30 Eylül 2004

can sıkıntısı


3 hafta önceydi.. canım sıkılıyordu.. ve evden çıktım.. canınızın sıkıldığı zamanlar evden çıkmakla iyi edersiniz.. hiçbir şeyin önemi yoktur ve tek gereken şey zamanın geçmesidir.. evde oturmuş, hiç bi bok yemeden pinekliyordum, hayatımın yüzde doksan dokuzunu hiçbir bok yemeden müzik dinleyip odamın süslediğim duvarlarını ve tavanı izleyerek tükettim ve yüzde birinin yarısını yazarak geçirdim, geri kalan zamanda da işemiş sıçmış ve boşalmış olabilirim.. bu üçünü aynı anda yapmaya çalışıyorum, ama henüz başaramadım.. neyse, bunlar önemsiz ayrıntılar ve o gün gerçekten evden çıktım.. nereye gitmeliydim? nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum.. hiç bir zaman bilmem gerekenleri bilemedim ve bildiklerim ise asla bir işe yaramadı. ısrarcı olmadım, hiçbir şeyi zorlamadım, kaderci değildim ama lanetlenmiştim.. buna inanıyordum, lanetlenmek, bu sizi rahat kılıyordu.. rahat mı? hiç sanmıyorum.. neye el atsanız elinizde kalır, ve siz yılmadan mücadele edersiniz bir süre, ama mutlaka, hem de her seferinde, bir patlak verir hayat, ama siz dersiniz ki; "everything's gonna be alright", bob'un dediği gibi, ya da n.b.n'nin.. bon öldü ama ben hâlâ bunu söylüyorum, hayatta kalanlarımla hayata tutunmaya çalışıyorum, neslimiz tükeniyor dostum, kısa bir süre sonra bizler olmayacağız ve insanlar rahat edecek; yaptırmak istedikleri şeyler olan efendiler ve kendilerini yapmaya mecbur hisseden köleler.. bir taraf seçenlerden değiliz biz, sadece yaşıyoruz, nefes alıp vermek dışında yaptığımız bir şey yok.. bazen çalışırız, ve kazandığımız para geldiği gibi gider; içki.. hiçbir şeyi biriktiremeyenlerdeniz biz. ölmemek için içeriz.. çünkü kafamız yüksek değilse ağır gelir ruhumuza ve ölmek isteriz.. ölmemek için içeriz ama yaşamak da istemeyiz.. "iki arada bir derede" temsil ettiğim her şey bu işte.. ve evden çıkmıştım, bu kez tam odaklanmak istiyorum, anlatamadım bir türlü ve anlatamadıkça saçmalıyorum, sayfalar sayfalar sayfalar.. bir kitap dolusu zırva, bu da eşittir bestseller olmaca.. yürüyordum.. elimi cebime attım, 2 milyon lira vardı, sevindim, bugün karşıyaka yapacaktım demek ki, tanıdık birine denk gelirdim belki.. hiç olmadı retro’ya, emin aga’nın dükkana giderdim, ama ben direk oraya gidecektim, son değil, ilk tercih orasıydı.. durağa vardım ve 514 geldi, hemen geldi, tanrı beni izlemeye almıştı gene, hemen gelmesi için 514 değil de bir tank dua etseydim kabul eder miydi? bu iyi olurdu aslında.. bazen internet kafeye girerdim, evimde bir bilgisayarım vardı.. müzik dinlemek ve .txt açıp üzerine harf kusmak dışında bir işime yaramayan bilgisayarım.. 3 sene önce ona bir modem buldum, eski bir modem, 2. el.. internete nasıl girilir bilmiyordum, ama bir şey duymuştum, 146'yı tuşlayınca giriliyordu, ben de denedim.. ve girdi.. ve yazdı işte.. anlıyor musunuz? bir mevsim bu! yaz! ve izmir.. bu iki kelime bir araya gelirse, 3. kelime intihardır.. eğer pas derseniz size 4. bir kelime verilir; sikik! bunun ardına bir çok kelime konabilir, sikik gün, sikik gün, sikik gün.. böylece devam eder bu.. 2 ay sürer ve o 2 ay içinde ölmediyseniz geriye kalan 10 ay da ölmezsiniz.. ve o günlerde 146 beni hayatta tuttu - ev telefonum sonraki 10 ay kapalı kalsa da.. bu güzeldi aslında, cep telefonumu da kapatıyor ve ölü taklidi yapabiliyordum böylece.. ama o günler bir felaketti benim için.. nete girer ve sitelerde gezerdim.. anlam veremezdim üstelik, bir sürü kişisel site, herkes herkese ruhunu göstermeye çalışıyor, peki ama hangisi gerçek? 3 yıl sonunda bir gerçek bulmuştum.. ve inandım.. bazen inanmaktan başka şansınız yoktur, ama inanç kelimesi iki yüzlüdür, çünkü içinde aldatılmayı barındırır bu kelime.. hayır, ben bir filolog değilim, ama kelimeleri iyi bilirim.. ‘sana inanıyorum’ dersiniz.. ve bir süre sonra da ‘sana inanmıştım’.. ve böylece devam eder bu, hayat boyu.. "hangisi gerçek?"

paramın olduğu ilk gün bir dövme istiyorum taşaklarıma, yo hayır iki dövme, birinde “fuck the world” yazacak, diğerinde de "keep it real" ve bir de, “taşaklarımı yalasın o üç kağıtçılar” adında bir kitap yazmak istiyorum.. ve bedavaya dağıttırmalıyım onu, bedava dağıtımdan bir hafta sonra ksk sahile çıkıcam ve güzelim denizimi kitaplarımla kaplı bulucam.. denize atılmış bir ton kitap.. öyle olmuştu, sanırım 7-8 sene önceydi bu, bir peygamber bozuntusu bir kitap yazdı, "evrim aldatmacası" adında, ardından bunu bedava dağıttı, sonra ne mi oldu? herkes kitabı denize attı.. nerden geldiğimiz kimin umurunda ha? evrim ya da tanrı.. neyi değiştirir bu? hiç bir yerden geliyorum ve hiçbir yere gidiyorum.. ya da tam tersi.. ben bunlarla uğraşmıyorum dostum, bana şu an gerek, an! bu an, ah bak o an da uçtu gitti işte, sürekli tüketiyoruz, ve tükettikçe mutlu oluyorum ben.. ve bir türlü odaklanamıyorum "evden çıktım"dan sonrasına.. ama hâlâ umudum var, anlatıcam o günü.. "madem yaşamın sence bir anlamı yok o halde intihar etsene" dedi biri bana geçen gün, ona dedim ki “ben anlam aramıyorum dostum, ama sen anlam arıyorsun, bu nedenle yaşama sımsıkı bağlısın, mücadele ediyorsun"

evden çıktım, bakın işte o gün 514 hemen geldi, ve ben neden tank istemedim ki dedim? internet cafe, (bir net cafe açıp intiharet cafe koyucam adını, göz alışkanlığından herkes internetcafe diye okucak onu, komik değil komik değil, gülmeyi kesin), herkes gta diye bir oyun oynuyor oralarda bu sıralar, tank ile şehirde katliam yapıyorlar ama oyun o.. bir tank kaçırmak istiyorum, 15 ay (askerlik) bedenimi rehin alıp ruhumu sikmek isteyenlerden bir tank çalmak istiyorum ve sonra gta oynamak istiyorum gerçek hayatta.. ölene kadar gangster.. ölene kadar nigga, ölene kadar güney amerika! ölene kadar latin! ya da, mickey ve mallory. ama mallory'm uzak bana.. neyse, 514’e bindim ve bir milyon verdim şoföre ve arkaya doğru yürüdüm ve bir kağıt yapıştırmışlardı cama, eshot'un bir ilanı.. yol boyunca o ilan beni idare ederdi.. okumaya başladım, bundan sonra şoförleri kontrol etmemiz gerekiyordu, öyle yazıyordu ilanda, artık şoföre bir milyon verince onun bizim için özel kentkartını alete okutup okutmadığına bakmamız gerekiyordu.. o an şoföre, "kentkartını alete yalattın mı benim için? sana para verdim ve sonra şu ilanı gördüm" demek istedim.. ama şoförün can sıkıntımla bir ilgisi yoktu.. kimsenin can sıkıntımla bir ilgisi yoktu.. yoo, birileri vardı, tepemde gezinip vır vır konuşan birileri, her şeye sahip olup konuşmaktan başka bi bok bilmeyen birileri, birbirleri ile çatışıp bizi duymazdan gelen birileri, anlaşamıyorsanız ne yarak yemeye HIYARarşik düzende aralıksız altlı üstlü konumdasınız demek istediğim birileri, ilk bombamın çalışıp çalışmadığını boktan bir davetiye nedeni ile çatışıp durdukları resepsiyonlarında denemeyi tasarladığım birileri, hepsini öldürmek istiyordum.. alayını! ama tankım yoktu, napabilirdim?

otobüs sahile geldi ve ben indim.. etrafıma bakındım, saati olan birini aradım, buldum, "saat kaç?" dedim, on iki dedi.. erken gelmiştim, retro kapalı olabilirdi.. ama başka gidebileceğim hiçbir yer yoktu.. pasaja girdim, kapalı.. lanet.. bir yere oturdum ve çay istedim.. bekliyordum, çok geçmeden emin abi geldi, biraz lafladık, akşamdan kalmaydı, uykusuzdu, bana “biraz uyumaya gidicem” dedi, “sen kalır mısın dükkanda, yerime bakar mısın?" tabi elbette neden olmasın.. teklifi kabul ettim, çıkma teklifi dışında dostlarımın her türlü teklifine gözüm kapalı evet derim ve ibnelerden hazzetmem.. hayır canım, şaka yapıyorum, homofobik değilim elbette, bana ısrarla tacize varacak boyutta rahatsızlık veren gay’lerden hatunlardan da hazetmiyorum, yoksa çok gay arkadaşım var ve asla yadırgamam onlarla yolda yürürken ya da mekanda çay içerken utanmam. ama cinsel taciz konusunda ayrım gözetmiyorum, bazı insanlar bu konuda bile pozitif ayrımcı davranıyorlar. onlarla politik bir mücadele sürdürmem imkansız. hele ki fanzinlerimde küfür var diye kadın düşmanı ilan edildikten sonra..

kızlarla sevişen kızları izleyebilirim bak ama, yahu kızlarla kızlar da saçma aslında, acaba kadınlar homoseksüel pornoları izleyip mastürbasyon yapıyor mu? bu tip bir ton saçma soru gayr-intiyari bir biçimde zihnimde dolanırken zamanı hatır hatur yerim.. saçma şeyleri düşünmek gerçeklerden uzaklaştırır beni, gerçeğe ne kadar yakınsam, işte o kadar.. "o kadar ne girdap!"

bu cümleyi tamamlayamadım, bir ara hatırlatın, belki başka şeyler yapılabilir o harflerle.. kukuleta mesala.. az dost edinirim, çünkü bu soğuk dünyada kime güveneceğimi şaşırdım, ama benim de inanacak birine ihtiyacım var, tanrının iki yüzlülüğünden sonra iyice umudumu kaybettim, pezevenk çocuğu darwin ve yardakçısı nietzsche yoldan çıkardı beni. (onların dost olduğunu bilmiyor muydunuz? şaka şaka, ben de bilmiyorum.)

mekanda yalnız kalmıştım, ufak bir yer, bir sürü giysi.. emin abi fiyatları söyledi ve gitti, 3-5 inandığım insandan biri.. bu soğuk dünyada kime güvenebilirim.. “bu soğuk dünyada kapana kısıldım-2pac) hafızam sikikti her müptela gibi.. bir kağıt kalem alıp yazdım fiyatları ve hemen canım sıkılmaya başladı.. kendimle baş başa kalınca canım sıkılır, kendimle baş başa kalmamam gerekir, mutlaka oyalanmalıyım.. gözüm kaçak yayın adında bir dergiye takıldı, elime aldım, içinde amatör yazarlar için bir ek vardı.. onları okudum, ve onlar hakkında yapılan yorumları da.. neden katlanıyorsunuz ki bu üçkağıtçılara? yazın işte, konuşur gibi yazın.. hiç bir eleştiri bana göre değil, çünkü ben diğer dillere çevrilmeye, yüz binler satmaya ve ünlü bir entelektüel olmaya çalışmıyorum, tek istediğim zamanı geçirebilmek ve düşünmemek.. yazmak başka şeyleri düşünmemi engelliyor.. ve nedense bir müşteri geldi o gün, genelde gelmezler, genelde dışarıdan bir göz atıp camekana, giderler, içeri girmeye korkuyor olabilirler, bizim görmediğimiz bir şey görüyor olabilirler içerde, bir örümcek? ya da kurt adam.. ya da elinde bir tank olsa herkesi öldürmeyi düşleyen biri olduğum anlaşılıyordur.. ama nedense o gün, tüm bu n.b.k ve g.t.a teorilerimden korkmayan biri "merhaba" dedi, "merhaba" dedim, "türkçerap cd'si bakmıştım" dedi, ben de elimdeki cd'leri gösterdim ona.. kendi korsan baskılarım, killa, fuat, susturucu, islamic force vs vs. baktı, baktı, baktı, ve, iyi günler deyip çıkıp gitti..

anlam veremiyordum.. ama sanırım biz lanetlenmiştik, -kim tarafından?- ve biz lanetlenmişler birbirimizi bulurduk hep, ve ölene kadar güvenirdik birbirimize.. tıpkı o gün olduğu gibi, kimse gelmedi dükkana, o çocuk dışında kimse gelmedi, bir de emin abi geldi, akşam yedi gibi.. ve nedense, bu daima böyleydi.. sinek avlamak yani… ve ben neye el atsam elimde kalır… her şeyi doğru yaptığımdan eminim, ama mutlaka bir noktada hava kaçırıyor lastikler ve yolda kalıyorum.. bazen alnımda koskoca bir çarpı işareti olduğunu düşünürüm, ve benim gibi işaretlenmişlerle içerim.. sanırım daha fazla yapabileceğim bir şey yok.. içmek, sıçmak ve uyumak.. ve bir de aldatılmak - aşk değil kast edilen!

insanlar tarafından aldatılmak! evet evet, daha fazlası yok, işte size hayatın anlamı.. şimdi sikik oyunuzu verin bana da bir savaş açayım size.. size ve tüm dünyaya.. dünyaya karşı ben.. “all eyez on me” - "bana verdikleri ıstırap için öç arıyorum"

tuvaletim geldi, 1 saattir tutuyorum, ama artık yeter, sanırım işedikten sonra yazının başına geçince yazamayacağım.. bu kadarla idare edin.. yazı küstahtır çünkü, onun başından kalkarsanız bir daha sizi yanınıza sokmaz.. asla! biter.. aynı şu an olduğu gibi.. bitti.. bu da böyle olsun.. ama tank edinir ve kullanabilirsem meclislerine dalacam.. bundan şüpheniz olmasın asla!

30.eylül.2004

24 Eylül 2004

geleceği beklerken bir öykü yazayım dedim

geleceği beklerken bir öykü yazayım dedim 

5 yıldır bu anı bekliyorduk.. uzaktık.. ve artık yakın olucaktık.. 5 yıl önce tanıştım onla.. nasıl olduğunu anlatmayacağım, çünkü uykum var ve başım ağrıyor, kesin sesinizi de okuyun.. 

5 yıl içinde çeşitli aralıklarla görüştük.. benden büyüktü ve bunu bizim dışımızda herkez sorun etmişti.. onun çevresi.. benim çevrem.. ama önemi yoktu.. takmıyorduk.. 5 yıl önce bu işi zamana bırakmıştık ve artık zamanı geldi dedik 5 yıl sonunda.. bu cümleme hasta oldum, tekrar etçem;  5 yıl önce bu işi zamana bırakmıştık ve artık zamanı geldi dedik 5 yıl sonunda..

ben kitaplarımı yazdım, yayınladım, üst kademe beyfendilerinin isteği üzerine, 15 ayımı sikip attım, ve birde ev iş olaylarını çözümledim.. kitap işinden pek kazanamıyordum, bir kaç eleştiri almıştım, türkçeyi bozuyordum, basit yazıyordum, hep aynı şeylerden bahsediyordum ve birde kelime haznem azdı.. ve bende azıp üstlerine patladım; sikerim edebiyatı, beğenmeyen okumasın!

yayıncım ile de sorunlar yaşıyordum.. her yazdığımı basmazlardı, değiştirelim değerlerdi, bende "fanzin ne güne icad edilmişim be bilader" derdim, "basmazsan basma" o zaman gözleri parlardı ibnenin, sanki ondan para kaçırıyormuşum gibi hissetiğini anlardım, gözlerinden.. gözler her bir şeyi eleverir.. gözler birer yalan makinesidir.. bilim adamlarına tavsiye, yalan makinesi yapmakla uğraşçaklarına, iğneden iplik geçirme makinesi icad etsinler, bu fikir bir arkadaşımın, benden size iletmemi rica etti..

her neyse, 5 yıl önce bir salı günü, yada perşembe, yada cuma, bir mail aldım.. "yazdıklarına bayılıyorum". o zamanlar internetten yayınlanıyordum ve ilk kitabımı basmak üzereydim.. "eyvallah" dedim ona.. sonra bir daha mail attı, "ya abi sen süper adamsın". alla alla, bi daha "eyvallah" dedim ve birde telefon verdim.. bazı şeyler özel kalmalı, ve  bir de şu, uçağı bekliyorum.. uçak.. birazdan inicek ve bize gideceğiz..

***

uçak indi.. içinden tavşan çıktı.. gözlerimi ovuşturup tekrar bakınca, bunun tavşan değil, sevgilim olduğunu gördüm.. ben yanlış yazarım, yanlış görürüm, yanlış duyarım.. çünkü bir zamanlar hayatimi siken biri nedeni ile beynimi siktim, hap hap hap.. şimdi hiçbirşeye konsantre olamıyorum.. roman yazamıyorum bu nedenle, ama yazdırmayı tasarlıyorum.. şimdilerde moda oldu bu, buluyosun bi tip, anlatıyosun anılarını, o da yazıyor.. hem iyide satıyor bu, ama önce ünlenip magazinsel bir malzeme haline gelmem şart.. yoksa kimse siklemez beni.. bu işler böyle.. "oyunu kuralına göre oyna, oyunun kuralları sana kazandırıcak" der tanrım..

sarıldık, daha doğrusu o sarıldı, bende onu taklit etmeye çalıştım.. ben sevgimi bu yollarla göstermesini becerebilen biri değilim.. elinden tuttum ama, içimden gelirse tutarım.. otobüse bindik.. evime götürdüm onu..

geçtik içeriye.. evimi gördü.. inceledi..
"çok dağınık" dedi, ilk sözü buydu, "çok dağınık".
"toplarız" dedim, "ben dağıtırım sen toplarsın."
"çok severim herşey yerli yerinde olsun".
"bende severim" dedim, "ama bir türlü beceremedim bunu"
“ben yardım ederim sana"
“bilakis”.

Onun sözlerini çalardım sıklıkla.. orijinal sözleri vardı ve öyküme cuk oturuyordu. birkaç kez ben imza dağıtırken… hey hey, bişi dicem, ben imza dağıtmaktan nefret ediyorum hayranlarım, lütfen bir dahaki imza gününde bana imzalancak kitap getirmeyin.. imza dağıtmakta neyin nesi allahaşkına.. ben size söyleyeyim, şimdi şöyle bir olay var bu işte.. tipin teki, biraz hava yapayım diyor, iki türlü hava.. hem yazara, “ben seni okuyorum” demeye çalışarak dikkat çekmek istiyor, hemde arkadaşlarına imza göstereyim istiyor..  neyse, uzun süredir güzel bir yemek yiyememiştim, ailemden ayrılıp yalnız yaşamaya başladım başlayalı her hafta sonu anneme gidip yemek yerdim, tıkabasa dolar, bir hafta boyu yumurta ve makarnaya boyun eğerdim.. ve şimdi aynı zamanda bir aşçı bulmuştum kendime.. markete gittik öncelikle, ev bira şişeleri, çarşaf ve tütün ile kaplıydı.. ilk işi bunları temizlemek oldu.. daha sonra, ona ayırdığım bölmeye kitap ve cd’lerini dizdi.. ardından ‘yemek yapıcam sana’ dedi..
“yap” dedim, “ama henuz son kitaptan para gelmedi, ve maaşımı da haftaya alıcam.. arkadaşlardan geçiniyordum 2 gündür, şu an kalmadı param”.
“bende de yok” dedi, “biliyorsun yani” şişeleri geri verdik, ve evde biriken şişeler  ile bir ev satın alabileceğimin farkına vardım… ama işi abartmanında anlamı yoktu, neden öyle söyledim bilmem, en fazla köpek kulübesi satın alabilirdik o parayla.. ama yemeklik bişiler aldık biz.. köpek kulubesini yiyecek halimiz yoktu.. insanlar paraları ile ihtiyaçları olan şeyleri almalılar, ama günümüzde insanlar artık sapıttı ve çok çalışıp çok tüketiyorlar.. bu döngünün dışında kalıp, ye iç sıç modunda takılıyorum ben.. ve onun getirdiği cd’leri kurcalarken, aklıma 5 yıl önce bana dedikleri geliyor, arkasından yaklaşıp sarılıyorum ve “seni seviyorum” diyorum.. aynı şekilde karşılık vermiyor, “şurdan tuzu uzatsana” diyor..

“Seni seviyorum” demek eğer bir dişli çark düzenine inerse, o halde o iş çabuk biter.. seni seviyorum denilen her an, buna karşılık vermediği için küsüyorsan karşındakine, sen bir insanı değil, dişli çarkı seviyorsundur ve kendinde bir çarksındır.. bu iş böyle olmaz! Günümüzdeki boşanmaların en büyük nedeni, çiflerin birbirlerini dişli çark olarak görmeleridir..

Uzatıyorum tuzu ve tekrar odaya dönüp cd’leri kurcalıyorum.. buluyorum aradığımı ve cd player’a yerleştiriyorum.. ne dediğini bilmiyorum herifin ama bu bir jest, letdown jesti.. ve daha sonra yemek yiyoruz.. saat 7 gibi.. ve daha sonra konuşuyoruz.. gece yarısına kadar.. şarap içip konuşuyoruz.. sızıyoruz..

Sabah oluyor.. ve uyanıyorum.. eeeh, kesin be, her öykümde aynı şeyi dicem ben, “sabah oluyor.. ve uyanıyorum”. Ne yani, sabah olunca uyanmıyor musun sen?

***


Başım ağrıyor.. akşamdan kalmayım.. kusuyorum.. ve su içiyorum.. kana kana.. akşamdan kalma olduğumun her sabahı başım ağrır, 2 şişe su içerim ve kusarım.. beynim tamamiyle boştur.. anlık, gelgitlerden arınmıştır.. gelgit düşünceler yoktur.. geçerim yazının başına.. ve yazarım..  ve belkide bir gün, böyle bir şeyler yaşayacağım.. şimdilik beklemekteyim.. [ 24.09.2004 – 00:42 ]

17 Eylül 2004

araba ve palavra

"yaşam gittikçe zorlaşıyor yavrum" dedim, "hayatta kalma şansımız giderek azalıyor.. her an ölebiliriz.. fırsatları kaçırmamalı"
"her an ölebiliriz.. çok orijinal bir saptama" çok sakindi bunu derken, dalga geçiyor gibi bir hali yoktu.. bir yudum daha..
"hayır, ben törer denen şeyden bahsediyorum"
"terör"
"hıh hı.. silahlar.. bombalar.. uçaklar.. işsizlik.. işsizlik de bir terördür değil mi?" oralı değildi, ama duyuyordu beni, bundan emindim, devam ettim.. "şu an havaya uçabiliriz..  belki de delinin biri şu an burayı havaya uçurmak istiyordur"
"kimseye güven yok"
"tabi ki de" dedim, kıvama geliyordu, "anlamaya başlıyorsun"
"senin cümleni devam ettirdim sadece.. abartılacak bir şey değil bu"
"birini anlamaya başlamak abartı mıdır?"
"kimse kimseyi anlayamaz" dedi, keskin bir bakış attı, göz bebeklerine oyuncak lazerlerden yerleştirmiş olabilirdi
"belki de ironi yapıyorsundur.. ama bana güvenebilirsin"
"ne istiyorsun?"
"senin de istemeni"
"neyi?"
"bak ben bu oyunları sevmem.."
"oynamak zorunda değilsin"

bir süre sustuk.. barmen, ikimizin de ortak arkadaşıydı, birkaç dakika sonra yanımıza gelip, neler olduğunu sordu
"hiç" dedim, "senin fıstık ağırdan alıyor"
"kabuklarımı yemek istiyorsan soyunabilirim ama hepsi bu.. çorap sever misin?"
"başlangıç için ideal" cevabını verdim, "tatlı olarak ne var?"
"gel benimle" dedi, barmene göz kırptığını gördüm ve - ya bir alay vardı ortada ya da bu gecenin seçileni bendim.. bardan çıktık.. arabama bindik ve yolu tarif etti.. bir apartmanın önünde durdurttu beni, içeri geçtik, "burası benim evim" dedi. "nasıl bu kadar rahatsın ya" dedi bir okuyucu, "palavra sıkıyorsun sen." evet evet, o öykü daha ilgi çekici, onu anlatayım ben

bi gün sahilde çimlerin üzerindeyiz, 4 tip ve ben.. içiyoruz.. tiplerden biri, 'bir şiir dergisinde şair', her sayıda attırır bi tane.. ama hiç bi bok anlamam ben, çok derin yazıyormuş o dergidekiler, marjinalmiş.. neyse, ben buna bir ara, okumak istediğini söylediğini için, bir öykümü gönderiyorum ama siklemiyor beni, ben paçoz yazarlardanım yani..
ve sonra, o gün, ortada hiçbir bok yokken, "bukowski iki yüzlüdür" dedi
"evet" diyorum, "öyledir, bi tek o ikiyüzlüdür. onun da moru bu”
“hayır hayır, gerçekten öyledir ama”
“gerçekten evet, ben ne dedim, frekanslar mı karıştı acaba, bak bir daha diyicem iyi dinle, ‘bukowski ikiyüzlüdür’, ne duydun?"
"kes şunu be abi, bilmiyoruz sanki seni"
"ama değiştim ben.. küçük iskender’e aşık oldum"
"biliyor musun o muhabbeti?"
"hangi muhabbet?"
"picus dergisindeki"
"öyle bir dergi mi varmış, bilmem"
"ne biçim edebiyatçısın sen"
"öyle miymişim gerçekten?" bu arada yeni biralar geldi ve biz de kestik muhabbeti bir süre için.. ikinci şişemden bir yudum aldım, ve "neyse şair, bugünlerde kafam sikik, nolmuş o dergide" dedim..
"önemli değil ya, anlıyorum seni, küçük iskender demiş ki, bukowski iki yüzlünün tekidir vs.."
"desin.. napalım yani?"
"belki bilmek istersin diye söyledim"
"o ibnenin ne sik düşündüğünü bilmek isteseydim öğrenirdim merak etme.."
"picus diye bir dergi çıkmaya başladı"
"hı hı.. çıkar.. para bol edebiyatta.. üç cümle kurup iki röportaj yapınca best seller yapıyor seni okuyucu.."

neyse işte, eve çıktık, hatun öncelikle banyoya girdi.. bilindik modlar.. bekliyordum ben de.. aklım çimlere gitti tekrar, şair tip ile tartıştığım günü düşündüm;

"ya ama bukowski burjuvadır be abi.. hem de çok palavracıdır"
"nerden anlıyoruz bunu ve buradan nereye varıyoruz"
"onun anılarını anlattığı bir kitabı var"
"bilmem, vardır herhâlde, ee?"
"işte orda, evden çıktım arabama atladım tarzı şeyler diyor, bir adamın arabası varsa burjuvadır"
"hı hı öyledir, bi de palavracıdır arabası varsa"
"ya o da şey, şimdi bak, bu adam her öyküsünde bi hatunla düzüşüyor demi"
"öyküde hatunla düzüşüyor evet"
"anılarını yazdığı kitapta aynı tarzda, bu adam o kadar çok kadını düzmemiştir bence"
"kıskandın mı len yoksa"
"yok lan, ne kıskancam.."
"anılarını yazdığı bir kitap var mıdır bilemem, çokta yakından incelediğim biri değildir, okumadım bile, boş ver bunları, içelim"

neyse, banyodan çıktı hatun, girdi odaya.. bi güzel düzdüm onu.. sonrada arabama atlayıp evime gittim..

17.eylül.2004



15 Eylül 2004

hayalet baba

8 yıl önce bugün, içinde bulunduğumuz hayata veda edip başka bir diyara giden babam için, 2004 yılında yazdığım bir öykü:

hayalet baba


yazdı.. okuldan yeni atılmıştım.. kaydımın tamamen silinmesini ve lise diplomamın bana geri iade edilmesini bekliyordum.. ölüm gibi geliyordu, bu iş için yürütülecek olan işlemler.. askerliği tecil ettirememek gibi bir risk vardı.. sıkıntıdan patlıyordum..


sakallarımı kesmiyordum uzun bir süredir.. tırnaklarımı da.. günde bir öğün ya yiyor ya yemiyordum. annem, zayıfladın deyip duruyordu. umursamıyordum.


hiçbir iş yaptığım yoktu, yapılacak hiç bir iş de yoktu.. boşalmıyordum bile.. aşık değildim kimseye.. aranıyordum.. rüya görmez olmuştum.. sakallarım tuhaf bir biçimde çıkıyordu, tarikatçı kaçıklara benziyordum sakallarım uzayınca.. babamla tartışırdım sürekli bu yüzden.. ben sakal sevmem, derdi.. o zaman sen de bırakma, derdim.. üç dört günde bir tıraş olurdu o ve yaşı 66 olmuştu sanıyorum..


sanıyorum.”


ilgisizdim her şeye karşı.. ona kötü davranmıştım ve kötü davranmaya da devam ediyordum.. herkese kötü davranıyordum aslında.. zamanla değişmeyen sabit bir tavrım yoktu ama iki yüzlü değildim.. neysem oydum.. sadeydim.. ama sabit değildim.. bugün "olur" derdim, yarın "olmaz."


gene halüsinasyonlar baş göstermişti.. oysa yoktular bir üç ay kadar.. basit görüntülerdi bunlar, ne ses ne hareket vardı, sadece gölge ve ışık.. görünüp kaybolan türlerinden.. ve de nefes alıp veren bir şeyler.. ne olduğunu bilmiyorum.. ama hissedebiliyordum.. ensemde.. ağzımı bantlayacaklarmış gibi..


günde 25 bardak çay içiyor ve 2 saat uyuyordum.. çok fazla boş zaman ama yapılacak hiç bir şey yok.. bekliyordum.. neyi? bunu bilmiyordum..


yazdı.. ve sıkıntıdan patlıyordum.. 2 aydır evden çıkmamıştım.. yo yo, arada sırada bakkala gidiyordum.. ve delirmek üzereydim artık.. yazmıyordum.. okuyabileceğim hiç bir şey yoktu.. film izlemekten sıkılmıştım.. mullholland en nihayetinde çözülmüştü, en azından bana göre.. müzik dinlemek istemiyordum.. ama fonda sürekli çalardı bişeyler, en çok da beth gibbons, cebrailim..


telefonun çalmasını bekliyordum sadece.. çalıcak ve gidicem.. çalmıyordu.. izmir çekilmezdi yazları, herkes gider ve geride bi tek sen kalırdın.. sıcaktır ve yapılabilicek hiçbir şey yoktur, eylüle kadar bekler ve bu arada delirirdin..


neyse, akşam 9 sıralarıydı.. annem ablam ve yeğenim dizi izliyor, babam diğer odada film izliyor ve abim ise evin karşısındaki kahvede maç izliyordu.. koltukta yatmış, hiçbir şey yapmıyordum.. düşünmüyordum bile.. bilgisayara geçince de hiçbir şey yapmıyordum.. bir dosya açıyor ve “bara girdim, güzel bir hatun vardı” diye yazıp sonra kaydediyordum dosyayı.. sonra da siliyordum.. sonra bir dosya daha açar ve bu kez de, “bara girip en dibe göçtüm.. bir içki istedim” diye yazardım.. kaydeder ve silerdim.. yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ama ne olduğunu çözemiyordum.. her zaman yolunda gitmeyen bir şeyler vardı zaten.. ama bu kez yolunda giden bir şey yoktu belki de..


annem mutfağa gitti ve 10 dakika sonra beni çağırdı, kavun kesmişti ve kabuklarını çöpe atmam gerekiyordu, evdeki ufak çöp kutusu dolmuştu, çöp evin biraz ilerisindeydi, çöp torbasını aldım ve dışarı çıktım.. alt kapının menteşesi bozuktu, çok zor açılıyordu kapı, tüm enerjimi kapıda kaybettim, nedeni buydu belki de, yoksa haklardım o pezevengi.. neyse, daha oraya gelmedik, spoiler vermeyeyim.. çöpe gittim, kapağı kaldırdım ve torbayı attım.


kahveden bir adam çağırdı yanına, bu daha önce de olmuştu, bu mahalleye 6 ay önce ilk taşındığımız zaman, çağırmış ve “neden çöpü oraya atıyorsun, nerde oturuyorsun sen” demişti. o zaman hıncımı alamamış ve o günden sonra da evdeki çöpleri atmak için can atar olmuştum..


adamın evi, çöp tenekesinin dibindeydi ve “sizin kokunuzu mu çekicez lan biz” diyordu, evimiz tenekeye biraz uzak diye.. ama yapılabilicek bir şey yoktu, büyük ihtimal işsizdi adam, ve canı sıkılıyordu kesinlikle, biriken enerjisi bir yere boşaltılmalıydı getirisi olmasa bile, belki bir yumruk belki bi kaç tekme.. atsa da bunları yese de..


mahallede olup bitenle pek ilgim olmamasına rağmen onu gece gündüz görürdüm.. 6 ay geçmişti ve hâlâ o anı bekliyordum, dayak yiyecektim belki de, ama bir yumruk inecekti ona.. 35 yaş civarındaydı adam.. kesinlikle çocuğu olan biriydi..


ne var” dedim

çöpü neden oraya atıyorsun” dedi,

evinize yakın diye” dedim, “karnın acıkınca çok yol yürümezsin”

seni siktiğimin pezevengi” dedi.. ve olan oldu.. hâlâ hayattaydım.. iyi geçirmişti kafayı bana, ama sonrasında gözü morarmıştı.. ben vurmadım ama.. birader kahvede maç izliyordu o an ve “siktiğimin pezevengi” sözünü duymuştu, aile bağlarına benden daha çok önem verirdi, ve tabii kardeşi olarak bana da.. koşarak geldi.. gerçekten koşarak.. ve iyi geçirdi.. çok iyi.. sayı!


hepsi buydu.. futbol maçı unutuldu ve boks maçını erteletmek için sahaya indi herkes.. eve girdim.. girdik.. aynı koltuğa yattım.. birader tekrardan kahveye gitti.. aynı can sıkıntısı ile baş başa kaldım.. kafayı yemiş ama can sıkıntısını yenememiştim..


internet cafeye gidicem” ben dedim valideye.. “hayır!” dedi, endişeliydi.. daha öncesinde, bir kavga sonrası, konsere diye gitmiş, kafam ve dirseğim yarılmış şekilde hastanede bulmuştum kendimi, sadece başım dönmüş ve düşmüştüm durakta.. umrumda da değildi o adam.. uzun zamandır kimseyi kâle almıyordum.. sinirim adama değil kendimeydi.. kafa yemek istemiştim.. işe yarar sanıyordum.. duvara vurmaya da cesaretim yoktu.. biri kafa atsa düzeleceğimi sanıyordum, hiç bi bok olmadı..

neyse, evden çıkmış kafeye doğru yol alıyordum, iyice yaklaşmıştım, kapısı görünüyordu, kurtulmak üzereydim.. içerden bi tip çıktı, yüzünü görüyordum, sırıtıyordu, iyice yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı.. kimyasal yasin miydi bu? evet oydu, ona öyle derdim ortaokulda, ben koymuştum ona bu adı, mantıklı bir açıklaması yoktu, ama adı buydu ve o yaşlarda kimse mantığa önem vermiyordu.. çok zayıftı yasin, fen bilgisi derslerinde iskelet olarak kullanılabilirdi..


"naber?" dedi, "tanıdın mı beni"

"eyvallah" dedim gülerek, sahte bir gülüş değildi bu, severdim onu, "tanıdım, senden naber?"

"eh işte, sınav sonuçlarına baktım"

"ne sınavı bu böyle?"

"memur olmak için. daha önce de ösys'ye girdim ama fos."


ben meslek lisesine gitmiştim o ise düz liseye.. en son 1 yıl önce karşılaşmıştık, yolda, işsizdi o zamanlar, ben ise öğrenciydim, hayatım boyunca öğrenciydim, -ilk altı yılı saymazsak- evlerimiz yakındı yasin ile, iki üç mahalle, lanet olası geçim derdi engelliyordu insanlarla tesadüfen de olsa görüşmeni..


çalışıyor musun bir yerde”

yo hayır.. ya sen?”

ben okuyordum işte..”

bitmiştir artık okulun…”

bitti.. ama diploma vermicekler”

nasıl?”

atıldım.”


durdu.. gözlerindeki nefreti görebiliyordum.. bir anda oldu bu. nefret kolay bir duygudur, basittir, aniden gelir ve kalıcıdır! aşk da en başlarda aniden gelir, yenilen kazıklar biriktikçe bu duyguyu hissetmemeye çalışırsın.. aslında aşk bir şartlanmadır en başlarda, birini gözüne kestirir ve şartlanırsın, sonra nefret başlar.. aniden gelir.. aşk gidince yerine nefret gelir, eğer eski sevgilinizden nefret etmiyorsanız, aşıkta olmamışsınızdır, ya da hâlâ aşıksınızdır. ilk görüşte aşk diye bir şey yoktur, ilk görüşte şartlanma vardır, şartlanmalardan yenilen kazıklar sonrası kolaydır, bir aşk baş gösterir.. aniden en derininizde dolaşır ve dinamiti koyar biri, sonrası zordur, şartlanmamaya çalışırsınız.. ve nefret ise kimyasal yasin’in gözlerindedir..


o bir okula girmeye çalışıyordu, ne olursa.. ve tek söz etmeden yoluna devam etti.. sadece kendime değildi zararım. fazlalık olduğumun farkındaydım. intikam alıyor gibiydim ama yanlış kişileri seçtiğimi de biliyordum. dünya ağzıma sıçmıştı, istediğim gibi yaşayamıyordum.. yaşamamı istedikleri gibi de yaşamıyordum.. öylece durmuş bekliyordum işte ve bu arada başkalarının, istendiği gibi -en azından kendileri bunu istemese de- yaşamalarını engelliyordum.. yatağa yattım, şartlanmalar ve dinamit sonrası, gerçek bir şeyler için beklemeye başladım.. bir aşk hayatta tutardı beni.. ama yoktu işte.. nerdeydin be sen?


kafayı yedikten 4 saat sonrasıydı sanırım, saat bir civarıydı, ev uyuyordu, herkes işe gidicekti yarın.. bilgisayarı açtım ve bekledim öylece.. disketim takılı kalmıştı.. bir düğmeye basmam gerekiyordu.. sistem disketi değil o diyordu.. disketi çıkar ve bi boka bas.. bense bekliyordum..


babam öksürmeye başladı diğer odada.. uzun süredir tıkanmıyordu.. ona okuldan atıldığımı söyleyememiştim.. annem söylemişti.. evin yatak odasında, ki orada uzun süredir yatmıyordu kimse, oturmuş mülksüzleri okuyorken ben, babam işten geldi, saat ondu, gece, sabah 8’de evden çıkıyordu ve akşam onda evde oluyordu, bir kahvede 12 saat çalışıyor ve günlük 15 milyon alıyordu, bir kısmı ganyana giderdi paranın, emekliydi aynı zamanda, iki otobüs değiştiriyordu işe giderken ve gelirken.. ve ölmek üzereydi.. hatta 6 ay önce ölmüştü de, benim moralim bozulmasın diye yaşıyormuş gibi yapıyordu, gülmeyin, şaka yapmıyorum, hastaneye kaldırmıştık onu 6 ay önce, nefes alamıyordu, 2 hafta yattı orada.. şubat tatilimi harcadım, şikayetname olarak söylemiyorum harcadım derken, feda olsun..


refakatçıydım, ilk haftaydı, geceydi. “kalk” dedi, “kalk ben ölüyorum” sandalyede yatıyordum, 11’de haplarını vericektim ona, saat üç olmuştu, uyuyakalmıştım, “noldu” dedim.. bana, 11’de haplarını içmek istediğini, ancak yanlış hapları içtiğini ve üstelik yanlış miktarda içtiğini söyledi, bunu söylemesi çok uzun sürdü, bir yandan hava üfleyen bir makineyi takmaya çalışıyor bir yandan onu dinliyordum, makineyi taktım ve hortumu ona verdim..


neden beni kaldırmadın ki” dedim.

uyuyordun” dedi.. iyice kötüleşiyordu ve odadaki diğer 3 hasta sadece uyuyordu.. nöbetçi hemşireyi çağırdım, durumu anlattım, bana “onun bişiyi yok, o haplar zehirlemez, psikolojik olarak tıkanıyor bişi olmaz” dedi, ve gitti yattı kaltak.. 1 saat içinde 4 kez çağırdım onu, dördücüsünde tekrar geldi, ve aynı tiyatro oyununu canlandırdık hemşire ile bu kez desibeli yüksek bir şekilde. nöbetçi doktoru çağırdım sonra.. böyle bir şey işte.. ölmeyeceğini söylüyor herkese o gün bugün, “ben o gün ölmedim ya, bi daha da ölmem artık.”


ama her gece öksürüp duruyordu ve kimseden hiç bi şey istemiyordu..


neyse, iyice karıştırdım, mülksüzleri okuyordum, bir zamanlar imal edildiğim yatağın üzerinde –şimdi de ihmal ediliyordum belki de?


bizim oğlan yok mu” dediğini işittim babamın. valide,

yatak odasında kitap okuyor” dedi. salona girmeye çıkmaya korkuyordum.

nolmuş okul” dedi babam.

gene sınıfta kalmış” dedi valide.

e nolcak şimdi, 1 sene daha mı uzadı?”

af çıkması gerekiyormuş, kaydını sildircek.”

olsun” dedi, “askere gider, işe girer, yapar bir şeyler, darlama çocuğu”


başka hiç bir şey demedi.. kimse hiçbir şey demedi.. kitaba devam ettim..


işte bu gecede öksürüp duruyordu.. su verdim önce, istemedi, koydum bardağa, içti, “sen git yat” dedi, “bişey yok.”


bişey vardı.. ve gidip yatmadım bu kez.. ama uyku onbin yıldır namağlup götürüyordu bu ligi, ve uyandığımda saat üçtü.. bakkala gidip ekmek almam gerekiyordu, gittim, gazeteye takıldı gözüm, ama gazete okumuyordum ben, dönen dolapları benim gözümden haber eden bir gazete çıkana kadar da bu böyle gidicekti.. kesiyordum onları sadece. basını ameliyat ediyordum neşterle. kolaj için.


ve çöp tenekesi kapımızın önüne gelmişti, 15 metre itilmişti.. canım hâlâ sıkılıyordu ve 15 dakikalık bir iş bulmuştum kendime.. ekmekleri eve bırakıp, çöp tenekesini dün geceki yerine iteklemek için evden çıktım.. ittim.. kavga çıkmadı.. adam görünürde yoktu.. ve canım hâlâ sıkılıyordu.. göztepe-karşıyaka maçına gidip kavgaya karışmak iyi fikirdi aslında.. ama ligler tatildeydi.. yazdı.. ve sıkıntıdan patlıyordum..


tek kelime etse babam, bağırıp çağırsa, evire çevire bi güzel pataklasa, rahatlayacaktım.. yapmıyordu..


15.09.2004 – 03:22



12 Eylül 2004

yatak

sakallarımı kesmem gerekiyor
kesmek zorundayım
kızıyor annem
herkes kızıyor uzun sakallarıma
çok da uzun değil aslında
sadece
biraz uzadı işte
ve ben
ah! bi saniye
saçlar
evet saçlarımı da kestirmeliyim
uzun
ve bir de şey var
tırnaklarım
onların da uzadığı söylendi
sonrasında bir de şey
okula yeni dönem için kayıt yaptırmam gerekiyormuş
ve
hmm
az önce telefonum çaldı ve bir mesaj geldi
ekranı görebiliyordum oturduğum yerden ve
"4 mesaj alındı" yazıyordu ekranda
önceki üç tane ne zaman geldi bilmiyorum
telefonu duymadım
ve mesajları da bir gün okurum elbet
şu an olmasa bile
ve kapı çalıyor
açmıyorum
kim geldi acaba?
ben ne bileyim
buraya yapıştım sanırım
yatağımdan çıkmak öyle zor geliyor ki bu aralar
yemek yemeye bile üşeniyorum
ama söz
sakallarımı keseceğim
bir ara
şu an değil


12.eylül.2004

1 Eylül 2004

asimetrik kişilik bozukluğu 2: bir aşk hikâyesi

telefon çaldı.. arayan henry'ydi..
"alo, bab, naber, nasıl gidiyor hayatın"
henry herkese bab derdi, kadınlara bile.. nedeni bu olabilirdi belki de, kadınlar bu yüzden ona vermiyor olabilirdi, bir kadın değildim, bilemezdim bunu, ama kendimle kıyaslayınca anlayabiliyordum onu, yakışıklı biriydi henry, temiz giyinir ve her gün tıraş ederdi kendini, bir kadın olsaydı eğer, bana nasıl hitap ettiğine aldırmaz, sorgusuz sualsiz düzerdim onu.. ama kadınları anlamak zordu gerçekten, anlamak da gerekmiyordu zaten, 'hı hı' der geçiştirirdiniz ve bir gün aniden patlardı gerçek, eğer devletin onayladığı bir aşk ise sizinkisi, zokayı yutardınız, bu yüzden kötüydü devlet, sizin kiminle iş tuttuğunuzu bile zapturapt altına almaya çalışırdı.. neyse, telefonda çok beklettik henry'yi..
"bir değişiklik yok henry" dedim.. "ya sende?"
"bende de yok bab" diye karşılık verdi henry.. ikimizin de hayatında değişiklik yoktu ama farklı bir durağanlıkta ilerliyordu hayatımız; ben kayıyordum, o ise izliyordu.. ikisi de aynıydı, hemen hemen.. sonuçta boşalabiliyordunuz, yarıklı da yarıksız da değişmiyordu sonuç; iki şak şak ve bir pat..

"artık dayanamayacağım" dedi henry bana, "şimdi sapıkları daha iyi anlıyorum"
"saçmalama" dedim ona
"sen nasıl yapıyorsun peki"
"ben yapmıyorum" dedim "bir erkek asla yapmaz, yapan kadındır, iplerimiz onların elinde.."
"bana da öğretir misin?" dedi henry, öğretilecek bir şey yoktu, seçilmeyi beklemeyi bilmeliydi henry, bir piyangoydu seks, şans işiydi - genel evleri saymazsak.. devlet her şeyi berbat ettiği gibi, üstüne bir de sekse el atmıştı.. genelevler yasal olarak tecavüz etme yerleriydi.. kimse anlamıyordu bunu.. para yolu ile ya da fiziksel yolla, sonuç aynıydı, zor kullanıyordunuz..
"akşam bir bara gitmeye ne dersin henry? senin için bir sürprizim var, şimdi aklıma geldi"
"tamam, akşam sekizde seni alırım"

telefonu kapattı henry ve beklemeyi sürdürdü.. bu aralar bir televizyon kanalının saat başı haberlerinin fanatiği olmuştum, her saat başı boşaltabiliyordu beni sunucu, "son aldığımız bir habere göre, meclis zinayla ilgili yasa tasarısını…" pat.. sonra uyurdum, bir saat sonra uyanır ve televizyonu açardım, "…347 evet ile onayladı, artık zina suç kapsamına…" pat.. uyur uyanır ve haberleri izlerdim.. telefon çaldı, arayan henry'ydi..
"alo"
"alo bab"
"henry?"
"olacak mı?"
"ne olacak mı?"
"bu akşam"
"çok sabırsızsın henry, beklemeyi bilmelisin.."

saat 7 oldu.. her gün saat yedide markete giderdim ve 2 paket altılık bira alır, oradan çıkar, parkın oradaki korsan sidiciden bir film kiralardım.. filmin hangisi olduğuna bakmazdım bile, herifin göz zevkine güveniyordum, sonra eve gelir ve filmi izlerken bir altılığın yarısını tüketirdim.. saat sekiz buçuk olunca biterdi film, tüm pornolar 1 saat sürüyordu ya da kazıklanıyordum.. film bitince yazmaya başlardım, ta ki güneş doğana kadar.. güneş doğmadan uyuyamazdım, kendimi güvende hissettiriyordu tanrının güneşi, tanrıdan ise korkardım, korkağın tekiydim zaten.. herkes korkağın tekiydi, sadece rol kesiyorduk, hepsi bu - hemen hemen.. film izliyor ve bira içiyordum, sigara kullanmazdım, sigara aptalcaydı, nefes almak bile aptalcaydı, sarhoş etmiyorlardı adamı.. ekrana kenetlendim, iyi bir sahneydi, belladonna kendini düzdürürken telefon çaldı, arayan henry’ydi muhtemelen..

“alo”
“alo bab”
“henry?”
“buluşuyor muyuz bab?”
“evet evet, unutmuşum, hemen giyiniyorum”
“seni almaya gelmemi ister misin?”
“arabamı aldın kendine?”
“peder erken sızdı bugün, araba bende..”
“tamam peki gel al”. anlaşılan çok heyecanlıydı henry, ve çok fazla film izlemişti, oysa gerçek hayatta olmuyordu bu iş, en azından ben yapamamıştım, çok defalar denemek zorunda kalmıştım.. bunun için araba kiralamak gerekmiyordu hem, arabası olan bir hatunla düzüşmek yeterliydi, ama dedim ya, olmuyordu arabada, rahat bir pozisyona denk gelene kadar saatler geçiyordu.. kapı çaldı..

“kim o”
“benim bab, henry”
“gel henry, kapı açık”
kapıyı açamadı henry, güçsüz biriydi, ondan korkmuyordum, korktuğum şey, kapımı açabilecek kadar güçlü olan hırsızlardı, güneş güven veriyordu adama.. çalınabilecek bir şeyim yoktu, öykülerim dışında, ve öykülerimi satarak kazanıyordum bazı şeyleri, hatunlar hediye olarak geliyordu tabi.. yayınevinin değildi hediye, yayınevine para ödeyerek alırlardı kitaplarımı ve daha sonra kayınevini ziyaret ederlerdi..
“naber henry, heyecanlımınsın?”
“evet bab, ilk kez olacak, sen ilk defasında heyecanlı değil miydin yani?
“hayır henry, değildim”
“eminsin değil mi, olacak bu iş”
“telaş etme henry, kamışını sıkı tut, gidiyoruz”

henüz yayınlanmamış olan öykülerimi aldım yanıma, ve evden çıktık, arabaya gerek yoktu aslında, evimi her zaman barlara yakın yerlerde kiralıyordum, yol parası ile daha fazla içebiliyor ve eve kadarda taşıttırabiliyordum kendimi, gene de arabaya bindik ama..
“nasıl olacak, anlatsana bi”
“görünce şaşıracaksın” dedim ona, “çok hoşuna gidecek, ancak sonrasına karışmayacağım”
onu, en az gittiğim bara götürdüm, bu bara, uzun bir süre boş delik bulamazsam giderdim, bir fıstık takılıyordu bu barda, bana müptelaydı ama ona öğretmiştim beni sıkmaması gerektiğini, çok fazla birlikte olursak senden bıkarım, nedeni bu bebeğim, sık sık değil ama ömür boyu, yetmişine de gelsem seninle vuruşacağım..

bara girdik, lita hemen karşıladı beni, onu henry ile tanıştırdım ve masamıza oturduk, bir adam geldi yanımıza,
“lita, aşkım, beni unuttun sanırım” dedi..
“gider misin başımdan, seni hatırlamak istemiyorum” dedi lita, öpücüğünü de yanağıma kondurdu, bunu adam için değil benim için yapmıştı, adamı defetmek benim için zor iş değildi, ama lita benim gönlümü almaya çalışıyordu, adamın yanında beni öpmesi bir lütuftu sadece.. adam aşkım kelimesinin harflerini tek tek yerden toplayıp bardan çıktı.. biraz içtik ve biraz sohbet ettik..

lita’ya, ‘lita, bak bu henry, çocukluk arkadaşım, hâlâ bakire, yap bi kıyak, ölmeden önce sikişmek onunda hakkı” diyemezdim herhâlde, ama henry bunu söylememi bekliyordu, bir ara lita tuvalete gitmişken bana, “hadi bab, ne zaman açacaksın konuyu” dedi, ona sabretmesi gerektiğini yoksa lita yerine onun düzüleceğini söyledim.. lita geldi ve kulağıma eğilerek, “arkadaşın ne zaman gidecek” dedi bende onun kulağına eğildim ve ısırdım.. bu hoşuna gitti ve bir daha benim yanımda üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmadı

“ee, napıyoruz” dedi henry.. ne lita, ne de ben bir cevap vermedik.. lita çok güzel bir hatun değildi, ama işi biliyordu, aptal değildi ve çok tehlikeliydi, ona ‘henry seninle sevişmek istiyor ne dersin’ diye sorsam, henry’yi bıçaklardı, bundan emindim, ama bana zarar vermezdi, ona âşık olduğuma inanmıştı bir kere, âşıktım da gerçekten, ama bu benim başka kutucukları ve onun başka aletleri yalamasına engel değildi.. “zina yasa tasarısı da neyin nesiydi allah aşkına? siktirin be oradan..” diye bağırdım, sohbetin bu noktaya nasıl sarktığını hatırlamıyorum, politika konuşmuyorduk, ama henry bir kurnazlık yapıp konuyu açmış olabilirdi, buradan sekse doğru bir yol almak istemiş olabilirdi.. “içkilerinizi bitirin” dedim, “henry bizi eve bırakacak lita”, henry yüzüme haince bir bakış attı, ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibiydi, lita ise memnundu halinden, bir öpücük daha kondurdu yanağıma.. dudaklarını daha iyi hissetmek için, bundan sonra her gün tıraş olmaya karar verdim..  lita ve henry biralarını içerken yarış yapıyor gibiydiler, benim biramı bitirmemi beklediler daha sonra, acele etmiyordum, nasıl olsa gecenin kazananı henry olacaktı.. bu gecelik hakkımı ona vermiştim.. arkadaş arasında olur böyle şeyler.. sorun lita’nın ona ne yapacağıydı, henry’ye zarar gelsin istemiyordum, ama içinde bulunduğu durum üzüyordu beni.. beş parasızdı henry, ailesi ile kalıyor ve iş arıyordu, babası alkolik bir herifti ve annesinden arta kalan zamanlarda onu dövüyordu, henry 21 yaşındaydı ve askere gidip ölmekten korkuyordu, bari bir kez diyordu bana, en azından bir kez.. o iş olmadan ölmek istemiyorum bab.. henry çok kez âşık olmuştu ama bir türlü söyleyememişti bunu, bense birçok hatuna ‘sana aşığım’ demiştim ama çok az âşık olmuştum.. belki bir defa, belki de hiç.. aşk bittikten sonra inkâr ediyordunuz çünkü o günleri.. unutmanın bir yoluydu bu, ve daha sonra, uzun süren abazalık dönemlerinde, o günlerin seks ile alakalı olan anılarını hatırlayıp otuzbir çekiyordunuz.. işte aşk böyle bir şeydi..

sarhoş değildik, az içmiştik.. masadan kalktık ve benim eve doğru yol aldık.. henry yarı yolda babasının arabasını çaldığını hatırladı ve geri döndürdü bizi, 10 dakikadır yürüyorduk, aynı yolu geri tepmesi 5 dakika sürdü, insan sinirliyken daha hızlı yürür, arabaya bindik ve 5 dakika içinde evimin önüne geldik, matematik meraklısı bir okur öyküyü yarıda bırakıp, bardan eve gelişimizin kaç dakika sürdüğünü hesaplamaya çalıştı.. lita’ya anahtarı verdim ve eve çıkıp hazırlanmasını söyledim, ben beş dakika sonra gelicem dedim ona, henry ile özel bir görüşme yapmam gerekiyor, söz dinledi ve eve çıktı lita..

“bak henry, yanlış anlama ama şu an ereksiyon halindeyim ben, bana izin ver, önce onu bi güzel düzeyim”
“ama bab, sen demiştin ki…”
“dinle beni henry, daha bitirmedim, sen içeriye ben ışığı iki kez söndürüp yakınca geleceksin, tamam mı, al şu anahtarı”

cebimden yedek anahtarı çıkardım, henry’ye güveniyordum, öykülerimi çalmazdı o, yazar olduğumu bile bilmiyordu, ona söyleyemezdim, onun iyiliği için, sonra tılsımın bu olduğunu zannederek öykü yazmaya başlayabilirdi, sorun bana rakip olması değildi, yanlış yolda ilerleyecekti o zaman, tılsım olan öykü değildi çünkü ve ne olduğunu asla bilemezdiniz.. ama tanrı bazılarına 5 bazılarına da 255 hatun yazıyordu.. eve çıkıp kapıyı çaldım, lita açtı kapıyı, ve elbiselerini değiştirmiş olduğunu anladım, bir deri giymişti lita, ayakucundan saç teline kadar deri
“çıkar şunları” dedim ona, “nefret ettiğimi biliyorsun..” daha sonra hâlâ kapının önünde dikiliyor olduğumun farkına vardım, otu bırakmıştım ama halüsinasyonlar beni bırakmamıştı.. kapıyı çaldım, bu kez emindim, ve kapı açıldı.. öncelikle dokundum ona, sarıldım, “gerçeksin değil mi?” 4 yıldır beraberdim onunla ve gülüyordu karşımda..
“halüsinasyonlar da yalan söyler ama ben gerçeğim” dedi.
“benim halüsinasyonlarım dilsizdir” dedim. ve soydum onu.. yatağa attım.. kendisine sert davranılmasından zevk alırdı.. onu memnun ettikten sonra benim tarzımda sevişmeye başlardık, ben de sert davranılmasından zevk aldığım için değişen bir şey olmuyordu roller dışında; saç çekmek ve ısırmaktan fazlası yoktu ama, bir sadist ya da mazoşist değildim ben, sadece hedonisttim.. ve iki devre olarak sevişirdik onunla, birinci ve ikinci bölüm olarak.. birinci bölümde yönetmen o olurdu, ikinci bölümde de ben.. bazen 3 devre yapardık.. eğer altın gol olmazsa dördüncü devreye bile kalabilirdik.. bir keresinde sırf nereye kadar gidebileceğimizi denemek için penaltılara kaldık, önce o üzerime çıkıyor ve zıplıyordu, boşalınca bu kez ben altıma alıyordum onu.. böylece sonsuza kadar devam edebilirdik, ta ki tanrı bizi izlemekten sıkılana kadar, tanrı sıkılınca kopacaktı kıyamet, ki sıkılmazdı tanrı, kendini tanrının yerine koy ve birazda amelia ekle sahneye.. şu an dünyada kaç kişi orgazm yaşıyor? ve tanrı hepsini görüyor.. lita’ya bugün yeni bir şey denemek istediğimi söyledim, ve arkasına geçerek gözlerini bağladım, “sakin ol tatlım” dedim, “şimdi ben dilsizim, sen de kör.. rol yapıcaz”

bazen böyle rol yapıyorduk onunla, bana, “bunun için gözümü bağlaman gerekmez, ben kaparım gözümü ya da sende ağzını bağlarsın” dedi, “eşitlik istiyorum!”
“tamam” dedim ağzımı bağlıcam.. daha sonra onu tekrardan giydirdim ve “tuvaletim geldi” dedim, “üzgünüm, hemen gelicem”
bana, tanrımdan başlayarak doğacak olan kız çocuklarıma kadar küfür etti.. doğacak olan kız çocuklarıma tanrıdan daha çok değer vereceğimi biliyordu.. neyse, tuvalet yerine kapıya gittim ve öncelikle ışığı iki kez yakıp söndürdüm, daha sonra henry geldi, ona durumu anlattım ve işi berbat ederse lita’nın ikimizi de öldürebileceğini söyledim, “sakın gözlerini açmasına izin verme” dedim, “ve işin bitince defol git..” onun da ağzını sıkıca bağladım, bağlamadan önce bana “ne yani hiç yalamayacak mıyım, hiç öpmeyecek miyim onu, meme uçlarını emmeyecek miyim?” dedi, “başka şansımız yok” dedim ona, “hadi hadi çabuk, koş” kıçına bir şaplak attım..

lita sırt üstü yatıyordu ve henry üzerine çıktı, çok nazikçe soydu onu, lita ben olmadığımı anlayacaktı kesinlikle, bir hayvan gibi gidip gelmeye başladı onun içinde henry, lita kesinlikle anlayacaktı.. benim tam zıttı mı oluşturuyordu henry yatakta.. neyse, henry boşaldı ve tam bu esnada olan oldu, gözlerini açtı lita..

“lanet olsun” dedi henry, “ellerini de bağlamalıydın bab, ellerini bağlamalıydın onun”
“kez sesini henry” dedim, “onu daha fazla kızdırma”
“seni orospu çocuğu” dedi lita bana, bunu her zaman söylüyordu zaten, “seni adi üçkâğıtçı pezevenk”
bana hiç pezevenk dememişti, ölümümün yakın olduğunu hissedebiliyordum, lita daha önce ona sarkıntılık eden 3 kişiyi bıçaklamıştı, sabıkalıydı ve en nefret ettiği şey sevmediği birinin onunla birlikte olmak için onu zorlamasıydı, oysa şimdi sevmediği biri tamamlamıştı işi..

“hey, bak adamın şu haline, ilk kez yapıyor bunu, ona borçluydum lita, manevi borç, anlıyorsun ya?”
“anlamıyorum” dedi lita, “defolup git, seni öldürmeden defolup git ve beni bu pezevenk ile baş başa bırak”
hiç itirazsız çıktım evden, öykülerimi de alarak tabii ki, daha sonra gelir ve henry’nin cesedini kaldırması için polisi arar, lita’yı da ele verirdim.. sorun yoktu, lita bana âşıktı, tek güvencemde buydu, öldürmezdi beni.. aşk böyle bir şeydi..

evden çıktım ve en yakın bara gidip 2 bira istedim.. adam birini bekleyip beklemediğimi sordu, sana ne dedim ona, 2 bira ver ve defol git.. 10 dakika sonra lita geldi, rahatlamıştı, özür diledi benden, sorun değil dedim, “hakladım o pezevengi” dedi.. pezevenk kelimesi onun için bir hakaret sayılıyordu, orospu çocuğu deyince de iltifat etmiş sayılıyordu.. çünkü annesi bir orospuydu onun, ve pezevenklerden nefret ederlerdi her ikisi de.. lita ise hiç bir şey değildi, sadece âşıktı, belki de bu her şey olmaktı ya da her şey olmanızı sağlıyordu.. bardan çıktık ve eve geldik, henry yoktu,
“ölmemiş” dedi lita
“yeni bir halı almalıyım” dedim ona
“bana taşınmanı istiyorum” dedi
“peki ya sen nerde yaşayacaksın” dedim
“birlikte yaşamamızı istiyorum” dedi, “domuz gibi anlıyorsun bundan bahsettiğimi”
“peki” dedim.. “ama bu evde 20 gün daha oturmalıyım, kirasını ödedim, parayı çarçur etmeyi sevmem, biliyorsun, çok zor kazanıyorum ben”

öykü yazmak zordu gerçekten hiç yazmamış olana, bir kez yazınca alışıyordunuz oysa, sonra her gece oturur ve bir şey sallayabilirdiniz.. herkesin uyduracak bir hikâyesi vardı.. benimki biraz fazlaydı.. iyi bir yalancıydım ve  ertesi gün henry’yi ziyarete gittim, ciddi bir yara almamıştı henry, evinde yatıyor ve babasının işten gelip onu pataklamasını bekliyordu.. bana teşekkür etti.. “bir şey değil” dedim, televizyonun saat başı haber spikerini değiştirmişlerdi ve saat başı otuzbirim için lita’ya taşındım..

***

evde oturmuş, cacık içiyordum.. lita çok güzel cacık yapardı.. telefon çaldı.. arayan henry'ydi - muhtemelen..

"alo?"
"alo bab?", lita ahizeden yüzünü ayırmadan
"orospun arıyor" dedi bana,
"bu karının dedikleri için özür dile" dedi henry, telefona alo der demez ben, kendini daha erkekleşmiş hissettiği kesindi, oysa beni rahatsız etmişti onun bu yeni tavrı..
"kimse kimsenin adına özür dileyemez henry" dedim, "neden aradın?"
"acaba biz tekrardan bir plan yapsak, lita için"
"olmaz henry" dedim, "senin ölmeni ve benin cacıksız kalmamı sağlayacak bir işe yardım edemem ben"
"ama bab, çok zor durumdayım, anlamalısın"
"seni bir süre idare edecek bir yöntem biliyorum" dedim ona,
"nasıl bir şey bab?"
"bak şimdi, tuvalet kâğıdını üzerine sardıkları o karton silindir var ya?"
"evet bab, yazdım devam et"
"kes henry" dedim, "yemek tarif etmiyorum sana, dikkatlice dinle, o şeye aletini yerleştirebilirsin, bir süre idare eder seni, sonra başka yöntemlerde öğretirim, şimdi beni rahat bırak, bugün beşinci kez arıyorsun farkındasın değil mi?"
"ama bab, ben gerçek bir şeyler arıyorum".

telefonun kablosunu kesti lita.. hayatta kaldığım için kendimi şanslı hissediyordum..

01.eylül.2004

asimetrik kişilik bozukluğu part1: http://unthatow.blogspot.com/2004/08/asimetrik-kisilik-bozuklugu-1-bir-seks.html