iki
yüzlü
1
bulaşıkları yıkıyorum gecenin on birinde.
23 değil yani, on bir. size göre sabah on bir, bana göre gece. çünkü
sabahlıyorum her tao’nun gününde, sabahlıyor ve siz yaşarken uyuyorum,
seviyorum bu hayatı, seviyorum evet. daima bu şekilde yaşayabilmem mümkün olsaydı
şu an, ben de sevmeye devam edebilirdim sanırım… ama çalışmak zorunda
hissediyor kendilerini insanlar, çalışmadan olmaz, diye düşünüyorlar, herkes
böyle düşündüğü için ben de çalışmak zorunda kalıyorum, çünkü çalışarak
ürettikleri şeyleri çalışarak kazanılan kağıt parçaları sayesinde takas
ediyorlar. fanzinlerimi edinmek istiyorsanız, fanzin çıkarın, takas yapalım,
olur mu? bu daha makul geliyor bana, hatta dini manada, caiz diyelim. fanzin
dinine göre…
2.
bulaşıkları yıkıyorsun.. sabahın on birindeyiz,
bize göre. bir erkek bulaşıkları yıkıyor, bir erkek evi süpürüyor, ailesi ile
beraber yaşayan bir erkek delirmiş bir şekilde ev işi yapıyor zaman zaman.
doğduğundan beri yapıyor bunu aslında, çünkü çocukken annesi çok hastaydı ve o
da ev kadınlığını öğreniyordu, kadınlığı ya da bir anlamda, ama tam olarak
öğrenememiş olsa gerek ki, sonra bir kadından da öğrenmeye çalıştı erkekliği.
onda da ıskaladı, sen, tanrı’nın, tamamen fiyasko olan bir ürünüsün girdap,
kabul et… bizim gibi yaşamak zor geldiği için, yaşamak istemediklerini
yazıyorsun kimi zaman, bir anti kahraman yarattın kendine, henüz adını koymasan
da, ve şimdi ondan bahsedeceksin bizlere, seni dinliyoruz… söz senin.
3.
merhaba. benim adım henüz konmadı. birkaç
öyküde sizlerle beraber olmuştum. yalancı, üç kağıtçı, iki yüzlü, adi,
düzenbaz… o, benim! tam üstüne bastınız, ben de zaman zaman tam üzerinize
basıyorum, çünkü hayattan nefret ediyorum, çünkü insanlardan nefret ediyorum,
tamamen siyahım ben, içim de tek bir nokta beyaz yok, daima kendimi düşünür
yaşamımı ancak bu şekilde sürdürebileceğime inanırım, yani sizin tepenizde
gezinip vır vır konuşan politikacılarınızdan hiçbir farkım yok, iş yerinize
sahip olan patronunuzdan da farkım olduğu söylenemez, elbette tüm politikacılar
ve patronlar böyle değildir, ama büyük bir çoğunluğunun bencil, ikiyüzlü ve
vicdansız olduğu su götürmez bir gerçek, ben de iki yüzlüyüm, bencilim ben de,
vicdanım sadece kendime acımama izin veriyor, hayvan sevmem, kadın ruhunu
sevmem, pısırık erkekleri sevmem. erkeklerin sevmediği kadın türünü severim ve
kadınların sevmediği erkek türünü. bu, ne mi demek? bu, şu demek; bir kadın
eğer samimi, dürüst ve güçlü ise, ben onu sevmem. bir erkek güçsüz, pısırık ve
korkak ise, ben onu da sevmem. çünkü daha önce de dediğim gibi, aşık olmak bir
erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar, ben hiçbirinden
hoşlanmam aslında, erkeklerin de, kadınların da hiç birinden hoşlanmam, sadece
kendimden hoşlanırım ve sözünü ettiğimiz politikacılar ve patronlar ne kadar
çoksa, sizin aranızda da benim gibiler o kadar azdır, tamamen benim gibiler
demek istedim. yoksa her insan, az biraz yalancı, az biraz bencil az biraz iki
yüzlü ve az biraz vicdansız olur, bu oranlar yükseldikçe, hayatta da yükselmeye
başlarsınız, değeriniz artar. sonra birden herkes, yüzünüze karşı “bey”,
arkanızı döndüğünüzde “orospu çocuğu” der, bu işler böyle yürür ve ben de böyle
yürütüyorum, hedefim hayatta yükselmek değil, insanların sırtından geçinmek… üç
gün orda beş gün burada. yakışıklı değilim ama gerekli süre dolana dek kendime
bakarım, romantik değilim ama gerekli süre dolana dek romantik davranırım, aşık
da olmam ama gerekli süre dolana dek aşıkmışım gibi davranırım, gerekli süre ne
demek? gerekli süre, bir ete doyma, bir serveti tüketme, ya da birini kendine
tamamen bağımlı yapmak olabilir. kısaca,
çıkara doyma süresidir, gerekli süre. hayat, çıkar ilişkileri üzerine
şekillenir, anneniz ve babanız bile bir süre sonra çıkarları ölçüsünde
boşanmadan evli kalabilir. pekala, pekala geçelim bunları ve öykümüze başlayalım.
