevmediğini. yani, her ne yapıyor ya da hissediyorsa insanoğlu, bunu açıklayabilmeli de bence. ben öyle yapabiliyorum. o yüzden delirdim aslında. kendimi tamamen çözümleyebildiğim için, delirdim. arayış yok. yeni bir keşif şansını da yitirdik sanki. bekliyoruz işte, gelmeyeni. “the circle did close indeed.” ve dönen dönen dönen girdaplar, hiçliğe doğru akıcaklar.

ve doktor size, basit bir tansiyon diyecek, bu kahrolası baş dönmesi için. aileniz ile beraber eve gönderilip, birkaç hap içmek zorunda kalıcaksınız. ve elinize aldığınız minicik bir hap bile, midenizin bulanması için yeterli olucak, çünkü koskoca altı ayınızı, binlerce hapı kendi içinizde birbirine sentezleyerek geçirmişsiniz. artık kaldırmıyor bünyeniz. ve sonra bir kusuş. sonra zihninizin pusuya yatması günlerce. hareket etmeyen tek bir karınca bile olmayışı. yani şu televizyonların karıncalanmasına benzeyen bir görüntü sunan zihninizin vizyonunda. kendi içinizdeki vizyon. göz kapaklarınızda gizlenen dünya. onun karıncalanması. alıcılarınızın ayarları ile oynayan koca bir dünya insan. ve sonra da sizin bir deli olduğunuza kanaat getirip tımarhaneye kapatıcaklar mesela. olası. olası olan her şey için, kadehimi boşluğa kaldırıyorum. şerefe jori. yoo hayır, bunu sevmedim. şerefe değil. boşluğa. boşluğa yazılan her şey gibi, bir çırpıda silinip gitmeyen varoluş. ve o varoluşun yarattığı, boşlukta hissetme hali. ve o boşlukta uçuşan kelimeler. ve o kelimelerin, algı dünyandaki nesneleri var etmesi. ve o nesneleri ve olayları ve olup biten –ya da bitmeyen- şeyleri, bi tek ben mi görebiliyorum acaba diye şüpheye düşmen. bu noktada doğan paranoya ve paranoya ile birlikte gelen yalnızlık hissi.

soğuk, olabildiğine ve alabildiğine soğuk ve karanlık bir koridorda, zemine basmadan öylece beklemen. karanlık ve karanlığın tonları. ve ancak elinle hissedebildiğin iki duvar, iki yanında. bir koridor burası evet. hissedebiliyor ama derinliğini ölçemiyorsun. tünel de olabilir. ya da kuyu. ya da benzeri bir girdap. ve ayakların yere basmıyor ama sabitsin orada. bastığın bir şey var gibi, ama aynı zamanda boşlukta duruyor gibisin, çünkü zemin görünmüyor. ordasın işte. saatlerce. günlerce. haftalarca. orda duruyorsun. ve orası alabildiğine soğuk. çok soğuk yani, anlatabiliyor muyum? üşüyorsun ama donmuyorsun. ordayken, birileri geliyor, konuşuyor, birileri bir yerlere davet ediyor, birileri bir şeyler fısıldıyor telefonun ahizesinden, birileri ekranına harflerini yerleştiriyor, ve kimsenin hiçbir şey görmesini istemiyorsun. çünkü delisin sen. delisin ve deli olduğuna bile kendi kendine kanaat getirip kendini teşhis edebilecek kadar da biliyorsun kendini. ve nasıl tedavi edebileceğini de biliyor ama korkuyorsun artık. zihnin normal insan algısının çok ötesinde -veya gerisinde- bir yerlerde geziniyor. gerizekalı olabilirsin. ama olmadığını biliyorsun.

bir şarkı çalıyor şimdi ve resmen ruhuna elektrik verilmiş gibi titriyorsun. pj bu. verir mi verir diyorsun kendi kendine gülümseyip. pj harvey, missed’i söylerken, 7 trilyon voltluk bir elektriğe kapılmış gibi titriyor ve aynı zamanda kimsesizliğin getirdiği soğuktan dolayı titriyor ve kendine sarılıyorsun. ellerini, kendine sarmışsın. ve tırnakların batıyor sırtına, kısa oldukları halde. gerçekten batıyor ama. eridiğini hissediyorsun ama fiziksel anlamda erimediğini de görebiliyorsun. gözlerin açık. zihnin kapalı ya da karıncalanmış ya da sekiz sene önce aldığın bir dolu maddenin kalıntısını hala atamadığı için, uçuşta. ve vizyonunda beliren binlerce kelebek. halüsinasyon diyor bazıları. onlardan. binlerce ama. uçmuyorlar. kanat çırpmıyorlar. renkleri bi çok. rengarenk diyorsunuz siz buna. bi çok renkte kelebek. sabit duruyor. havada sabitler. havada ölüp yere düşmemiş olabilirler. siz ayaktasınız. müzik çalıyor. müzik değişiyor. gecenin bir yarısı, lacrimas başlıyor, without diyor lacrimas profundere, ve siz oradaki o’suzun, ney olduğunu bile bilmiyorsunuz. she, he, it? her şey olabilir:

kadın erkek, transseksüel, kedi, köpek, bukalemun, sinek, monitöre konan yavru bir sinek, bristol, berlin, alsancak, rotterdam, aşk, votka, yazı, şiir, akciğer, yeşil bir halı, ağızdan aldığın amfetamin, damarına bastığın metamfetamin, lsd, sonra tekrar alsancak, ardeşen, bağırıp tokat atan bir yüzbaşı, izmir, tren yolu, ankara, sonra tekrar istanbul, sonra tekrar izmir, sonra tekrar istanbul, sonra tekrar ankara, sonra izmir, sonra tekrar izmir ve sonra tekrar izmir…

binlerce görüntü akıyor zihninizin vizyonunda, ve gözleriniz açıkken oluyor bu, bazıları halüsinasyon diyor, ben gerçekliğim diyorum, ve akmaya devam ediyor görüntüler. kelebekler sabit hala. sonra bir anda ışıklar patlıyor, bir sürü ufak ışık, çok hızlı şekilde patlayıp sönüyorlar. kanadığını görüyorum elimin, sağ elimdeki bir parmağımın sızladığını hissediyordum, şok etkisi yaratan fiziksel acı ve dünyaya geri dönüş.

ve sonra şarkı değişiyor, katatonia - quiet world. kelebekler yok. hiç bir şey yok. herkesin görebildiği gerçekliğe eşitleniyor zihnin vizyonu. karıncalanma sonrası, bir merhaba. sonra dur. öylece. hareketsiz.

otobüsteyiz tekrar. kendime gelmişim hastanede. eve geri dönüyoruz. tansiyondan diyen doktor. kendine dikkat et diyen yakın. o kadar uzak hissediyorsun ki kendini her şeye o an. o kadar uzaktaki herkes. sen o kadar uzaktasın ki. konuşmaktan bile vazgeçiceksin nerdeyse, çünkü bağırman gerekiyor, sesini duyurabilmen için, çığlık atman. o derece kaybolmuşsun. ve korkuyorsun, kapatılmaktan. yasaklanmaktan da korkuyorsun. üzerine çarpı konulmasından korkuyorsun. kafeslenmekten korkuyorsun. sansürlenmekten korkuyorsun. sesinin kısılmasından korkuyorsun. sağır olmaktan korkuyorsun çünkü müziğe ihtiyacın var. kör olmaktan korkmuyorsun bir tek, çünkü bu dünyadaki her şeyin çok ötesine geçmiş durumda zihnindeki gözler. ve algı düzeyin kaymış durumda gerçekten. delisin. inkar etmiyorsun bunu. sadece, “bir kaç deli daha yok mu?” diyorsun. hey, orada beni duyan bir deli var mı? gidip kendimize, bi ülke kuralım. bu dahi insanlar, dahiyane fikirleri ile, kendilerine ördükleri kafeste, yaşaya koysunlar. arada bir gelir ziyaret ederiz. olabilir belki. belki de hiçlik. her şeyin en doğrusu, her şeyin yanlış olduğunu kabullenmektir. kendini yanlış olarak tanımlar ve bu şekilde hareket edip, kendini düzeltmeye ve onaylatmaya kalkarsan, iyileşiyorsundur. oysa, benim deliliğim, deliliğimin doğru olduğunu savunuyor. delirmenin. delirmiş olabilmenin. delirebilineceğinin. böyle bir dünyada, ve böyle dahi insanlar arasında, mantığının iflas etmesi sonucu, tüm algı mekanizmalarının, normalden farklı bir düzeyde tepki verebilmesi.

ne diyordum? çoğunluğa göre normal olmayan her şey… sonra müzik tekrar değişiyor, the cure- to wish impossible things. dönüp duruyor artık. saatlerce ve günlerce aynı şarkı dönüp duruyor. hiç bitmiyor ve başa döndüğünü anlamıyorsun. dönmüyor başa. akıp gidiyor. sen de akıp gidiyorsun kendi içindeki karadeliğe. hangisinin daha güçlü bir çekimi var? dıştaki mi içteki mi? kendinden emin olmadığın zaman, ve kendindeki tuhaflığı ele vermek istemediğin zaman, susmayı seçersin. hayır susmuyorum ama bu epey anlamsız gelicek. bunu biliyorum. epey kafayı yemiş diyecekler. bunu da biliyorum. ve bir de şu, neydi adı, anımsayamadım, hah, depresyon. sikmişim depresyon ve bunalım ve tüm mutsuzluk ya da mutluluk tanımlamalarınızı.

beş duyumu da aldırmak istiyorum şimdi. hatta altı. evet ne kadar duyu organım varsa, alın bence. hatta tüm organlarımı alın. akciğerim bana kalsın, sigara içiyorum o lazım. karaciğer de olumlu doktor bey. mide? yok, mide iyi durumda. ama dilersen, göz kapaklarımı kesebilirsin. işe yaramıyorlar.

ve, “gör” dedi adam, “her şey ölmekte.”
“öyleyse neyin savaşını veriyoruz söyler misin?” dedi.

kendimle konuşup kendimi yanıtlamamaya devam ettim, çünkü tüm yanıtlarımı daha önce vermiştim. ve yanıtlarım, normal algı düzeyine göre, yanlış olduğu için, deli olduğumu söylediler. ve ben de, deli olduğumu kabul edip, tedaviyi ret ettim. ama zaman zaman, dışarıdaki, o normal algı düzeyinin karadeliğinden salgılanan çekim gücü ağır bastığı için, yazmaktan ve yaşamaktan ve konuşmaktan ve hareket etmekten ve var olmaktan vazgeçiyorum. hepsi bu. ama şimdi, kendi karadeliğimin derininde bir yerdeyken, altına imzamı basıp, duvarıma asıyorum diplomamı. onaylayan: girdap. onaylanan: girdap. siz bunu okuyup, düşünmeye ya da sorgulamaya ya da konuşmaya ya da beğenmeye ya da kutlamaya ya da çamur atmaya ya da ya da ya dalara devam edebilirsiniz. umursuyor değilim. umursamıyor da değilim. her iki şekilde de, ve her türlü olasılıkta, ölmekte her şey günden güne. içimdeki ölü makine, bi gram paslanmadan varlığını sürdürüp, ışıl ışıl parlıyor hala. ve klas bir şekilde sigaramı yakıp, bir nefes alıyorum, zihnimdeki boşluğu dumana boğmak için. zack ve girdap, kendi arasında dumanla haberleşiyor da diyebiliriz ve buna çoklu kişilik bozukluğu ve çoklu kişilik bozukluğunun farkında olan birine de, kararsız diyebiliriz. kendi içinde kararlı atomlar… bu nerden çıktı şimdi?

üç sene önce, askeriyenin psikiyatri servisinde, kayda geçilmeyen o konuşmada, rütbesini bilemediğim bir adam bana “rol yapmıyorsun de mi?” dedi.
“bence herkes rol yapıyor ve bu yüzden acı çekiyor” dedim. güldü. elindeki tutanağı yırttı ve “unutalım, gidebilirsin” dedi.

emre itaatsizlikten yırtmak, sonraki yaşantınızda emirlere itaat etmek zorunda kalmayacağınız anlamına gelmez. ve yaşamınızı ve deliliğinizi sürdürmekte kararlıysanız, zaman zaman bilek yerine bilekliğinizi kesiyor olsanız da, devam ediyorsanız, bir şekilde, deliliğinizi gizlemeniz gereken yerlerde bulunmak zorunda kalırsınız. mesela otobüs. mesela havaalanı. mesela bir ofis. mesela bir devlet dairesi. mesela bir bar. mesela kıbrıs şehitleri. mesela, aile içinde. ama sonra, gerçekten ama gerçekten, sıkılırsınız tüm bu ebegümeci ve masallardan ve masallarınızı gerçek olarak algılamayıp size deli gözü ile bakan insan topluluğundan. gerçekten sıkılırsınız ama. gerçekten. ve, bir bant kaydı size, aradığınız hiçbir numarayı artık asla bulamayacağınızı söylediği anda, zihninizin çeperlerindeki o hassas doku patlar: herkes numara yapıyordur. bu şekilde üstesinden gelebiliyorlardır, delirmeden ve isyan etmeden yaşama devam etmenin. her gün işe gitmenin mesela. sabahın köründe kalkabilmenin. konuşabilmenin ve konuştuklarını unutabilmenin. falan filan. zihninizin çeperlerindeki o hassas doku patlar ve sonrası renksiz sınırsız saydam ve aynı zamanda karanlık bir koridorda, yapayalnız kalıp soğukta titremenizle devam eder. sonra zaman zaman, o sonsuz boşluğunuza ve o boşluktaki gizli odanıza, birileri girmeye çalışır, gelmek ister ve gelmesine izin verirseniz, her şeyi tüm çıplaklığı ile görür ve giderler. ve o noktadan sonra, tekrar kendi kendinize kendi kendinizle baş başa kalıp özgüveninizi yitireceğiniz için, doğru kişiyi beklersiniz hayatınız boyunca, sağa çekip beklersiniz. ileriye doğru devam ederseniz, bariyerlere veya önünüzdeki bir nesneye, arabaya, ağaca, herhangi bir şeye çarpabilirsiniz. geriye dönme şansınız yoktur, çünkü yaşam, geçtiği yolları belleğinize kaydedip fiziksel anlamda silinerek ilerler. sağa çeker ve beklersiniz durağan bir şekilde. birkaç şarkı çalarsınız. konuşmaktan vazgeçmişsinizdir. ve yaşamaktan. kısa bir mola. çünkü emin olamazsınız kendinizden ve hiçbir şeyden. deliliğinizden şüphe duymaya başlar, ve çoğunluğa göre normal olanla içinizdeki normallik algısı arasındaki sürtüşmenin çıkardığı kıvılcımların belleğinizde ve zihninizde kalıcı bir hasara yol açmaması için düşünmemeye çalışırsınız.

ama insanlar sürekli bir şey istiyordur. görüşmek. konuşmak. birlikte bir şeyler yapmak. sizin de onlar veya kendiniz için bir şeyler yapmanızı isteyebilirler... vs. vs vs.. hayat tüm hızıyla devam ediyordur dışarıda, siz tüm alıcılarınızı kapatıp, evinizde oturuyorsunuzdur. kimse size ulaşamaz. siz kimseye ulaşmazsınız. sonra, biraz, kendine geri dönüş. kendi etrafınızda birkaç tur dönüş. dönüşler. dönüşümler. geriye dönüşler. ve ölü kelebekler. havada asılı kalan. tansiyon yüzünden olduğu söylenen baş dönmesi. içinizde olanca hızıyla dönmekte olan bir dönme dolap. ve uzun bir konuşma faslı. biraz iletişim deneyi. bir merhaba. sonra birkaç cümle. ve tekrar buradasınız. aramızda. hoş geldiniz. bir deli olarak, bu dahiyane fikirlerle ortalıkta fink atan insan türüne karşı, hala hayattasınız. ve konuşuyorsunuz. yazıyorsunuz. yemek yiyor, su içiyor, ve sokağa çıkıyorsunuz. her şey olanca hızıyla, dönmeye devam ediyor. ve tabii siz de öyle. ve zihninizdeki harikulade hiçlikte…

* başlık, the cure’ün, bir şarkısının adıdır.


31.05.2009 – 07:30

24 Mayıs 2009

tao

1.
çoğu zaman yalnız olsan da
dünya
içine düşürüldüğün
bir ağ gibi gözükse de gözüne
örümceğin gözleri güzel hiç olmazsa
ve uyku hâlâ zaman kaybı bizler için
çalışmak zaman kaybı
düşünmek zaman kaybı
ve yine de
bir değeri yok
akıp giden zamanın
boşa harcanabilir
geriye kalanı umursanmayabilinir
biz istediğimiz gibi yaptıktan sonra istediğimizi
hiçbir şey yapmadan, istemediğimiz gibi
iki saat yaşam için
oniki saat satılık bedenler
duraklarda bekleyişler
otobüslerde bekleyişler
bir ofise sıkışıp
koltuğun üzerinde
güneş batana dek bekleyişler
hiç batmayan güneşin
kör edene dek yakacağı günleri
mesailerde
bir vatozla öpüşerek
ve biriktirerek arda kalanı
bir sonraki özgürlük için
bu şekilde beş gün
bu şekilde altı gün
yedi veya otuz
geçip giderken hayat
durmadan hız alan
devrilen ve dolanan
çözmeye çalışmaktan sıkılan bedenler
çözünmemeye çalışmaktan sıkılmayan benler
sadece ve sadece
bir hiç uğruna
daha çoğunu vererek daha azı için
on saati vererek iki saate
beş günü iki güne
güneş doğmaya devam etti
güneş batmaya devam etti
ağaçlar sallandı ve
nehirler aktı
balıklar unutmadı hiç bir şeyi
her şeyi unutan insan
ormanın derinliğinde yaşandı hayat
okyanusların dibinde
hayvanlar için ve hayvanca hiç değilse
güneş doğmaya devam etti
biz ozonu delerken
başka bir gezegen ararken
ormanları ev
okyanusları çöp yaparken
güneş doğmaya devam edecek
bulutlar akmaya
beyazdan griye
griden beyaza
tüm evren gülerken aptallığımıza
balinalar intihar ederken
ayyaşlar olacak sadece
aylakça yaşadıkları için
pişman olmayan toprağın altında
2.
değiştirmeye çalışmamak dönüşmektir biraz da
hiç bir şey değişmez denir ne de olsa
yol alır sadece
çizilen rotada
bir çemberin etrafında
7 gün 24 saat
hafta içleri
hafta sonları
dön dur hayat boyu
ilkokuldan ortaokula
ortaokuldan liseye
bir şeyler öğrenmek için
bir şeyler öğretmek için
sıkılarak ve oflayarak
ama pes etmeden asla
ve sonunda pes ederek yaşamaya
dondurulmuş bir şekilde
aynı saatte uyanarak
ve uyuyamayarak asla
geceden çalarak
gündüzleri satarak
bir cumartesi gecesi için
alkol parası için
sahil kenarı için
kovarak şarapçıları yanından
boş bir şişeyi çok görerek
bir sigara vermeyerek
“ama ben çalıştım” diyerek
hak ederek kazanmak, köleliği
kendi kurduğumuz kapandan beslenerek
yiyerek birbirimizi
ölümüne uyuyamamak
ve somurtarak uyanmak her sabah
nereye kadar gideceğini bilmeden
hiçbir yere gitmediğini görmeden
sürekli değişimi isteyerek
ama daima dönüşerek devam etmek
daha çok yapışmak tavaya
ters dönüp takla atmak
değişecek demek
değiştirelim demek
birilerinin değiştirmesini beklemek
oy vermek ve oy almak
epidemik bir mikrop gibi
durmadan yayılmak
dönemlere bölünen tarih
dönümlere bölünen toprak
sınırlara bölünen harita
çağ açıp kapatan insan
kendi açığını kapatamazken
hayvanların çığlığına kulağına kaparken
güneş doğmaya devam etti
hiçbir şey değişmez aslında
değiştirmek istemeyen dönüşür en fazla
giderek teslim olur karşı olduğuna
devrimler yapılır isyanları bastırmak için
oysa isyanla başlayabilir
vahşiliğe doğru bir evrilim
yani ilk insanlara
kısmen aylaklığa
kısmen çalışmaya
karnımız acıktığında
doyacağımız miktara
ve milyarlarca çoğalmaktansa
kaplanlar kadar kalarak dünyada
tao’ya boyun eğerek akan su gibi
lethe’de yıkanarak
akış yönünde kayarak
zamansal akışı kaldırarak
not etmeden hiçbir şeyi
tarih yazmadan
kabileleşmeden mesela
gelişmeden toplumsal anlamda
ki imkansız olamayacak kadar
hâyâl ürünü gördü bunları sen
var olan cenneti yok edip
bir cennet vaat ettiler ölüm sonrasına
koştu herkes bir şeyin peşinden
ölene dek sürdü yaşam savaşı
hayatta kalmadı hiç kimse
geldiler ve gittiler ve yenileri geldi sonra
tao kaldı yerinde
her şeyi kapladı ve
hiçbir şeye sarıldı
24mayıs2009
not: her şeyi kaplayan ve hiçbir şey olan - tao

gerçekçi hayaller ve hayali gerçeklikler

"gerçek sevgi" diyorum ona
"hiç bir zaman nefrete dönüşmez"
"benimki dönüştü" diyor
"hayır değişti" diyorum ben de
"çünkü" diyorum
"aşık olduğun kişi
değişince ya da
özüne dönünce
ya da maskesi düşünce
ya da sana olan aşkından dolayı
gizlediği yönleri
deşifre edilince
illüzyon bozulur
evet doğru tanımlama bu
illüzyon"

beni anlamadığını söylüyor
"sevginin farklı evreleri vardır" diyorum ona
"popülerizmden kaynaklanabilir" diyorum
"ya da kendini boşlukta hissetme halinden
ve bunun gibi
bir çok neden sayabilirim sana
gerçekte sevmeyeceğin birini
sevmene neden olabilecek
etkenler silsilesi"

hâlâ anlamadığını söylüyor
"ondan nefret ediyorum" diyor bana
"onu seviyordun" diyorum
"ölüyordun onun için"
"artık sevmiyorum" diyor
"onu hâlâ istiyorsun" diyorum
"hayır, istemiyorum" diyor

ve aradan geçen
üç hafta sonrasında
el ele görüyorum onları tekrar
bana doğru yaklaşıyorlar
gözlerine bakıyorum hatun olanın
ve çaresizliğini
ve kendini kurban edişini
görebiliyorum
görüyor ama umursamıyorum

her koyun kendi bacağından asılmaz ama
her koyun kendi bacağını astırır
dahası
eğer bir toplumda çoğunluk koyunsa
asıl koyun olmayanlar asılır

ve tekrar
aşkın
bir kaçış şekli olarak
hissedildiği
evrelere şahit oluyorum
yoldan geçenleri gördükçe

bir insanın
başka bir insan üzerinden
kendi egosunu
belki şehvetini ve
sadizmini ya da
mazoşizmini
tatmin etme çabası

bu da olabilir aşk
her şey aşk olabilir
yaşadığımız dünya
buna imkan tanıyacak düzeyde
yapaylaştı
ve yapay olmayan her şey
çürümeye terk edildi

ve insan hâlâ
tek bir insanın bağımlısı
geriye kalan hayatı
doğayı ve dünyayı
ve her şeyin bir anda patlayacağı
o zamansız kıyamet zamanını
unutmak ve
kendi hayatını
yaşanabilir kılmak için
yaratılan aşk illüzyonları
hayır iksir değil
illüzyon

burada
hareketsiz bir şekilde
beklerken
bir zamanlar bana da anlatılan
tüm o tatlı masalların
masal olarak kalmasını sağlayan
anlatıcılarıma
teşekkür ederim

ben kendi masalımdaki
kedi ruhuna sahip
bir çizgi kahramanım nasılsa

yani somut gerçekliğinizle
hayalî bir şekilde de
yüzleşebilirim
ve siz
hayallerinizle bile
somut bir gerçeklikte
yüzleşmekten
uzak durmaya
devam edebilirsiniz

her şey hâlâ aynı kısaca
o tarafta da
bu tarafta da
ama biz bu durumdan hâlâ şikayetçi değiliz
daha önce de olmadığımız gibi


24.mayıs.2009

22 Mayıs 2009

mad world

MAD WORLD
1.
uyandı. gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gözünü açtığında, her ne yöne doğru bakarsa baksın dikkat çekecek şekilde tasarlanmış bir afiş asılıydı odasında, odanın tavanında. ve yan duvarlarda, ok işaretleri ile gösteriliyordu tavan, tavana bakması isteniyordu. öyle afili bir şekilde de parlamıyordu oklar ve afiş. ama kim olursa olsun, odasına giren, okları takip eder ve kafasını tavana dikerdi. "üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" yazıyordu tavanda. hepsi bu. sadece bu. bu, bir kaç yıl önceydi, zannediyorum. iki yıl olabilir. ya da üç. bir sürü koli, bir sürü ama, irili ufaklı bir sürü koli getirmişti çalıştığı depodan zack. eve getirmiş, ve annesine, odasını güzelleştireceğini anlatmıştı. "olmaz" demişti annesi, "misafirler nerde yatıcak?"

"odamda yatarlar yine, problem değil bu."
"ama kolilerden masa ve raf yapacağını söylüyorsun, ayıp olur."
"başka şansım var mı?"
"biraz sabret, şu ev bi satılsın"
"o ev çoktan satılmış zaten" dedi zack sert bir şekilde, arkasını döndü "ve bu oda satılık değil"

sadece kızgınken, net bir hal alıyordu tavrı. diğer zamanlar, hep iki arada bir derede dolanıp duruyordu hayatının merkezinde. hiç olmazsa hâlâ kendi hayatının merkezindeydi, ama bu merkezin etrafında o kadar çok insan dönüyordu ki, dengede durmakta zorluyordu bu durum onu bazen. kimseyi incitmemeye çalıştığı için, bazen karasızlıklar içinde, kendi hayatından ve arzu ve isteklerinden taviz verebiliyordu. bir noktaya kadar, ve o nokta gelip çattığında, film kopmuştu zaten. insanlarla beraber yaşamak saçmalıktı. biriyle birlikte bir düşe dalmak, aptallığın daniskasıydı. insanlar bencildi, insanlar açgözlüydü, herşeye sahip olmak istiyor ve etraflarında olup biteni görmüyorlardı. kör sağır ve dilsizdiler ama inatla herşeyi bildiklerini, anladıklarını iddia edip, durmadan konuşuyorlardı. zack pek fazla konuşmuyordu artık. yılmıştı. aptal bir inat uğruna, kendi içinde debelenip durulan yıllar... pes etmemişti aslında, sadece bir bigbang yaşamış, ve çevresinde ne varsa dağıtmıştı. bu da bir sene önce yaşanmış olmalı. ya da iki. ve sonrası, dağılıp giden zaman dilimleri. parçalanan ve eriyen ve sonrasında hatırlanılmayan anlar. sarhoş aşk geceleri yerine, ayık nefret saatlerini yeğlerim yazdı zack, yanı başındaki deftere o günlerin birinde. sonra da defteri, camdan aşağı attı. kim bulursa artık. o an önemini yitirmişti her şey. koskoca 150 sayfa el yazısı, çizim ve anı barındıran defter, sokağın ortasında duruyordu. ve zack camdan sokağa bakıyordu. 2007 nisan olmalıydı bu. onun gibi birşey. zack sokağa bakıyordu, ve insanlara. işlek bir caddeydi. insanlar geçiyordu. arabalar geçiyordu. ve kimse deftere, göz ucuyla bile bakmadı. bekledi zack. neler olacağını bekledi. bir ara içeri girip, müzik açtı. Lacrimas Profundere, without diyecekti. seviyordu bu şarkıyı. artık sevmeye başlamıştı. son üç aydır, ne zaman alsancak'a inse, bir tür koruma sağlıyordu bu şarkı ona, akıl sağlığını yerinde tutması için, acıyı dengelemeye çalışıyordu. ve şarkı başladı, ve ondan bir sonra çalması için de, joy division'dan, "Love Will Tear Us Apart"ı seçti. 


ve beklemeye başladı. defterin kapağına, bir a4 yapıştırmıştı. ve o a4'e kolajlar yapmıştı. bekliyordu. acaba defteri kim alıcak. bir kahkaha attı kendi kendine. "kitapevlerine bıraktığım fanzinlere benziyor lan bu durum" dedi. "amma komikmiş ha."

kendi kendine konuşmayı seviyordu zack. kendi kendisinin sırdaşıydı, dostuydu, sevgilisiydi. başka seçeneği kalmamıştı. kendi kendine konuşamayan insan, başka bir insana ne anlatabilirdi ki? bekliyordu, ve tam bu sırada, şarkının son dizesinde, "But love is nothing at all Cant you" denirken, bir araba geçti defterin üzerinden. ağlamadım bile, dedi zack kendi kendine camdan bakarken. zihni başka bir boyutta geziyordu o sırada, defterin üzerinden bir arabanın geçtiğini, sonra başka bir arabanın geçtiğini, sonra rüzgarda sayfaların uçuştuğunu görmüş ama aldırış etmemişti. aşık olduğu kadının, en yakın dostlarından biriyle seviştiğini biliyordu o sırada, tam da o sırada, aynı anda, evrenin başka bir yerinde, dünyanın başka bir yerinde, ülkenin başka bir yerinde, tatillerinde, eski sevgilisi, ve hâlâ aşık olduğu kadın, yakın dostlarından biriyle sevişiyor olabilirdi, ve ama her neyse işte dedi zack kendi kendine, onlar sevişiyorlardı, birbirlerini seviyorlardı, bu iyi birşey miydi kötü birşey miydi, bunu bilmiyordu zack, düşünmüyordu da, o kendine düşmüştü, odasının bir anlamı yoktu. eğer özel olarak hazırladığınız bir şeye, kimse değer vermiyorsa, bir noktaya kadar bir anlamı olabilir dedi zack, bunu da kayda geçmedi, kayda geçmiyordu artık, son üç aydır yazdığı ya da yaptığı hiç birşeyi kayda geçmemişti, bekliyordu. bu bir hastalıktı. gelgitli ve bol dalgalı bir denizin merkezinde, sadece kendi içindeki bir boşluğa doğru dönen bir girdapım ben dedi, boşluğa doğru, boşluk, akıyor akıyor akıyor ve sonu gelmiyor.

sonra odanın kapısını kitledi. sonra içerdeki herşeyi yerle bir etti. bir anda. on beş dakika sürdü. bir bıçakla ve bir makasla, ve bir kibritle. ve kırılan kilit. bir dakika bir dakika, hayır, bunu yapmadı. bunu yapmayı düşledi sadece. daha önce yapmıştı bunu. bir kaç yıl önce yapmış ve pek anlamlı bulmamıştı bu yok etme deneyini. işe yaramadığını görmüştü. kendini yok edemediğin sürece, dış dünyanı katletmenin bir yararı olmazdı. birini öldürmeyi düşledi sonra, kendini öldürmüyordu, o halde intihar etmek isteyen birini öldürebilirdi. ilan verirdi gazeteye. neden olmasındıki. şansını denerdi. sonra gerçekten, doktorların istediği delili vermiş olurdu: "delisin sen".

deli falan değildi zack, aksine gayet mantıklı, aşırı mantıklı olduğu için bu durumdaydı. ve canının istediği zaman, canının istediği kişi olabilecek kadar da yetenekliydi. tek kişilik bir tiyatro sergiliyordu yiğenine bazen. hayali senaryolar üretiyor ve oynuyordu. yiğeni onu izliyor ve kahkahaya boğuluyordu. bu kadarı yeter dedi, zack, gidip içmeliyim.

gidip içmedi ama, çünkü para yoktu, çünkü işi yoktu, çünkü iş görüşmeleri tam bir fiyaskoydu. ve zaman geçti. ve bir iş bulup oradan da defedildi. dokuz ay sürdü defedilmesi, çünkü sözleşmeyle alınmıştı. hayat sözleşmelerden ibaretti, ve kimse sözünde durmuyordu. zack de kimseye bir söz vermiyordu. anı yaşamak, hayat felsefesi olmuştu ve yaşanan an içinde barınan acının rengi koyulaşıp, yoğunluğu artınca, öfkeye dönüşüyordu. intihar mı cinayet mi intihar mı cinayet mi.
annesinin bahçede yetiştirdiği çiçeklerden birini koparmış, ve seviyor sevmiyor yerine, intihar mı cinayet mi yapmaya başlamıştı. hayır birini öldürmeyi düşünmüyordu. kimseyi öldürmeyi düşünmüyordu. içine düştüğü durum ve hayatının aldığı şekil için açıyordu bu falı. intihar mıydı cinayet miydi? kendi kendine mi bu durumu yaratmıştı, yoksa birileri onu tuzağa mı düşürmüştü? sorumlu kimdi? bir sorumlu var mıydı?

sürekli olarak insanlar ona hatalı olduğunu söylüyordu. dik başlı olmak hatalı olmaktı. burnunun dikine gitmek hatalı olmaktı. sahip olduğun şeyler için savaşmak hatalı olmaktı. durumu düzeltmek için ne yapması gerektiğini bilmiyor, dahası hiç birşey yapmak istemiyordu. bu da, bir açıdan, hayatı ekarte etmek anlamına geliyordu.

ve zaman geçti işte. ışık hızıyla. arada bir kaç atom bombası daha yuttu zack. birine, tüm çıblaklığı ve yalınlığı ile, herşeyini anlattı, ve sonra pişman oldu bundan, çünkü, çünkü anlamamıştı karşısındaki. nasıl anlatabilirdi kendini. kendini anlatmaktan sıkılmıştı. insanlarla kendisi hakkında, veya konuştuğu kişinin kendisi hakkında konuşmaktan sıkılmıştı. "özel problemlerinizi kendinize saklayın" diye bağırmak istiyordu. ama sesi kısılmıştı sanki. herkes yardım bekliyordu. herkes, tüm problemlerini, zack'in çözebileceğini sanıyordu. sorunlarını anlatıyorlardı durmadan. bir dur demesi gerekiyordu zack'in bu işe. ve dedi. sonunda. içine atılan atom bombalarından kalan parçacıklar senkronize bir şekilde birleşip, büyük bir isyanı oluşturdu: "topunuzun amına koyayım"

sonra kendi içine dönüp, sadece kendisi için, kendisine ait, bir dünya yarattı kendi zihninde. sonra da onu dışarıya aksettirdi. önce odasını tekrar düzenledi. hâlâ parası ve bir işi yoktu. ve üzerinde çalıştığı işlerin de bir getirisi olmuyordu. zihnindeki koridorları süpürdü, zihninin duvarlarını boyadı, zihninin tavanını onardı ve zihnindeki odalarında yer edinen tüm ölü böceklere, güzel bir toplu mezarlık hazırlayıp, mezarlığın kapısını sürgüledi. gizli odasının önüne de, "dikkat, köpek yok" yazdı. ve zihninin içinden çıkıp, somut dünya içinde de bir takım düzenlemelere daldı. sonra, sonra, sonra, bir anda, tekrar, yine, herşeyin infilak etmemesi için, bir takım önlemler aldı. ve bu esnada, uyandı işte.



2.
uyandı. gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gerçekten kötü. üzgün. kirli. saflığını yitirmiş bir iyilik perisi, tüm kötücül gerçeklik altında, boğulup ölmüştü. öksürükler, mide bulantıları ve baş ağrıları içinde, uyandı ve tavana baktı tekrar. hiç birşey yazmıyordu tavanda. eski odasını düşündü. özenle hazırladığı, ve kimsenin gelip bakmak istemediği odasını. kimse için hazırlamamıştı elbette, ama bir sergiye benziyordu oda. yani bir sergide, gösterime açılabilecek kadar olağanüstü yaratıcı buluyordu, bu işi. sevmişti. güzel lan, demişti. yaratıcı bir şey oldu. güldü kendi kendine. kendi kendine gülüyordu durmadan, gülüyor ve ağlıyor ve sonra tekrar gülüp tekrar ağlıyordu. delilik.  gülerken ağlamak, ağlarken düşünmek, düşünürken tekrar gülmek. belki de.. delilik..

sonra, bir zamanlar, onu çok yükseklere çıkartan bir kaç insanı düşündü. her yaptığı şeyi beğeniyordu insanlar, waoow.. okuyor, takip ediyor, hatta öneriler sunup yardımcı olmaya çalışıyorlardı. sonra, ortada somut hiç bir neden yokken, bir sihirbazlık gösterisinde yok olan biri gibi, görünmez oluyorlardı. sihirbaz kimdi? "ben değilim" dedi zack.

gene kendi kendime konuşmaya başladım, lanet olsun. zack, orda mısın?

şimdi bir deneme gerçekleştiricez sevgili izleyiciler. sağ elimize bir bıçak alıp, amuda kalkıcaz ve bu esnada, tam doksan derece dik konumdayken, sağ elimizdeki bıçakla sol bilemizi kesmeye çalışacağız. amacımız, tam bu esnada bozulan dengemiz sonucu, elimizdeki bıçağın neremize girebileceğini ya da bir yerimizi kesip kesmeyeceğini saptamak, neden olmasın ki..

dünya kafayı yemiş. tanrılar ölü. ve melekler, tanrıları olmadan, şeytanlara karşı savaşamaz. dünya gerçekten kafayı yemiş.

zack, gecenin bir yarısı uyandı. ve yataktan çıkmak yerine, tavanı izledi uzun bir süre. sonra mı? sonra, tavana bir tekme atabilseydim keşke dedi, müfettiş gadget gibi uzabilseydi keşke ayaklarım dedi. ya da street figthter'daki dhalsim gibi. neden olmasın ki..

gerçekleşebilme imkanı nerdeyse imkansız olan her türlü hayal ve olasılığa, "neden olmasın ki" diyordu zack gülümseyerek. bunun umutla falan bir alakası yoktu. umut etmek istemiyordu artık. gerçekçi ve yaşamsal ve gerçekleşme ihtimali az da olsa var olan hiç bir konuda umut etmek istemiyordu. yeteri kadar hayal kırıklığı yaşamıştı, o yüzden gerçekleşme ihtimali fantastik edebiyata, bilimkurgu sinemasına veya çizgiroman senaristlerine bağlı olan düşler üzerine hayal kurmak, sonra da "neden olmasın ki" demek, eğlenceli geliyordu ona..

keşke dedi sonra, keşke bunları paylaşabileceğim biri daha olsaydı. sokayım, kendi kendime konuşmaktan sıkıldım ve bir başkası ile konuşup susturulmaktan bıktım. yanlış anlaşılmaktan bıktım. dedi zack.

Donnie Darko gerçek mi?

her şeyin hissizleşmesi ve hiçliğin her şeyleşmesi üzerine, automaniagraphic bir roman yazmak istiyorum.

hey bakın, kendi kendime ürettiğim özel bazı sözcükler var ve bana ne anlama geldiğini soranlara, dolunay çıkınca saldırabilirim. anladınız mı? soru sormayı bırakın artık. soru sormak, ve sorgulamak. ben geçtim o evreleri. ve size yardımcı da olamam. herkesin takip etmesi gereken doğru bir yol yoktur çünkü. herkesin hayatında kendine ait öznel ve bireysel bir yolu vardır. kimse kimseyle ortak bir yolda yürüyemez. hatta iki sevgili, hatta karı koca bile, aynı yol üzerinde yürüyemez. yakın olabilir yollar, bazen kesişebilir, bazen parelelleşebilir, ama kimse kimse ile, hayatının sonuna dek ortak bir yolda yürüyemez. hayatın sonuna dek yollar çoğu zaman kesişebilir, ama tamamen ortak bir yolda yürünemez. bunu kabullenemediğimiz için çıkıyor çatışmalar. çünkü herkes, ya birini kendine benzetmek, ya da birine benzemek, ya da başka birinin izinden gitmek istiyor. saçmalığın daniskası.

daniska ne demek? ve danimarka gerçek mi?  hiç gitmedim de..

zack bazen, resmini gördüğü bazı yerlerin, gerçek olup olmadığından şüphe ediyor. mesela prag. mesela bristol. mesela izlanda. mesela turku. mesela 77 londra'sı.

zack bazen, tarihin gerçek olup olmadığından şüphe ediyor. ve bu yüzden, hayali bir insanlık tarihi üretebiliyor kendi kafasında. sonra hayali bir gelecek senaryosu. bu kurguların tamamı, bilimsel bir veriye veya tarihsel bir belgeye göre, safsata olabilir, ki öyledir de muhtemelen, ama muhtemelen bunun bir önemi yok zack için..

zack, orda mısın moruk?

zack uyandı ve mickey mouse ile Mickey Rourke aynı filmde dövüşseydi ne olurdu ki dedi. aniden geldi bu aklına. sonra mortal kombat 2'deki kitana ile seviştiğini hayal etti. hayır mastürbasyon yapmak için değil. eğlenmek için bir düş bu. gerçekte var olmayan bir kadına aşık olmak, her koşulda daha az tehlikelidir. en fazla aklını kaybedebilirsin böyle bir durumda. ki bu risk, normal şartlar altında, zaten olası. o halde, yaratılan hayal dünyasında yaşamak ya da bir kaç sanrıya inanıp, somut gerçekliği ret etmenin, yaşanan sahte gerçeklerden dolayı acı çekmekten daha mantıklı olduğu söylenebilir.

Donnie Darko, orda mısın moruk?

hayal ürünü bir kaç karakter yaratıp, onlarla birlikte yaşamak, neden kaynaklanır?

doktora bunu sormuştum bir kaç sene önce. konuşmanın şekli bu noktaya gelmişti ama ben taşak geçiyordum, doktor beni ciddiye alıyordu..

bi insanı, ne kadar çok ciddiye alırsanız, sizin ağzınıza sıçma ihtimali de o kadar artar

bir insanı ne kadar çok ciddiye alırsanız, o da size karşı o kadar çok cüretkarlaşır

o nedenle ben, kendim dışında, ve bir kaç anti-biyomedikal deli dışında, kimseyi ciddiye almıyorum.

beni çok kırdın girdap
banane

bu kadar açık ve net mesele.
banane
çünkü, çünkü zack diyor ki: "artık tahammül gücüm kalmadı moruk" diyor, "sıkıldım" diyor, "ölüyorum" diyor, "ölmek üzereyim" diyor, "yoruldum" diyor, "bittim" diyor, "yeter artık" diyor...

zack uyanıyor ve bir sigara yakıyor. zack uyanıyor ve bir sigara daha yakıyor. aslında hiç uyumuyor zack. nerdeyse hiç. uzanıyor sadece, dinlenmek için. ama uykuya daldığı, ya da eskisi gibi deliksiz bir şekilde uyuduğu söylenemez. yatıyor işte sadece, öylesine. hepsi bu.

zack uyanıyor ve düşler dünyasına dalıyor. gördüğü her somut cismi, kullanım amacının dışında bir nesne ile eşleştiriyor. iki çay bardağı bir gözlük, veya uzaktan kumanda bir cep telefonu olabilir. tasarlıyor da bunları somut bir şekilde. ama bieanal yok. sergi yok. kitap yok. dergi yok. hiç birşey yok. bunlara sahip olanları izliyor sonra zack. "son kitabını yayınlayan alternatif yaşamların yazarı, hack'n eyed bad day ile, çok tartılaşacak bir röportaj gerçekleştirdik"

okumuyor bile zack, değil ki tartışsın.

"kendine değer vermelisin" diyor biri ona. zack de gülüyor buna, deli bir gülüş, "tamam öyle yaparım" diyor sonra da.

biri gelip, herşeyin yoluna gireceğini ve çok mutlu olacağını söylüyor zack'e, "bir kadınla tanışıcak ve aşık olacaksın" diyor

"ne o lan uzaylılar beni mi seçmiş yoksa" diyor zack.

"nası yani" diyor herşeyin yoluna gireceğini söyleyen kahin,

"yani, yaşanan dünya üzerinde, söylediğin şey biraz imkansız geliyordu da bana" gülüyor sonra da...

noi albinoi gerçek mi?

zack, eline bir lastik alıp, arı avlar. biliyor musunuz? nedeni, o arılardan birinin, öfkelenip, kendisine sokmasını sağlamak. oyun oynuyor yani aslında ve hiç bir arıyı da öldürmüyor bu oyun esnasında. yakınlarına hedef alıyor gerdiği lastiği. ve arılar da, her ne hikmetse, sokmuyor onu. hayvanlara arası iyi zack'in. bahçesine gelen bir sürü kedisi ve köpeği vardır. yolda köpekler peşine takılır mesela. bir kaç gün önce sabahın yedisinde, evine doğru yürürken peşinde üç sokak köpeği vardı ve yaşlı bir kadın:
"oğlum, bu köpekler ısırmasın" dedi,
"insanlar daha ısırgandır teyze" dedi zack de,
kadın "töbe töbe" deyip yoluna devam etti..

girdap, bu anlattıkların gerçek mi?

"saçma sapan sorular sorma" dedi zack, üç gün önce kendisi ile röportaj yapmaya çalışan bir bulaşık reterjanına. bir dergide yazıyormuşmuş, falan filan. ilk soru: "neden yazıyorsun?", ikinci soru: "türkiye'deki edebiyat sahnesi içinde, yerinizin nerde olduğunu düşünüyorsunuz?", üçüncü soru: "sizce iyi bir yazarın yerine getirmesi gereken en önemli görev nedir", dördüncü soru: "türk edebiyatı'nın bugüne kadar yarım bıraktıkları ödevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?"

sonra zack'in ilk dört soruya verdiği cevaplar, "neden ölmüyorsun?", "ben evde oturuyorum, edebiyat misafirim olmadı hiç", "görevimiz tehlike, mesajlar beş saniye", "türk edebiyatının öğretmeni kim?"

sonra, sonra.. komik. ilk dört cevabımı beğenmedi eleman, bende soruları beğenmemiştim zaten, röportaj gerçekleşmedi. güzel.. güzel olmayan çok şey var halbuki hayatta.. bekliyoruz. aerodinamik zihnimizle, pnömatik bedenimiz ve statik acımız arasında, tehlikeli bir oyuna dalıyoruz.

Gary Jules gerçek mi?

zack uyandı ve tavana baktı. boşluk. ve sürekli boşalarak yoluna devam eden bir akışa karşı durup, talihi ters döndürmeye çalışmanın, faydası yok, dedi. buradayız, böyleyiz, ve devam ediyoruz bu şekilde. bu dokuz metrekare dışında, yaşanabilecek her şey, sizin olabilir. umrumda bile değil, tadılabilecek tüm mutluluklar veya sahip olunabilecek varlıklar. bana sönmeyen bir sigara ve kağıt kalem ve kesintisiz müzik verin. sonra geriye kalan dünyanın içine etmeye devam edebilirsiniz. sorun değil gerçekten...

ha bu arada, Robert Smith gerçek mi?


* başlık, Gary Jules'ın bir şarkısının adıdır