14 Nisan 2009

iki yüzlü

iki yüzlü

1
bulaşıkları yıkıyorum gecenin on birinde. 23 değil yani, on bir. size göre sabah on bir, bana göre gece. çünkü sabahlıyorum her tao’nun gününde, sabahlıyor ve siz yaşarken uyuyorum, seviyorum bu hayatı, seviyorum evet. daima bu şekilde yaşayabilmem mümkün olsaydı şu an, ben de sevmeye devam edebilirdim sanırım… ama çalışmak zorunda hissediyor kendilerini insanlar, çalışmadan olmaz, diye düşünüyorlar, herkes böyle düşündüğü için ben de çalışmak zorunda kalıyorum, çünkü çalışarak ürettikleri şeyleri çalışarak kazanılan kağıt parçaları sayesinde takas ediyorlar. fanzinlerimi edinmek istiyorsanız, fanzin çıkarın, takas yapalım, olur mu? bu daha makul geliyor bana, hatta dini manada, caiz diyelim. fanzin dinine göre…

2.
bulaşıkları yıkıyorsun.. sabahın on birindeyiz, bize göre. bir erkek bulaşıkları yıkıyor, bir erkek evi süpürüyor, ailesi ile beraber yaşayan bir erkek delirmiş bir şekilde ev işi yapıyor zaman zaman. doğduğundan beri yapıyor bunu aslında, çünkü çocukken annesi çok hastaydı ve o da ev kadınlığını öğreniyordu, kadınlığı ya da bir anlamda, ama tam olarak öğrenememiş olsa gerek ki, sonra bir kadından da öğrenmeye çalıştı erkekliği. onda da ıskaladı, sen, tanrı’nın, tamamen fiyasko olan bir ürünüsün girdap, kabul et… bizim gibi yaşamak zor geldiği için, yaşamak istemediklerini yazıyorsun kimi zaman, bir anti kahraman yarattın kendine, henüz adını koymasan da, ve şimdi ondan bahsedeceksin bizlere, seni dinliyoruz… söz senin.

3.
merhaba. benim adım henüz konmadı. birkaç öyküde sizlerle beraber olmuştum. yalancı, üç kağıtçı, iki yüzlü, adi, düzenbaz… o, benim! tam üstüne bastınız, ben de zaman zaman tam üzerinize basıyorum, çünkü hayattan nefret ediyorum, çünkü insanlardan nefret ediyorum, tamamen siyahım ben, içim de tek bir nokta beyaz yok, daima kendimi düşünür yaşamımı ancak bu şekilde sürdürebileceğime inanırım, yani sizin tepenizde gezinip vır vır konuşan politikacılarınızdan hiçbir farkım yok, iş yerinize sahip olan patronunuzdan da farkım olduğu söylenemez, elbette tüm politikacılar ve patronlar böyle değildir, ama büyük bir çoğunluğunun bencil, ikiyüzlü ve vicdansız olduğu su götürmez bir gerçek, ben de iki yüzlüyüm, bencilim ben de, vicdanım sadece kendime acımama izin veriyor, hayvan sevmem, kadın ruhunu sevmem, pısırık erkekleri sevmem. erkeklerin sevmediği kadın türünü severim ve kadınların sevmediği erkek türünü. bu, ne mi demek? bu, şu demek; bir kadın eğer samimi, dürüst ve güçlü ise, ben onu sevmem. bir erkek güçsüz, pısırık ve korkak ise, ben onu da sevmem. çünkü daha önce de dediğim gibi, aşık olmak bir erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar, ben hiçbirinden hoşlanmam aslında, erkeklerin de, kadınların da hiç birinden hoşlanmam, sadece kendimden hoşlanırım ve sözünü ettiğimiz politikacılar ve patronlar ne kadar çoksa, sizin aranızda da benim gibiler o kadar azdır, tamamen benim gibiler demek istedim. yoksa her insan, az biraz yalancı, az biraz bencil az biraz iki yüzlü ve az biraz vicdansız olur, bu oranlar yükseldikçe, hayatta da yükselmeye başlarsınız, değeriniz artar. sonra birden herkes, yüzünüze karşı “bey”, arkanızı döndüğünüzde “orospu çocuğu” der, bu işler böyle yürür ve ben de böyle yürütüyorum, hedefim hayatta yükselmek değil, insanların sırtından geçinmek… üç gün orda beş gün burada. yakışıklı değilim ama gerekli süre dolana dek kendime bakarım, romantik değilim ama gerekli süre dolana dek romantik davranırım, aşık da olmam ama gerekli süre dolana dek aşıkmışım gibi davranırım, gerekli süre ne demek? gerekli süre, bir ete doyma, bir serveti tüketme, ya da birini kendine tamamen bağımlı yapmak olabilir.  kısaca, çıkara doyma süresidir, gerekli süre. hayat, çıkar ilişkileri üzerine şekillenir, anneniz ve babanız bile bir süre sonra çıkarları ölçüsünde boşanmadan evli kalabilir. pekala, pekala geçelim bunları ve öykümüze başlayalım.