4.
o günlerde yine kadınsız, parasız ve doğal
olarak tek başıma bırakılmıştım. bana “senden nefret ediyorum” diye bağırıyor
bir taraftan da ağlıyordu pınar, ağlıyordu çünkü aldatmıştım, en yakın
arkadaşının üzerinde yakalamıştı beni, böylece arkadaşlıkları bozuldu ve pınar
ona aşık olmadığımı öğrendi, pınar’ın kardeşi ilknur’da ona aşık olmadığımı
öğrendi, doğal olarak onlar ev arkadaşlıklarına son verdiler, bende iki
kadından ve onların bana birbirlerini çekiştirmesinden kurtuldum. durmadan
birbirlerine olan nefretlerini anlatıyorlardı bana, sıkılmıştım bu saçmalıktan,
yakalanacağım kesin olan bir zaman diliminde ilknur’u kandırdım ve o’nun
üzerindeyken üzerine geldi pınar, olayın üzerine demek istiyorum, insanları
böyle şoke etmek hoşuma gidiyor, günahsız olduğuna beni inandırmaya çalışan
insanları, bir iyilik meleği olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları,
yalansız dolansız bir hayat istediklerine dair bana taleplerde bulunan
insanları, ne yalanı ne dolanı, direk yalanın etrafında dolanıyor ve onlara
yalanıyordum, yalanmak yani, anladınız değil mi? başlangıçta iyi görünüyor ve
ikinci yüzlerini keşfedecek açığı yakalamaya çalışıyordum, insanlar böyledir,
karşılarında tamamen dürüst olduklarına inandıkları bir insan bulunca tüm yelkenlerini
suya indirirler, sonra bir bakmışlar ki denizin ortasındalar ve rüzgar yok,
neler olacak? her şey apaçık meydanda güzelim, en az benim kadar yalancısın,
girdap’a bana bir isim bul artık diyorum, o da bana her öyküde seni farklı bir
yere koyup karakterini değiştiriyorum diyor, pekala diyorum ona, pekala tanrım
diyorum, o benim tanrım çünkü, beni o yarattı ve insanlığın gerçek yüzünü
görmemiz için bana bir yaşam verdi, bu biraz garip bir yaşam aslında bu, her
öyküde karakterim, huyum, ruh dünyam değişiyor, bir öyküde lita’yı henry’e
bafiletiyor, bir başka öyküde evime gelen sevgilime porno izlettiriyorum uyuya
kalana kadar, sonra başka bir öyküde okulda uyuşturucu satıyordum bir öğrenci
olarak, sonra başka bir öykü de birini aldattım, o girdap’ın ilk öyküsü idi ve
çalan bir telefonla başlıyordu, hatırladınız değil mi? adı “seni aldatıyorum”
öykünün… sonra lavuk benden sıkılıp kendisini anlatmaya başladı, zaman zaman
gene bana geri dönüyor ama. ha ne diyordum, evsiz kalmıştım yine, bende bir
tatil beldesinde iş buldum, antalya, sikmediğim iki uyruk kalmıştı, uyruk
diyorum, uyruk, anlayabiliyor musunuz? japon denedim, rus denedim, fransız
denedim, alman, romen, macar, ingiliz, italyan, hindu, pardon lan o bir dinin
adı, hintli diyecektim… acaba antalya’da dişi bir uzaylı var mıdır? bunu öğrenmek
için yola çıkmadım elbette, ama sonuçta antalya’daydım, işim bir kafede garson
olmaktı, askerlik arkadaşım sağlamıştı bana bu işi, “oğlum antalya’da süper
bıjırlar var diyordu, öyle diyordu kadınlara, bu ne demek diye sormadım
elbette, argoyu yalayıp yutmuş ve tükürmeye başlamıştım artık, sıkılmıştım
argodan, herkes argo konuşuyordu zaten, hatta argoyu bir adım geçmiş jargon
konuşur olmuştuk, yani rol kesiyorduk aslında, televizyonda izlediğimiz kahramanların
gün içinde taklidini yapıyorduk, işe mafya kabanı ile gider olmuştu
bazılarımız, kadınlar kendi acıları için ağlamayı bırakmış şehrazatın ucuza
gittiğini düşünmeye başlamıştı, toplum olarak sapıtmıştık yani, sapıtmak,
toplumsal anlamda, bende bu sapkınlıkla oyun oynuyor, onların açıklarını
yakalıyordum, büyümüştüm artık, 27 yaşına girmiştim, ve ailemi öldürdüğüme
inanıyordum, ailemi öldürmüştüm, tüm
eski sevgililerimi öldürmüştüm, tüm eski dostlarımı öldürüyordum, hayatıma giren
herkesi öldürüyor ve defediliyordum hayatlarından, insanlar onların gerçek
yüzünü açığa çıkardığınızda sizden hemen nefret ederlerdi, bende öyle yaptım,
gizlim saklım yoktu nasılsa, daha doğrusu gerçek yüzümün görülmesinden korkum
yoktu, ben herkesin gerçek yüzünü görüyordum zaten, görüyor ve gösteriyordum,
otobüste sevgilisine sarılan kadının beni nasıl kestiğini görüp ayartıyordum.
sonra, boom! öldürücü darbe. sevgilisini makine olarak gören erkekleri
öldürmekten daha çok zevk alıyordum aslında, ama onları ağıma düşürmek,
kadınları düşürmekten daha zor oluyordu, sonuçta kadınlar için bir çekiciliğim
vardı, erkekleri ise bu çekiciliğimden faydalanıp yanımda klas görüneceklerini
düşündürterek tavlıyordum. evet ben toplumun bir parçasıyım, evet ben de sizden
biriyim, ama ben daha çok toplumun aynası olmaya çalışan biriyim, tamamiyle iki
yüzlü ve çıkarcı bir yapımız var, dahası geri zekalıyız, din diye inandığımız
şeye iki elle sarılırken bunu bile çelişkilerle yapıyoruz. bir düşünsenize,
dindar bir adamı düşünün, dindar bir adamın, söz konusu efsanelere göre,
(dinlerden söz ediyorum), diğer tarafta korkacağı bir şey kalmamalı, yani
mahşer alanında, yani hepimizin tüm sırlarımız ve yalanlarımızla çırılçıplak
kalacağımız alanda, orada onların hiçbir şeyden kaçmaması gerekiyor, çünkü
tanrıları onların günahlarını gizleyip ayıplarını örtüyor, bu yüzden bu dünyada
her türlü boku yiyip üzerine cuma namazından çıkarken şirin bir fotoğraf
çektiriyor olabilirler, bende gittim cuma namazına, yeni kurbanım türbanlı bir
kadınken, veya dini bütün bir takkeli iken gittim, sonra onu da listemden
sildim ve yoluma devam ettim, ben tanrı rolü oynuyorum, tanrı’nın bu dünyada
yapması gereken bir şeyi üstleniyorum, herkesin sırrını açığa çıkartmak,
böylece gerçek yüzlerimizi gösteririz veya intihar ederiz, ne dersiniz? hadi
bir yarışma yapalım, kim daha dürüst, bir internet sitesi kuralım ve orada herkes,
herkes hakkında isim vererek bildiği her şeyi anlatsın., yazarım girdap
anlatıyor zaten, ben de yapıyorum, siz de yapmalısınız bence, herkes hakkındaki
her şeyi bilirsek yaşam kimileri için daha da kolaylaşır, çoğunluk için zorlaşacağını
biliyorum, ama kafası paranoyalarla dolu olan aşık adamların hayatı kolaylaşır,
sonra her an terk edilme korkusu yaşadığı için gerçekleri göremeyen genç
kızların da hayatı kolaylaşır, ha bu arada yazarken yalan atmak dünyanın en
kolay işi, ama on bin küsur sayfa yazıp kendinizle çelişmiyorsanız, doğru
söylüyorsunuz demektir, doğruyu söylemek de hiç öyle sanıldığı gibi erdem falan
değildir, ya da erdem, getirisi olan bir şey değildir, bakın ben ne kadar da
iki yüzlüyüm ve yine de beni sevecek yeni insanlar bulabiliyorum daima, çünkü
insanlar gerçeklerden korktukları için yalanla yaşıyorlar, ve gerçeklerden kurtulmak
için yalandan ibaret hayatları izliyorlar, bu yüzden yalancılar iktidar oluyor
daima, ve bu yüzden yalan söylemeye devam ediyoruz bizler de, insanların
arkalarından konuşuyoruz, herkesi kıskanıyoruz, toplu bir dayanışma halindeyiz
rekabet etme konusunda, herkes herkesle rekabet ediyor, çünkü kapitalizm bize
sadece güçlünün kazanabileceğini öğretiyor, güçlü olan kazanır diyor
kapitalizm, çalışan kazanır elması kızarır diyor, bu konuda düşünelim, orada
gizli bir anlam olabilir, elması, hmm, doğru olabilir evet, elma ile neyi kast
ediyorlar acaba bu dangalaklar, yarım elma gönül alma var bir de, bu da tamamen
üç kağıda dayalı bir fiyasko, verilen her şeyin alınması gereken bir karşılığı
olmalı diye düşünüyoruz çünkü, o yüzden minnet borcu diye bir şey üretti gerizekalı
toplumsal yapımız, üretti çünkü manevi anlamda da maddi anlamda da bizim
sürekli borçlu hissetmemiz gerekiyor, gerekiyor ki kendi hayatlarımızı
unutalım, namaz borcu, vatan borcu, vergi borcu, namus borcu, faiz borcu,
minnet borcu. ve zarafet var bir de, zarafet, düşünebiliyor musunuz? herkes zarif
olmak zorunda, estetik görünmek zorunda yani, estetik görünmeli ki hayatta bir
yerlere gelebilsin, hiç birimiz şişmanlığa tahammül edemiyoruz, ama elbise
dolaplarımız şişmanlayabiliyor giysilerden dolayı, sorun değil, sorun değil,
pekala burada sorun üretimde mi yoksa tüketimde mi? anti karakterimi bir kenara
itiyor ve girdo olarak yazmak istiyorum, sizce sorun üretim de mi yoksa tüketim
de mi? her ikisinde diyorsanız yanılıyorsunuz, tüketimde diyorsanız yine
yanılıyorsunuz çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz, sürekli üretiyor ve
üretim esnasında doğal kaynakları tüketirken, ürettiklerimizin çoğunu tüketmeden
çöpe atıyoruz, yemekler çöpe gitsin, hayvanları da toplayın sokaktan, hah
şöyle, elbiseleri de birine vermek yerine eskilerin içine atalım, biriktirelim
ne varsa aldığımız, evimiz hurdaya dönsün, hurdacılık da öldü zaten, büyük
büyük büs büyük bir ev alalım kendimize, sonra o evin ufacık bir yerinde
yaşamaya başlayalım, ekranın karşısında mesela, bilgisayar ekranı da olabilir
bu televizyon ekranı da, onların istediği şekilde kullanıyorsak ekranlarımızı,
ayrım yapmamak da beis görmüyorum, hard disklerimizi de çöpe çevirelim hatta,
durmayın indirin ne varsa internetten, indirip dinlemeyin, indirip izlemeyin,
evimiz cd yığını olsun, ha bir de onları tekrar tekrar bir yerlere yükleyin ki
internette çöpe dönsün, sonra konuşun durmadan, konuşmadan duramayın hatta, msn
pencereleri arasında can çekişirken saat ilerlesin, her yerde girdaplar var
oğlum, evrenin her yerinde ve beyninin içinde, ben bu ismi boşuna almadım, kara
deliklerde bile girdap var, samanyolu galaksisinde girdap var, gök cisimlerinin
hareketi girdapla meydana gelir, kendimden bahsetmiyorum, evrenden
bahsediyorum, büyük bir girdap olan evrenden, dışımızdaki evrenden, içimizdeki
evrenden, ve bizim görmemizi engelledikleri bilimsel bilgiden, dünya güneşin
etrafında dönüyor, ay dünyanın etrafında, güneş de sabit değil tanrısını
satayım, her şey bir şeylerin etrafında dönerken aynı anda kendi etrafında dönüyor,
insanlar para kazanmanın etrafında dönerken kendi etrafında dönmeyi unutuyor
oysa, ve bu doğal olarak bir dengesizlik meydana getiriyor, çünkü kendi ekseni
etrafında dönmeyen bir şey hiçbir şeye etki edemiyor demektir, kendi ekseni
etrafında dönüp çevresindeki şeyleri görmeyen insan, hayatını yaşamıyor
demektir, ve girdaplar, evet şimdi de denizlerdekinden bahsediyorum, merkezdeki
ufak bir noktadan güç alır, sonra dönerek yayılır ve maksimum seviyede su
yüzüne çıkar, her şeyi içine alabilecek kadar yüksektir emiş gücü o merkezin,
ve insan kendisinin merkezi olmadığı sürece bir boka yaramaz, ve insan aslında
tamamen hatalı bir üretimdir, olağanüstü mükemmel harikulade bir yaratılış
değildir insan, öyle olsaydı dünya bu halde olmazdı, hayvanlara bir bakın,
hayvanların yaşamlarına, ne kadar saf ve doğallar, ve biz onların doğallığını
mahvediyoruz, onları kafese tıkıyor ve üzerlerinden para kazanıyoruz, onları
öldürüyor ve yine para kazanıyoruz, bizler tüketim değil üretim toplumuyuz, her
şeyden önce üretiyoruz biz, araba üretiyoruz, bilgisayar üretiyoruz, elbise,
et, kağıt, sonra ya yakıyor ya da nasılsa uzayın sonsuz bir boşluğu var deyip
oraya döküyoruz, uzay çöpleri yani… bunu bir araştırın. ölen insanların neden
öldüklerini araştırın, intihar edenleri araştırın, okulda çocuklarınıza ne
öğrettiklerini araştırın, hiç bir şey öğretmiyorlar aslında, tek başına nasıl
yaşayabileceklerini öğretmiyorlar, daha çok bağlılık yemini, daha çok borç,
evlenip çocuk yapar sonra hayatını ona satarsın, çünkü kural bu, çünkü hepimiz
sonsuza dek yaşamak istiyoruz, bu mümkün olmadığı için, bizi öldükten sonra
anacak bir çocuk yapıyoruz, çünkü hayatımız boyunca başarısız olduğumuz için
hayallerimizi gerçekleştirecek bir çocuk ediniyoruz, çünkü çocukları şekillendirebiliriz,
altı yaşına kadar şekillendirip sonra buna devletle ortaklaşa devam ederiz, ki
topluma faydalı bir birey olsunlar, çünkü “toplum yapısı çökerse” diye başlayan
nutuklara büyütüldük biz, “aile toplumun en küçük yapı taşı” dediler bize, “taş
yerinde ağırdır” dediler bir de, her şey birbiri ile bağlantılı ve o bağlantıları
kurmadan kolaj yapamazsınız, dünya da her şey parça parça görünür, gözümüz bile
parçalar halinde alır görüntüyü ve hareketsel devinimin videosunu karanlık
odasında montajlar, anlayabiliyor musunuz? hayır anlamıyorsunuz, dünyada bize
bir şeyler söylemek isteyen parçalar var demek istiyorum, fotoğrafın tamamını
görmek için onları birleştirin diyorum, kenny arkana isyan ediyor, this empty
flow’da isyan ediyor, hepsinin derdi, tüm sanat eserlerinin derdi, kendisi
olabilmekten geçiyor, kendisi olmaya çalışan insanların yarattığı parçaları
toplayın, henüz kendisini kaybetmemişken hala yeraltında yaşam mücadelesi veren
sanatçıların parçalarına bakın, hepsi tek bir ağızdan isyan etmek istiyor,
insanlar artık isyan etmeye başladı, insanlığın tarihsel gelişimi nasıl
şekillendi bilemiyorum ama komünal yapıdan kapitalizm’e geçen evre hayret
verici, komünal diyorum evet, ilk insanlardan bahsediyorum yani, adem ve
havva’dan değil, masallardan değil, gerçek ilk insanlardan, avlanarak beslenen
ve tüketmeden üretmeyen insanlardan, sonra neler oldu? sonra birisi bu insanları
etkisi altına almaya çalıştı, sonra birisi de etki altına girmek istemeyenleri
kendi etkisi altında aldı, böylece iktidarlar ve muhalifler diye iki ana unsur
çıktı ortaya, ikisinin de birbirinden farkı yoktu ve kimi zaman a grubu kimi
zaman b grubu üstünlük sağladı bu savaşlarda, sonra c grubu ortaya çıktı, sonra
d, gittikçe parçalara bölündük o parçalarda parçalanmaya devam etti, en sonunda
1900’lere geldik ve birileri tüm parçaları yönetmek için adım attı, bunu daha
kolay yaşamaları ve çocuklarının da daha kolay yaşamaları için yaptı, çünkü
sonsuzluğa inanmak işte böyle boktan bir şey, çünkü öldükten sonra yaşayacağına
inandırılan insan bu dünyadaki hayatını önemsemez, çünkü milli itibara inanan
insan kendi hayatını önemsemez, çünkü topluluk olmadan var olamayan insan
kendini ölüyormuş gibi hisseder, çünkü yalnızlık çok soğuk ve bir o kadarda
sessiz bir şey, bu yüzden kendi düşüncemizi ortaya koymaktansa bizim yerimize
düşünen insanları desteklemeye başladık, sonra işte vakti zamanında zeki ve
zengin birkaç insan para fonunu ve bankaları yarattı, birileri de bankaları
kontrol altına alarak parasına para kattı, sonra bu birkaç iyi adam hükümetleri
esir aldı, orduları esir aldı, medyayı esir aldı, neyseki sonunda başa çıkamayacakları
bir internet yarattık kendimize ve hala konuşabiliyoruz, artık susturamıyorlar,
ama bu kez de, daha güçlü bir salgın olan, sosyal iletişim ağlarını devreye
soktular, insanlığın en zayıf noktası olan yalnızlığını kullanarak tüm sosyal
ağları kontrolleri altına almaya çalışıyorlar, şimdi siz bu yazımı, eğer, ne
bileyim işte, facebook’ta okuyorsanız, okuduğunuz siteye bir şikayette bulunursanız,
üyeliğim hemen silinir, hatta şikayetlerinizi kolaylaştırmak için internet’i
abuk subuk eklentilerle donattılar, durmayın, microsoft kullanmaya devam edin,
bende onların ürünlerini kullanıyorum, ve emin olun bilgisayar programları
içine ufak gözetleme delikleri açmanın planlarını yapıyorlar, bunun örneklerini
geçmişte gördük, bilgisayarınıza gizli bir kayıt cihazı koyup her hareketinizi
kayıt altında tutmaya çalışıyorlar, bunu kısmen başardılar, geliştirmeye devam
ediyorlar, ama onlarda şaşırmış durumdalar, çünkü insanlar artık bağımsız
programcıların ürettikleri açık kaynak kodlu yazılımlara yöneliyorlar, çünkü
artık bedava ulaşabilecekleri işlere para vermek istemiyorlar, bu yüzden korsan
engellenemiyor mesela, çünkü artık insanların sevdiği şeyleri destekleyecek
parası kalmıyor, bu da bir kısır döngü yaratıp iyi sanatçıları elemine ediyor
gibi görünüyor, ama aslında onların sesinin -kendileri ortadan kaybolsa bile-
sonsuza dek dağıtılması sağlanıyor, peki burada bir devrimden söz edebilir
miyiz? hayır burada devrim değil isyandan söz etmek gerekiyor, devrim işe
yaramıyor çünkü, ufak isyan patlamaları daha etkili oluyor, bu isyan
patlamaları arasındaki periyod sıklaştıkça, sistemin kalbi sıkışabilir, ama
bunu bizim embesil toplumumuz göremeyecek kadar körleştirildi, o yüzden
sistemin içinden sisteme karşı duran bono gerzeğinin gerizekalı filmini
izlemeye gidiyor, bir yerlerde insanlar hala isyan ediyor, isyan ediyor ve bu
arada kendi yaşama alanlarını kurmaya çalışıyor, bolo bolo gibi yani, hiç bir
şey kaybolmuyor artık, kitaplar, şarkılar, filmler, resimler, hiç bir şey yasaklanamıyor,
acımızı öfkeye dönüştürmemiz gerekiyor, insanları rahatsız eden yazılar
yazmamız gerekiyor, insanları rahatsız eden resimler, insanları rahatsız eden
müzikler…. insanları rahatsız eden dedikodular üretelim, suni yalanlarına
karşılık abartalım onların gerçek yüzlerini, çünkü gerçeği yumuşatmaya ve
katlanılabilir kılmaya çalışıyorlar, karşımızda bir düşman da yok üstelik, en
büyük düşmanımız kendimizis, kendimize düşman olup bu hayatı hak ettiğimizi
düşünmemiz için ortaya hak etmek diye bir kavram çıkardılar, hak etmeyi
eğitiminiz ve zeka düzeyinizle eşlenik kıldılar, ne kadar çok çalışırsanız o
kadar çok kazanacaktınız, tembellik ayıplanan bir şey oldu, yan gelip yatmak
hor görülüyor, peki o halde ne yapmamız gerekiyor? “çiçekçi elektrikli testere
katliamı”nı bir kez daha piyasaya sürebiliriz mesela, yeni yeni şeyler
sürebiliriz piyasaya, eskiden olan bitenleri yeni bir gündemmiş gibi sunup,
aslında geçmişin bugünden daha iyi olduğunu kanıtlayabiliriz, giderek daha da
kötüye gittiğini her şeyin, giderek daha da kötüye gideceğini, her geçen gün
biraz daha kötüye gideceğini yaşanan hayatların, ve anti-deprasanlarla
sinirimizi yatıştırmalarına izin vermeden yeterince ağlayarak yapmalıyız bunu,
çünkü acı’nın son noktada öfkeye dönüşmesi muhtemeldir daima, ve sen o anda
kendini tüm bu yaşananlardan dolayı suçlu hissediyorsan öfkeni kendine yansıtıp
intihar edebilirsin, suçlu bir bilinç üretmek ve insanın kendi ‘kendi’sini
suçlu hissettirtmek, sistemin en büyük kozlarından biri çünkü… intihar yerine isyan
etmemizden korkuyorlar çünkü, kendimizin farkına varıp, kendimize değer verip,
bize dayattıkları tüm değer yargılarını, kutsal olarak önümüze sunulan herşeyi
linç etmemizden korkuyorlar. bu yüzden kutsal olan her öğretiyi dokunulmaz
kılıyorlar, yasalarlar veya örf ve adetlerle, bir şekilde normalleştirilen
fedakarlık kavramı, peki ama ne için hayatlarımızdan fedakarlık yapacağız? daha
ne kadar fedakar olmalıyız? ölene dek sürecekse, feda edilmiş olmayacak mıyız?
şunu unutmayın, fedakarlık süresi uzarsa, feda edilmiş olursun. birilerinin
daha rahat yaşaması için fedai olarak mı yaşamamız gerekiyor? her şeyi, tüm
arzu ve istekleri, adaleti ve refahı öldükten sonrasına mı bırakacağız? peki ya
yoksa öyle bir şey? ilahı adalet denilen bir şey yoksa? neden herkes “ya tanrı
varsa” diye düşünüp, öldükten sonraki yaşama bel bağlıyor? neden herkes “ya
çıkarsa” kavramına tutulup şansını deniyor? ya çıkmazsa? ya tanrı yoksa? ya
devlet hiçbir zaman ekonomik anlamda düzelmeyecekse? ya bize vaat edilen her
şeyi, hiçbir zaman vermeyeceklerse? daha ne kadar süre kemer sıkmalıyız sizce?
daha ne kadar sabretmemiz gerekiyor? emekli olamayacaksınız… hayır günün
birinde anarşi de olmayacak. günün birinde sosyalist bir dünya olmayacak. günün
birinde kapitalizm ölücek, doğru, ama ondan sonra tarih tekekkür ederek en başa
dönmeyecek, tarih tekerrür etmiyor çünkü, tekerrür eden bir tarih yok, düz bir
zamansal çizgi var, ve o çizginin nereye doğru akacağını insanlık belirliyor,
kader diye bir şey yok, irade diye bir şey, eğer sizler iradenizi sınayıp idare
etmeye devam edeceksiniz, buyurun, kimse size engel olamaz, aksine takdir
edileceksiniz, ve benim gibi, bizim gibi düşünen, sırf kendi hayatını
önemseyen, hatta buna rağmen kimsenin üzerinden geçinmeyen, ama devrimi sırf
kendi öz varlığı için isteyen, bireyselliği savunan, toplumu red eden insanları
kafese tıkmaya devam edecekler, kafese tıkamadıklarını öldürecekler, gittikçe
daha da çok güç kazanıcak ve en sonunda george orwell’in 1984’ünden bile daha
karanlık, keskin, kalın parmaklıklar yaratacaklar, , peki o zaman napacaksınız?
makinelerinin çalışabilmesi için makineleştirildiğiniz zaman napacaksınız?
tuvaletlerinize kamera yerleştirdiklerinde napacaksınız? konuştuğunuz herşey
kayda alınırsa napıcaksınız? teknolojiyi zihninizi okuyabilecek kadar
geliştirdiklerinde ve sizi aklınızdan geçenlerden dolayı işkence odalarına
tıklarında napacaksınız? napmak gerekiyor? benim bir çözüm önerim yok. bana
bıraksalar, yani elimde olsa, insanlık denen mefhumu, kendimle beraber yok
eder, ve dünyayı hayvanlara bırakırdım. çünkü bir çözüme inanmıyorum, çünkü
insanlığa inanmıyorum, çünkü hepiniz ölümden korkan iki yüzlü sahtekar riyakar
bencil ahmak aptal gerizekalı ve yalancısınız… çok mu ileri gittim? o zaman
ilgiliniz olan makamlara şikayet edin… benim başımda bir “ilgilim” yok, ben
kendimle ilgiliyim sadece, kendim dışında hiçbir kutsal değere inanmıyorum, bir
de “canlı” olan her varlığın yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum, canlılık
barındıran her yapı taşının, bu dünyada var olan veya üretilen her şeyden bir
pay alması gerektiğine inanıyorum… insanlar, dünyadaki yiyecek kaynakları
bittiği için açlıktan ölmüyorlar; onları, yemek yemeyi hak edecek bir işlev
gerçekleştirdiklerini düşünmedikleri için açlıktan ölmeye terk ediyor tanrı
rolü oynayan şarlatanlar, arada bir de iyi görünmek için yardım yapıyorlar, ama
çözmüyorlar hiçbir meseleyi, sadece, arada sırada, isyan etmememiz için, her
şeyin yoluna girdiğine dair bir ilizyon yaratıyorlar, günü birlik gündemler,
günü birlik çözüm paketleri, “huzur isyanda”[1]
oysa, huzur kendin olabilmekte, geçmişi kendi içine sinen ve pişmanlıklar
barındırmayan bir varlık olabilmekte yatıyor, size mutluluğun anahtarını
vermiyorum, çünkü ben de mutlu değilim, size cennetin anahtarını da vermiyorum,
çünkü cennet de cehennem de yaşadığımız dünyanın içinde, size ne yapmanız
gerektiğine de söylemiyorum, çünkü bana ne yapmam gerektiği konusundaki
önerilerinde ısrarlı davranan insanları öldürmek istemiyorum, ben değişmeye
değil kendim olabilmeye çalışıyorum sadece, zaman döngüsel değil düz ilerler, o
yüzden günün birinde tarihin tekerrür etmesini, ve ilkelliğe geri dönmemizi
beklemeyin, kötüleşecek her şey, ve en sonunda, dünya kendini imha etmezse o
güne dek, mesih yerine mad max gelecek. umut yok, çözüm yok… çünkü insan denen
şey, bencil korkak ve ikiyüzlüdür, ve bazı insanlar, diğer insanların üzerinden
yaşar. o diğer insanlar fırsatını bulabilse, üzerindekilerin yerine geçip,
sistemin işlevini sürdürmeye çalışır. çözüm yok, umut yok, olabildiğince kendin
olup, yaşama devam ederken, arada sırada böyle sivri oklar fırlatıp, deşarj
olmak dışında…
böyle düşünen, bunları görebilen bir
varlığın da, insanlar arasında yaşamakta zorlandığı için, evinden çıkmamasını
anlayışla karşılayın, evet girdap bir gün evinden hiç çıkmadan yaşayacak, ve
siz onun saçma salak öykülerini okuyup, karşılığında ona kitap, fanzin,
internet, müzik, ekmek, su, elektrik ve ruh vereceksiniz… para istemiyorum…
takas yapalım istiyorum. ve burada bir emek sarf ettiğimi görmezden gelen
ikiyüzlülere de şunu söyleyeceğim, ben inatçı, ölümsüz ve zaman zaman kör sağır
ve dilsiz olabilen biriyim, o yüzden çenenizi kapayıp bir şeyler üretin…
5.
şimdi en başa dönüp, bulaşık yıkamaya devam
etmek istiyorum, çünkü kendimi suçlu hissediyorum o kirli tabak çanak yüzünden,
ama bu benim pisliğim, ve başkalarının pisliğini temizleyerek para kazanmak
zorunda da değilim, ama işim bu benim, temizlik, temizlik ve hijyen, ofis de
bunu yaptım, uçaklarda bunu yaptım, sırada otel odaları var… çünkü herkes
çalışmayı kutsal sayıyor. yazının başına dönüp birinci bölümü tekrar okursanız,
ne demek istediğimi anlarsınız. şimdilik hoşça kalın.
14 nisan 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder