29 Nisan 2016

geriye dönüşler 2 – bölüm 8

geriye dönüşler 2 – bölüm 8

2000 yılı son baharı. evde oturuyoruz. altı kişiyiz. ben yerde oturuyorum. özlem yanı başımda. o da yerde. refik ve seçil bir kanepede. tuncay rakı dolduruyor herkese. gelecekte başıma hangi çorapları öreceğimden, zihnimi nasıl darmadağın edeceğimden habersizim henüz. henüz hiç fanzin çıkarmadım. henüz pek bir şey yazmıyorum. henüz sadece kısa yazılarım var ve bir anda geldi dördü birden. önce tuncay ile bir işporta tezgahında tanıştım. eski kitap satıyorduk. sonra seçil geldi tezgahıma. kitap satmak için. eski okul kitabı satıyordum. ardından beni refik’le tanıştırdı. ardından refik’le kardeşinin, özlem’in evine gittik. ardından özlem’le tanıştım. ardından bazen refik ve tuncay bazen özlem’in evinde kalmaya başladım. ardından, önce özlem gitti. sonra refik ile tuncay. sonra seçil, ankaraya. ara ara çıkıp geldiler.

sonra geleceğimi yazmaya başladım. tamamen kafayı yemiş olabileceğim dönemleri. ama bugün, sizlere, açığa çıkmamış bir geçmiş zaman diliminden bahsedeceğim. bizi hiç kavga ederken görmediniz değil mi? etmedik de ondan canım. birkaç ufak tartışma hariç, hiç küsmedik birbirimize. birbirimizden başka sığınabileceğimiz kimse yoktu. yalnızlık. yalnızdım ve yalnızlığı kanıksamıştım. yalnızlığı kanıksadığım için çıkıp geldiler birer birer. hiç arkadaşım yoktu ve eski okul kitabı sattığım bir işporta tezgahım vardı. sonra arkadaşlar edindim kendime, bazı kısa süreli arkadaşlıklar ve bazı sıkı dostluklar. bazı hayranlarım oldu, bazı sevgililerim de. ama o günü asla unutmadım.

önce tuncay’la tanışmış, ardından seçil’le arkadaş olmuştum. sonra seçil bana, akşam “tuncay’la onların evine gel, refik’le tanıştırcam seni” dedi. refik seçil’in sevgilisi idi. o gece seçil’i evine bıraktı refik. ben de yanlarında gittim. seçil özlem’in bir üst katında yaşıyordu. o gün özlem’de kaldım refik’le beraber. ertesi gün tekrar refik’lere uğrayıp işporta çantamı kaptığım gibi tuncay’la işporta tezgahına yöneldim. birkaç kez daha evlerine gittim. birkaç kez seçil bi kez de özlem geldi işporta tezgahıma. tuncay tezgahta meyve suyu süsü verilmiş votka içiyordu. yasaktı işporta tezgahında içmek. öğrencilere kitap satıyorduk çünkü. yazılı olmayan bir yasak vardı. hoş karşılanmazdık. şimdi büyükler için kitap sattığımdan dolayı tezgahta içiyorum ama hala hoş karşılanmıyoruz. her neyse o gün evde buluştuk.

tuncay çağırdı. “bugün önemli bir gün” dedi, “gelmen” lazım. ekim ayının beşiydi ve okulumun açılmasına bir hafta vardı. üniversiteyi kazanmıştım ama bitiremeyeceğimi biliyordum. refik ve tuncay tıp ya da eczacılık ya da ona benzer bir şey okuyordu. dördüncü yıllarıydı. ben on sekiz, özlem yirmi bir, seçil yirmi üç, refik ve tuncay da yirmi beş yaşındaydı. tuncay’ın oldukça kısa saçları ve oldukça kısa sakalları vardı. seçil’in sarı saçları sürekli örülüydü. bunu ilk kez duyuyorsunuz. refik rastalı ve sakalsızdı ki bunu da biliyorsunuz. refik ve tuncay dört yıl önce üniversitede tanışmışlardı. bir sene sonrasında okula seçil girmişti. tıp okuyordu o da. aile zoru ile okula girmişti ve asıl istediği şey sosyoloji idi.

her neyse işte, o gün eve gittik tuncay’la beraber. giderken üç paket sigara almıştık. tuncay’ın işporta tezgahı çok iyi iş yapıyordu. 2 ayda dört beş milyar gibi bir para kazanıyor, yılın kalan günlerinde çalışmıyordu. kira düşüktü çünkü ev çok kötüydü. o zamanlar alsancak da şu anki kadar kalabalık değildi zaten, bu kadar çok bar yoktu ve bu kadar çok çirkefleşmemişti insanlar.

eski okul kitabı satıyorduk. 250bin liraya bir öğrenciden alır başka bir öğrenciye dört beş milyona satardık, o zamanın parası ile. tüm şehrin ortaokul ve liselileri sevgi yoluna gelirdi. o zamanlar devlet kitap dağıtmıyordu. ve tuncay tüm okulların müfredatını ve dahası karşıdan gelen öğrencinin üniformasından hangi okula gittiğini bilirdi. nerden bildiğini bilmiyorum ama gerçek bunlar. palavra sıkmıyorum.

eve girdik. özlem saçı ile oynuyordu biz girdiğimizde. çok seviyordu saçları ile oynamayı. refik ve seçil de meze ile ilgileniyordu. rakı yapıcakmışız meğer. önemli olan buymuş. bize kapıyı seçil açtı. mutfağın penceresinden sokak görünüyordu, geldiğimizi görmüş. “sigaraları unutmadın umarım” dedi açar açmaz tuncay’a. “unutmadım yavrum” dedi tuncay.

içeri geçip biraz bekledik. özlem’in yanına oturdum.
“saçlarımı örsene” dedi özlem.
“bilmiyorum ki” dedim.
“bildiğin gibi ör o zaman” dedi. henüz sevgili değildik, ama olmaya yakındık. sevgili iken de hiç klasik bir sevgili olmadık zaten. pek el ele bile tutuşmadık. saçlarını tutup bildiğim kadarıyla örmeye çalıştım. nasıl yapılacağını biliyordum aslında, sadece daha önce hiç yapmamıştım.

rakılar önceden alınmıştı. iki yetmişlik. sıkı içiyorlardı. ben ilk rakımı üç yaşında yanlışlıkla babamın çay bardağındakini su sunup içmiş, bir daha da ağzıma sürmemiştim. bunu söylemiştim yolda tuncaya. “içeceğin bir zaman mutlaka gelicekti” demişti. “rakısız olmaz moruk.. rakı hayatın özünü sunar adama. gerçek kalbin açığa çıkar. nasıl bir adam olduğun anlaşılır. diğer alkoller de anlaşılır bu ama rakı da daha çok ele verirsin kendini..”

kapı çaldı. “baksana girdap” dedi özlem. “senin bakman gerekiyor.”
“neden” dedim.
“öyle işte” dedi. gidip kapıyı açtım. bana çok benzeyen bir adam girdi içeri. altıncımız. ilk kitabın bir yerinde altı kişiyiz demiştim, okuyan biri de hata bulduğunu söylemişti. yanılıyorsun, demiştim. şimdi itiraf ediyorum. hata yok. altı kişiyiz.

gelen adamın zack olduğunu söylediler. hiç konuşmuyordu. gecenin bir kısmına kadar da hiç konuşmadı. özlem’in diğer yanına oturdu o da. özlem elini tuttu zack’in. ben sevgili olduklarını düşündüm. gerçek açığa gecenin sonunda çıkacaktı.

masa kuruldu. ve oturduk. saki olan tuncay’dı. bardaklar dolduruldu. sigaralar yakıldı. mezeleri anlatmayacağım ama seçil’in bu konuda marifetli olduğunu söyleyebilirim. günlerden perşembeydi.

“söze benim başlamam gerekirse” dedi refik,
“gerekmez” dedi özlem, zack’e bakıyordu. zack olumsuz bir şekilde kafasını salladı. “tamam ben başlayayım. bugün zack’in doğum günü, ona içelim”

kadehleri tokuşturduk. ufak bir yudum aldım. içemiyordum.
“içemiyorsan zorlama tatlım, bira da var, tuncay mutfakta anlattı, ilk kez içiyormuşsun galiba” dedi seçil.
“yok içerim” dedim, “sizden yavaş giderim sadece”
“içicek” dedi zack. “içsinki meseleyi çözelim.” fondip yaptı ilk bardağına.
“ne meselesi” dedim, cevap veren olmadı.

gece boyu içip sohbet ettik. zack hiç konuşmadı. ben ara ara lafa girdikçe bana dik dik bakıyordu zack. ardından sabaha karşı, herkes sızdı. zack’le başbaşa kaldım. ben sadece iki kadeh içmiştim ama bu bile beni fena çarpmıştı. zack’in ne kadar götürdüğünü bilmiyorum ve özlem’in de. en çok onlar içti.

masada oturuyorduk. “ben de yatayım artık” dedim ama yatıcak yer yoktu, bir tek özlem’in yanı boştu. buna henüz cesaret edemezdim. “ama nerde yatıcam ki, sana da yer yok.”
“ben gidicem zaten” dedi, “özlem’in yanına yatarsın. ama çok umut bağlama ona. gidicek o. bunu aklından çıkarma. dördü de gidicek. unutma bunu. çok konuşma insanlar arasında. zaten şu an pek konuşmuyorsun da, ilerde konuşmaya başlayabilirsin. konuşma hiç. dilini yut. daha az acı çekersin böylece”
“anlamadım” dedim. benim yaşlarımdaydı ve bana çok benziyordu. saçları çok kısaydı sadece. nerdeyse üç numara. benimkiler biraz uzundu ve henüz dökülmemişti.
“ne kadar çok acı çekersen, o kadar çok bana benzersin” dedi. “unutma bunu. daima seninle olucam. hep içindeydim”

anlamadığımı söyledim tekrar. sarhoşluğuna veriyordum ama sarhoş gibi bir hali de yoktu o kadar içmesine rağmen. kalan son şişeden son kalanı ikimize pay etti ben daha fazla içmeyeceğimi söylesem de.

“anlayacaksın zamanla” dedi, “ben konuşayım, sen sonra anla. fazla yakın olma insanlarla. etini koparıp ruhunu çalar çoğu. bazıları hariç. bazıları her ne yaparsan yap, hayatının sonuna kadar seninle kalıcak. henüz tanışmadın onlarla. bu dört piçe güvenme. sevmiyorum onları. ve özlem bana aşık, sana değil, unutma bunu. senin içinde beni gördüğü için ilgileniyor gibi seninle. sana fal baktı değil mi geçende. her şeyi gördü. tüm hayatını. özel güçleri var hatunun.”
“böyle şeylere inanmam ben” dedim
“inansan iyi edersin” dedi. “en çok da bana inansan iyi edersin. arada bir bana izin ver.”
“ne izni vereceğim sana”
“seni tehlikelerden korurum”
“anlamıyorum gerçekten. özlem’i nerden tanıyorsun sen”
“seninle aynı gün tanıştım bu insanlarla ben de. hadi ben gidiyorum. rakını bitirip özlem’in yanına yat.” rakısına fondip yapıp gitti. o günden sonra da, ara ara gelmeleri dışında pek görünmedi bugüne kadar.

gidip özlem’in yanına yattım. arkamı ona dönüp. fark edip arkamdan sarıldı bana. ellerimi tuttu. “gitti mi?” dedi
“zack mi?” dedim. “gitti evet”
“söylediklerine kulak asma” dedi, “seni kıskanıyor sadece. ben girdap’ı daha çok seviyorum”
“onu nerden tanıyorsun sen” dedim.
“yüzünü dön” dedi. döndüm.
“hayır be şapşal öyle değil” dedi, “kendine dön yüzünü, bulursun”

onu öpmeye çalıştım. dudaklarını kaçırdı. “henüz değil” dedi, “sarhoş olmadığım bir gün yapalım bunu. uyuyalım hadi. güzel düşler”

ilk kez bir hatunla beraber yatıyordum. rahat bir pozisyonda değildim ama onun rahatı bozulmasın diye hiç hareket etmeden yattım öylece. sabaha karşı uyuyakalmışım. uyandığımda evde kimsenin olmadığını sandım. tuncay refik ve seçil çıkmış meğer. özlem tuvaletteymiş. şifonun sesini duyunca anladım evde biri daha olduğunu. duvar saati üçe geliyordu ama o saate asla güvenilmezdi. sürekli ya geri kalır ya da ileri giderdi. seviyorlardı saati bilmemeyi kahramanlarım. kap kalın perdeler hala örtük olduğu için gece mi gündüz mü anlamadım. hala uzanıyordum. özlem çıkıp, “nihayet uyanabildin bebeğim” dedi. “rahat uyumadığını biliyorum, ama alışıcaz beraber uyumaya”
“yoo rahat uyudum” dedim.
“yalancı” dedi. “hadi bana şarap al”

hava çoktan kararmıştı. oniki saattir uyuyordum. şarap alıp geldim. müzik açtı özlem. yanıma, yere oturdu. salondaydık.
“zack’e kafanı takma” dedi, “ona izin vermezsen iyi edersin. insanları sevmez o. güvenmez kimseye. aslında sadece güvenmeme konusunda kendini zorluyor”
“neden?”
“acı çekmek istemiyor da ondan”
“ben acıdan korkmuyorum” dedim
“biliyorum bunu” dedi. “hem benim bi yere gittiğim yok. yalan söylüyor”
“gidebilirsin” dedim. “bi gün gidebilirsin de. sorun değil bu”
“sorun değil mi?”
“yani sorun evet ama bu konuda yapabileceğim bir şey olmaz ki”
“bi yere gitmiyorum merak etme.”

ardından iki ay geçti. ve bir gün özlem gideceğinden bahsetti bana. almanya üzerinden bristole. okuyacakmış orada. babası öyle istiyormuş. ve hayatımı mahvediyormuş. mahvettiği falan yoktu oysa, sadece bazen öfkelenip laf sokardı bana ki bunu biliyorsunuz. bütün hıncını benden alıyor gibiydi. sorun etmiyordum.

sonra onu havaalanına bıraktım ve bundan sonra zack’in tavsiyelerine kulak asmayı öğrendim. daima haklı çıktı ve daima içimde bir yer buldu kendine. bazen açığa çıkıp çeneme kapattı, bazen benim yerime insanlarla konuşup benden uzaklaştırdı.
yıllar sonra zack, özlem’le kaçtıklarını anlattı bana. benden uzaklaşmışlar. ben de çok keyifli sürekli geyik yapan birine bu yüzden dönmüşüm. yıllarca özlem’e benim için bakmış zack. bakmış derken, beraber yaşamışlar yani. orda burda. ama ne zaman hayatıma biri girse, zack hemen geri geliyordu. suskunlaşmalarımı sağlıyordu hemen. nedenini bilmiyordum. herkesten kıskanıyordu beni. koruduğunu iddia ediyordu oysa. öldürmem gerekiyordu puştu. yapamıyordum.

29 nisan 2016.


imza günüm var efenim..

20 mayıs cuma günü, tiryaki kedi'de imza günüm vardır efenim. detaylar şu adreste:

https://www.facebook.com/events/982392558480974/

geriye dönüşler 2 – bölüm 7

geriye dönüşler 2 – bölüm 7

tezgahta oturuyorum. tekrar 2021 yılındayız. temmuz ayı. refik o gün, seçil’le beraber. seçil’in tatil günlerinden biri ve refik de tezgah açmadı. tanışma yıl dönümleriymiş. refik ve seçil’in 21 yıllık bir birliktelikleri var.

tezgahta oturuyorum. başım öne eğik. kitap okuyorum. günlerden cuma. alkol günüm. henüz başlamadım. sabah psikiyatriste gidip ilaçlarımı yazdırdım. artık konuşmuyoruz da doktorla pek. anlatıcak bir şeyim kalmadı. iyi misin, düşüncende hızlanma var mı, paranoyaların var mı, falan filan. hayır hayır hayır diyorum seri bir halde, iyiyim doktor, gayet iyi. değilim oysa ve bazen hapımı ekiyorum. sabahları bir mg akşamları iki mg risperdal alıyorum. hepsi bu. ve cuma alkol günüm. daha önce demiştim. beşinci bölümde sanırım.

özlem’i bulduğumdan beri evden çıkmaya ikna edememiştim. zorlamıyorum da kızı. bazen küçük sürprizler yapıyorum ona sadece. hediyeler. giysi ve takı. bazen de abur cubur. çok kötü görünüyor. eskiden kendine bakardı, şimdi hiç bakmıyor. ben otuz dokuz, o kırk iki yaşında. ve bir hayli zayıfladı.

dediğim gibi, özlem’i bulduğumdan beri, onu evden çıkmaya ikna edememiştim. ve o gün, tezgahı açtıktan iki saat sonra çıkageldi yanıma. sol kolu sargılıydı. yavaş adımlarla yürüyordu. bir an için kafamı kitaptan kaldırdığımda gördüm onu. hemen koşup yanına gittim. bitkindi. tökezlemek üzere gibiydi. koşup koluna girdim. diğer koluna ibo girdi. tezgaha kadar yardım ettik. sonra “bırakın tamam sağ olun” dedi ve yere oturup bağdaş kurdu. ibo kendi tezgahına gitti. baş başa kaldık. uzun süredir kesmiyordu kollarını. nerdeyse 3 yıl olduğunu söylemişti ilk onu bulduğumda. saçlarını topladı önce, çantamdan bir kalem çıkartıp. yanımda daima kalem taşıyor bazen de işportada yazıyordum. ardından parmağındaki yüzüğü çıkarıp tezgaha koydu. kemikten yapmıştı. bugün sabah  “bunu satmam ben takıcam” demişti bana. oysa şimdi tezgaha koymuştu.

“yürüyerek mi geldin?” dedim
“hıhım” dedi, “seni çok özledim girdap. güzel oldum mu böyle” saçlarını kast ediyordu. ilk kez toplamıştı onu bulduğumdan beri. önlerinde bi kaç bukle bırakmış, arkasını toplamıştı. uzun ve siyahtı saçları. hatırlıyorsunuz değil mi? unutmanıza izin vermem.
“güzelim ben de mi?”
“dünyanın en güzel kızısın” dedim
“yuh” dedi, “abartma. benden güzelleri de var. ama sen kimseye bakmıyorsun. benimsin sadece. ne güzel”
“baktığım zamanlar da oldu, biliyorsun”
“olur öyle. ben yoktum. olsaydım kaptırmazdım seni kimseye oğlum.”

onu bulduğumdan beri ilk kez neşeliydi. ama sezinleyemediğim ters giden bir şey vardı.
“gene intihar etmedin de mi” dedim. genelde intihar öncesi böyle şirinlik muskası takar, tatlılaşırdı. tören gibiydi onun için bu. ama söylediğine göre, eski evime yerleştikten sonra bunu da yapmamıştı hiç.

bu sırada tezgaha biri gelip kitapların fiyatını sordu. “şu ön sıradakiler on beş, diğerleri beş-on” dedim
“onlar niye pahalı?”
“pahalı değil” diye söze girdi özlem, “onlar sevgilimin kitapları, o yüzden öyleler.” on tane kitap vardı ön sırada. on birinciyi yazmaya başlamıştım.
“kendiniz mi basıyorsunuz” dedi.
“evet” dedim, “fotokopi ve ısısal cilt”
“on beş çok” dedi
“çok değil” dedi özlem.
“benim de bir kitabevim var, ve on beş çok, hem fotokopi diyorsunuz”
“gider misin” dedim, “sana yirmi lira kitaplarım. hadi kaybol”

adam sorun çıkmasın diye bir şey demeden gitti. özlem “şarap alalım mı” dedi, “bugün cuma”.
“ben alıp geleyim” dedim
“hayır ben gidicem” dedi ve ayağa kalkmaya çalışırken sendeledi, sabahtan beri içiyordu zaten. uyanır uyanmaz içmeye başlıyordu son zamanlarda. eskiden sadece biz eve geldiğimizde içmeye başlardı. tuttum kolumdan, “beraber gidelim” dedim.
“hayır ben gidicem” dedi, “gidebilirim. biliyorum.”
“tamam peki sen git” dedim. ve gelene kadar akla karayı seçtim.

açtık şarabı. ve özlem bir şeyden bahsederken, cümlenin sonunda “sikerim” dedi. yoldan geçen bir hatun ters ters bize bakınca da “pardon sana demedim” dedi özlem. arsızlaşmıştı. onu hastaneye kaldırdığımdan bu yana ilk kez sokağa çıkıyordu ve sarhoştu. eve nasıl gitmeye ikna edicektim allah bilir.

“abi güzel çalışıyormuş” dedi, az ilerde saz çalıp şarkı söyleyen arkadaşımı kast ederek.
“güzel çalar” dedim
“yoldan güzel kızlarda geçiyor. işin iş”
“umrumda değil onlar”
“biliyorum, şaka yapıyorum sadece. tuvalete nereye gidiyordun sen?”
“yakın kitapevi veya tiryaki.”

yakın kitapevine her gidişimde, üst katta, tuvaletin olduğu yerde, elit elit bir takım insanlar edebiyat tartışırdı. ben salaş ve eski giysilerimle yukarı çıkar, onların içi boş entelektüel kuramlarına kulak misafiri olur, onları da rahatsız ederdim. seviyordum bu hali. hayatı göremiyorlardı. edebiyatı çok seviyorlardı ama anladıklarını sanmıyorum. ben de anlamıyorum belki, tamam kabul ama onlar da anlamıyorlar. yukardan bakıyorlar çünkü, kuş bakışı, ve bir uçakta nasıl ki insanlar karınca gibi görünür, onlarda hayatı öyle görüyorlardı. hayatı anlamak için, kaldırımda durup dinlenmek ve dinlemek lazım. koşmak, bu hız, bu dengesizlik ve ahenksizlik, bu pür telaş, bazı şeyleri ıskalamanıza neden oluyordu.

tuvalete gidip geldi özlem. yakın kitapevine. “anlattığın gibi birileri tartışıyor” dedi. “beni almadılar ama”
“nasıl yani”
“aralarına yani”
“nasıl ya, aralarına mı?”
“evet birkaç şey söyleyeyim dedim sürekli lafımı kesip anlamadığım sözcükler kullandılar. aman boş ver, eğlendim işte”
“ne tartışıyorlardı ki?”
“bandrolsüz kitapların edebiyata verdiği zararlar ve girdap’ın bozuk cümle yapısı adlı bir söyleşi vardı. ahahaha.”

gülümsedim söylediklerine. dalga geçiyordu. tuvalete gidip gelmişti. söyleşi falan yokmuş o gittiğinde. ama erkekler tuvaletine girmiş, çok bekleyince kadınlar tuvaletini. sonra sırada bekleyen bir adama, bu sırada kadınlar tuvaleti boşalmış tabii o içerdeyken, “sizde yan tarafı kullanabilirdiniz” diyerek çıkıp gelmiş.

saat sekize geliyordu ve on lira iş yapmıştık. her gün kendi kitaplarımdan satıyordum. biraz da fanzin. artık çoğunlukla kendi fanzinlerimi satmaya başlamıştım.

“ibo’ da takı yapıyordu demi” dedi özlem
“evet” dedim
“benimkilerden güzel mi yaptıkları”
“refik’le aynı gidiyorlar genelde”
“abimin ağzı çok laf yaptığı içindir o” dedi, “ben hangisi çok satıyor diye sormadım hem. ibo daha güzel yapıyordur”
“seninkiler de güzel ama, neden kıyaslıyorsun ki”
“tütün sarar mısın bana, ama filtresi düşmesin gene.”

benden hayatı boyunca sadece bir kere sigara sarmamı istemiş, onda da filtresi düşmüştü. haberi olmadan sardığım çok oldu da, istediği için sardığımda kötü sarmıştım. hala arada kötü sarıyordum. sardım bi tane. uzattım. daha eline alırken filtresi düştü.
“of ya” dedim
“olsun” dedi, “sigara alalım bugün. olur mu? biraz lüks takılalım. sen al ama bu kez, ayağa kalkarsam kusarım”

eve nasıl gidicez bilmiyordum, taksiye vericek param kalmayacaktı bu gidişle. onun da, özellikle bu haldeyken, isteklerine karşı gelmek istemiyordum. odin ve thor’dan yardım dilendim biraz daha iş yapmak adına. taksi ile gitmek dışında bir şansımız yoktu her ne kadar binmek istemeyecek olsa bile. sigarayı alıp geri döndüğümde, zabıta ile kavga ederken buldum özlem’i. tezgahlarımız alınmıştı. ve ben son paramı şarap ve sigaraya vermiştim. saat dokuzdu. aslında tam bu saatte toplardım tezgahı, saati de bakkala sorup öğrenmiştim, cep telefonum da olmadığı için, doğal olarak saati de bilmezdim.

yanına gelip özlem’e sarıldım. “tamam bebeğim, bir şey yok, alırız sonra tezgahı. önemli değil, evde daha kitap var”
“umarım çocuklarınız aç kalır ve ellerinden tek gelen işporta açmak olur” dedi özlem son olarak onlara ve torbayı aldı elimden. boş tezgahta şarap içmeye başladık.

“yüzüğü kurtardım ama” dedi, “birazdan satıcam, görüceksin. iki bira parası çıkar bundan.”
“çok içmedik mi sence” dedim
“tamam yüzüğü taksi parası yaparız bebeğim” dedi, “çok içen benim, farkındayım, ama bak, ilk kez sokağa çıkıyorum, benim de var bi bildiğim dur sen”

yoldan geçen herkese, oturduğu yerden, yüzüğü uzatıp, “on beş lira, taksi paramız çıksın, yoksa eve gidemicez, tezgahımızı çaldılar, on beş lira” demeye başladı. yaklaşık bir saat uğraştı yüzüğü satmaya. ben “gerek yok yürürüz ben seni taşırım” dedikçe, “sen sus, o zaman bira alırız” diyordu.

ibo’lar da yan tezgahta alınan tezgahlarının üzerine, şarap içiyorlardı. tuncay çıkageldi onbire doğru. eve bakmış, özlem’i göremeyince direk tezgaha gelmişti.

“eve gidemiyorsunuz değil mi?” dedi. anlamıştı halimizi. ben iyi durumdaydım gerçi ama özlem feci sarhoştu. yüzüğü sattıktan sonra birkaç kez ayağa kalkmaya çalışmış ama becerememişti. ben onu tutmaya çalışırken de yanlışlıkla kolunu acıtmıştım. tazeydi kesikleri.

“sanane” dedi, tuncay’a özlem. “gidemiyoruz evet. gitmiyoruz. buraya kazık çaktım ben. bi beş yılda burda yaşıcam belki. sanane”
“tamam tamam, kızma” dedi, “şarabınız da bitiyor”
“başka içmicez” dedim
“başka içmicez” diyerek onayladı beni özlem. durumunu biliyordu. parka götürüp biraz kusmasını sağladık tuncay’la. sonra dizlerime uzanıp biraz uyudu. ben tuncay’la muhabbete daldım. bana yeni bir iş olduğunu söyledi. özel bir gübre kanalı bulmuş. adını telaffuz edemediği bir ot türü varmış. ondan yetiştircekmiş. “yakalanırsam boku yerim ama hızlı büyüyorlar. iki ayda alıyorsun mahsulü. çok iyi para var bu işte” dedi.
“napıcaksın bu kadar parayı” dedim
“hayallerini gerçekleştiricem” dedi
“neymiş benim hayalim” dedim
“pinero’yu tekrar açmak” dedi
“yapma tuncay” dedim. “o mevzu kapanalı beş yıl oldu. burda iyiyim ben”
“tiryaki’nin yanı hala boş ama. bu kez ben durucam başında.”
“sen de içerde ot sat tam olsun”
“yok işte. bırakıcam bu işi.”
“batar ki abi” dedim “ikinci kez gene batarız”
“batalım moruk” dedi, “gene batalım. ne çıkar”
“istemiyorum tuncay” dedim. “ama napalım biliyor musun. sen gene de bu işleri bırak. gelen para ile hayatının sonuna kadar yaşamaya çalış”
“işportaya dönerim belki” dedi. üzülmüştü. tek hedefi beni mutlu etmekmiş adamın. ama ben dükkan mevzusunu kapatalı çok olmuştu. oluşum dağılalı da öyle.
“beş yıl önce nerdeydin” dedim
“o zaman sen hazır değildin” dedi, “başında bir sürü mesele vardı”
“dükkan açıyoruz bebeğim” dedi özlem yattığı yerden, “açıyor ve batıyoruz. ben durcam başında. sen işportada dur. hem biraz sokağa çıkmaya alışmış olurum. olmaz mı?”

onu kıramazdım. tuncay “dükkanı satın alıcaz oğlum” dedi, “kiralamıcaz”
“o kadar paran olucaksa arazi alıp gidelim buralardan. ya da daha büyük bir yerde de tutabiliriz” dedim.
“hayır orada tutucaz” dedi özlem, yattığı yerden. “tuncay paran varsa şarap alsana. cigara var mı yanında”
“çok içtin” dedim özlem’e
“adam zengin olm” dedi, “dilerse taksi ile üç tur atar izmir’de, baksana dükkanı satın almaktan bahsediyor”
“çok içtiğini söylüyorum ben” dedim, paradan bahseden var mı?”
“çok içtin tatlım” dedi tuncay. “henüz o kadar param yok. ama şu yeni işi yaparsam olucak. hadi eve gidip evde içelim.”

saat biri geçiyor olmalıydı. ibo’lar çoktan kalkmıştı. bi biz kalmıştık sokakta. arada bir tek tük geçenler oluyordu. hepsi bu.

“kollarım çok acıyor” dedi özlem, “derin kesmişim bir kaçını. sızlıyor. ağrı kesici de içemem. o zaman şarap içelim.”
“içmesek olmaz mı” dedim
“olur” dedi, “sen içmemi istemiyorsan içmem. ama evde içicem. hadi taksi çağırın. yürüyemicem.”

özlem’in yavaş adımları ile köşedeki taksi durağına gittik. bi taksi çağırdık. on dakika sürmedi eve varmamız ve on lira tuttu. özlem illa sattığı yüzük ile parasını ödemek istedi. gene sıfırı tüketmiştik. tuncay’ın üzerinde de bi şarap parası vardı. ama yanında ot da vardı. torbacı adam sonuçta. refik ve seçil bizden önce gelmişti. özlem biraz ayılmıştı, ne şaraptan içti ne de ot. ben de içmedim. ot içmiyordum zaten uzun uzun yıllardır. refik ve seçil ot’dan takıldılar, çok içmemişler gezmişlerdi, onlar da sıfırı tüketmişti bugün. ve işporta tezgahımız uçmuştu. refik bugün işporta açmadığı için onun takı tezgahını da ben açmıştım. tuncay da son parasını yeni aldığı otlara vermiş onları da polise kaptırmıştı.

“burda yetiştirelim” dedi tuncay, “yeni süper otumuzu. gübre sağlam yerden gelicek”
“kimyasala karşıyım” dedim, “hem başkalarının hayatını heba etmeyelim”
“kimyasal değil moruk” dedi, “hepsi doğal gübre. yurtdışından geliyor. kanalı buldum. sağlam bi alıcım da var muğla’da”
“ben olur derim” dedi özlem
“ben de” dedi refik. seçil ve ben itiraz ettik. fikir tuncay’dan çıkmıştı zaten ama hiçbir işimizi demokrasi ile çözmüyorduk.
“üç kez hasat alsak dükkanı açarız” dedi. “iki ayda bir mahsül veriyor. elektriği kaçak yapmamız lazım ama, 24 saat ışık yanıcak odada”
“hangi odada yapıcaz” dedim. “ben hala karşıyım gerçi.”
“salonda yapamayız. orası mutfağa geçiş güzergahı”
“kala kala seçil’le bizim odamız kalıyor yani” dedi refik.
“orası olmaz hayatım. nerde sevişicez biz sonra” dedi seçil
“biz sevişmiyoruz seçil” dedi özlem, siz de bi altı ay sevişmeyiverin. üç mahsul de tamammış bu iş”
“doğru. o kadar çok içiyorsun ki. çocuk sevişmeye vakit bulamıyor”
“sıkıldım” dedim. “fikri bile bizi tartışmaya soktu”
“ben dışarı çıkıyorum” dedi özlem.
“gecenin üçü özlem ne dışarısı” dedim.
“sahile inicem güzelim ya” dedi.
“geleyim ben de”
“sen bilirsin”

özlem’le sahile indik. sahil burnumuzun dibindeydi. biraz merdiven inip yolun karşısına geçtik sadece. ayaklarımızı denize soktuk. tütünü unutmuştuk. özlem hatırlattı. “çıkıp alayım” dedim
“al tabii” dedi.

geri döndüğümde, yoldan geçen arabaların önünü kestiğini gördüm. her geçen arabanın önüne geçiyor, ellerini kaldırıyor ve yavaşlamalarını, yön değiştirmelerini sağlıyordu. kimse de araçtan inip bir şey yapmıyordu. sarhoşlarla kimse uğraşmak istemez. biraz açılmasına rağmen hala sarhoştu. tam karşıya geçip onu alıcakken polis arabasını gördüm. umarım ona da yapmaz diye içimden geçirirken polis arabasına da ellerini kaldırdı. araba yavaşladı ve araçtan iki polis indi. koşarak karşıya geçtim. geçen arabaların hızına aldırmadan.

“tamam memur bey, arkadaşım sadece biraz sarhoş” diyordum ben, özlem’se “sike sike durucaklar, ezsinler de beni göreyim, sabaha dek burdayım ben, beni durduramazsınız” diyorken  “ne arkadaşı oğlum, sevgilin değil miyim senin” dedi. araca bindirip götürdüler özlem’i. eve koşup haber verip hızlı adımlarla en önde karakola gittim. konak’a baktık önce. yoktu. kantara bakmamız gerekiyormuş. oranın ekibi olabilirmişmiş. bilmiyorlarmışmış. yardımcı olamazlarmışmış. falan filan. elimde sigara ile kantardan içeri girdim özlem’i orada bankın üzerinde oturmuş görünce. kapıdaki polisler bir şey demedi. beni görür görmez sarıldı özlem. “hepsinin ağzına sıçtım” dedi, “hepsi korkak”
“bileğini çok acıttılar mı” dedim
“evet” dedi, “olsun.”

refik, seçil ve tuncay kapıdaki polislerle tartışıyorlardı. onları içeri almıyorlar beni de içerden çıkarmaya çalışıyorlardı. karakolun altını üstüne getirip hepimiz birden gözaltına alındık. daha önce de olmuştu ama hepimiz birden hiç alınmamıştık gözaltına. ama işlem yapmadılar. biraz tutup bırakıcaklardı. güç gösterisi yapıyorlardı. neyseki üstümüzü aramadılar. tuncay’ın üzerinde cigara olduğundan emindim. herif cigarasız bir adım atmıyordu. sabah yedide serbest bıraktılar. özlem “gecenizin içine ettim özür dilerim” deyip duruyordu.

“ama sarhoşum diye olmadı bu. bi daha sokağa çıkmıcam ben. valla billa. evdeyken daha iyiyim ben.”

ardından tekrar eve kapandı. seçil ve ben karşı çıktığım için, evde ot yetiştirme fikri bir süreliğine rafa kalktı, ara ara tuncay ve özlem gündemimize soksa da. tuncay da bize yerleşmişti. torbacılığı bırakmıştı son malını polise kaptırınca. ona bir şey yapmamışlardı, polisler malı geri satmak için para istiyordu. böyleydi bu işler. biraz rüşvetle işlerini sürdürüyordu, ters bir komisere denk gelene kadar da bu böyle sürebilirdi, ya da arada birini içeri tıkmak isteyene kadar canları. artık evde beş kişiydik. ve özlem yine eskisi gibi sadece biz eve geldiğimize içmeye başlamıştı. ortalığı toplayıp yemek yapmayı sürdürüyordu. dükkan açmamızın kimseye faydası olmazdı. işportamız vardı işte. arada bir tezgahımızı kaptırsak da, artık tuncay’ın da desteği ile daha iyi iş yapmaya başlamıştık. özlem en fazla arada bir gece ikiden sonra sahile inerdi. bazen tek başına bazen benimle. hala bazen kollarını açıp arabaları durduruyordu. polisler de alıştı bir süre sonra bizim manyak olduğumuza. iki kez daha beşimizi birden gözaltına alıp sonra uğraşmak istemediler. tuncay’ın arada bir gelen süper para kazanma fikirleri dışında, hayal kurmayıp, olanla yetinmeye devam ettik… onda risk dolu fikir bitmezdi zaten.

29 nisan 2016. 


geriye dönüşler 2 – bölüm 6:

geriye dönüşler 2 – bölüm 6:

“her şey üst üste geldi de mi?” dedi seçil. işportada oturuyordum. tezgahı yeni açmış, açar açmaz da gidip bir bira almıştım.
“bir şeylerin üstüme geldiği yok seçil” dedim, “size de şu an hiç ama hiç ihtiyacım yok, neden geldiniz, yalnız kalmak istiyorum ben.”
“bizden kurtulamazsın” dedi refik gülümseyerek. seviyordum herifi.

refik’le beraber gelmişlerdi. gidip kendilerine bira almaları için para verdim. iyi kazanıyordum son zamanlarda işportadan. kendi kitaplarımı da satıyordum. nasıl oldu bu bilmiyorum ama, sonunda işler iyi gidiyor gibiydi, bir taraftan da kötüye giderken üstelik. saat dörttü ve henüz iş yapmamıştım. dünkü paradan yiyordum. bazen 40 lira bazen sıfır lira yapıyordum. ortalama 20 diyelim. insanlar iyi iş yaptığımı söylüyordu ama ortalamaya vurunca pek iyi sayılmazdı. sevindirici tarafı, kendi kitaplarımı satıyor olduğum gerçeğiydi. kendi arkadaşlarım bile alıp okumamışlardı üstelik. nezaketen almış da olabilirlerdi. son zamanlarda kime güveneceğimi şaşırmıştım. bu yüzden çok sık görüşmeye başlamıştım muhteşem dörtlüm ile.. güvenin hayatımda pek yeri yoktu oysa, bir ilişkiye başlarken, bu arkadaşlık ilişkisi bile olsa, karşılıklı güvenle şekillendirmezdim ilişkimi. her an her şey olabilirdi ve bundan da alınmazdım. kimseye küsmedim bu zamana kadar. ama bana küsen çok oldu. önemsemiyordum. hatamı kabul edip arayı düzeltmeye çalışır başaramazdım. gerçi bir çoğunda hatam da yoktu. yine de, ilişkilerin bozulmaması adına alttan almıştım insanları. şimdiyse, kendi arkadaşlarımdan görmediğim ilgiyi, içine yeni girdiğim bir ortamdan görüyordum. seçil’le refik geldi. demişmiş miydim? bazen bi çok şeyi unutur oldum da bu aralar. dalgınım kusuruma bakmayın..

onları bira almaya gönderdim, gitmişken de bana bir paket sigara aldılar. günün ilk paketi bitmişti ve yanımdaki az kalan tütünüm berbat ötesiydi. biraları tokuşturtuk. “çitonk yapalım” demişti refik açar açmaz.

sanırım yarım saat kadar hiç konuşmadan biralarımızı içtik. işportaya da bakan olmadı.

“ankara’ya gidicekmişsin diye duydum” dedi seçil neden sonra. “sigara versene.”
“evet” dedim, “şu doktorlarla işim bitsin, gidicem. iki günlüğüne. izmir dışında hiçbir yerde uzun süre kalamam”
“meseleyi bu kadar büyütme” dedi refik, “hem bu biradan başka bira da içme. bir şeyler alayım, karnını doyur. işportayı da kapat bugün. burada kaldığın sürece daha fazla içeceksin.”
“birazdan siz gidiyorsunuz ve izmarit geliyor” dedim.
“hele bi gelsin de gideriz. geç kalır o.”
“bu kez kalmıcak”
“kalır kalır.” dedi seçil,  “ama gelir yine de. seni yalnız bırakmaz. belki de bizi o önden göndermiştir, olamaz mı?”
“doğru” dedim, “artık onunla da görüşüyorsun”
“ne o kıskandın mı?”
“ne kıskanıcam yahu. hem ben istedim görüşmeni. sahi, özlem’in nerede olduğunu biliyorsunuz siz değil mi?”
“biliyoruz” dedi seçil, omzunu silkerek. “ama sana söylemicez”
“üzüyorsunuz beni”
“sen kendi kendini üzüyor olmayasın?”
“bilmem. belki de. bi bira daha alıcam ben. istiyor musunuz?”
“paran bitiyor zack” dedi refik, “işportaya güvenme. bi süre iyi iş yaptın, tamam, ama hep böyle gitmicek, rüzgarın terse dönmesi de ihtimaller dahilinde”
“her türlü kötü ihtimali es geçerim hayatımda bilirsin. ben bira alıcam. size de alayım mı”
“biz de şarap var. sen biraya devam et ama, karıştırma şimdi”

çantasından büyük bir şişe horoz karası çıkardı refik. ben bakkala gidip geldim. ikinci paketimde bitmek üzereydi. öksürük krizi gelmemişti bugün hiç. sabah dahil. her gün gelirdi oysa. ama ölmüyordum. ölmeyecektim. emindim bundan. pinero gibi de olmayacaktım. miguel pinero gibi. o yalnız ölmüştü. benimse yalnız ölemeyeceğim kadar çok arkadaşım vardı. onlara bunu yapamazdım. bunları düşünerek sigarayı yarıda söndürdüm. uzun sürmezdi ama. on dakika sonra bir tane yakardım. her gün, en az beş kez, on dakika ve yarım saat arası süren sigarayı bırakışlarım vardı. alkolü azaltmıştım ama. aklım özlem’deydi. üç yıldır yoktu ortada.. ve bu iki piç, biliyordu nerde olduğunu. söylemeyeceklerdi ama. söz vermişlermişmiş özlem’e. neyin sözüyse bu.. hem tuncay da kayıptı. aynı anda kaybolmuştu her ikisi de ortalıktan. nereye bakınırsam bakınayım izlerine rastlayamamıştım. refik de pek sık gelmezdi. kala kala seçil’e ve onun iğnelemelerine kalmıştım..

“her şey üst üste geliyor” dedi seçil tekrar. “biliyorum bunu. ama iyi tarafından bak meselelere. kendini bırakma sakın. başka bira da içme nolur. bugün içme. bu aralar uzak dur şu meretten”
“siz neden durmuyorsunuz”
“sen içmezsen biz de içmeyiz söz” dedi. “izmarit gelsin gitsin. seni eve bırakıcaz. anlaştık mı?” şarabı gidip parka döktü. benim biramla beraber. üçüncü biramdı ama henüz bir yudum almıştım. sigara paketimi de aldı sonra geri vereceğini söyleyerek. “biraz ara veriyorsun, biz de gidiyoruz, izmarit geliyor, sonra cami durağında buluşalım”

izmarit’in geldiğini uzaktan görünce ortadan kayboldu bizimkiler. izmarit gelir gelmez, “hadi topla abi, gidiyoruz” dedi, “biramı içtin sen”
“nerden anladın. hiç iş yapmadım daha ama ya.”
“ben anlarım abi, hadi topla, burda kalırsan daha fazla içiceksin biliyorum seni, benim de iradem zayıf, sana eşlik etmek istemiyorum bu durumda”

topladık tezgahı. çantamı götürüp dükkana bıraktım. ardından tiryaki’de bi tuvalete girip, izmarit’in canlı heykel malzemesini alacağı yere gittik. yolda owurtesk ile karşılaştık. şaşılasıydı. her gün arıyordum bu adamı, cevap vermiyordu telefona. şimdi pat diye karşıma çıkmıştı. ihtiyacım olduğu anda. o da mı gerçek değildi yoksa. bilemiyordum. izmarit’ten şüpheleniyordum zaten. herkesin gerçekliğinden şüphelenip iyice kafayı sıyırmama ramak kalmıştı.

“nereye” dedi owurtesk. anlattı izmarit.
“iyi bende size bakmaya geliyordum” dedi, “oraya kadar geleyim, oradan kaçarım”
“nereye kaçıyorsun ki” dedim, “takıl biraz. bi falıma bak hem”
“yok kalamam, oraya kadar sizle yürür oradan dönerim.”

bu adamı evinden çıkarmak da, yanımızda tutmak da zordu. şairdi. ama gerçek bir şair. çakmalarından değil. yazar sıkıntısına da sahipti. çoğu insan kendini yazar veya şair diye tanıtır ve öyle lanse edilmek ister. etiket peşinde koşarlar. oysa kayda değer bir şey yazabildikleri yoktur. tek istedikleri ünlü bir şair veya yazar olmak ve okunmak okunmak okunmaktır. ben okunulmayı takmıyorum artık. vazgeçtim bu işten. tam da vazgeçtiğim anda rayına oturmaya başladı işler. tuhaf. owurtesk yıllardır uğraşıyordu buna ve çok da iyi şiir okurdu. bir keresinde, karataş’ta bir saat boyunca şiir okumuştu bize. doğum günüydü ve iki bira ile sarhoş olmuştu o gün. normalde olmaz. ve bizi mest etmişti. normalde şiir bile okumaz. sokağa çıkmakta zorladığımız gibi, şiir okuturken de zorluyoruz adamı.

izmarit bi arkadaşı ile buluştu. makyaj boyalarının parasını vericek olan elemanla. tanıştık. bize işçi filmi festivalinin broşürünü verdi. bakmadan çantaya attım. ilgilenmiyordum bu meselelerle. neden bilmiyorum. aslında gitmek istiyordum. ama gidemeyeceğimi bildiğim için ilgilenmiyordum da. sinemaya bir hayli uzaktım. sanatın her dalına uzaktım. resim ve edebiyat da buna dahil. owurtesk yakındı hepsine, izmarit de öyle. sanatçı kişilikleri vardı. benim yoktur. ben olmayan varlıklar üzerine yapıyorum doktoramı.

mekana geldik ve yerinde bir berber olduğunu gördük. kapanmıştı. izmarit yerini sordu. gül sokakta orası dediler. taşınmış. ve hiçbirimiz gül sokak nerde bilmiyorduk. oysa çoğunuz biliyor olmalısınız. izmir özürlü izmirlileriz biz. owurtesk iznimizi isteyip ayrıldı yanımızdan. ben de birkaç sokak denemesi sonrası, eve kaçacağımı söyledim izmarit’e ve yanlarından ayrıldım.

durağa geldiğimde refik ve seçil’in durakta olduğunu gördüm. sigara paketimi sallıyordu seçil. burdayız, der gibi. yanlarına gittim. paketi uzattı ve “bir şeyler yiyelim” dedi.
“şirinyerden” yeriz dedim.

otobüse binip eve doğru yol aldık. eve geldiğimde kapıda durup, “biz girmeyelim, görevimiz seni eve bırakmaktı, özlem öyle emir verdi” dedi refik.
“nerde bu” dedim
“bilmiyoruz” dedi seçil, “biz sana yetmiyor muyuz hem?”
“peki tamam, söylemeyin, bi gün çıkar gelir nasılsa”
“ne kadar çok istersen iste, gelmeyecek, seni bekliyor, bir evde”
“izmir’de mi?”
“yok zemt galaksisinde”
“orası neresi, geçen de bundan bahsettin”
“öğrenirsin ölünce. biz gidiyoruz.”
“peki tamam”
“içmek yok. en azından on gün alkol yasak. doktor olan benim biliyorsun” dedi refik. yarı doktor sayılırdı. tıp okumuştu uzun uzun bir süre.

onlara birer sigara verip eve girip uyudum. nerdeydi bu kız. özlem. neden gelmiyor ve illa benim onu bulmamı istiyordu bilmiyordum.

rüyamda bir sürü kedinin olduğu bir gezegendeydim. oturup beklemeye karar vermişken, uyandım. bulucaktım özlem’i kaçarı yoktu.

28 nisan 2016



27 Nisan 2016

iki yeni fanzin çıkıyore..

?! #7 ve s.e no 26 bugün çıkıyor.. işporta tezgahımızdan, (izmiryer6 distro-işPORTALTiryaki KEDİ'den ve Yakın Kitabevi / İzmir'den temin edebileceksiniz...
CSNS Yayımları huşu içinde sundu...





?! #7 giriş yazısı..

?! ile tekrar karşınızdayım. az sayıda basılan az tüketilen bir neşriyat olan bu fanzin, girdo’nun kişisel maruzatlarından oluşmakta olup, artık iki yılda bir değil de, daha sık basılacaktır. son dönem ürettiğim yazılardan oluşan, araya bir iki de eski zırvalarımdan alacağım bu fanzin, 2004 yılında ilk sayısı ile gün yüzüne çıktı. ardından iki yılda bir çıkarak bugünlere kadar geldi.

görsel olarak pek fazla bir şey vaat etmeyen ?!’de girdo harflerden resim yaptığını iddia etmektedir. resmi okuyup, tabloları kafanızda canlandırabiliyor-sanız, pekala bu işi kıvırdığım anlamına gelir.

bu arada dokuzuncu kitabımı da yazmaya başladım. bu fanzinde bir kısmışı mevcut. kitap, ilk kitap olan “geriye dönüşler”in devamı niteliğinde. nerde bu geriye kalan sekiz kitap diyorsanız, az sabır. ilk ikisi basıldı zaten. önce bi onlarla karınları doyuralım, ardından, zaten her şeyi ile hazır olan kitaplar, solucan fanzin aracılığı ile, aşkın’ın marifletleri sayesinde gün yüzüne çıkar.

yazdığım zırvaları unthatow.blogspot.com adresinden güncel olarak takip edebilir, şikayetlerinizi ve arzularınızı ygzuvedsvcbr@gmail.com adresine iletebilirsiniz.. olmamış, boktan, sevmedim, gibi yorumlarınızı kendinize saklamınızı salık veriyorum. pekala oluyor çünkü, görüyorum. ben şahsen gidip sevmediğim yayınlara “aga bu olmamış ya, kötü olmuş” diye kuru bir eleştiri sunmuyorum. doğru düzgün bir yerden gelen eleştiriniz varsa, elbette kapımız açıktır. her neyse, çok konuştum. girizgahı uzatmıyor, sizi bir takım sineye çekeceğinizi umduğum zırvalıklarımla baş başa bırakıyorum..

girdap zack unthatow

ya da kısaca girdo

s.e no:26 giriş yazısı..

sokak edebiyatı veya zokak zebelliyatı adı ile çıkan güzide fanzinimizin, girdap tarafından hazırlanan son sayısıdır bu. bundan sonraki sayıları hazırlamak isteyen gönüllü biri çıkar ise, fanzin çıkmaya devam eder, olmazsa hakkın rahmetine kavuşmuş demektir. son dönem yaşanan bazı olaylar ve fanzinin içeriğini oluşturan arkadaşların yeteri kadar içerik sağlayamaması nedeni ile, bu kararı aldım..

güzel zamanlarımız oldu. 16 yılda çok güzel anılara sahip olup, güzel dostluklar kurduk. dükkan bile açtık lan, her ne kadar yürümese de. hatta onu da, yürütebilecek birine teslim edebiliriz, ben çekilirim durumdan. çekinerek de aynı zamanda..

16 yıl içinde, bir sürü iyi kötü şey yaşadık, kimi zaman hararetli tartışmalarımız oldu, kimi zaman büyük umutlarla oltaya asıldık. bazen yırtık bir ayakkabı çıktı o oltadan bazen büyük bir alabalık. klişe yazdığımın da farkındayım şu an. napalım. fanzinimizde her ne kadar oluşumumuzun kişisel bir fanzini olsa da çoğu kısmını girdo hallediyordu, içerik tam anlamı ile gelmeyince, çocuk da bu içerik isteme onları okuyup tasnifleme işinden epey sıkıldı.

aslında ikinci bir doğuş aşaması idi pinero tükkan. ama sanırım ayrışmalar ve ayrıntılara takılıp kalmalar, girdo’nun bu içi boş dışı renkli allegoritmada infilak etmesine sebep oldu. bundan sonra tayfadaki arkadaşlarımızı kendi kişisel maruzatlarını tarifledikleri fanzinlerinden takip edebilirsiniz.. tayfa dağılmadı, merkezden kaydı sadece, hepsi bu. 16 yılda yüz kadar fanzin çıkaran csns yayınları da, bundan sonra da işe yarar birkaç kağıt parçası üretmeye devam edecek. ama sanırım bunlar sadece girdo’nun menkulü kıymetsiz hazinelerinden oluşacak..

bugüne kadar yanımda olup destek olan herkese teşekkür ederim. sokak edebiyatı adlı fanzinimiz, 26. ve görevi üstlenen olmazsa belki de son sayısı ile huzurlarınızda.. bundan sonra ki süreçlerde başka fanzinlerde ve kitaplarda yayın hayatımıza devam ederiz. sağ kolumuz (biz de onların sol koluyuz) solucan fanzin ile girdiğimiz ittifaklarda, bazı iç ve dış savaşlardan yere düşmeden çıkmaya çalışırız. eyvallah..


girdap zack unthatow

geriye dönüşler 2 – beşinci bölüm: ev

geriye dönüşler 2 – beşinci bölüm: ev

beş yıl sonra. karataş’ta, bir ev. ev, birinci katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir kadeh ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani.

annem öldüğünde ve yeğenim de evlenip ablamı yani annesini yanına alınca yapayalnız kalmıştım. ailemin evinin kirası yüksekti. o güne kadar işportadan geçiniyor, kışları part time işlerde çalışıyordum. üç artı bir ve bir hayli büyük olan evin kirasını karşılayamazdım. neden bilmiyorum ama ayaklarım beni, eskiden, jazztral ve izmarit adam’la beraber tuttuğumuz eve götürdü. karataş’da ki kötü, rutubetli, yazları böcekli olan, küçük eve. iki artı bir. kirası oldukça düşük ve müstakil girişli. ev sahibi bir üst katta oturan. eve vardığımda siyah bir perdenin örtülü olduğunu görüp üzüldüm. ama bu siyah perde benim işportada kitapların altına serdiğim perdeye benziyordu. zabıtalar bi keresinde malımı topladığında, mallarımla beraber perdeyi kaybetmişlerdi. hesap sorulamazdı zabıtalara.. ayrıca evin camında da “mülksüzden satılık” yazıyordu. bu yazıyı daha önce biz yazmıştık cama. ve ben evden çıkarken yazıyı sildiğime emindim. her ihtimale karşın kapıyı tıklattım. belki bir ev arkadaşı arıyor olabilirlerdi. açan olmadı. bu sırada yazıyı fark ettim. kapıda ufak harflerle ve elle yazılmış olan yazıyı. “kapı açık, istersen girebilirsin, biz açmıyoruz, boşuna çalma.”

kapı kolunu çevirdim. açıldı. girdim içeri. ev bıraktığım eşyalarla duruyordu. holü görmüştüm sadece. yarı uzunlukta holü ve salonun bir kısmını. halı, duvara bıraktığım poster ve kanepeler duruyordu. salonu kullanmıyorduk o zamanlarda. bana tanıdık gelen bir iki giysi vardı. ama bu evde sadece benim görebildiğim giysilerdi bunlar. jazztral, izmarit ya da diğer arkadaşlarımın görebildiğini sanmıyorum. ilk sağdaki odaya girdiğimde öfkeli gözlerle karşılaştım. öfkeli gözlerimle ya da.

yıl 2021 idi ve artık 39 yaşındaydım. son beş yıldır işporta ve part time işlerle hayatımı sürdürüyor, fanzin çıkarıyor, kendi kitaplarımı bastırıyordum. nerdeyse hiç arkadaşım kalmamıştı. iki üç dost dışında, yoktu kimsem. ve ben de kimse ile yakın ilişki kurmuyordum. cep telefonu kullanmıyor ve arkadaş edinmiyordum. fanzinlerimde ve kitaplarımda iletişim adresi bile yoktu. sadece kitap adı, adım ve solucan fanzin basımı olduğunu belirten ibareler vardı. csns yayınları hala aktifti ama artık tek kişiydim. oluşum dağılmış, bambaşka mevzular çıkmıştı ortaya. çok fazla insan tanımama rağmen kimseye hiçbir şey anlatmıyor, anca yazıp duruyordum. beş yıl geçmişti aradan. ve özlem’i görmeyeli ise epey epey yıl olmuştu.

“sonunda” dedi sadece. “adresimi buldun”

öfkeli gözler özlem’e aitti. son gelişinde el ele tutuşmuş ve ailemin evinde parti vermiştik. o gün son görüşümdü özlem’i. yıllar sonra bir günlüğüne gelmiş ve “bir daha beni çağırma” diyerek gitmişti. “çağırma” demişti, “sen gel artık, gerçekten yoruldum oyun oynamaktan”

“şarap içer misin?” dedi ardından. “ama halıya kusmak yok. yeni temizledim.”
“ne zamandan beri burdasın?” dedim
“siktir et” dedi, “hiç çıkmıyorum evden, girdim gireli hiç çıkmadım.”
“ihtiyaçların?”
“tuncay karşılıyor. arada bir gelip yiyecek ve şarap bırakıp gider”
“tuncay mı? vay canına.. o nerde yaşıyor”
“bilmiyorum, hiç sormadım.”
“peki ya ekibin geri kalanı”
“bilmiyorum. bunları sorgulamıyorum artık girdap. yorma beni. otursana. ayakta kaldın”
“şarap içemem, ilaç kullanıyorum”
“bugün kullanmayıver o zaman”
“peki”

hala emrivakiydi ve ben hiç bi isteğine karşı gelmiyordum. gelemiyor değildim, gelmiyordum, içimden gelmiyordu bu. seviyordum hatunu. ölesiye. bi çok kez, bi çok yolla, hayatta kalmayı, mücadele etmeyi denemiş, ama hep bir şeyler ters gitmişti. en sonunda bu eve sığınmıştı demek.

“ama bi sorunumuz var” dedi, “kapıdaki yazıyı siler misin? buraya artık başkalarının gelmesini istemiyorum”
“yaparım” dedim.
“paran var mı?”
“kazanıyorum bi yerden”
“fabrika mı gene?”
“yok, işporta. kitap mitap.”
“güzel” dedi, “takı yaparım, onları da satarsın.”
“olur”

böyle başladı hikaye yeniden. ertesi gün, işportada otururken refik ve seçil el ele geldiler.

“duyduğumuza göre bi ev tutmuşsun kardeşim’le” dedi refik, uzaktan bağırarak. sarhoştular. öğlenin üçünde. işportayı henüz açmaya çalışırken, yere  çömelmiş halde kitapları dizerken, arkamdan seslenip.
“evet” dedim, “siz nerden duydunuz?”
“tuncay söyledi.”

o gün özlem’le şarap içerken, tuncay gelmişti özlem’e bakmaya. torbacılık yapmaya başlamış puşt. kuruçay’da çingenelerle yaşıyormuş. bir evde tek başına. evde de yetiştiriyormuş bir şeyler. bir de eczaneden aldığı hapları, yurtdışından geliyor diyerek kakalıyormuş birilerine. toz haline getirip. adam sonuçta dört koca yıl tıp okudu refik ile beraber. anlıyor bu işlerden. özlem’e o bakmış bunca yıl ve özlem evden adımını bile atmamış dışarı.

ertesi gün işportadan seçil ve refik ile beraber döndüm eve. ve girişte de bahsettiğim gün geldi çattı işte. refik, özlem’in yaptığı takıları satmaya başladı. seçil bir kafede part time çalışmaya başladı. özlem ise evde takılıp, her akşam içip, her gün takı yaparak, evi toplayıp yemek yaparak, çamaşır yıkayarak yaşamını sürdürüyordu. bulaşıklar bendeydi ama. onları kimseye kaptırmam. ben de bit pazarından bulduğum kitaplar ve bazı nadide şeylerle işportaya çıkıyordum her gün refik ile beraber. hiçbirimiz cep telefonu kullanmıyor ve kimseyle yakın ilişki içine girmiyorduk. evimize kimseyi kabul etmiyorduk. arada bir tuncay gelip gidiyordu işte. tuncay’ın bile eve hatun atması yasaktı ama o da bunu takmıyordu. kendi evi var adamın sonuçta. ama bize taşınmak istiyor, torbacılığı bırakıp dükkan açmak istiyordu.  “salonda yatar kalkarım ben” diyordu.

“ne dükkanı” diye sorduğumda
“hiçlikçi” dedi. “içi bomboş bile olabilir. bilmiyorum. henüz karar vermedim. çok para biriktirdim bu işten. ama artık riske girmek istemiyorum.”
“iyi yaparsın” dedi seçil, “bi de senin hapisliğinle canımızı sıkmayalım. yeterince sıkıyorlar canımı zaten işyerinde”
“sizi seviyorum” dedim.
“ama biz seni sevmiyoruz” dedi özlem. gülüyordu. şarabı uzattı.
“yeter bu kadar” dedim. “biliyorsun, ilaçlarım. psikolojim.”
“yetmez” dedi. “psikolojine de bir şeycik olmaz. olan olmuş zaten.”

haftada bir gün alkol alıyor, altı gün ilaç içiyordum. her gün işportaya çıkıyorduk refik’le. soğuk yağmur falan dinlemiyor, yağmur yağınca bi süre topluyorduk tezgahı. artık daha hızlı toplamaya başlamıştım tezgahı. özlem’e o gün “perde benim işporta perdem mi” diye sordum.
“evet” dedi, “tuncay seni hep gözetiyor ama sana görünmüyordu. kaptırdığını öğrenince gidip senin adına aldı tezgahını. tanıdıkları var piçin. her şeyini aldık”
“neden yaptınız bunu”
“bi gün geleceğini biliyordum oğlum. sen gelene kadar, senden bi kaç parça daha olsun istedim evde. çakmak da duruyor hala. bak..”

sigarasını yaktı. tatlı tatlı konuşuyordu ama gözleri hala öfkeliydi. kendimeydi öfkem.

oluşum dağılıp, başka başka muhabbetler kurulunca, tek başıma iş yapmaya başlamıştım. kolektif işler bana göre değildi. ve beş yıldır, iyi kötü sürdürmüştüm hayatımı. ama şimdi, sanırım, her şeyin boka sardığının işaretleri belirmişti. bir evde kalıyordum artık. ev eski evimdi. eşyalar eski eşyalarımdı. bir dolu yazı vardı duvarlarda. ve özlem evden hiç çıkmıyordu. hem de hiç. camdan bile bakmıyor, perdeyi hiç açtırmıyordu. simsiyah kapkalın bir perde. zack’e dönüşen o olmuştu. onun bu halinden dolayı tadım yoktu ama o böyle gayet mutluydu. diğer odada refik ve seçil kalıyor, ben özlem’le oturduğumuz odada kalıyordum. tuncay ise, geldiği zamanlarda, kullanmadığımız odada yatıyordu. özlem, sızana kadar içerdi zaten. en son bir köşede sızmış olur ben de onu, yatağa yatırırdım. yerdeki yatağa. kesilmiş, sadece üstü olan çekyata. yerde oturuyor sayılırdık. renkli merdivenlerin üzerindeki bir evde. birinci kat. rutubet. böcek. alkol. cigara. fanzinler. takılar. işporta.

her gün refik’le karataş’tan alsancak’a yürüyorduk. dönüşte de yürüyorduk. iki üç gibi açar, dokuz on gibi kapardık. çok iyi iş yapmıyorduk. yeticek kadar. her hafta bit pazarına çıkar, bir şeyler kapar dönerdim. o gece hiç uyumazdım. cumaları alkol günümdü. cumartesi gece ikiye üçe kadar işportada dururduk. oradan eve gider, malları bırakır yola çıkardım. bit pazarına da yürüyerek gidiyordum. başka da gittiğim bir yer yoktu zaten. hiç araç kullanmıyordum.

bi gün işporta açmadım. seçil çalışıyordu. refik tek gitmişti işportaya. tuncay gelmemişti o gün ve özlem hala uyanmamıştı. kahvaltı hazırladım. odaya koydum ve uyanmasını bekledim. uyanmadı uzun süre. ölürse napacağımı düşündüm. boku yerdim sanırım. intihara yatkıntı. etmişliği de vardı bi kaç kez. bi kez öldüğüne de inandırmıştı beni. bristol’deydi o zamanlar ve her neyse. hikayeyi biliyor olmalısınız. ilk kitabı okumadan buralara kadar gelmemeliydiniz. çok şey kaçırır ve pek bir şey anlamazsınız. ne diyordum? bi keresinde beni öldüğüne inandırmıştı. abisi de öyle demişti. ve sonra bi gün bi günlüğüne çıkıp geldi ve “beni bir daha çağırma. sen gel” dedi, beni nerde bulacağını biliyorsun bebeğim..”
“bilmiyorum” dedim
“bulursun” dedi ve gitti.

aramadım. sadece bizimkilere sorup durdum. onlarda, “biz aslında yokuz,” olmayanının nerede olduğunu nerden bilelim” dediler.

sonra bi gün, eskiden kaldığım bir eve tekrar gittim işte. evi tutmak ya da ev arkadaşları arıyorlar mı sormak için. ve hikaye yeniden başlamış oldu. tek farkla. bu kez özlem evden hiç çıkmıyordu ve çıkmayacaktı. naparsam yapayım. sadece bizi görmek istiyor eve kimseyi getirmemizi istemiyordu.

o gün sabah kahvaltı hazırladım ona. uzun süre uyanmayınca bi bakayım dedim. nabzı çok yavaş atıyordu. seslendim. duymadı. sarstım biraz. ayılmıyordu. hemen bi taksi bulup hastaneye götürdüm. uzun süre kaldı orada. baygın bir halde. serum verdiler. intihar etmemişti. aşırı alkoldü belki nedeni. doktorlar da kestiremedi. birkaç saat sonra ayıldı. ve ilk sözü “bunu yapmamalıydın” oldu “kuralı bozdun. ne hastanesi yahu. bir şey olmaz bana. ben seninle beraber ölücem.”
“korktum” dedim
“hadi çıkıyoruz” dedi ve apar topar hastaneyi terk ettik. dönüşte taksi ile gelmek istedi. alsancak devlet hastanesinden. son yedi yıldır ilk kez bir araca biniyordum. garip hissettim kendimi. özlem onbeş yıldır ilk kez evden dışarı çıkıyordu. gözlerini kapattı yol boyunca. bi saniye bile açmadı. başını omzuma koydu ve öylece kaldı. eve varınca gözleri yarı kapalı yarı açık bir halde merdivenleri çıktık. eve varınca

“hiç değişmemişler” dedi. “hiçbir şey hiç değişmemiş. ruhlarını görebiliyorum. bir daha bunu yapma. seni bir daha affetmem.”
“tamam” dedim “ama ölmeni istemiyorum”
“seninle beraber ölücem. söz veriyorum. bir daha beni dışarı çıkarma. ve bu konuda konuşmak istemiyorum. gel beraber yemek yapalım.”
“olur” dedim. beraber yemek yapıp, onun “birinci özlem savaşı” adını verdiği günü kutladık. ben içmedim. o gün cuma değildi. o üç litre şarabı tek başına bitirdi. refik ve seçil geç geldiler. olanları onlara anlatmadık. sonra uyuyup uyandık işte. hepsi bu.

27 nisan 2016.


22 Nisan 2016

geriye dönüşler 2 – bölüm 4 nevermore

geriye dönüşler 2 – bölüm 4
nevermore

“sigara üstüne sigara” dedi seçil. cevap vermedim. öylece uzanmış, gözlerim açık bir halde yatıyordum. gecenin üçünde uyuyakalmış, sabahın beşinde uyanmış, bir daha uyumamıştım. sigara üstüne sigara. distress versiyon 0.2 çalıyordu. sıfır nokta iki. bire hiç geçemediğimi hissettim. bütün olamadığımı, ve hiç ikilenemediğimi. oysa çok kalabalıktım. onlarca ölü ve hayaletle yaşıyordum yıllardır.

“hu hu” dedi seçil, “sana diyorum.”
“gider misin” dedim. “uyumam gerek.”
“sabah işe gitmeyeceksin” dedi, “uyuman falan gerekmez. işportanı da akşamüstü açıyorsun zaten.”
“açmıcam bugün” dedim.
“kötü bir gece ve kötü bir sabah dedi zack” diyerek anımsattı boktan bir şiirimi.
“hatırlatma” dedim.
“ekmek yaptım sana” dedi.
“sonra yerim” dedim.
“şimdi yiyeceksin” dedi. “kalk hadi..”

untitled başladı. this empty flow. isimsiz olmayı çok istediğimi söyledim ona. yalan söylediğimi ima etti. “kalk” dedi, “konuşalım.”
konuşacak bir şeyin olmadığını, hatta en güzel yöntemin sessizlikle birlik olup hiçliğe akmak olduğunu söyledim.
“porno izleyelim mi” dedi, “güleriz.”

bi keresinde o, refik, ben, tuncay, özlem, kahkahalarla gülerek izlemiştik. kafamız yüksekken. hiçbirimizin şeyi ötmemişti. çıplaklığa önem vermiyor ama her birimiz tutkulu bir sevişme faslını özenle çekip çıkarmak istiyorduk karanlıktan. karanlıkta kalıyordu her şeyimiz. güneş ve ayın dansı bize anlamlı gelmiyordu. günler bir önceki günün fasolu tekrarından ibaretti. her şey fasoluydu tanrısını satayım.

tanrıyı satmak istiyordum. ucuza giderdi. sürekli benimle dalga geçtiğini hissediyordum. a’dan z’ye ezberlemiştim her hareketini onun. onun suçumu bilmiyordum ama biri tüm suçu üstlense fena olmazdı, çünkü herkes benim masum olduğumu dile getiriyordu. ağlamaya başladım ardından. seçil saçımı okşadı. “kalk hadi” dedi, “sigara içelim. ekmeği siktir et, ben yerim adamım.. o kadar hazırlamışım”

doğruldum yerimden. “düzeltmek istemiyorum hiçbir şeyi” dedim. “hiçbir şeyi. hiçbir şeyimi. yazımı da. bırakalım yanlışlar yanlış olarak kalsın” dedim.
“doğruya hiç ulaşamıyoruz zaten” dedi. ardından başka bir şarkı çaldı ve ağlamam kesilmiyordu bir türlü. bi sigara yaktım.
“ilaçları bırakmayalım” dedim ona.
“bence de” dedi, “eroine başlasan iyi edersin hatta. hatta jilete de başla. hatta anneni daha çok üzmek için bi kolunu kes daha önce düşündüğün gibi. ip getirdim yanımda. seni bağlayıp sonra asıcam bugün. intiharına cinayet süsü vermek için.”
“cinayete intihar süsü verilir sanıyordum” dedim.
“hiçbir şeye süs vermek istemiyorum” dedi. “sus payı vermek isterdim ama”

nasıl uyuyabileceğimi sordum ona.
“1200 mg serequel” dedi.
“bi tablet antiem” dedim
“üç çizgi amfetamin” dedi
“iki gram esrar” dedim
“biraz da tütün ekleyip yakalım” dedi. “hepsini ezip. en kral tütsü olur. işportada yakarsın. gelenler kafası kıyak ayrılır yanından. yarı uykulu yarı enerjik. napacağını bilemezler.”
“kitaplar tükeniyor” dedim gülerek.
“bit pazarına çık” dedi.
“çıkarım” dedim. “pazarlar tükenmez.”
“ve sen de ölmüyorsun.”
“ölmek isterdim” dedim ona. “özlem gibi. tuncay gibi.”
“intihar tehlikeli bir senfoni” dedi. “anma hiç.”
“intihar değil” dedim. “kendiliğinden. kalp krizi. beyin kanaması. trafik kazası.”
“bu saate kadar çoktan araba çarpmalıydı sana zaten dedi. hep kıl payı yırtıyorsun.”
“kırmızı ve yeşili karıştırıyorum” dedim. “sağı ve solunu karıştırmak gibi bir şey bu.”
“yalanlara başladın gene” dedi.

hazırladığı ekmekten bir lokma ısırdım. evdeki herkes uyuyordu. ben odama geçmiş, kapıyı kapatmış, içeride de dumandan bir dünya yaratmıştım. camı açtı sonra seçil. “güneş doğmuş” dedi. “spora gidelim mi?”
“sikmişim sporu” dedim. “ben böyle iyiyim.”

ekmekten bi lokma daha ısırıp bıraktım. bi sigara uzattı. özenle sarılmış bir sigara istiyordum. ben sarmak istemiyordum. hediye gelsin istiyordum. doğum günü hediyesi gibi bir şey. bana da ancak böylesi bir hediye yaraşırdı. seçile “hani bir daha gelmeyecektin” dedim.
“olur öyle” dedi.
“kızmış mıydın bana” dedim
“yardımıma ihtiyacın olmadığını düşündüm aptal” dedi “ne kızması.”
“geçen refik geldi” dedim.
“biliyorum” dedi, “anlattı. bak bunu ihtiyaç olarak görmüyorum tamam mı” dedi. “bu başka bir şey. hadi uyu acık. uyanınca daha iyi hissedersin.”
kimseye yük olmak istemediğimi söyledim ona. gitmesini istediğimi.
“yük değilsin” dedi. “kimseye yük falan değilsin. böyle düşünme.”
“ama” dedim. “sorunluyum.”
“sorun sen de değil” dedi.
hayır sorunun tamamen bende olduğunu, farklı deneylerde aynı sonucu verdiğimi, ve değişken faktörlere rağmen değişemediğimi söyledim.
“hayat bir deney tüpü değil girdo” dedi. “tamam mı? sen de denek değilsin.”

bi sigara içip uzandım. gözlerim açık vaziyette. ne kadar süre öylece durdum ne kadar süre başımdan ayrılmadı bilmiyorum. sonra kalkıcaktım zaten. evden çıkmam gerekiyordu. evde durmak istiyordum oysa. sonsuza dek evde. tek odada. öylece. hayaletlerimle baş başa..

başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır.
22 nisan 2016.