4.
o günlerde yine kadınsız, parasız ve doğal olarak tek başıma bırakılmıştım. bana “senden nefret ediyorum” diye bağırıyor bir taraftan da ağlıyordu pınar, ağlıyordu çünkü aldatmıştım, en yakın arkadaşının üzerinde yakalamıştı beni, böylece arkadaşlıkları bozuldu ve pınar ona aşık olmadığımı öğrendi, pınar’ın kardeşi ilknur’da ona aşık olmadığımı öğrendi, doğal olarak onlar ev arkadaşlıklarına son verdiler, bende iki kadından ve onların bana birbirlerini çekiştirmesinden kurtuldum. durmadan birbirlerine olan nefretlerini anlatıyorlardı bana, sıkılmıştım bu saçmalıktan, yakalanacağım kesin olan bir zaman diliminde ilknur’u kandırdım ve o’nun üzerindeyken üzerine geldi pınar, olayın üzerine demek istiyorum, insanları böyle şoke etmek hoşuma gidiyor, günahsız olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, bir iyilik meleği olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, yalansız dolansız bir hayat istediklerine dair bana taleplerde bulunan insanları, ne yalanı ne dolanı, direk yalanın etrafında dolanıyor ve onlara yalanıyordum, yalanmak yani, anladınız değil mi? başlangıçta iyi görünüyor ve ikinci yüzlerini keşfedecek açığı yakalamaya çalışıyordum, insanlar böyledir, karşılarında tamamen dürüst olduklarına inandıkları bir insan bulunca tüm yelkenlerini suya indirirler, sonra bir bakmışlar ki denizin ortasındalar ve rüzgar yok, neler olacak? her şey apaçık meydanda güzelim, en az benim kadar yalancısın, girdap’a bana bir isim bul artık diyorum, o da bana her öyküde seni farklı bir yere koyup karakterini değiştiriyorum diyor, pekala diyorum ona, pekala tanrım diyorum, o benim tanrım çünkü, beni o yarattı ve insanlığın gerçek yüzünü görmemiz için bana bir yaşam verdi, bu biraz garip bir yaşam aslında bu, her öyküde karakterim, huyum, ruh dünyam değişiyor, bir öyküde lita’yı henry’e bafiletiyor, bir başka öyküde evime gelen sevgilime porno izlettiriyorum uyuya kalana kadar, sonra başka bir öyküde okulda uyuşturucu satıyordum bir öğrenci olarak, sonra başka bir öykü de birini aldattım, o girdap’ın ilk öyküsü idi ve çalan bir telefonla başlıyordu, hatırladınız değil mi? adı “seni aldatıyorum” öykünün… sonra lavuk benden sıkılıp kendisini anlatmaya başladı, zaman zaman gene bana geri dönüyor ama. ha ne diyordum, evsiz kalmıştım yine, bende bir tatil beldesinde iş buldum, antalya, sikmediğim iki uyruk kalmıştı, uyruk diyorum, uyruk, anlayabiliyor musunuz? japon denedim, rus denedim, fransız denedim, alman, romen, macar, ingiliz, italyan, hindu, pardon lan o bir dinin adı, hintli diyecektim… acaba antalya’da dişi bir uzaylı var mıdır? bunu öğrenmek için yola çıkmadım elbette, ama sonuçta antalya’daydım, işim bir kafede garson olmaktı, askerlik arkadaşım sağlamıştı bana bu işi, “oğlum antalya’da süper bıjırlar var diyordu, öyle diyordu kadınlara, bu ne demek diye sormadım elbette, argoyu yalayıp yutmuş ve tükürmeye başlamıştım artık, sıkılmıştım argodan, herkes argo konuşuyordu zaten, hatta argoyu bir adım geçmiş jargon konuşur olmuştuk, yani rol kesiyorduk aslında, televizyonda izlediğimiz kahramanların gün içinde taklidini yapıyorduk, işe mafya kabanı ile gider olmuştu bazılarımız, kadınlar kendi acıları için ağlamayı bırakmış şehrazatın ucuza gittiğini düşünmeye başlamıştı, toplum olarak sapıtmıştık yani, sapıtmak, toplumsal anlamda, bende bu sapkınlıkla oyun oynuyor, onların açıklarını yakalıyordum, büyümüştüm artık, 27 yaşına girmiştim, ve ailemi öldürdüğüme inanıyordum,  ailemi öldürmüştüm, tüm eski sevgililerimi öldürmüştüm, tüm eski dostlarımı öldürüyordum, hayatıma giren herkesi öldürüyor ve defediliyordum hayatlarından, insanlar onların gerçek yüzünü açığa çıkardığınızda sizden hemen nefret ederlerdi, bende öyle yaptım, gizlim saklım yoktu nasılsa, daha doğrusu gerçek yüzümün görülmesinden korkum yoktu, ben herkesin gerçek yüzünü görüyordum zaten, görüyor ve gösteriyordum, otobüste sevgilisine sarılan kadının beni nasıl kestiğini görüp ayartıyordum. sonra, boom! öldürücü darbe. sevgilisini makine olarak gören erkekleri öldürmekten daha çok zevk alıyordum aslında, ama onları ağıma düşürmek, kadınları düşürmekten daha zor oluyordu, sonuçta kadınlar için bir çekiciliğim vardı, erkekleri ise bu çekiciliğimden faydalanıp yanımda klas görüneceklerini düşündürterek tavlıyordum. evet ben toplumun bir parçasıyım, evet ben de sizden biriyim, ama ben daha çok toplumun aynası olmaya çalışan biriyim, tamamiyle iki yüzlü ve çıkarcı bir yapımız var, dahası geri zekalıyız, din diye inandığımız şeye iki elle sarılırken bunu bile çelişkilerle yapıyoruz. bir düşünsenize, dindar bir adamı düşünün, dindar bir adamın, söz konusu efsanelere göre, (dinlerden söz ediyorum), diğer tarafta korkacağı bir şey kalmamalı, yani mahşer alanında, yani hepimizin tüm sırlarımız ve yalanlarımızla çırılçıplak kalacağımız alanda, orada onların hiçbir şeyden kaçmaması gerekiyor, çünkü tanrıları onların günahlarını gizleyip ayıplarını örtüyor, bu yüzden bu dünyada her türlü boku yiyip üzerine cuma namazından çıkarken şirin bir fotoğraf çektiriyor olabilirler, bende gittim cuma namazına, yeni kurbanım türbanlı bir kadınken, veya dini bütün bir takkeli iken gittim, sonra onu da listemden sildim ve yoluma devam ettim, ben tanrı rolü oynuyorum, tanrı’nın bu dünyada yapması gereken bir şeyi üstleniyorum, herkesin sırrını açığa çıkartmak, böylece gerçek yüzlerimizi gösteririz veya intihar ederiz, ne dersiniz? hadi bir yarışma yapalım, kim daha dürüst, bir internet sitesi kuralım ve orada herkes, herkes hakkında isim vererek bildiği her şeyi anlatsın., yazarım girdap anlatıyor zaten, ben de yapıyorum, siz de yapmalısınız bence, herkes hakkındaki her şeyi bilirsek yaşam kimileri için daha da kolaylaşır, çoğunluk için zorlaşacağını biliyorum, ama kafası paranoyalarla dolu olan aşık adamların hayatı kolaylaşır, sonra her an terk edilme korkusu yaşadığı için gerçekleri göremeyen genç kızların da hayatı kolaylaşır, ha bu arada yazarken yalan atmak dünyanın en kolay işi, ama on bin küsur sayfa yazıp kendinizle çelişmiyorsanız, doğru söylüyorsunuz demektir, doğruyu söylemek de hiç öyle sanıldığı gibi erdem falan değildir, ya da erdem, getirisi olan bir şey değildir, bakın ben ne kadar da iki yüzlüyüm ve yine de beni sevecek yeni insanlar bulabiliyorum daima, çünkü insanlar gerçeklerden korktukları için yalanla yaşıyorlar, ve gerçeklerden kurtulmak için yalandan ibaret hayatları izliyorlar, bu yüzden yalancılar iktidar oluyor daima, ve bu yüzden yalan söylemeye devam ediyoruz bizler de, insanların arkalarından konuşuyoruz, herkesi kıskanıyoruz, toplu bir dayanışma halindeyiz rekabet etme konusunda, herkes herkesle rekabet ediyor, çünkü kapitalizm bize sadece güçlünün kazanabileceğini öğretiyor, güçlü olan kazanır diyor kapitalizm, çalışan kazanır elması kızarır diyor, bu konuda düşünelim, orada gizli bir anlam olabilir, elması, hmm, doğru olabilir evet, elma ile neyi kast ediyorlar acaba bu dangalaklar, yarım elma gönül alma var bir de, bu da tamamen üç kağıda dayalı bir fiyasko, verilen her şeyin alınması gereken bir karşılığı olmalı diye düşünüyoruz çünkü, o yüzden minnet borcu diye bir şey üretti gerizekalı toplumsal yapımız, üretti çünkü manevi anlamda da maddi anlamda da bizim sürekli borçlu hissetmemiz gerekiyor, gerekiyor ki kendi hayatlarımızı unutalım, namaz borcu, vatan borcu, vergi borcu, namus borcu, faiz borcu, minnet borcu. ve zarafet var bir de, zarafet, düşünebiliyor musunuz? herkes zarif olmak zorunda, estetik görünmek zorunda yani, estetik görünmeli ki hayatta bir yerlere gelebilsin, hiç birimiz şişmanlığa tahammül edemiyoruz, ama elbise dolaplarımız şişmanlayabiliyor giysilerden dolayı, sorun değil, sorun değil, pekala burada sorun üretimde mi yoksa tüketimde mi? anti karakterimi bir kenara itiyor ve girdo olarak yazmak istiyorum, sizce sorun üretim de mi yoksa tüketim de mi? her ikisinde diyorsanız yanılıyorsunuz, tüketimde diyorsanız yine yanılıyorsunuz çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz, sürekli üretiyor ve üretim esnasında doğal kaynakları tüketirken, ürettiklerimizin çoğunu tüketmeden çöpe atıyoruz, yemekler çöpe gitsin, hayvanları da toplayın sokaktan, hah şöyle, elbiseleri de birine vermek yerine eskilerin içine atalım, biriktirelim ne varsa aldığımız, evimiz hurdaya dönsün, hurdacılık da öldü zaten, büyük büyük büs büyük bir ev alalım kendimize, sonra o evin ufacık bir yerinde yaşamaya başlayalım, ekranın karşısında mesela, bilgisayar ekranı da olabilir bu televizyon ekranı da, onların istediği şekilde kullanıyorsak ekranlarımızı, ayrım yapmamak da beis görmüyorum, hard disklerimizi de çöpe çevirelim hatta, durmayın indirin ne varsa internetten, indirip dinlemeyin, indirip izlemeyin, evimiz cd yığını olsun, ha bir de onları tekrar tekrar bir yerlere yükleyin ki internette çöpe dönsün, sonra konuşun durmadan, konuşmadan duramayın hatta, msn pencereleri arasında can çekişirken saat ilerlesin, her yerde girdaplar var oğlum, evrenin her yerinde ve beyninin içinde, ben bu ismi boşuna almadım, kara deliklerde bile girdap var, samanyolu galaksisinde girdap var, gök cisimlerinin hareketi girdapla meydana gelir, kendimden bahsetmiyorum, evrenden bahsediyorum, büyük bir girdap olan evrenden, dışımızdaki evrenden, içimizdeki evrenden, ve bizim görmemizi engelledikleri bilimsel bilgiden, dünya güneşin etrafında dönüyor, ay dünyanın etrafında, güneş de sabit değil tanrısını satayım, her şey bir şeylerin etrafında dönerken aynı anda kendi etrafında dönüyor, insanlar para kazanmanın etrafında dönerken kendi etrafında dönmeyi unutuyor oysa, ve bu doğal olarak bir dengesizlik meydana getiriyor, çünkü kendi ekseni etrafında dönmeyen bir şey hiçbir şeye etki edemiyor demektir, kendi ekseni etrafında dönüp çevresindeki şeyleri görmeyen insan, hayatını yaşamıyor demektir, ve girdaplar, evet şimdi de denizlerdekinden bahsediyorum, merkezdeki ufak bir noktadan güç alır, sonra dönerek yayılır ve maksimum seviyede su yüzüne çıkar, her şeyi içine alabilecek kadar yüksektir emiş gücü o merkezin, ve insan kendisinin merkezi olmadığı sürece bir boka yaramaz, ve insan aslında tamamen hatalı bir üretimdir, olağanüstü mükemmel harikulade bir yaratılış değildir insan, öyle olsaydı dünya bu halde olmazdı, hayvanlara bir bakın, hayvanların yaşamlarına, ne kadar saf ve doğallar, ve biz onların doğallığını mahvediyoruz, onları kafese tıkıyor ve üzerlerinden para kazanıyoruz, onları öldürüyor ve yine para kazanıyoruz, bizler tüketim değil üretim toplumuyuz, her şeyden önce üretiyoruz biz, araba üretiyoruz, bilgisayar üretiyoruz, elbise, et, kağıt, sonra ya yakıyor ya da nasılsa uzayın sonsuz bir boşluğu var deyip oraya döküyoruz, uzay çöpleri yani… bunu bir araştırın. ölen insanların neden öldüklerini araştırın, intihar edenleri araştırın, okulda çocuklarınıza ne öğrettiklerini araştırın, hiç bir şey öğretmiyorlar aslında, tek başına nasıl yaşayabileceklerini öğretmiyorlar, daha çok bağlılık yemini, daha çok borç, evlenip çocuk yapar sonra hayatını ona satarsın, çünkü kural bu, çünkü hepimiz sonsuza dek yaşamak istiyoruz, bu mümkün olmadığı için, bizi öldükten sonra anacak bir çocuk yapıyoruz, çünkü hayatımız boyunca başarısız olduğumuz için hayallerimizi gerçekleştirecek bir çocuk ediniyoruz, çünkü çocukları şekillendirebiliriz, altı yaşına kadar şekillendirip sonra buna devletle ortaklaşa devam ederiz, ki topluma faydalı bir birey olsunlar, çünkü “toplum yapısı çökerse” diye başlayan nutuklara büyütüldük biz, “aile toplumun en küçük yapı taşı” dediler bize, “taş yerinde ağırdır” dediler bir de, her şey birbiri ile bağlantılı ve o bağlantıları kurmadan kolaj yapamazsınız, dünya da her şey parça parça görünür, gözümüz bile parçalar halinde alır görüntüyü ve hareketsel devinimin videosunu karanlık odasında montajlar, anlayabiliyor musunuz? hayır anlamıyorsunuz, dünyada bize bir şeyler söylemek isteyen parçalar var demek istiyorum, fotoğrafın tamamını görmek için onları birleştirin diyorum, kenny arkana isyan ediyor, this empty flow’da isyan ediyor, hepsinin derdi, tüm sanat eserlerinin derdi, kendisi olabilmekten geçiyor, kendisi olmaya çalışan insanların yarattığı parçaları toplayın, henüz kendisini kaybetmemişken hala yeraltında yaşam mücadelesi veren sanatçıların parçalarına bakın, hepsi tek bir ağızdan isyan etmek istiyor, insanlar artık isyan etmeye başladı, insanlığın tarihsel gelişimi nasıl şekillendi bilemiyorum ama komünal yapıdan kapitalizm’e geçen evre hayret verici, komünal diyorum evet, ilk insanlardan bahsediyorum yani, adem ve havva’dan değil, masallardan değil, gerçek ilk insanlardan, avlanarak beslenen ve tüketmeden üretmeyen insanlardan, sonra neler oldu? sonra birisi bu insanları etkisi altına almaya çalıştı, sonra birisi de etki altına girmek istemeyenleri kendi etkisi altında aldı, böylece iktidarlar ve muhalifler diye iki ana unsur çıktı ortaya, ikisinin de birbirinden farkı yoktu ve kimi zaman a grubu kimi zaman b grubu üstünlük sağladı bu savaşlarda, sonra c grubu ortaya çıktı, sonra d, gittikçe parçalara bölündük o parçalarda parçalanmaya devam etti, en sonunda 1900’lere geldik ve birileri tüm parçaları yönetmek için adım attı, bunu daha kolay yaşamaları ve çocuklarının da daha kolay yaşamaları için yaptı, çünkü sonsuzluğa inanmak işte böyle boktan bir şey, çünkü öldükten sonra yaşayacağına inandırılan insan bu dünyadaki hayatını önemsemez, çünkü milli itibara inanan insan kendi hayatını önemsemez, çünkü topluluk olmadan var olamayan insan kendini ölüyormuş gibi hisseder, çünkü yalnızlık çok soğuk ve bir o kadarda sessiz bir şey, bu yüzden kendi düşüncemizi ortaya koymaktansa bizim yerimize düşünen insanları desteklemeye başladık, sonra işte vakti zamanında zeki ve zengin birkaç insan para fonunu ve bankaları yarattı, birileri de bankaları kontrol altına alarak parasına para kattı, sonra bu birkaç iyi adam hükümetleri esir aldı, orduları esir aldı, medyayı esir aldı, neyseki sonunda başa çıkamayacakları bir internet yarattık kendimize ve hala konuşabiliyoruz, artık susturamıyorlar, ama bu kez de, daha güçlü bir salgın olan, sosyal iletişim ağlarını devreye soktular, insanlığın en zayıf noktası olan yalnızlığını kullanarak tüm sosyal ağları kontrolleri altına almaya çalışıyorlar, şimdi siz bu yazımı, eğer, ne bileyim işte, facebook’ta okuyorsanız, okuduğunuz siteye bir şikayette bulunursanız, üyeliğim hemen silinir, hatta şikayetlerinizi kolaylaştırmak için internet’i abuk subuk eklentilerle donattılar, durmayın, microsoft kullanmaya devam edin, bende onların ürünlerini kullanıyorum, ve emin olun bilgisayar programları içine ufak gözetleme delikleri açmanın planlarını yapıyorlar, bunun örneklerini geçmişte gördük, bilgisayarınıza gizli bir kayıt cihazı koyup her hareketinizi kayıt altında tutmaya çalışıyorlar, bunu kısmen başardılar, geliştirmeye devam ediyorlar, ama onlarda şaşırmış durumdalar, çünkü insanlar artık bağımsız programcıların ürettikleri açık kaynak kodlu yazılımlara yöneliyorlar, çünkü artık bedava ulaşabilecekleri işlere para vermek istemiyorlar, bu yüzden korsan engellenemiyor mesela, çünkü artık insanların sevdiği şeyleri destekleyecek parası kalmıyor, bu da bir kısır döngü yaratıp iyi sanatçıları elemine ediyor gibi görünüyor, ama aslında onların sesinin -kendileri ortadan kaybolsa bile- sonsuza dek dağıtılması sağlanıyor, peki burada bir devrimden söz edebilir miyiz? hayır burada devrim değil isyandan söz etmek gerekiyor, devrim işe yaramıyor çünkü, ufak isyan patlamaları daha etkili oluyor, bu isyan patlamaları arasındaki periyod sıklaştıkça, sistemin kalbi sıkışabilir, ama bunu bizim embesil toplumumuz göremeyecek kadar körleştirildi, o yüzden sistemin içinden sisteme karşı duran bono gerzeğinin gerizekalı filmini izlemeye gidiyor, bir yerlerde insanlar hala isyan ediyor, isyan ediyor ve bu arada kendi yaşama alanlarını kurmaya çalışıyor, bolo bolo gibi yani, hiç bir şey kaybolmuyor artık, kitaplar, şarkılar, filmler, resimler, hiç bir şey yasaklanamıyor, acımızı öfkeye dönüştürmemiz gerekiyor, insanları rahatsız eden yazılar yazmamız gerekiyor, insanları rahatsız eden resimler, insanları rahatsız eden müzikler…. insanları rahatsız eden dedikodular üretelim, suni yalanlarına karşılık abartalım onların gerçek yüzlerini, çünkü gerçeği yumuşatmaya ve katlanılabilir kılmaya çalışıyorlar, karşımızda bir düşman da yok üstelik, en büyük düşmanımız kendimizis, kendimize düşman olup bu hayatı hak ettiğimizi düşünmemiz için ortaya hak etmek diye bir kavram çıkardılar, hak etmeyi eğitiminiz ve zeka düzeyinizle eşlenik kıldılar, ne kadar çok çalışırsanız o kadar çok kazanacaktınız, tembellik ayıplanan bir şey oldu, yan gelip yatmak hor görülüyor, peki o halde ne yapmamız gerekiyor? “çiçekçi elektrikli testere katliamı”nı bir kez daha piyasaya sürebiliriz mesela, yeni yeni şeyler sürebiliriz piyasaya, eskiden olan bitenleri yeni bir gündemmiş gibi sunup, aslında geçmişin bugünden daha iyi olduğunu kanıtlayabiliriz, giderek daha da kötüye gittiğini her şeyin, giderek daha da kötüye gideceğini, her geçen gün biraz daha kötüye gideceğini yaşanan hayatların, ve anti-deprasanlarla sinirimizi yatıştırmalarına izin vermeden yeterince ağlayarak yapmalıyız bunu, çünkü acı’nın son noktada öfkeye dönüşmesi muhtemeldir daima, ve sen o anda kendini tüm bu yaşananlardan dolayı suçlu hissediyorsan öfkeni kendine yansıtıp intihar edebilirsin, suçlu bir bilinç üretmek ve insanın kendi ‘kendi’sini suçlu hissettirtmek, sistemin en büyük kozlarından biri çünkü… intihar yerine isyan etmemizden korkuyorlar çünkü, kendimizin farkına varıp, kendimize değer verip, bize dayattıkları tüm değer yargılarını, kutsal olarak önümüze sunulan herşeyi linç etmemizden korkuyorlar. bu yüzden kutsal olan her öğretiyi dokunulmaz kılıyorlar, yasalarlar veya örf ve adetlerle, bir şekilde normalleştirilen fedakarlık kavramı, peki ama ne için hayatlarımızdan fedakarlık yapacağız? daha ne kadar fedakar olmalıyız? ölene dek sürecekse, feda edilmiş olmayacak mıyız? şunu unutmayın, fedakarlık süresi uzarsa, feda edilmiş olursun. birilerinin daha rahat yaşaması için fedai olarak mı yaşamamız gerekiyor? her şeyi, tüm arzu ve istekleri, adaleti ve refahı öldükten sonrasına mı bırakacağız? peki ya yoksa öyle bir şey? ilahı adalet denilen bir şey yoksa? neden herkes “ya tanrı varsa” diye düşünüp, öldükten sonraki yaşama bel bağlıyor? neden herkes “ya çıkarsa” kavramına tutulup şansını deniyor? ya çıkmazsa? ya tanrı yoksa? ya devlet hiçbir zaman ekonomik anlamda düzelmeyecekse? ya bize vaat edilen her şeyi, hiçbir zaman vermeyeceklerse? daha ne kadar süre kemer sıkmalıyız sizce? daha ne kadar sabretmemiz gerekiyor? emekli olamayacaksınız… hayır günün birinde anarşi de olmayacak. günün birinde sosyalist bir dünya olmayacak. günün birinde kapitalizm ölücek, doğru, ama ondan sonra tarih tekekkür ederek en başa dönmeyecek, tarih tekerrür etmiyor çünkü, tekerrür eden bir tarih yok, düz bir zamansal çizgi var, ve o çizginin nereye doğru akacağını insanlık belirliyor, kader diye bir şey yok, irade diye bir şey, eğer sizler iradenizi sınayıp idare etmeye devam edeceksiniz, buyurun, kimse size engel olamaz, aksine takdir edileceksiniz, ve benim gibi, bizim gibi düşünen, sırf kendi hayatını önemseyen, hatta buna rağmen kimsenin üzerinden geçinmeyen, ama devrimi sırf kendi öz varlığı için isteyen, bireyselliği savunan, toplumu red eden insanları kafese tıkmaya devam edecekler, kafese tıkamadıklarını öldürecekler, gittikçe daha da çok güç kazanıcak ve en sonunda george orwell’in 1984’ünden bile daha karanlık, keskin, kalın parmaklıklar yaratacaklar, , peki o zaman napacaksınız? makinelerinin çalışabilmesi için makineleştirildiğiniz zaman napacaksınız? tuvaletlerinize kamera yerleştirdiklerinde napacaksınız? konuştuğunuz herşey kayda alınırsa napıcaksınız? teknolojiyi zihninizi okuyabilecek kadar geliştirdiklerinde ve sizi aklınızdan geçenlerden dolayı işkence odalarına tıklarında napacaksınız? napmak gerekiyor? benim bir çözüm önerim yok. bana bıraksalar, yani elimde olsa, insanlık denen mefhumu, kendimle beraber yok eder, ve dünyayı hayvanlara bırakırdım. çünkü bir çözüme inanmıyorum, çünkü insanlığa inanmıyorum, çünkü hepiniz ölümden korkan iki yüzlü sahtekar riyakar bencil ahmak aptal gerizekalı ve yalancısınız… çok mu ileri gittim? o zaman ilgiliniz olan makamlara şikayet edin… benim başımda bir “ilgilim” yok, ben kendimle ilgiliyim sadece, kendim dışında hiçbir kutsal değere inanmıyorum, bir de “canlı” olan her varlığın yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum, canlılık barındıran her yapı taşının, bu dünyada var olan veya üretilen her şeyden bir pay alması gerektiğine inanıyorum… insanlar, dünyadaki yiyecek kaynakları bittiği için açlıktan ölmüyorlar; onları, yemek yemeyi hak edecek bir işlev gerçekleştirdiklerini düşünmedikleri için açlıktan ölmeye terk ediyor tanrı rolü oynayan şarlatanlar, arada bir de iyi görünmek için yardım yapıyorlar, ama çözmüyorlar hiçbir meseleyi, sadece, arada sırada, isyan etmememiz için, her şeyin yoluna girdiğine dair bir ilizyon yaratıyorlar, günü birlik gündemler, günü birlik çözüm paketleri, “huzur isyanda”[1] oysa, huzur kendin olabilmekte, geçmişi kendi içine sinen ve pişmanlıklar barındırmayan bir varlık olabilmekte yatıyor, size mutluluğun anahtarını vermiyorum, çünkü ben de mutlu değilim, size cennetin anahtarını da vermiyorum, çünkü cennet de cehennem de yaşadığımız dünyanın içinde, size ne yapmanız gerektiğine de söylemiyorum, çünkü bana ne yapmam gerektiği konusundaki önerilerinde ısrarlı davranan insanları öldürmek istemiyorum, ben değişmeye değil kendim olabilmeye çalışıyorum sadece, zaman döngüsel değil düz ilerler, o yüzden günün birinde tarihin tekerrür etmesini, ve ilkelliğe geri dönmemizi beklemeyin, kötüleşecek her şey, ve en sonunda, dünya kendini imha etmezse o güne dek, mesih yerine mad max gelecek. umut yok, çözüm yok… çünkü insan denen şey, bencil korkak ve ikiyüzlüdür, ve bazı insanlar, diğer insanların üzerinden yaşar. o diğer insanlar fırsatını bulabilse, üzerindekilerin yerine geçip, sistemin işlevini sürdürmeye çalışır. çözüm yok, umut yok, olabildiğince kendin olup, yaşama devam ederken, arada sırada böyle sivri oklar fırlatıp, deşarj olmak dışında…

böyle düşünen, bunları görebilen bir varlığın da, insanlar arasında yaşamakta zorlandığı için, evinden çıkmamasını anlayışla karşılayın, evet girdap bir gün evinden hiç çıkmadan yaşayacak, ve siz onun saçma salak öykülerini okuyup, karşılığında ona kitap, fanzin, internet, müzik, ekmek, su, elektrik ve ruh vereceksiniz… para istemiyorum… takas yapalım istiyorum. ve burada bir emek sarf ettiğimi görmezden gelen ikiyüzlülere de şunu söyleyeceğim, ben inatçı, ölümsüz ve zaman zaman kör sağır ve dilsiz olabilen biriyim, o yüzden çenenizi kapayıp bir şeyler üretin…

5.
şimdi en başa dönüp, bulaşık yıkamaya devam etmek istiyorum, çünkü kendimi suçlu hissediyorum o kirli tabak çanak yüzünden, ama bu benim pisliğim, ve başkalarının pisliğini temizleyerek para kazanmak zorunda da değilim, ama işim bu benim, temizlik, temizlik ve hijyen, ofis de bunu yaptım, uçaklarda bunu yaptım, sırada otel odaları var… çünkü herkes çalışmayı kutsal sayıyor. yazının başına dönüp birinci bölümü tekrar okursanız, ne demek istediğimi anlarsınız. şimdilik hoşça kalın.

14 nisan 2009



[1] “Huzur isyanda” İç-mihrak ekibinin bir sticker çalışmasından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder