12 Ağustos 2005

istanbulda bir hafta

istanbulda bir hafta

bir nedenden dolayı yaşadığım şehri değiştirmeye karar vermiştim, ailemi, arkadaşlarımı ve bi çok şey geride bırakarak.. aptallıktı belki de, kimine göre, veya mantıksız, veya aşırı güven, veya delilik, ama izmirden çıkıp istanbula gitmiştim işte.. ve biraz yüzeysel anlatmak zorundayım bunu, zorunluluk. zorunluluklar. zorunluluklar. pekala..

istanbula vardığımda saat akşam dokuzu geçiyordu sanıyorum, yolculuk fena sayılmazdı, biladerimin çalıştığı şirket gebzeye gidiyordu her hafta, şirkete yeni mal almak için, ve beni de gebzeye kadar götürecekler, bende orada bir araç bulup kalan yolu tamamlayacaktım, aksiliklikler daha o sabah başladı, işaretler? sikmişim işareti.. fazlasıyla kişisel ifadeler de olmalı arada.. oluyor. her neyse, sabahın yedisinde uyanmıştım o gün, çarşamba, bir gün önceden çantamı, çantalarımı hazırlamıştım, birkaç parça giysi falan, çantamı aldım ve biladerle beraber, onun iş yerinin servisine bindik.. sonrasında, gebzeye doğru gidecek olan şirketin arabasına.. şirketin şoförü, patron, ve ben. bir yerde durduk, bir şeyler yemek ve işemek için, ben hızlı yediğim veya pek bir şey yemediğim için masadan kalkıp tuvalete gitmiştim, döndüğümde şöför bana işaret çekti ve birlikte arabaya oturduk, birkaç dakika sonra patron geldi, bir dolu gazete, çerez, su ve sigara almıştı.. tekrar hareket ettik, bir süre sonra patronun, şu günlük çıkan ve erotik dergilerin gazete versiyonunda olan türde şeylerden aldığını fark ettim, yani, aldığı gazetelerin arasındaydı ve aşağıya düştü, sonrasında patron bize dönüp gülerek, “bu nerden karışmış ya?” dedi, ama yol boyunca da yanlışlıkla alınan şeyi okumayı yada resimlerine bakmayı ihmal etmedi. sevmiyorum çıplaklığı, bir şey hissetmiyorum, yüzler önemli benim için, dudak ve gözler.. araçta kimse konuşmuyordu, minibüsteydik, en önde oturmuştuk üçümüzde, ben düşünüyordum, kuruyordum, heycanlıydım, bekliyordum, neler olucaktı acaba, yada gerçekten bir şeyler olucak mıydı?

istanbula vardığımda taksimde, bir pasaja gitmem gerekiyordu, bir dükkana, önceden planlandığı şekilde.. bir süre kalıcak yer ayarlamıştım kendime. ancak dükkan sekizde falan kapanıyor olmalıydı ve hesaplamalarımıza göre ben beşte istiklalde olmalıydım.. ot içmekten pörsümüş beynime ve bunun sonucu hiç bir şeyden emin olamayışıma rağmen, biliyordumki, her şeyin yolunda gözüktüğü anda korkmam gerekiyordu, her seferinde, önce ufak bir şey gelip şöyle yokluyordu adamı, sonrasında peşpeşe gelmeye başlıyordu sorunlar, bir süre sonra hiçbir şeyin yolunda gitmediğini kavrıyor ve tamam diyordun, pes, daha fazlasına dayanamam, depresyon, veya sinir krizleri, siz ne derseniz deyin adına, sabaha kadar uyuyamamak, evden çıkmamak, ve üstelik bunca boş vakte rağmen hiç bir şey yapmamak.. bazen canım hiçbir şey yapmak istemez, intihar bile zor gelir, ki gerçekten de zordur intihar, ölümden korkmuyorum, bu tavrım korkutuyor bazılarını. sevmiyorum yaşama sıkı sıkı bağlı insanları, bir şeyleri ispatlama çabasındaki tipler midemi bulandırmıştır daima.. neyin savaşını veriyoruzki?

“bende yazıyorum”. diyor
“herkes yazıyor” diyorum, “ne var bunda” bir tür ruhanı eksiklik olmalı, ifade etme isteği, yazı, beni anla beni anla.. açıkçası, yazmanın benim için tek iyi tarafı, yazarken eğleniyor olmam, hiç birşeye değişemem bunu, müzik akar, biran vardır, veya şarabın, ve bir şey daha.. ve bir şey.. iyi gidiyor olmalı. pekala.. devam edelim,
“yayınlanmak istiyor musun?” diyor
“yayınlanıyorum zaten” diyorum,
“nasıl” diyor, “hangi yayınevi”
“hayır, fanzin”
“bende sanmıştımki..” diyor
“boşversene” diyorum, “hiç bi anlamı yok, yazdıktan sonrası önemli değil, hiç bi anlamı kalmıyor, okumuyorum bile.. ama birilerinin hoşuna gidiyorsa, eyvallah, ne diyebilirim”.

feribot sırasındayız, istanbula gidiyordum ben, unutmadınız değilmi? araya bazen bazı parçalar koyarım, bilinçsizce çıkıyor, üzgünüm, yolculuğa dönelim, sıradayız ve biri yaklaşıyor arabaya el kol işareti yaparak, “ne var” diyor şöför en sonunda,
“lastik patlamış” diyor pencereye yaklaşan adam. şöför pencereden kafasını çıkartıp aşağı bakıyor ve bize dönüyor,
“napıcaz”
“geri dönelim” diyor patron, “az önce bi lastikçinin önünden geçtik”. ve benim aklıma şüphe düşüyor, bu lastik durduk yerde neden patlar, ve neden patladığı yer ile lastikçi arasında bu kadar kısa bir mesefa var? paranoyağım, ama kimsenin günağını almaya lüzüm yok.. dönüyoruz, 2 saat kadar oyalanıyor ve tekrar yola koyuluyoruz, tabii bu arada gideceğim dükkan kapanmış olmalı, napabilirim, düşünüyorum, evet, pekala, feribotta bir otobüse biniyorum, yarı yoldan, ilk gördüğüm şöförle konuşuyorum ve boş yer var diyor, bildiğiniz şehirlerarası otobüsler, biniyor ve kadiköyde iniyorum, bir gece otelde kalıyorum kadıköyde ve gece düşünüyorum..

ertesi gün, 3 çantamla birlikte tek başıma otelden çıkıyorum, temizlikçi bir kadın var, yerleri siliyor,
“kolay gelsin teyze” diyorum,
“odadan çıkıyorsan anahtarı bana ver, temizlicem” diyor,
“tabii” diyorum,
“nerden geldin istanbula” diyor, ben bu arada çantamın bir tanesini sırtıma aldım ve diğerine omuzuma takmaya çalışıyorum, kadınla bir süre konuşuyoruz bu arada, ardından bir otobüs, şöföre soruyorum, sonrasında yanıma oturan birine, “istiklal caddesine gideceğim”. ama her şey ters geliyor bana, sevmedim ben burayı, ilk dakikada nefret ettim diyebilirim, orada, otobüste, ama, pekala, katlanabilirim.. deneme bir iki..

3 çanta, oldukça ağır, aç, susuz, yürüyorum, istiklaldeyim, buraya daha önce de geldim, iki kez, bir kaç saat kadar kaldım, o yüzden biraz hatırlıyorum, ve yürüyorum, ve üzerime insan yağıyor, rahatsız eder beni insanlar, oldukça sade giyinen bi herifim, dikkat çekmem pek fazla, ve dikkat çekmeye çalışan, sırf bu nedenle farklı görünen ancak içlerinin pekte farklı olmadığını anlayabildiğim bir çok insan yağıyor üzerime, enerjimi gittikçe tüketiyorum, hem yüküm ağır hem de insanlar ağır geliyor bana, sevmiyorum, iyi hissetmiyorum kendimi onların yanında, durmadan bir şey anlatırlar size, dün şöyle yaptım, ondan önceki gün başıma şu geldi, bu tarz bir muhabbet ilgimi çekmemiştir hiçbir zaman, bu yüzden sıkıcı olduğumu düşünmüşümdür bazen, ama dün başımdan geçenleri anlatmayı sevmiyorum, (yazı hariç), sevmiyorum, sıkılıyorum, hem iyi bir anlatıcı değilim ben, iyi bir dinleyiciyim ama, acınızı paylaşabilirim, benimle “kötü hissediyorum” deyip konuşan çok insan tanıyorum, iyi geliyormuşum onlara, bir de kendime iyi gelsem keşke.. bi saniye, nereye geldik böyle? iyice etkisini göstermeye başlamış olmalı şarap. kötü bir şarap bu, bir milyon yediyüzelli binlira, tam olarak fiyat bu. bugün, gündüz, karşıyakaya gidiyorken otobüsten gördüm, “şarap biryediyüz elli, bira bir ikiyüz elli”. pekala, şanş.. hayatın bütünü için “şanş” kelimesini kullanabilirim, şanşın varsa iyi bir yere gelebilirsin, çalışmakta gerekiyor olabilir bunun için, ama azimli biri değilimdir, şanşa bırakıyorum, ve bir çok şeyi tesadüfen keşfettim, şu anki ucuz şarap gibi. ucuz. ve tadı hoş. ve sarhoş edebiliyor. bir insan başka ne ister? yazı da aktığı sürece. pekala.. pasajı buldum en sonunda ve içeri girdim, konuşamayacak kadar ölüydüm, bitkin, ve umarsamaz, birini çevirip elimdeki kağıdı işaret ettim, dilsiz sanmış olabilir beni, bilemiyorum, ama nefes nefese kalmıştım ve gittikçe daha sık bırakıyordum çantalarımı yere, mola veriyor ve tekrar yürümeye devam ediyordum, en sonunda pasajı buldum ve birine kağıdı verdim, “bilmiyorum” dedi, iki kişiyi es geçtim ve sonraki ayakda duran tipin buranın müdavimi olduğunu hissettim, hislerime önem veririm, önyargılarım var, değişebilir önyargılar bunlar, ama yine de varlar, gizleyemem, şimdilerde adını değiştirdiler, elektrik diyorlar galiba? ne elektriği? düpedüz önyargı işte. korkuyor insanlar, bazı etiketlerden korkuyor ve bazı etiketleri edinmek için her yolu deniyorlar. yeraltı edebiyati? nedir yeralti edebiyati? benim için hiçbir bok değildir.. ya senin? ama bir isme ihtiyacımız var, her ne kadar bu pekte önemli olmasa da, yani şunun adına örümcek edebiyati deseydim de sonuç değişmeyecekti, anlıyorsunuz ya, gereği yok isimlendirilmenin, sadece, eğer ortada benzer şekilde yazabilen birileri varsa, bunlara bir isim veriyor işte toplum, etiket, ve, nerden nereye, önyargılarım var, sizi sevmiyorsam sevmiyorumdur, saçını tarayış şeklin hoşuma gitmemiştir, giydiğin elbise çok şıktır, “ben buradayım” demeye çalışıyorsundur, ve ben seni görmezden gelirim, hoşuma gider bu, görülmeyeni görmek hoşuma gider, içi, ruhu, sezebilmek, ve emin olun bir insanın dışına bakarak içini görebilirsiniz, her zaman olmasa bile, bazıları gizlidir, kabul ediyorum, çoğu değil, gösteriş, keşfedilme isteği, var olma isteği, veya ölümsüzlük. ölümsüzlük? bir saniye, biraz düşünmem gerekiyor bu konuda.. çok sıkıcı geliyor.. ölümsüzlük.. çok sıkıcı.. ölümsüzlük.. evet hala sıkıcı.. tanrım, lütfen ben kendi işimi bitirnce, ruhumu tekrar rahatsız etme.. amin! hiçlik.. harikulade hiçlik.. pekala.. güzel.. “burada, karşısı” dedi adam, “ama şu an burada değil, birazdan gelir aradığınız kişi, isterseniz bir çay için, tabure verebilirim.” kime sormam gerektiğini iyi biliyordum, birine kağıdı uzat, sonrasında bir çay iç, sonrasında bir telefon et, sonrasında geriye dön, ve bekle.. herneyse, aradığım adam geldi ancak aksilik diz boyuydu..

“valla a bana senin geleceğini söyledi ama ben ona olmaz dedim abi, yani şöyle olmaz, evde şu an misafirim var, sen kalamazsın”. itiraz etmeye gerek duymadım, ne anlamı vardıkı?
“pekala” dedim, sakin, sinirli ve sakin, her nasılsa işte, “peki”
“ama, bir arkadaşım, burada bir yerde ucuz bir otelde kalıyordu, istersen şansını bi de öyle dene”. ucuz otelde kalan arkadaşını aradı ancak ulaşamadı, bir punk grubunun, çok çok aşinası olduğum bir punk grubunun vokalistinde de kalabilirdim, bu da bir ihtimaldi, ancak o da ailesi ile yaşamaya başlamıştı, ne şanşızlık.. tanrı beni istemiyor. tanrı yada her kimse. ki işin aslı, tanrı, eğer varsa, gerçekten ona soracağım tek soru, “anlamı ne bunca curcunanın?” olucak.. ki ben, artık, agnostikim. nedeni muhtemelen ot.

“bazen, girdap, gerçekten yaşıyor mu, yoksa bir hayal ürünümü merak ediyorum”
“buradayım, ekranın diğer tarafında, izmire geldiğinde bir hayalet….” sözümü kesiyor,
“gelicem”
“..” gelicek, kaçarı yok.. bekliyorum hala.. beklediğim birkaç kişi var, gelicekler, sorun şu ki, ben gidiyorum.. 15 ay.. heh he. neden güldüysem? şarap iyimiş..

“ya abi, arkadaşın telefonu kapalı, senin işlerin varsa hallet, telefonunu alayım ben senin, ararım ulaşınca arkadaşa”
“çantalarım kalabilir mi?”
“elbette”. minnettarım sana tanrım.. beni koru, beni bağışla..

pekala. bir taburede oturup, kötü bir çay içmiş, ve yükten azede olan ben, yine yollardayım.. ilk günden iş bulma şansım sizce yüzde kaç? konuşmaya başladığım anda, insanların benden hazetmediğini hissederim çoğu zaman.. bende onlardan hazetmediğim için pekte önemli olmasa gerek sevilmemek.. olabilir. olmalı. pekala.. birkaç ilan da deniyorum şansımı, istiklaldeyim, genelde aldığım cevaplar, “eleman alındı”, şeklinde.. ama ilanı kaldırmıyorlar buna rağmen. hala sakinim.. ilk günüm, bir sevgilim var, param var, aşığım, uçuyorum, harikulade bir ruhum var, ve dönüp dolaşıyorum istiklal caddesi adlı ruhsuz mekanda..

tanrım, bana sabır ver.
flaş..

kayboldum, kayboldum, alman hastanesinin oradan girdim, sola saptım, sonra iki kez sağa, ve caddeye çıkamadım, sonrasında hislerime teslim oldum yeniden ve birden döndüğüm bir sokakta karşıma, “komi aranıyor” ilanı çıktı, pekala dedim, tanrı yada adı herneyse, beni duydu..

“ben ilan için gelmiştim” dedim orada herşeyden sorumlu görünen birine, bu tip mekanlarda patronun kim olduğunu genellikle ilk görüşte anlarsınız,
“tabii” dedi, ve birkaç soru, ardından yarın gel başla dedi, günlük on beş milyon, sanıyorum on beş demişti, sabah dokuz akşam dokuz.. tek sorun evdi artık, bu kadar kolay olacağını sanmıyordum, her ne kadar bana anlatılanlar bu yönde olsada.. ev, kolay.. en kolayı. yeterki işin olsun. seninle evini paylaşmak isteyen, -iyi bir işin olduğu taktirde- onlarca insan var istanbulda, bunlar internetten ilan veriyorlar, ve ilk sordukları şey ne iş yaptığınız oluyor, haklılar. bir işim vardı artık, pasaja geri döndüm ve bu arada eleman ucuz otelde kalan arkadaşına ulaşmıştı, bana,
“arkadaşım artık orada kalmıyormuş, ancak, asmalımesçit sokağından girersen, orada birkaç ucuz otel varmış”.
 “eşyalarım kalabilirmi, otele bakıp, gelip alayım”.
“elbette, iş buldunmu sen?”
“evet”
“ne çabuk”
“şanş”.

bir otel buldum, adını söylemeyeceğim, içeri girdim, dar bir merdiven, kötü, nem, rutubet, koku,
“odalar ne kadar?”
“beş milyon”
“odayı görebilirmiyim?”. çıktık, birkaç oda gördüm, birbirinden hiçbir farkı olmayan birkaç oda, otelde sürekli kalanlar vardı, en güzel odaları tutmuşlardı, güzel derken büyüklük değil pencereyi kast ediyorum, benim şansıma ise penceresi otelin dışına değilde koridora bakan birkaç oda kalmıştı, birini seçtim, kötü birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydın, genellikle herşeyi akışına bırakan biriyim ben, hayat beni nereye götürürse oraya doğru sürükleniyorum, amaçsız, ak.. bırak aksın.. çok az seçim yaparım hayatta, örneğin üniversite için seçim, hangi okula gitmeliyim? hayır, izmirden ayrılamam demiş ve bi kaç şey yazmıştım. izmir, görüp görebileceğim en iyi kentti, çünkü ülke sınırlarının dışına çıkabileceğimi zannetmiyordum, yoksa bir rejkjavik görmek ister can.. filmler dışında.. ama.. pekala. karıştırmaya gerek yok.. otelden çıktım, geri döndüm, eşyalarımı aldım, tekrar otele döndüm. girdim.. çantalarımı yatağın altına tıktım, çünkü, yatak dışında ben bile zor sığıyordum odaya, ama birkaç gün idare edicektim burada, bir ev bulacaktım, delilik delilik delilik..

“bu ne cesaret?” demişti sevgilim.. herneyse.. ondan sözetmiyoruz gördüğünüz gibi.. o gün, akşam, ve gece, herşey yolunda görünüyordu, ve ben korkuyordum, herşey iyi gidiyorsa korkarım demiştim, bir mucize gerçekleşmemişse beş dakika içinde çarpar bir şey, yoldan çıkarır.. öyle olmak zorunda.. ve, neden diyorum, allahın belası aptal bir iş ve ufak bir evim olamıyor hala. çok fazla şey beklemiyorum hayattan, kıyaslarsak eğer yüzde birle falan idare edebilirim; duvarlar, alkol, ot, müzik, (ki o bile genel müzik piyasasının, yeralti dahil, yüzde biridir), ve iyi bir kadın. pekala, kadını es geçelim.. o kadar da harikulade olduklarını düşünmüyorum zaten, onlarsız da yapabiliriz, ve bir karar aldım, iyi muhabbet, iyi alkol, iyi seks, ama sevgili yok. güzel.. daha önce de demiştim; aşk var ama sevgili yok.

ertesi gün sabahın köründe uyandım ve işime gittim.. süprizler hayatı çekilmez kılar. bence.. orada çalışan biri vardı, patronu bekle dedi, o gelince, konuşur, işe başlarsın. mekanı sevmiştim. çalan müzik hariç iyi bir yerdi. “burada paranı zamanında alamazsın” dedi tip, “sonra birde işten çıkış saatin belirsizdir, gece 11e kadar kalırsın hafta içide”. hiç bir şey demeden dinliyordum, tecrübe konuşuyordu, “5 aydır burdayım, bende başka bir iş arıyorum, bence başka bir iş bak kendine.” kulak asmadım tipe, iş işti sonuçta, kaçırmak istemiyordum, bi süre çalışırdım, ve patron denen adam geldi, dün konuştuğum değil, onda beni rahatsız eden şeyin ney olduğunu bilmiyorum, ama bana aynen,
“günlük 9 milyon” dedi, “işine gelirse”. gelmedi tabii.. ve ordan çıktıktan birkaç on dakika sonra yeni bir iş buldum, bir lokantada, ve hemen çalışmaya başladım, “dörtyüzelli milyon aylık, iki haftada bir pazar tatil, sabah 10 akşam 10.” uyar.. “birde yarın gelirken beyaz bir gömlek giy”.

çalışmaya başladım, garson olarak, gelen müşteriye servis açıyor, masaları siliyordum, bilirsiniz, tek başımaydım, ben gelene kadar patron yapıyordu bu işi, ben gelince kasanın başına oturdu, ve beni kesmeye başladı, rahatsız olurum izlenmekten, birkaç kısa filmci öykülerimi kısa film yapmak istemişti, sayıları 6 kadar var bu kısafilmcilerin, değişik değişik, benim oynamamı istiyorlar, ne bok yiyicem bilmiyorum, muhtemelen ıskalayacağım herşeyi ve en sonunda delirip setten kovucaklar beni. sonrasında beni oynayan adamı da beni delirticem.. ve hiç bir şey sonuçlanmayacak.. ne filmi? boşversenize.. sevmem ben sinemayı. uzağımdır.. porno dahil! sevmem.. büyük bir çoğunluğunu.. heyecan duyarak izlediğim film sayısı bir elin parmaklarını geçmez. ama eğer odada bir hareket olsun istersem, altyazılı bişi izlerim, can sıkıntısı muhtemelen, iyi zaman geçirtiyor, hareket.. hareket olsun isterim. bir saati tamamladım lokantada garson olarak ve yetişemiyordum, oldukça yoğundu, ve ben daha neyin nerede olduğunu bile öğrenememiştim, yanıma geldi beni kesen patron, “seninle yapamayacağız” dedi, “yetişemiyorsun”.
“ne?” dedim. “napabilirim, daha yeni başladım”
“olsun. üzgünüm”. üzgünüm. üzgünsün. üzgün..
“herneyse”
“bi yemek ye ama, hakkını bu şekilde ödeyelim”. hazırlanmıştı, aşçı, kendi yemeği ile beraber oraya oturmuş, banada bi tabak bişi koymuştu, oturdum, açtım, sabahtan beri tek lokma yememiştim ve birkaç kaşık aldım, yiyemedim, nasıl yiyebilirdimki? çıktım oradan, ve tekrar turlamaya başladım, bir ilan gördüm, gittim, sordum, traş ol gel başla dediler, pekala dedim, döndüm otele ve ufak aynamda traş oldum, ki yoktu da sakalım, 2 günlüktü, neyse, döndüm, “geldim” dedim, “başlayabilirmiyim?”
“biz eleman aldık” dediler.. siz olsanız naparsınız? evet, kavga, muhtemelen, küfürler, ama gereği yok, var, yok, var, aslında var, ama hiçbir şey değişmeyecek sonuç olarak, ve üstelik yeterince yorgunum ben, “için ölmüş senin” demişti bana biri, galiba haklılık payı var, oldukça yavaş, konuşma, düşünme, ve, evet, birkaç yer daha, birkaç yeni ilan, ve taşan sabır,

“alındı”
“o ilan neden hala duruyor orada”
“deniyoruz şu an alınan arkadaşı”. deniyoruz. deniyoruz. deney? insanları deniyorlardı, hakları vardı buna, güçlü olanın herşeyi yapmaya hakkı oluyordu, buydu şifre, güç, ve bu para demekti,elimi cebime attım, ve birkaç lira aradım cebimde, karnım çok acıkmıştı ve susamıştım, ama cüzdanımı otelde unutmuştum, ve istiklalin bir ucundan diğer ucuna yürümem gerekiyordu, otele, diğer uçtaydı otelim, bense girişte, meydanda, taksim meydanına oturup insanları izlemeye ve düşünmeye başladım, yavaş yavaş anlıyordum gerçeği, büyük oynamış ve kaybedeceğimi anlamıştım. blof yapıyordu hayat bana, herşeyin iyi gideceğini sanmamı sağlıyordu, birkaç mucize çıkartıyor önüme ve devam etmemi sağlıyordu, oysa azar azar da olsa kaybediyordum işte, düpedüz kayıp.. başından sonuna.. dünyaya gözümü açtığımda, az kalsın ölüyormuşum, ilk 6 gün doktorlar ve onların çabası sonucu ailem ölüceğimi sanmış, boşuna demiyorum çocukluğumdan beri ölüceğimi sanarak büyüdüm diye, 6 günlükken boyun kısmımdan kan almışlar, ölebilirmişim, yani müdahale edilmeseymiş, ölürmüşüm, bir şeyler yaşanmış, ben hatırlamıyorum, hiç kimse bu dünyadaki ilk 6 gününü hatırlayamaz, ama anlatılan birkaç hikaye var..

“havada asılı kalmak” adını verdiğim bir his var içimde bu aralar, sizde olmayabilir, bende zaman zaman oluyor ve ben böyle zamanlarda size yeni şeyler anlatıyorum, sonra tekrar düşüyorum, sonra yine duruyor, ve bu arada yazıyorum, sonra tekrar aşağı..
“bilirim bu hissi..” dedim ona “şöyle bi tanım yapıcam, sanirim hayat bir asansör dersek genel anlamda, bizim bindiğimiz asansörde çoktan "z" harfini basmış birileri, henuz varmadik galiba, arada bi duruyor asansör, dibe vurduğumu zannediyorum, sonra gene inmeye başlıyorum, şimdi aklıma geldi bu”
"benim asansörün ipi koptu" dedi.. sustum. böyle..


kalktım ayağa ve otele yürümeye karar verdim, cumaydı günlerden, size bir mucizeden daha söz etmek istiyorum.. istiklalde yürüyordum, ve karşıdan, o kalabalığın içinde, yüzü tanıdık gelen biri yaklaşıyordu, hayır dedim, bu kadarıda fazla ama, dostlarımın halüsyunasyonunu görmemeliyim, henuz o kadar kafayı yemiş olamam.. herneyse, izmirden birini, bir arkadaşımı, bir çok kez içip anlamsız şeylere güldüğümüz bir arkadaşımı gördüm, o beni görmedi, kulaklığındaki ritme kaptırmıştı kendini muhtemelen,
“d…” diye seslendim, dokunarak tabiyki, ayıldı, ve elbette şaşırdı, gerçekti, her anlamda bana tamamen yabancı bir şehirde ve onca insan arasında kendi kentimden tanıdık bir yüz görmek. vazgeçmeye bu kadar yaklaşmışken. mucize..
“ne arıyorsun burda” dedim,
“asıl sen ne arıyorsun” dedi.. anlattık birbirimize durumları, o 2 aydır istanbuldaydı ve artık gerçekten yılmıştı,
“2 günde yıldım” dedim ona, kaldığım yeri, iş ararken başıma gelenleri falan anlattım.. bir şekilde, iyi gelmişti bana onu görmek, o günden sonra bir daha görüşemedik, hayat işte.. birkaç gün daha dayanmamı sağladı.

o gün gece harikulade idi.. bir bardaydım. ve herşey yolunda görünüyordu yinede.. bir noktaya kadar. ertesi günün çok büyük bir kısmını es geçeceğim. gece 10du saat, istiklal caddesinde eve doğru yürüyordum, hata hata hata, ne evi? otele doğru yürüyordum, bir ilan gördüm, girdim,
“kaç yaşındasın” dedi
“23” dedim,
“biz daha genç birini arıyoruz” dedi, bu neydi şimdi? garip.. anlam veremiyordum olan bitene, herşey oldukça saçmaydı, garipti hayat, ne önemi vardı ki yaşamın? ne istiyorduk? tanrı bizden ne istiyordu? eğer ot olmasaydı, çoktan dağıtmıştım beynimi, çoğu kötü gecemde biraz daha dayanmamı sağladı benim, ve kanal, yeni bir kanal buldum kendime, torbacımı çaldı polisler demiştim bir zamanlar size, sıkı okuyucularım hatırlıyor olmalılar, herneyse, ölümüne içiş.. sikiş.. kafiye yapıyorum, kafanıza takmayın..

otele döndüm, dönerken, 12 kutu yüksek alkollü bira aldım, istisnasız ölüm, katışıksız, saf, doğal ölüm, alkol, bir çok kez denedim bunu, bir tam bir yarım intihar ve defalarca ölümüne alkol.. oradaydım işte, o ufak odada, geçmişimi düşünüyordum, ne yapmam gerektiğini, ne yapmaya çalıştığımı, hayatım boyunca, hiç bi getirisi olmayan işlerle uğraşmıştım ve daha 23 diyordum, yarışı tamamlamak istiyordum bende çoğunluk gibi, ama dayanamayacağım sanırım..  zor geliyor. pekala.. ertesi gün uyandığımda boş kutuları topladım ve dışarı çıktım, pazardı günlerden, anneler günüydü, kutuları çöpe atıp otelin karşısındaki kulübeden annem, ve anne olan birkaç yakınımı, arkadaşımı falan aradım.. iyi bir duygu olmalıydı çocuk sahibi olmak, ama gereksiz buluyordum ben, yeterince sıkıcı bulduğum bir yere neden birini götürmüş olayım ki? boş. boşluk. aşk yoksa çocukta yok. nokta.

düşündüm, akşama kadar, napıcaktım? öykülerimin çıktısını alıp şansımı denemeyi kararlaştırdım, zaman geçerdi bare, gelmemişti aklıma başka bir şey, kimseyi tanımıyordum şehirde, ve sevmiyordum, oyalanmam gerekiyordu, aldım öykülerimi ve bir yayınevine gittim, verdim, “bunu falanca beye verirmisiniz?” ne anlamı vardı bunun? defalarca göndermiştim ben onlara öykülerimi, hatta bir keresinde, ““eğer ilgilenmiyorsanız ve yayınlamak istemiyorsanız, lütfen “çok berbat yazıyorsun, boktansın” gibi bir cevap vererek sizinle daha fazla zaman kaybetmemi engelleyebilirmisiniz?”. yazılı bir not koydum postaladığım zarflara, 30 dan fazla yere, email, posta, ama ne anlamı vardı ki, kestim, bitti, geldikleri zaman, “hayır” demek istiyorum.. çok güleceğim bunu derken, ama, umarım gelirler.. şanş… başarıyı sadece şanşa bağlıyorum ben, azmin ve şansın varsa seni kimse tutamaz. bende her ikiside yok..

öykülerimi verdiğim kitabevinde, tanrıyı gördüm, türkçeye 30’a yakın kitabi çevrilmişti tanrının ve orada yüzdeelli indirimliydi, aldım 8 tane, yanımda o kadar para vardı ve bir karar almıştım, ertesi gün dönücektim izmirime. bunu kadar içten söylüyorumki; izmirim! dönücektim, yoktu başka yolu, ve tüm paramla tanrının sözlerini alıcaktım, o günlük sekiz taneyle döndüm otele, o boktan otelde, odamda telefonumu şarj edebileceğim bir priz bile yoktu ve banyo ücretliydi, iki kez yaptım, neyse, pazar, istanbul, boktan odamda oturmuş kitap okuyorum, “zor bir hayat” dediğimi anımsıyorum, oldukça zor bir hayat, o otel odasında daha iyi anladım bunu, nasıl dayanmış, harikulade.. (bu kelimeyi girdap çok sık kullanıyor, bir çok kelimeyi sık sık kullanır, çünkü gerçekten kelime dağarcığı az, ama önemli olan eldeki malzemelerle nasıl bir yemek yaptığınız..)

ertesi gün.. o gecede içtim ben. dönmeye karar verdikten sonraki her gün içtim ve boktan odamda kitap okudum, normalde gezmem gerekiyormuş, sevmiyorum kenti, nesini gezicem allah aşkına, odamda avrupa seyahatine çıktım o gün buk ve linda ile, çok daha eğlenceli gözükmüştü gözüme.. sikmişim istanbulu..

salı günü yola çıktım.. salı gecesi. ama ne yol.. bir düşünün. salı. akşam. içtim yine elbette, paramı son kuruşuna kadar tükettim, kitap aldım ve içtim. cebimde bir milyon lira kalmıştı. ve çantaları yüklendim, otelden çıkarken, tipin teki, “gidiyormusun” dedi,
“elbette” dedim, ve orada her sabah birilerine günaydın der ve cevap alamazdım ben, “bu gece yola çıkıyorum”
“zaten buraya gelende temelli kalmıyor” dedi bana, o adamla bir kez kısaca konuşmuştum, bana eski istanbulluyum demişti, çok seviyor olmalı.. ben sevmiyorum.. aslına bakarsanız sevdiğim şeyler sevmediğim şeylerle kıyaslandığında yüzde beşlik bir dilimi kapsar.. cep telefonumun sürekli kapanmasını ve bana kimsenin ulaşamamasını çok seviyorum mesela.. gazozla beyaz şarabı karıştırmayı ve sabaha dek konuşabileceğim kadar ruhuma denk hatunlarıda. ve kendime bir üçlü sarmayı seviyorum, balkonda, gece yarısı çekmeyi, sonra dönüp size bir öykü anlatmayı seviyorum.. pekala.. (bu kelimeyi sevdim, bağlama ve kesinti yaratmamı sağlıyor, öykülerde yarattığım kesintileri de severim)

noldu dersiniz çantamla beraber bilet aldığım şirketin yazihanesine yürürken? çantamlardan birinin, ki en ağır olanıydı, sapı koptu.. 25 adet bukowski, iki adet jack kerouac, (ki sevmedim), almıştım ve hepsini tıkmıştım bu çantaya, ve zaten yer yoktu çantada, ağzına kadar doluydu, ve koptu.. ve henuz galatasaray lisesinin ordaydım koptuğunda sap.. napabilirdim? yardım eden çıkarmıydı? insanlar bencildir.. bu yüzden bu kadar acı çekiyoruz.. yürüyordum.. duruyordum. nefes alıp iki adım atıp tekrar duruyordum. çanta sapsızken zorluk çıkarıyordu, üstelikte bir omzumda birde sırtımda çanta varken.. ama başardım sonuçta, 70 veya 80 dakikada taksim meydanına geldim, orada oturdum bir süre.. evi aradım. geliyorum dedim. bu kez kesin. herşey kesinleşince kesin bir haber vermeliydim.. ve final.. izmiri soluyordum yeniden. buruktu içim. kırık.. ve acı. basmanedeydim yeniden. bir taksiye binip evimin önünde durdum ve evden para alıp taksiye verdim.. içeri girdim.. su içtim. su.. çeşmeden! istanbulda bu da olmuyormuş galiba. ve yatağıma yattım. odaya baktım. garip geldi. yabancı. duvarlarıma baktım. yıllardır yoktum sanki orada.. ama dönmüştüm işte. ve hediyem olan cdlerimi çıkardım çantamdan. dinlemeye başladım, iyi şeylerdi gerçekten.. keşif.. bu kadar..

haa bu arada, unutmadan, istanbuldayken, cumartesi günü bir yere form doldurmuş ve kısa bir görüşme gerçekleştirmiştim.. izmire döndükten iki gün sonra aradılar..

“alo. biz falanca yerden arıyoruz.. falanca beylemi görüşüyoruz. form doldurmuşsunuz, yarın sabah gelip başlayabilirsiniz”

şaka dedim. şaka yapıyor olmalılar.. gitmedim tabii ki.. ve gitmeyeceğim de..  [ 12 ağustos 2005 – 02:30 ]




7 Ağustos 2005

asimetrik kişilik bozukluğu 1: bir seks hikâyesi


“yaşadığımız yalanlar üzerine verilmiş akıllı kararlar” - 2pac

1.
bir akşam, her akşam olduğu gibi, evden amaçsızca çıkıp, rastgele bir bara girdim.. içerisi kalabalık değildi, saymaya çalıştım ama her seferinde baştan başlamak zorunda kaldığım için bir son verdim bu işkenceye ve bir içki istedim.. içkimi yudumlarken dans edenleri izliyordum ve bir anlam veremiyordum bu hazırlığa, ‘benimle sevişir misin’ diye sormak kestirme bir yol gibi gelmişti bana her zaman, evet ya da hayırdan başka bir cevap alamazdınız nasıl olsa ve eğer hayır ise cevap, bu, dans seansı sonrası da hayır olacaktı.. uğraşmaya değmezdi..

herkesin bir ailesi vardı ve de bu nedenle gittikçe boşalıyordu bar, özgürlük ise seni merak edecek birinin olmayışıydı.. 2 saat sonunda, eski işime geri döndüm ve bu kez karıştırmadan ulaştım sona; tam 12 kişi kalmıştık.. öykünün başından beri barda tek başına oturan kadının yanına gittim ve “konuşmak ister misin?” dedim..
"ne hakkında" dedi
"size gitmek hakkında" dedim..
"olabilir ama biraz daha içmeme izin vereceksin öyle değil mi?" dedi..
"neden izin istiyorsun ki?" dedim
"bu görünmez bir zincirdir" dedi
"izin istemek mi?"
"elbette"
"ben senin zincirini tutmak istemiyorum" dedim ona
"yanlış anladın" dedi, "izin isteyen tutar zinciri, senden izin isteyerek şirin gözüküyorum ama aslında yaptığım şey, senin de benden izin istemeni sağlamak"
"ne konuda izin isteyecekmişim ki senden?"

içki geldi ve daha sonra, yani çok sonra demek istiyorum, bardan çıkmaya hazırdık, ancak bir sorunumuz vardı, o da, bu hatunun benim öpücüklerime karşılık veremeyecek kadar sarhoş oluşuydu ve bir ayyaşla sevişmek ile bir ölü ile sevişmek arasında hiç bir fark yoktu.. onu belinden kavradım ve ayağa kaldırdım, garson bizi gördü ve yanımıza yanaştı, hatun, "beni bu arkadaş götürecek bugün” dedi, “size gerek yok.."

dışarı çıktık, "arabam var" dedi, "kullanmayı biliyor musun?".
"denerim" diye cevap verdim. ben çok fazla içmemiştim ve araba kullanabilirdim sanırım..
"şu karşıda, kırmızı renkli olanı, anahtarlar çantamda"
hatun arabaya dayandı ve bende çantasını kurcalamaya başladım, anahtarları buldum, kapıyı açtım, onu bindirdim ve bende direksiyona geçerek arabayı çalıştırmayı denedim..
"kanyak" dedi, "çevir hadi, hiç mi film izlemedin sen?"
arabadan çıktım ve biraz ilerdeki büfeden bir kanyak aldım, tekrar arabaya bindim ve, şişeyi ona uzattım..
"teşekkür ederim" dedi, "kanyakı çevir hadi"
"önce onu bitir" dedim, "bu gece bu kadar yeter hem"
"izin istemiyorum ki senden" dedi "hem kanyak da istemiyorum.. şu lanet şeyi işte, çevirmen gerek onu, öyle çalışıyor diye hatırlıyorum, orada bak"
eli ile torpido gözünü işaret ediyordu, belki de kontak anahtarını çevirmemi istiyordu, hiç bir şey anlayamıyordum..
"sigara yok" dedi
"bende de"
"e al o zaman"
"param bitti" dedim, "o elindeki şişe son paramı emdi.."
"çantamda var" dedi.. çantasını açtım.. parayı aldım, arabadan çıkarak tekrar büfeye gittim.. sigara aldım ve döndüm.. tekrar arabaya bindim.. sızmıştı.. onu arabadan indirip arka koltuğa yatırdım.. ön koltuğa geçerek bir süre daha arabayı çalıştırmayı denedim.. olmuyordu.. ve ben hiç bir şey için çok fazla uğraşmak gerektiğine inanmıyordum, olmuyorsa olmuyordur, zorlamanın anlamı yoktur.. ön tarafa da ben yattım ve böylece mutsuz bir çift olduk bir süre için.. mutsuz çiftler ayrı yatarlar.. aynen anneniz ve babanız gibi.. siz olmasaydınız çoktan boşanırlardı, siz onların hayatını mahvediyorsunuz!

sabah oldu, uyandırdı beni,
"kalkar mısın, işe gitmeliyim, naptığını sanıyorsun sen söyler misin?"
"uyuyordum sadece"
"iyi, arka koltukta daha rahat uyuyabilirsin, hadi çabuk, geç kalıcam".

arka koltuğa geçtim ve uyumayı sürdürdüm.. uyandığımda, 4 kapısı da kitli bir arabanın içinde esir kalmıştım.. ön koltuğa geçerek radyoyu açmak istedim, radyo yoktu, torpido gözünü kurcaladım, bomboştu, etrafa  bakındım, loş bir ortamdı, sanırım bir garajdaydım.. bekledim, bekledim, bekledim, bu süre içinde kaç kez mastürbasyon yaptığımı hatırlamıyorum ama son bi kaç kez zirvede iken bi gram bile akmadım.. vanayı sonuna kadar açarsınız ama bi gram bile akmaz, sular kesiktir, bunun gibi bişi.. akşama doğru, sanırım akşama doğru, çünkü loş ortam biraz daha kararmıştı, uyumak için tekrar arka koltuğa geçtim ve bu yorgunluğun üzerine iyi bir uyku çektim kendime.. uyandığımda sokak lambalarını gördüm ilk olarak ve kafamı kaldırıp camdan dışarı bakınca da, aracın, dün gittiğim barın önünde park edildiğinin farkına vardım.. kapılar kitli değildi, çıktım ve bara girdim.. dünkü hatun aynı masada oturmuş içiyordu, "merhaba" deyip masaya oturdum.. "günaydın" dedi, "kendine bi içki iste, hemen gelicem". kalktı ve bardan dışarı çıktı.. 2 dakika sonra içerdeydi..

"nereye gittin?" dedim
"arabanın yanına.. kapıları kilitledim"
"beni onun içinde unutma bir daha"
"sende koltuklarımdan çocuk edinmeye çalışma.. koltuk bu, hamile kalarak çoğalmıyor, fabrikası var onların.. ama sen bilirsin, ben bir sonuç elde edemeyeceğini bilmeni istedim sadece.. yoksa önemli değil koltuklara yaptığın.. koltuk bu, tuvalet olarak bile kullanılabilir, anlamaz o bunu, hissetmez",
"çok içiyorsun.. ve ben araba kullanmasını bilmiyorum”
“önemi yok bunun”
“benim için var”
“o zaman defol”
“ne?”
“sana şu ana kadar herhangi kötü bir şey söyledim mi? senden şikâyet ettim mi? hayır! sana kontak diyorum, sen kanyak alıyorsun, arabayı çalıştıramıyorsun, bu yüzden evden yürüyerek 1 dakikada ulaşabileceğim bir işe, senin yüzünden geç kalıyorum, üstelik gece boyu iki büklüm yattığım için her yerim ağrıyor ve ben ağzımı bile açmıyorum, seni anlayamıyorum, gerçekten anlayamıyorum”

donmuştum.. tek bir harf dahi çıkartsaydım, büyünün bozulacağını biliyordum, susup gözlerine bakmayı sürdürdüm.. sonunda olmuştu işte, onu bulmuştum, ve bırakmayacaktım..

“özür dilerim” dedi..
“haklısın ama”
“olabilir, gene de özür dilerim”
“çok içiyorsun”
“hı hı”
“bugünlük, sadece bugün az iç, söz, yarın araba kullanmasını öğrenicem”
“yarın sabah anahtarları bırakırım sana, içkime karışma”

tekrar arabaya kadar taşıdım onu.. ve tekrar denedim arabayı çalıştırmayı, o sızdı, arka koltuğa taşıdım, ona bir not yazıp ön koltuğa yattım.. uyandığımda, onun sabah işe giderken beni uyandırmaya çalıştığını hayal meyal hatırlıyordum,
“hadi kalk, işe gidicem ben”
“tamam kalkıcam”
“hadi ama”
“ya tamam dedik ya sana” diye bağırdım.. sonrasını hatırlamıyorum, sanırım bi daha seslenmedi.. direksiyona bir bant ile yapıştırılmıştı sabah yazdığım not; “anahtarı bırakmayı unutma”. kâğıdı söktüm ve arkasını çevirdim, o da bana bir not yazmıştı; “arka koltuğa kahvaltılık bir şeyler bıraktım, anahtar için üzgünüm”.

anahtar yoktu ve kapılar kitliydi.. ama camlardan çıkabilirdim, ama bu kez de garajdan çıkamazdım.. bekledim.. bekledim.. bekledim.. koltuk itiraz etmiyordu hiç bir pozisyona.. ve tekrar sızdım.. ve tekrar uyandım.. barın önünde park edilmişti araç, indim, bara gidip yanına oturdum, o kalktı ve arabanın kapısını kilitlemek için çıktı, tekrar geldi, oturdu ve bir içki istedi..

“anahtarı neden bırakmadın?” dedim..
“kaçmanı istemedim”
“kaçmak?”
“hı hı.. garajdan eve giden bir merdiven var, ve, yani yaşadığım yeri görünce falan, ya da benden bıktıysan, bu gece içmiyorum bak, eve gidicez birazdan, ben kullanıcam”. içkiyi benim için istediğini anladım ve gidelim o halde dedim, bende içmek istemiyorum.. çıktık.. arabaya bindik.. ve bana nasıl çalıştırıldığını gösterdi..

bir evin önünde durdu, arabadan indi, garajın kapısını açtı, arabayı soktu, daha sonrada içerdeki merdivenden evine çıktık..

2.
ertesi gün, sabah uyandım.. çok değişik bir cümleydi bu benim için, ‘sabah uyandım’, alışıldık bir şey değildi, sabahları genelde uyurdum, uyanırsam da, bi fantezi kurar, sonra gene dalardım uykuya, akşamdan kalma olduğum zamanlarda işkenceydi sabahlar, ama değiyordu buna.. ancak hala, kusarken her şeyi çıkartamamıştım içimden, mutlaka bir şeyler kalıyordu içerlerde, yerleşip büyüyorlar ve akraba çıkıyorlardı ondan öncekilerle.. “bir düşünce diğerine bağlanır ve derken kapı çalar”, kimin dizeleriydi bu? yoksa şu an mı uydurmuştum, evet bu daha mantıklıydı galiba, dizeler mantıksızdı oysa.

dün gece için bir sansür uygulamamıştım.. olan herhangi bir şey yoktu yani.. sadece içki içme mekânı değişmişti, hepsi bu.. sonrada sızılıp kalınılmıştı.. ve zaten evde olunulduğu için de bir problem yaratmamıştı sarhoş olmak.. uyandım ve uyumaya çalıştım tekrar.. saat yediydi.. sabahın yedisi.. yanımda yatıyordu lita ve memnundu halinden.. en azından öyle görünüyordu rüya görürken - uyanmaya çalışıyor gibi bir hali yoktu.. ama uyanmalıydı mutlaka.. uyanmak zorundaydı.. omzuna dokundum.. sarstım biraz.. tepki yoktu.. biraz daha dürttüm.. bir değişiklik olmadı.. şiddeti arttırdım.. hala uyuyordu.. ve benim başımdaki ağrı onu taklit etmemi engelliyordu.. uyuyamıyordum.. ama gene de bunu denedim.. olmuyordu.. sıkışmıştım.. bunu hissedebiliyordum.. bunu çok sık hissederdim.. uyanırsınız ve kusarsınız.. başınız ağrıyordur, aynada kendinize şöyle bir göz atıp, dün geceden kalma bir değişiklik olmadığını fark edince, tekrar yatağa dönersiniz.. ama uyuyamazsınız.. yatıp beklemek dışında yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur... biraz daha dürttüm.. bir değişiklik olmadı, başka bir yöntem denedim uyandırmak için, bir inilti sesi işittim.. doğru yoldaydım.. aynı bölgeyi biraz daha kurcaladım.. biraz daha.. ve uyandırmayı başardım onu.. konuşmasına fırsat vermeden, hey hey bi saniye, aklıma bişi geldi, sanırım 17 yaşındaydım, ya da onun gibi bişi, gece arkadaşlarda kalacaktım, eve telefon ettim ve izni kopardım, ama gece arkadaşımla kavga ettik, ve, sanırım saat 2 gibi onlardan çıkarak eve doğru yol aldım, otobüs yoktu o saatte, yürüyerek gidebilmek dışında başka bir alternatif yoktu, ya da beklemek, günün ilk otobüsünü, neyse ben yürümeyi seçtim ve kemeraltından geçmem gerekiyordu, geçiyordum da, bir polis çıktı karşıma, karakolun yakınındaydım, amca burdan basmaneye nasıl gidebilirim dedim, konu değişmişti, kimlik sormak yerine yolu tarif etmeye girişti ve ardından zamanımıza hızlı bir dönüş ile, “başım ağrıyor, hap var mı” dedim lita’ya.. “uyanmıyordun, amacım taciz etmek değildi”. esnedi ve kalktı ayağa, yatak odası ile mutfak aynı odadaydı, ve birde içki odası vardı evde, o bu ismi vermişti odaya; “burası yeme odası ve burası içme odası, burası boşaltım odası, ve burası da, aaa, burası  da, hmm, burası böyle boş işte” bomboş bir oda vardı, her şeyiyle boş, duvarları bile renksiz, bomboş, hiç anı yok.. boşaltım odası tuvaletti ve yeme odası ise yatak odası ile mutfağın senteziydi.. içme odasının farkı neydi derseniz, bir bar gibi inşa edildiğini söyleyebilirim size, 5 adet masa, masalarda oturan heykeller, heykel barmen, heykel… her şey heykel.. ve o odada içtikten sonra hareket etmemeye özen gösteriyordunuz, sadece dikkat çekmemek için, heykeller hareket etmiyordu, ani bir hareket, kafalarını size döndürmelerine neden olabilirdi belki de.. kim bilir.. ben bir heykel değildim, bilemezdim bunu.. hap ve su, bir baş ağrısı hapı, içtim, “büyük olasılıkla işe yaramayacak ama” dedi.. “neden” dedim, “uyku ilaçları baş ağrısını geçirmiyorlar sanırım, ama hissetmezsin en azından, elimizdeki tek alternatif buydu”. oldukça zekiydi.. tekrar uyudu.. ve uyandırıldığımda (uyandırmak için benim tarzımı denemişti) saat öğleni geçiyordu, ya da zaman.. her neyse işte, “bugün tatil” dedi, “gün benim günüm, satmak zorunda olmadığım bir gün bugün..”

dolaptan bir bira aldım ve birayı elimden alarak dolaba koydu o, “yemek yiyelim” dedi, “karşıdaki kafede, oraya içkili gidemiyorum, içkili olduğum zaman almıyorlar beni, ve yumurta sevmem, hayatta en nefret ettiğim şey yumurtadır, ne yazık ki pişirmeyi becerebildiğim tek şeyde o”. kafeye gittik, güzel bir kafeydi, “ne yiyeceksin lita?”
“2 patates, birerde çay”. benim yerime karar vermesinin nedeni neydi ki?
“ben yumurta istiyorum” dedim, “ve de ayran”. garson gitti ve geldiğinde elinde iki tabak kızarmış patates ve iki bardak çay vardı,
“bu ne” dedim, “ben yumurta istedim, ve de ayran”. garson kız - doğruyu söylemek gerekirse, ki çoğu zaman gerekmez, lita’nın ruhunu o garsona sokmak ve daha sonra o bedene kendimi sokmak hoş olurdu, fantezi işte, klişe ve fantastik, neyse, garson kız mavi renk kalem ile süslenmiş olan göz kapaklarını yumarak lita’ya döndü, lita’ya başımı çevirdiğimde garson arkasını dönmüş ve yan masa ile ilgilenmeye başlamıştı.. lita’nın ona nasıl bir hareket çekmiş olabileceğini düşünmeye başladım ve sokağı izlemeyi sürdürdüm bir süre.. sessizlik.. ortamdaki gerilimi size yansıtamıyor olabilirim belki de, ama bunu söyleyip hayal gücünüze güvenebilirim; ortam gerginleşmişti..
“neden yemiyorsun?”
“bekliyorum” dedim
“neyi?”
“yumurta ve ayranı”
“gelmeyecek” dedi,
“ama ben yumurta ve ayran istedim”
“bende getirmemesini… ”
“ne sikim iş bu” dedim,
“ye” dedi, “hepsi bu, ye ve gidelim”
“yemeyeceğim”
“o halde defol”. haklıydı, izin isteyerek görünmez bir zincir ediniyordunuz.. patatesi yedim ve oradan çıktık, açtım, protestomu tam anlamıyla gerçekleştirememiştim, sadece çayı içmemeyi başarabildim, üstelikte içine şeker atıp karıştırarak.. yürüyorduk, temas oluyordu bazen, omuzların değmesi gibi, yan yana yürüyen iki insan nereye gitmesi gerektiğini bilmiyorsa, virajlarda çarpışabilirler, gayet doğal bu, neden sorun ediyorsun ki?
“bunu bilerek yapıyorsun” dedim..
“yumurta sevmem, söylemiştim sana, öyle değil mi?”
“ama ben yiyecektim sen değil”
“orada yumurta yenmiyor, mekân arkadaşımın, garson arkadaşım”
“mekân sahibi garson mu?”
“elinden gelen tek iş bu, para biriktirdi, mekânı açtı ve garsonluk yapmaya başladı, boş durup gelen kârın bir kısmını alıp geri kalanları orada çalışanlara vermeyi içine sindiremedi”
“çok garip arkadaşların var” dedim
“pekte garip gelmiyorlar bana..”
“ama öyleler..”
“seni bırakmamı istediğin bir yer var mı?”
“benden sıkıldın mı”?
“elbette, şimdilik, herkes sıkılabilir zaman zaman”. bir sonraki virajda farklı yerlere döndük.. bilinçsizce, öyle aniden döndük işte.. ve yolumuza devam ettik.. yürüyordum.. ve kendi kendime söyleniyordum, kimse göründüğü gibi değildir, görünen gerçeğin arkasındaki gerçeği görmek gerekir, bunun için arada sırada kahvaltı ederken yumurtayı tavana fırlatıp yere düşmesini bekleyebilirsiniz.. 2-3 sokak sonra karşıma çıktı, sanırım köşede beni bekliyordu,
“özür dilerim” dedi, “deliyim, bunu kabul et”
“sorun değil” dedim, “herkes zaman zaman delirir”. tekrar yürümeye devam ettik, bu kez nereye gitmemiz gerektiğini biliyorduk, içeri girdik ve 15:15 seansının yeni başladığını gördük, bilet aldık, yerimiz gösterildi ve oturduk.. izledik.. bitti, çıktık, akşam olmuştu ve hava kararmak üzereydi… onun evine doğru yürümeye başladık ve bu sırada yağmur başladı, gittikçe hızlanıyordu, adımlarımız gibi.. tanrıyla yarışıyor gibiydik.. kapının önünde durduk..

3.
“içeri gel hadi, hasta olacaksın, aptallık etme”. yolun karşısına baktım, içerisi boştu ve güzel görünüyordu, denemeye değerdi, “hayır” dedim lita’ya, “akşam o bara gelirim”. yolun karşısına geçerek içeriye girdim, sabah oturduğumuz masaya oturdum, garson kız geldi,
“merhaba”
“oturmaz mısın?”. garson kızı, ya da mekânın sahibini, masama davet ettim, teklifimi geri çevirmedi.. kimse yoktu içerde, sanırım kapatmak üzereydi o da..
“arkadaşın..” dedim, 3-5 saniye duraksadım ve devam ettim, “sorunu ne?”
“sorunu yok” dedi..
“var” dedim, “hiç dikkatini çekmedi mi bu senin?”
“insanları neden sağlıklı ve hasta olarak sınıflandırıyorsun” dedi, “standardize olmak boktandır, farklı işte, hepsi bu, farklı, anlamıyor musun” kafenin camları indi.. bir sopa tarafından sert bir darbe.. sıçradım ve ayağa kalkarak geri çekildim, garson kız sakin sakin oturuyordu masada, mutlaka görmüş olmalıydı lita’nın elinde sopayla evden çıkıp üzerimize doğru koştuğunu..
“sorun değil lita” dedi, “geçti..”
“hı hı” dedi lita, dudakları bile titriyordu ve soğuktan olmadığını anlamak güç değildi, daha sonra gözler, yaşlar, boşalmak, ve yere oturdu.. bende gidip yanına oturdum..

“özür dilerim” dedi, “yapmamam gereken bir şey yaptım sanırım”
“çok sık özür diliyorsun” dedim..
“bunun için de özür dilerim” dedi.. “çok sık özür dilediğim için falan işte yani..” eve çıktım bu kez, garson kız gelmedi, evine gitmesi gerekiyordu.. öyle söyledi.. yalnız bırakmak istediği belliydi.. yalnız kalmak isteyen kimdi? böylesi bir deliyle.. ölümü göze alıp ayakkabılarımı çıkardım ve geçtim içeri.. heykellerinin birini masadan kaldırıp oturdum, “ne içersiniz Beyefendi?” dedi, gülüyordu, deliydi – muhtemelen..
“siz ne tavsiye edersiniz” dedim, neyse lafı uzatmayacağım, yataktaydık gene, ve bir şey olamayacak kadar sarhoştuk, o istiyordu ama bir şey olmayı, ben bir şey olmayı istemeyi bırakalı yıllar olmuştu, sırt üstü yatıyordu o ve ben ise yan yatıyordum, yüzüm ona dönüktü, oda bana döndü, elini aletime attı, “uyumuyorum” dedim, “uyandırmaya çalışmıyorum” dedi, “yapma”, “yapıcam”. elini tuttum ve vücudumun yarısını onun üzerine attım onu sırt üstü çevirerek, ellerini de yukarı kaldırmıştım, tecavüz etmenin zıttını yapıyordum, elini aşağı indirmeye çalışıyordu ama buna izin vermiyordum ve böylece bir süre mücadele ettik, yüzü ile yüzüm arasında mesafe yoktu, hatta dudaklarımız birbirine temas ediyordu.. ama öpüşmüyorduk, bu daha çok, sürtmeydi, istem dışı bir şekilde, belli belirsiz bir temas, o an amacımız bu değildi çünkü ve ellerini aşağıya indiremiyordu.. çok güçlü biri değildi lita, en azından bana göre, ve neden bunu yapmasına izin vermediğime gelince, yarın sabah o sopanın benim kafama inmeyeceğinden emin olmalıydım.. “ben sarhoştum beni kullandın” dırdırına katlanamazdım doğrusu, daha önceleri birçok sarhoşla yattım, hatta çoğu ile ilk seferimizde sarhoştuk, ama bu başkaydı, korkutucuydu lita.. yaptığı heykeller gibiydi.. belirsiz bir rotada ilerliyor gibiydi.. ve bu galiba kaos demekti.. dudaklarımı ısırdı, çok zekiydi, ve teslim oldum.. üzerime çıktı.. bana giymem için verdiği eşofmanı çıkardı altımdan, içine aldı beni, rahat ve soğuktu, kısa zamanda ısındı ve patladı.. üzerime yığıldı.. uzun sürmemişti, amacı buydu, ben sızmadan içine getirtmek beni.. lanet olsun dedim, duymadı, ya da duymak istemedi..  

4.
sabah uyandığımızda, bu konuda hiç bir şey konuşmadık.. işe gitmeyeceğini söyledi bana, ve daha sonra evinin karşısındaki kafede garson olduğunu öğrendim.. yaşadığım yere gittik bu kez de, görmek istemişti..  gördü.. beğendi.. özellikle, her köşede bir kâğıt parçası ve her kâğıt parçasında birkaç cümle bulmak hoşuna gitmişti.. “demek yazarsın” dedi, “herkes yazar” dedim..
“yayınlıyor musun?”
“yayınlamak için yazmıyorum”
“neden yazıyorsun?”
“senin dekorun gibi bişi bu da..”
“anlıyorum, bana taşın”
“böylesi iyi”. eğildi ve yerdeki yastıkları toplamaya başladı,
“telefonun var mı”, telefonu gördü, ahizeyi kulağına dayadı,
“lita, bırak lütfen”. numarayı çevirdi,
“alo”, bana döndü, “adresini söyle” ahizeye döndü, “hemen gelir misin?”. kimdi çağırdığı? zor olacaktı, evet zor.. ama oldu.. onun evinin boş odasına sığmıştı eşyalarım..

5.
pardon, anlatmayı unutmuşum, tam evden çıkarken telefon çaldı, arayan henry’ydi.. muhtemelen.. beni sık sık arardı zaten.. henüz 18 yaşındaydı o zamanlar.. lita açtı telefonu.. “alo?”. ve bana uzattı, “bir kadın arıyor”. kadın mı? ben kadınlara telefon numaramı vermem ki..
“alo, kiminle görüşüyorum acaba?”
“alo”
“..”
“tanıdın mı beni?”
“tanımaz mıyım.. naber?”, beni yılda bir kez arayan, yılda bir kez de mektup yazan eski sevgilimdi telefondaki, hala istiyordum onu ama geçen yıl evlenmişti.. belki de bir bebeği olduğunu söylemek için aramıştı.. yo hayır bu olamazdı nedeni.. o beni sadece canı sıkılınca arıyordu..
“iyiyim. sen napıyorsun”
“hiçbir şey”
“telefonu açan kimdi?”
“aa..ooo.. şey.. telefonda anlatılamayacak bir şey bu”
“neden ki? şekil çizerek mi anlatacaksın?” al sana bir deli daha..
“şu an onun evine taşınıyorum”
“sevgilin mi?”
“bu konuda ne düşündüğümü anlattığımı sanıyordum”
“düşünceler değişebilir”
“her şey değişebilir, evet, ama bu başka bişi”
“karın? evlendin mi yoksa?”, telefonun ahizesinden girdi ruhum ve diğer taraftan çıkıp gördü yüzünü, dudağını bükmüştü o bunu sorarken.. evin önünde bir anadolun aniden fren yaptığını gördüm camdan, ev birinci kattı, lita kaş göz hareketi yapıyordu telefon konuşmamı bitirmem için, “bi saniye” dedim telefona, lita’ya, “telefon numaranı ver” dedim, “önemli!”,
“beni seviyor musun?” dedi lita, sırıtıyordu, tatlı bir gülümse vardı gözlerinde..
“bi saniye, şu an meşgulüm, sana bir numara vericem, beni oradan 1 saat sonra ara”, dedim telefona.. eşyalarımı lita’ya taşımak bir saatimi alır sanıyordum..
“hay lanet böcek, sırtımdan içeri girdi, çıkar şunu, çıkar, ben hamamböceğinden nefret ederim, çıkar, çıkar, çabuk ol” diye tepinmeye başladım, ahizeyi bırakamıyordum, çünkü karşı taraf, “daha sonra arayamam, anla lütfen, 2 dakika, lütfen” diyordu, belki başka şeylerde diyor olabilirdi ama anlayamıyordum, hamamböceğinden nefret ederim! neyse, böcekten kurtardı beni lita ve adam anadoldan çıkıp kapıya doğru yaklaştı.. kapının zili çaldı..
“hadi, çabuk ol, gidicez”
“numarayı ver lita, numara!”
“beni seviyor musun?”
“lita! numarayı ver”. ona seni seviyorum dememiştim hiç, oysa içine geldiğim sırada bana seni seviyorum demişti o, fısıltı halinde çıkmıştı sesi ve karşılık olarak aynı anda ve aynı desibelde, “lanet olsun” demiştim.. birbirimizi duymazdan gelmiştik o an.. ahizeden ağzımı uzaklaştırdım ve yumuşak bir tonda,
“elbette seviyorum lita, yoksa burada işin ne, numarayı ver, o benim kardeşim, anlamıyor musun? görümcen senin o.. gö..rüm..ce”
“ensest diye bir şey vardır..” dedi aynı tatlı sırıtışla,  “hem böcekler de var burada, onların işi ne? onlardan nefret ediyorum dememiş miydin?”. ve numarayı verdi, gıcık ediyordu insanı bazen, zorluyordu, yoruyordu, ama o böyleydi, değiştiremezdim.. değişmesi gereken bendim.. ve çekim alanına girdiğiniz an kurtulamıyordunuz ondan.. kapı hala çalıyordu, “kapıyı aç lita”
“peki hayatım, hemen defoluyorum, rahat konuş”. ve telefona döndüm..
“alo, ya, şimdi konuşamam, neden anlamak istemiyorsun”
“bende sonra konuşamam, izmir’e geldim, 3 gündür seni arıyorum ama yoksun, mektup gönderdiğim adrese gittim, evde kimse yoktu, telefona da çıkmıyordun! ya.. görüşmeliyiz.. anla lütfen” lita içeri girdi,
“şoför acele etmemizi istiyor” dedi, “ne kadar zaman o kadar para dedim ama işi varmış 1 saat sonra, ‘nakliyatçı değilim ben, çağırdın geldim, ne işin varsa halledelim hemen’ dedi bana”. yalan söylüyordu, kesinlikle yalan söylüyordu, nereye ne cevap vereceğimi şaşırmıştım, telefona döndüm tekrar ve numarayı söyledim.. 
“param bitti, başka telefon kartı alamam, otelde de kalamam bu gece, başka param yok, asıl sen anlamak istemiyorsun..” dedi telefondaki..
“çabuk ol” dedi lita.. 
“nerdesin?” dedim telefona,
“bir oteldeydim.. attılar beni. şimdi otelin karşısındaki kulübedeyim.. otelin adı.. adııı.. bi saniye, hah gördüm levhayı, maviii..ış..ık.. mavi ışık yazıyor..” derin bir duraksama.. “sana ihtiyacım var..”, lita yastıkları yüklendi ve dışarıya doğru yöneldi..
“tamam, kapatmak zorundayım, aramaya çalış”, lita dışarı çıktığında, “almaya gelicem seni” dedim ve kontur bitti.. “orada bekle!”. duymuş muydu acaba beni? lita’yı bırakamazdım, onu istiyordum, ama diğerini de istiyordum, ve garson kızı da, hepsini istiyordum.. aslında istediğim telefondakiydi, ve lita’nın beni istemesi hoşuma gitmişti, kendimi bi bok sanmama neden oluyordu lita, bunu sonra anlatıcam.. kasetlerimi bir kutuya koydum ve camdan lita’ya uzattım, daha sonra koltuğu yüklendim ve dışarı çıktım, şoför izliyordu sadece, pos bıyıklı, kırk yaşlarında bir herifti, zayıftı – her anlamda.. muhtemelen daha önce düzüşmüştü lita’yla, lita bu herifi nerden tanıyordu? hayır hayır, bunu lita’ya soramazdım, lita’ya ne kadar çok ‘sahiplenmeci’ gibi davranırsam o kadar çok kaptırıyordum ona zincirimi..  kasaya attım koltuğu, ailemden kalmaydı koltuk, bir tek o, ailemden bana bir tek o düştü miras olarak, içeriye döndüm ve müsveddeleri toparladım, ve elbette ufak bir kasetçalar, lita ise kitapları koydu bir kutuya, evde birkaç adet kutu vardı, daha önce buraya taşınırken kullanmıştım onları ve atmamıştım.. evim 2 oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşuyordu, banyo yoktu, gerekte yoktu, tek başıma yaşıyordum, bazen kadınlar oluyordu evde ama sorun olmuyordu tuvalet, ‘banyon yok mu?”, “bu fanteziyi senin evinde gerçekleştirebiliriz”, neyse neyse, anılara bir son vermeliydi, bu odada ki son parçayı da yüklenerek çıktım, şimdi 2 oda da bomboş kalmıştı.. şoföre “içerde buzdolabı var, başka bir şey kalmadı, bi el atsan”.. dedim, kafasını uzattı pencereden ve “kol”, dedi, “bende bir tane kol var ahbap, lita sandığından güçlüdür hem”. lita sandığından güçlüdür.. lita sandığından güçlüdür.. gebertmeliydim pezevengi.. evet bunu hak ediyordu o.. kim ne derse desin o bunu hak ediyordu, lita çıktı kapıdan, elinde bir şey yoktu, olması da imkânsızdı, ne kadar güçlü olursa olsun buzdolabını tek başına taşıyamazdı, “buzdolabını karşı komşuna sattım, içinde hiç içki yoktu, yemeklerin ise bozuktu, hadi gidelim”,
“lanet olsun! lita, neden benim yerime karar veriyorsun”
“sen ben yok artık, biz, ikimiz, aynı kişiyiz”. dişlerimi sıkıyordum, gidip o lanet arabanın lanet kasasından eşyalarımı alıp, gerisi geriye evime yüklememek için kendimi zor tutuyordum, neydi beni çeken? siyah küt saçlar mı? bir amcık mı? göğüslerinin, bugüne kadar dokunduklarımın en büyüğü oluşu mu? kalça? hayır, gözler? hayır, dudak, eh belki, yo yo kesinlikle hayır!!! o halde ne? aşk değil, emin olun değil, az önce telefonda konuştuğumuz için düşünürsek, bakın buna evet diyebilirim, onu da istiyordum çünkü, ona aşığım diyebiliyordum hem, lita söz konusu olunca ise karar veremiyordum ne olduğuna, ama çekiyordu işte, farklıydı lita.. hepsi bu.. daha fazlası da vardı, herkes onu istiyordu, gördüğüm herkes âşıkmış gibi bakıyordu lita’ya, lita’ysa bana.. kısa bir etek giyiyor ve bacaklarını sergiliyordu herkese, ve deli ediyordu herkesi, ona kafasını çevirip de bakmayacak erkek yoktu, ama benimdi o, her şeyiyle benim, ve onla olduğum süre içinde o yanımdayken her arkasını dönüp ona bakan erkekle kavga ediyordum, ve hoşuna gidiyordu bu durum lita’nın ve benim.. gördüğüm herkes lita’ya âşıktı.. lita için kumsaldaki kar tanesiydim ben..

ama onla olmamın asıl nedeni bu da değildi! lita neyse o’ydu, beni çekende buydu, rol kesmiyordu bana, gerçekti o. beni kaybetmemek için rol kesmemişti hiç.. belki de aradığım oydu, bunu daha önce de söylemiştim, onu buldum demiştim, ve bırakmayacaktım.. kesinlikle bırakmayacaktım, o beni bırakmadığı sürece ben onun olacaktım, ama zor olacaktı.. gerçekten zor..

6.
bir saat olmuştu.. ve hala çalmamıştı telefon.. acaba yazabilmiş miydi verdiğim numarayı? lita hissedebiliyordu benim telefonun çalmasını beklediğimi, karşımda oturmuş beni kesiyordu, hiç konuşmuyorduk.. arada sırada göz göze geliyorduk sadece.. getirdiğim kasetlerden birini koymuştu teybe.. eski bir rap kırıntısı yükseliyordu odada.. çok eski.. “i'm havin illusions, all this confusion's drivin me mad inside. i'm havin illusions, all this confusion's fuckin me up in my mind”.  sevmemişti lita.. alışmaya çalışıyordu.. bir şeytanlık düşünüyordu kesinlikle, bende boş değildim ama.. ne yapıp edip onu alt edecek ve mary’yi eve getirecektim.. telefon kulübesinde mi bekliyordu acaba? otel mavi ışık nerdeydi ki? mary.. evet adı buydu.. böyle diyordum ona.. ayak ayaküstüne atmıştı lita, sallıyordu ayağını, çok hızlı sallıyordu üstelikte
“kes şunu” dedim, kesti sallamayı.. söz dinliyordu.. ve söz dinletiyordu bu şekilde....
“gidecek misin?” diye sordu
“nereye gidecek miyim?”
“o kaltakla görüşmeye”
“laflarına dikkat et, sana kardeşim olduğunu söylemiştim”
“annende olabilirdi, akrabalık dereceni sormadım ki sana”, sesimi yumuşattım tekrar;
“lita,” gözlerini dikti üzerime, gözleri ile duyuyor olabilirdi, “anlaşmaya ne dersin”
“evime saç telini bile sokamaz” lanet olsun, çok hızlı algılıyordu her şeyi, ve kestirip atıyordu hemen..
“tamam peki”
“pazarlık yok”
“tamam dedim ya..”
“o ‘tamam peki’nin arkasından ne gelir bilirim ben.. gerçekten kardeşin de sanki”
“elbette öyle”. yalan söylüyorsanız, mümkün olduğunca kısa cümle kurmalısınız! çok dallı bir yalan, mutlaka çürük bir meyve verir..
“gidip bakalım şu görümceye.. öncelikle görmeliyim onu, daha karar vermedim”
“gidelim o halde?”
“nerde?”
“otel mavi ışık diye bir yerdeymiş, nerde olduğunu bilmiyorum!”
“ben biliyorum!” nerden biliyorsun?

yola çıktık.. ben film izlerken, ‘hemen bitsin’ hissi verirse, kapatırım hemen.. kitap içinde aynı şekilde.. hayatta böyledir benim için ama henüz o his gelmedi.. geldiği gün intihar edicem.. aslında intihar yeni bir başlangıç için kesin bir yöntem değil.. hafıza kaybettirici bir ilacın icat edilmesi gerek hemen, ve birde başka bir geçmişi üzerime inşa edebilecek arkadaşlar edinmeliyim.. canım sıkıldıkça yapmalıyım bunu.. yapmalıyız.. - ve işte bu yüzden, yola çıktık dedikten hemen sonra şunu derim; otele vardık.. yola çıktık.. otele vardık.. anlatım bu, aha, aklıma ne geldi; “benim var, diğer müptelaları sikiyim, anlayış bu, kıskanç polisler, bizim hayatımızı cehenneme çeviriyor”. hell 4 hustler..

yola çıktık.. otele vardık.. akşamüstüydü vakit.. iyi bir oteldi - kötü bir yerdeydi.. otelin karşısında telefon kulübesi vardı, kulübenin yanında da bir bank.. bankta oturuyordu mary.. masum ve sakin bir yüz ifadesi vardı onda.. at çantana, kutuplara götür, gıkını çıkarmaz hesabı.. ama öyle değil işte.. sadece dene.. ve kimin çantaya konulup nereye götürüldüğünü gör..
“dur lita, şurda oturuyor işte”. indik arabadan ve o da ayağa kalktı bizi görünce, sadece tokalaştık ve bu işi çakozlamasına neden oldu mary’nin.. 1 yıldır görüşmüyorduk, normal şartlarda sarılmalı ve öpüşmeliydik.. lita bir kasırgaydı.. hiç konuşmuyordu.. tanıştırılmayı beklemediği açıktı, “mary bu lita, ve bu da kardeşim mary”. mary yüzüme baktı, ve durumdan iyice emin oldu artık… lita aşırı derecede zekiydi, hata yapmıştım, “ve buda kardeşim mary” dememem gerekiyordu, lita zaten biliyordu onun kim olduğunu, ben mary’yi kendi kendisi ile tanıştırıyordum bu sözle, kardeşim olduğunu söylemeye çalışıyordum ona..

“merhaba mary, ‘sen kardeşim mary’sin’ demiş oldun işte, anlamıyorum sanma” diyecekti lita aynı günün gecesi.. uzatmaya da gerek yoktu..

arabaya bindik.. ve eve doğru yol aldık.. evin önünde durduk.. ben lita’yı ikna ettiğimi sanıyorken, “hey, böyle gidiyoruz, bu tarafa” diye bağırdı, evinin karşısındaki kafeyi işaret ederek.. evinin kapısından geri döndüm mary ile ve kafeye girdik.. oturduk.. garson kız geldi, bak bu hiç dikkatimi çekmemişti, gayet pek tabi, evet evet olabilirdi, bu garson kızda da kalabilirdi mary.. 

 7.
akşam evdeki barda oturuyorduk lita ile.. loştu ortam.. sarhoş olunca, kendinizi bir barda sanıp dışarı çıkabilirdiniz, heykeller sanat kokuyordu ve böylesi bir sanata kimse değer vermiyordu.. kimse değer vermeyecekti.. hatta sanat olarak bile görülmeyecekti.. ne olarak görüldüğü lita’nın umurunda değildi.. yapmıştı işte.. canı sıkılmış ve yapmıştı.. ama canı sıkılıyordu hala.. “bu iş böyle olmaz” denirdi çoğu zaman, “türkçeyi bozuyorsun, bu iş böyle olmaz”. “yazar, yırtar atar” dönemine geri dönerdiniz sonra.. yazarlığın belli dönemleri vardı, öncelikle işe yazmak ve yırtmak ile başlardınız, bunlar ısınma turlarıydı, yazardınız ve belki hemen belki bir saat belki de bir gün sonra yırtıp atardınız.. ‘iyi yazdım’ duygusu bir süre sonra ‘bok gibi yazmışım’a dönüşürdü.. bu süre zamanla artardı, bir hafta sonra yırtıp atardınız, bir ay sonra yırtıp atardınız, bir yıl, 10 yıl… sonra “yazar, yırtar atar” dönemi sona ererdi ve “yazar, okutur tatmin olmaz” dönemi başlardı.. bu kez de, yazdıklarınızı çevreniz üzerinde denerdiniz.. kobaylar yalancıdır.. “iyi yazıyorsun devam et”, “iyi yazıyorsun sende ne cevherler varmışta haberimiz yokmuş”, “iyi yazıyorsun neden yayınlamıyorsun”.. beğenmezdiniz oysa.. bir kitap okur ve “nasıl yazmış orospu çocuğu” diye iç geçirirdiniz.. “bende yazarım ki”, “bende yazıcam ki”, “benim neyim eksik ki”, sonra ufak birkaç dergide yayınlanırdınız.. bu doğru yolda olduğunuz anlamına gelmekteydi.. bir süre sonra, bir bok sıçar ve devam ederdiniz sıçmaya.. yazarlık böyle bir şeydi.. benim başıma hiçbiri gelmedi.. yanlış yolda olduğumu biliyordum.. ama çıkamıyordum işin içinden bir türlü.. “bir yazar olabilmen çok kitap okumalısın evlat.” okumuyordum.. ya da çok çabuk sıkılıyordum.. bir öykü yazıyorlardı önce kafalarında, daha sonra onbinbeşyüz tane tasvir ile örtüyorlardı üzerini ve iş uzadıkça uzuyordu.. 400 sayfa.. adı da roman.. sokarım öyle işe demiştim..

“sonra ne oldu” dedi lita.. ilk defa anlattığımı dinleyen birini bulmuştum… am peşinde değildim ben, denk gelirse yapıyordum.. ama koşmuyordum peşinden.. kovalamıyordum.. onlarda beni buluyordu.. nasıl olduğunu bilmiyorum, genelde sakin takılırım.. sonra ne oldu?
“internete bulaştım“ dedim.. “ve senin heykellerine döndü iş”
“anlıyorum”
“ve bıraktım.. bir iş bulmalıydım.. ve çalışmalı.. ama yazmak beni bırakmadı”
“bırakmaz.. yapışır.. bilirim bu duyguyu.. ve gerçektir işte o zaman..”
“yazmak için yaşamak ya da yaşamak için yazmak”
“…”
“sonra bir iş buldum.. bir fabrikada ve o eve taşındım ailemden ayrılıp.. ve daha sonra işten attılar..”
“sana bir iş bulabilirim ben” dedi, “çok kişi tanır beni”. çok kişi tanır beni.. çok kişi tanır beni..
“mary nolucak?”
“şimdilik idare edicez ama kardeşin değil o”
göz teması ve sessizlik..
“merhaba mary, ‘sen kardeşim mary’sin’ demiş oldun işte, anlamıyorum sanma” gülüyordu, bu kez o pis sırıtış yoktu, ruh vardı gülüşünde.. hastaydı..
“neden bunu yapıyorsun”
“çok mu hızlı geldim sana”
“gelenin ben olduğumu sanıyordum”
“bebekler seni korkutur mu?”
“büyümesi için mama almam gerekiyorsa korkutur.. her türlü “gereklilik” beni korkutur”
“ben alırım”
“başa alalım mı ne dersin?”
“baş?”
“başa alalım ve orada bırakalım, şimdi eşyaları benim evime götürelim ve senide o bara bırakıp gideyim ben”
“mary kalıcak ama, burda benimle”
“kaç gün..”
“buna ben karar vericem”

8.
uyandım.. ve karanlık.. rüyaydı.. peki nereye kadarı? evet, lita yatakta ve mary de, boş odada.. hiç bişi olmamıştı, akşam evdeki barda oturmuyorduk, yazarlıktan laf açılmamıştı, lita mary’yi almamıştı ve her şey olağan süreğenliğinde ilerliyordu.. tekrar uyudum..

9.
“garson kız geldi” demiştim, ordan devam ediyorum, evet, pek tabi garson kızda da kalabilirdi mary diye düşünmüştüm hani, yani lita’yı ikna edemezsem eğer, bu da bir ihtimal…  üçümüzde birer çay istedik.. lita sigarasını yakarken gözleri üzerimdeydi, mary ise çay bardağının içine bakıyordu.. kötü görünüyordu, onu ilk kez böyle berbat bir halde görüyordum, saçları dağınık.. ve makyajsız.. ve buruşuk giysiler.. ve yırtık pırtık bir ayakkabı.. çorap yok.. bunlara ek olarak bir tek çantası vardı yanında.. her şeyi ardında bırakmıştı.. hatta kendini bile! biliyorum bunun imkânsız olduğunu söyleyeceksiniz ama o gelirken kendisini evde bırakmıştı bu sefer.. ve bana gelmişti.. ilk kez, temelli.. böylesi bir zamanda.. ben böylesi pejmürde iken.. işsiz güçsüz, 5 aylık kira borcu, yarı aç yarı tok, ölmek üzere… neyse ki lita beni borçtan da kurtarmıştı, buzdolabımı satarken kira borcumu da kapatmış.. ve tüm bunlar ona veda etmemi engelliyordu ki ben de bunu istemiyordum zaten… sadece bekliyordum.. bu iki kadın aralarında anlaşacak ve birlikte yaşamayı öğreneceklerdi, başka çıkar yolu yoktu, ben aradan çekilirdim, bu sorun değildi, nerde olsa yaşardım ben, bir hatun bulur ve yanına sığınırdım belki, yazardım bişiler..

ortak yaralar.. bu birbirinden nefret eden iki hatun ortak yaralara sahipti muhtemelen.. mary’yi iyi tanıyordum, oldukça iyi! şu son bir senede başına gelenler hariç, kocası ile yaşadıkları hariç.. ve lita.. onun gözlerini ilk gördüğüm an perde kalktı aramızdan.. neler yaşadığını ya da kim olduğunu bilmiyorum, ama onun koltuklarına tecavüz ettiğim gün, onun nasıl biri olduğunu anladım, ve ne yapmaya çalıştığını da.. yaralarını görüyordum onun ve -kimler tarafından nasıl oluşturulduğunu bilmesem de- o yaraların neye yol açtığını anlamıştım… bir parça huzur, tek istediği buydu onun da.. heykeller mi? sanırım henüz oraya gelmedik, ama bunu, bazı orospu çocuğu yazarlar gibi, bir merak oluşturup 400 sayfalık saçmalıklarımı okutturabileyim diye gizlemiyorum, her şeyin zamanı var.. zamanı gelince anlayacaksın, bizi sadece tanrı kurtarabilir! bu yüzden devrime inanmam ben.. değişime de! bir yol olarak düşünün bunu, ilerleme, ama yol aynı, gidişat bu, değişim yok, sadece ilerliyoruz, şu an 2004’ü gösteriyor takvim, 2 ay sonra amorti 5 olacak, kime denk gelirse… benim modelimin amortisi 2! bu da bir tür burç işi.. aya göre değil, doğduğun yılın son rakamına bakarak kişiliğin belirleniyor… ve daha sonra nasıl yaşayacağın alnına kazınıyor.. ve tabi kişiliğinde.. ve bu nedenle en çok ettiğim dua nedir lita bilir misin? “tanrım, alışkanlıklarımı değiştirmeme yardım et, bu ben değilim! böyle yetiştirildim!”. ama düşünüyorum da, asıl yalvarmam gereken nüfus memurları sanırım, amortimi değiştirirlerse belki bende değişirim.. hile…

mary gülümsedi, ve lita da.. ortamı yumuşatmak için attığım bu palavra işe yaramıştı..

“o halde” dedi lita, uzun süredir çayı karıştırırken çıkardığı şangur şungur sesini keserek ve kaşığı bardaktan çıkartıp tabağa koyarak, “benim amortim 3, ben ne oluyorum, anlatsana…”
“heeey” dedi mary, “benim de üç”. bu kez de ben gülümsedim,
“ortak yaralarınız var zaten sizin” diyerek.. hayır, bu kez oyun oynamıyordum, mary’nin yeni hikâyesini dinlediğimiz andan itibaren oyun oymayı kesmiştim, ah evet onu henüz siz dinlemediniz, sadece lita ile ben biliyoruz bunu şimdilik… ama her şeyin zamanı var demiştim, sıra buna geldi;

***

“mary, canım sen arka koltuğa geç, yolda konuşursunuz” dedi lita mary’ye, mary bana son bir yılda başına neler geldiğini anlatmaya çalışırken.. ve otel mavi ışığın önündeki telefon kulübesinden eve doğru hareket ettik, lita’nın evine doğru.. ve ben ön koltuktaydım, ve lita da direksiyonda..

--

“evli miydin sen canım?” dedi lita mary’ye, çünkü az önce onun sözünü kesip arabaya binmesini isterken, mary kocasından bahsediyordu bana..
“hı hı” dedi mary.. “ama.. şey.. artık değilim”
“boşandın mı?” dedim ben kafamı gövdemle birlikte arkaya çevirip elimi arka koltuğa atarak..
“devlet nezdinde değil.. ama önemli olan da bu değil..”
“ne kadar süredir evliydin peki” dedi lita..
“1 sene”
“çocuk falan”
“yok hayır, aslında, şey, hmm, şöyle bişi olmuştu” dedi mary zorlanarak, sanırım gözleri dolmuştu ve lita bunu görebiliyordu aynadan… sözünü kesti onun, “siktir et” dedi, “en çok sevdiğin şarkı ney” ve söyledi mary.. ve şanslısın dendi ona.. torpido gözünü açtı bunun sonrasında lita.. ve oradaki tüm kasetler, oraya zorla sıkıştırılmış olan tüm kasetler üzerime döküldü.. ne zaman buraya tıktı bu bunları? beni arabada kitlerken kaset maset yoktu ki, teybi de o esnada fark ettim.. yeni olamazdı, ama şu an bunu konuşmanın zamanı değildi çünkü lita gözünü yoldan ayırmıştı… “yola bak lita” diye bağırdım ona, “yola bak yola!”. ama o sol eli direksiyonda, sağ eli ve gözleri bacaklarımın arasını dolduran kasetlerde, devam ediyordu gitmeye ve aramaya.. aletime değiyordu bazen eli, ama bunu bilerek yapmıyordu, o anda mary’ye “o şey bana ait tatlım” der gibi bir hali yoktu yani, sadece kaseti arıyordu, hepsi bu! ve buldu.. bunun ardından bana kaseti verdi ve “şunu tak, b yüzünü” dedi, taktım ve play’e bastım, “evet, biraz ileri al, bundan sonraki şarkı” ve tekrar gözlerini yola çevirdi. “hala hayattayız”

“hala erkeğiz” dedi mary arka koltuktan.. üçümüzde güldük buna, hüzün dolu bir kahkaha.. aynı kareyi hatırlıyorduk aynı anda; bob’un koca göğüsleri vardı… çünkü testosteron oranı çok yüksekti. testosteron seviyesi yükseltildiğinde, vücut denge kurmak için östrojeni yükseltir.

“onu aldırmamı istedi” dedi mary arka koltuktan.. “çünkü ben çalışıyordum.. bir işte.. ve eğer çocuğu hemen aldırmazsam işten ayrılmam gerekiyordu.. ve işten ayrılırsam benden ayrılacağını söylüyordu..”
“orospu çocuğu” dedi lita, sonra şarkı başladı.. ne şarkısı olduğundan size ne!
“sonrasında, yani 4 gün önce, paramız bitti, birçok yere borcumuz vardı ve paramız bitti.. yok hayır, param bitti.. borçları ben ödüyordum ve o aldığı para ile hayatını yaşıyordu.. o gece, beni öldürmek istedi, aslında her zaman öldüresiye dövüyordu beni.. ama elinde bıçak olmuyordu o zamanlar.. bu kez vardı.. ve bir şekilde evden kaçtım, tek alabildiğim şey şu çantaydı.. bana her şeye rağmen, ‘geçmiş geçmiştir” diyebilecek tek kişiye geldim sonrasında.. başka şansım yoktu.. belki bu kötü, yani benim bu huyum, sadece işim düşünce sana sarılıyorum prens”  o an da sustu, sesi titredi, pot kırıyordu..
“siktir et” dedi lita gülümseyerek, “ensest mensest, ben sır saklamasını bilirim” durumu iyi idare ediyordu ve ondan böyle bir şey beklemiyordum ben.. mary devam etti..
“özür dilerim böyle yaptığım için ama bu son.. tamam benden ‘özür dilerim bu son’ sözünü onlarca kez duydun ama gerçekten bu kez son.. özür dilerim… her şey için!” bu kez de ben “siktir et” dedim mary’ye, “boş ver özrü”.
“sikerim ya..” dedi lita, birden kızdırmıştık onu,  “ters şeride girip karşıdan gelen tıra önden girmemi istemiyorsanız bu muhabbeti ben yokken yapın”

bunun sonrasında ise bir süre sessiz kaldık.. şarkı bitince lita bir radyo açtı.. aptal bir kadın konuşup duruyordu, arada sırada da pop masalları çalıyordu… ama 15 dakika konuşuyor, arada bir şarkı çalıp, şarkının yarısında gene konuşmaya başlıyordu.. ne mi anlatıyordu? bilmem… ses işte.. ne olduğunun önemi yok.. araba sesine eşlik eden bir insan sesi.. arabadaki diğer üç kişinin sessizliğini örtmesi için.. otel mavi ışık mary’nin evine biraz uzaktı.. 1 saat kadar… mary’ye dönüp, “neden bu kadar uzakta tuttun oteli? evimi biliyordun zaten..” dedim ve o’nda daha önce onlarca kez gördüğüm o ifadeye büründü birden..
“param yoktu” dedi.. “herifin teki buraya attı beni.. üzerimden geçmek için.. ve bu sabahta, senden sıkıldım dedi bana, beş dakikada bir onun cep telefonundan seni arıyordum kız kardeşimi arıyorum diyerek ve param yoktu işte.. ilk geldiğim gün, mektup attığım adresi bulduğumda akşamdı.. ve gece yarısına kadar gelmedin sen.. birkaç kötü seçenekten en iyisi buydu.. kötü ama diğer kötülerin yanında iyi. seni seviyorum” lita ters şeride kırdı direksiyonu, ve mary hemen susunca tekrar eski şeride çekti arabayı.. ve eve gelene kadar, lita’nın radyoda konuşup duran aptal kadına ve trafikteki diğer araçlara ettiği küfürler dışında kimse sesini çıkarmadı.. ve eve geldik.. önünde durduk.. lita arabayı garaja sokarken ben ve mary evin kapısının önünde bekliyorduk.. ev mi? tek kat, müstakil ve bahçeli.. para, gözle görülüp elle tutulan her şeyi satın alır! bu nedenle ruhunu satmak diye bir şey yoktur! ruh alınır satılır bir şey değildir, sadece hissedilir ve herkeste olmaz.. ve lita garajdan çıkıp işaret çekti bize, ““heey, böyle gidiyoruz, bu tarafa”

***

ve oturduk işte.. garson kız geldi.. buraya kadarı ve bundan sonrasının birazını biliyorsunuz.. 

“ama ortak yaralar insanı düşmanda kılabilir” dedi mary..
“ben seninle düşman olmam” dedi lita bunun üzerine, “sadece beni yolda gelirken ki gibi delirtme bir daha!”
“tuvalet?”
“şu karşısı”. ve mary gitti..
“onda beni rahatsız kılan bir şey var” dedi lita.
“mary de bana senin için aynısını söyledi” dedim,
“boş bırakmaya gelmiyor sizi” dedi, “hemen dedikodumu mu yapıyorsunuz?”
“şu an da onun dedikodusu yapılıyor ama”
“ee başka ne dedi peki?”
“yok bunu gözleriyle belli etti bana, sen garajdayken söylemedi bunu, seni onunla tanıştırırken onun bana bakışlarından ben bunu anladım.. ama bu seni sevmediği anlamına gelmez”. ve hava kararana kadar orada geyik döndürdük.. ama kimse anı anlatmadı orada, ya da kimse kimseyle yakınlaşmadı… lita çok zekiydi, kendine saklıyordu mary’nin hikâyesini.. ve o gece, içmek için bir bara gittik.. garson kızda geldi.. ve henry de.. ve bir de kurtiz geldi.. aah, tamam peki, şakaydı, kurtiz diye biri yok öykümüzde, hem bir yabancı isme daha katlanamazsınız sanırım, ama napabilirim ki? dış mihrakların bok yemesi! ben emir kuluyum.. türk edebiyatına sinsice dalıp kültürünüzü bozmaya çalışan bir amerikan ajanı..

düşünüyorum da, melekleri… ben melekleri sevmezdim! yani şu tanrının her istediğini yapan melekleri kast ediyorum! tanrının memurları değil mi onlar? gerçek emir kulları! öyle yaratılmışlar, bir şey diyemezsiniz… ama şu kanatlı melek figürleri var ya, filmlerde,  resimlerde, heykellerde.. melekler böylemi yani gerçekten? ıh ıh, melekler bence başka türlü takdim edilmeli filmlerde ve görünür kılınıldıkları her yerde.. peri.. cadı.. cin.. ben inanırım bu tip şeylere, şakacıktan inanmış gibi yaparım.. sadece insandan ibaret olduğunu düşününce bu evrenin, canımı sıkar bu.. bir tür eğlence yani bu inanç.. geceleri gördüğüm sanrılar gibi yani… sanrılara inanırım, hepsi hafızamda değerli bir yere sahiptir.. doktora götürüldüm, bi kaç kez, lita da götürülmüş, mary de.. ama onlarınki başka türlü görüntülermiş.. bir dayım vardı, şöyle demişti ona sanrılarımdan bahsedince, “bir noktaya doğru çok fazla bakarsan ve çok fazla düşünürsen, istediğin nesneyi görebilirsin o noktada”. ve inanmadı bana.. ya da aldırış etmedi.. lita evde dolaşan insanlar görüyordu.. heykelleri bu yüzden yapmış.. yalnızlık.. mary’nin gördüğü şeyler sevişen insanlar… ve iniltiler.. ve bağrışlar.. ve bebekler.. ve babalar.. ve anneler.. ve bir de ben.. hala gerçekten var olduğuma inanmıyor çünkü, “sen gerçek olamazsın” diyor onu her affedişimden sonra, “senin gibi biri gerçek olamaz. ama siktir et” diyor.. “halüsinasyon da olsan seni seviyorum.. gerçeklerden sıkıldım” sonra gülüyor ve “ama anlayamadığım şey şu böcek” diyor, bana prens der, böcek der, bi çok şey der.. ben ona mary derim, hepsi bu, bugüne kadar ‘canım’ bile demedim ona tek bir kez! “anlayamadığım şey şu böcek, başkalarının da seni görüyor olması, o halde diğerleri de mi benim halüsinasyonum? tüm bu dünya benim halüsinasyonum olabilir mi? bilinçaltıma hapsoldum belki de… belki de ben o gece gerçekten aklımı kaybetmeyi başardım, ha? ne dersin?”

neyse, barda oturuyorduk.. henry erken gitmişti.. ve garson kız, sekizde bırakıp işi aramıza katılmıştı biraz geçte olsa… ve hala bizimleydi.. içiyorduk.. saat biri geçiyordu.. “içmesen artık lita? artık gitsek ha?” dedim, cevap vermedi, dalıp gitmişti elinde tuttuğu sigaradan çıkan dumana, “lita?”, ayıldı,
“tabi tabi, arabada mary ve seni kilitlemek zorunda kalmak istemiyorum sabah”. güldü, kimse bi bok anlamadı onun ve benim dışımda, ama sorun etmediler bunu, ve kalktık.. yine çok içmişti.. ve belinden kavradım onu.. bana sarıldı.. ve çıktık bardan.. arabaya bindik.. ben ve mary arkaya, garson kız ile lita öne.. ses çıkarmadı lita bu işe.. ve sürdü arabayı.. sarhoş bir şoför.. zil zurna sarhoş.. ve ev.. ve birer kahve.. sonra ben sızmışım.. ve sabah birden uyandım.. şimdi ben değil siz flashback yapın!! sekizinci ayetim.. işte o sabah.. rüya.. lita benle yatakta.. mary ise evdeki boş odada.. hani hiç anı olmayan oda vardı ya.. hatırlıyor musunuz? dikkatli olun, hepsi bu, ayrıntılara önem verenleri severim… böyle demiştim pelin’e, “ayrıntılara önem veririm ben!”, o da bana, “satanist misin” dedi, çok ince bir espriydi ve belki de çoğunuz hala aptal bir ifadeyle sırıtıyorsunuz.. hiç bi bok anlamadan her şeye gülenler vardır ya, iğreti bir maske taşıyanlarda olur bu ifade, anlamazlar sizi ama gülerler, çünkü komik bir şey söylediğinizi zannederler.. sahte olan her şeyden nefret ederim!  “evet” demiştim peline o zaman, ve gülümsemiştim, komik değildi esprisi ama çok inceydi, “şeytan ayrıntıda gizlidir” dedim ona, onu anladığımı anlatmak için.. gülümsemişti o da buna cevaben.. sanırım 2 yıl önceydi bu olay.. ve o olaydan 2 yıl sonrası bir sabah… ayrıntıyı bırak, lita’nın “mary sen boş odada yatarsın bu gece” deyişi dışında hiç bi şey hatırlamıyordum.. ve birde rüyamı.. lita ile evdeki barda konuştuğumuz şu rüya,

“mary kalacak ama, burada benimle”
“kaç gün..”
“buna ben karar vericem”

neyse, bu rüyanın tamamını hatırlamaya çalışıyordum.. saatin kaç olduğunu bilmiyorum ve yine akşamdan kalmayım!
“lita beni gece gene boşaltmadın umarım..” dedim, gözbebekleri belirince yastığımın diğer ucunda.. yeni açılan gözkapaklarını iyice açıp, gözbebeklerini üzerime tükürmek istercesine dışarı çıkartarak, (sanırım gözleri ile duyuyor ve görüyor olmasının yanı sıra bir de konuşurken kullanıyor onları..)
“günaydın hayatım. banyo yapman gerekmiyor, rahat ol!”. dedi.. dişleri gıcırdıyordu.. ama bu kez o tatlı sırıtış yoktu, nefret vardı gülüşünde.. gıcık ediyordu bazen, ama gıcık da olmuyordum sanki, tuhaf, değişik bi his, çok orijinal, belki de bu yüzden tarif edemiyorum! dünya üzerinde ilk kez benim hissettiğim bir duygu.. ve henüz bir kelime icat edilmedi bunun için.. bu duyguya girdap adını koyuyorum.. ama çağrıştırdığı mana ile bazen denizde oluşan şu gerçek manası arasında en ufak bir bağıntı yok - bu benim, adımı sonsuza kadar yaşatabilmek için yaptığım bir salaklık…

kalktı.. ve lavaboya doğru yürüdü.. sırtı harikaydı, bunu henüz fark ettim ama o sırtı açık bırakan gecelikten gördüğüm kısım ve kalçaları gerçekten heykelleri gibi sanat kokuyordu.. teşekkürler tanrı.. ve buzdolabının kapağını açtı.. peynir ve zeytin çıkartıyordu.. buzdolabının kapağı açıktı, ve o eğilmişti.. “lita uyku hapın var mı, gene başım ağrıyor da, çok içmişiz dün gece, saat kaç ki? susamışım.. soğuk suyundan rica etsem?” çok sakindim ben bunları derken, o ise neden olduğunu bilemediğim bir sinir taşıyordu üzerinde… ani bir refleks ile yorganı üzerime çektim, dışarda tek bir parçam bile kalmayacak şekilde örttüm yorganı üzerime, siper ettim.. ve lita’nın fırlattığı şişe yorganı biraz esnek tutmam sayesinde kırılmadan yatağın içine düştü, kapağı açıktı, yorgan, yatak ve ben. ıslandık işte.. kış günü buz gibi su döküldü taşaklarıma..

“bu şekilde kısırlaştırılmaz erkekler” dedim.
“sikerim erkekliğini” dedi, oysa ben gene özür dileyeceğini sanıyordum! hayır, o direk bunu söyledi bana… çok sert bir şekilde… ve çok hızlı..
“neyin var?” dedim,
“bir papaz ve iki kız” dedi bana. “sen kazandın!”
“acemi şansı” dedim, “ilk kez poker oynuyorum”. ikinci bir şişe.. bu kez hazırlıksız yakalandım ama o da ıskaladı.. duvarda asılı duran bir çerçeve düştü yere.. ve sanırım ıslandı da.. üzerinde ki resim için, “o benim hayatımı anlatıyor, eğer bir gün deprem olurda bu ev yıkılırsa, ilk kurtaracağım şey o resim!” demişti bana, onun evine ilk geldiğim gün… ve ben durumun ciddiyetinin farkına vardım, resmin ıslandığını görmüş ve kılını bile kıpırdatmamıştı.. buzdolabından kahvaltı için bir şeyler çıkarıp masaya koyuyordu.. yataktan kalktım hemen.. resmi aldım yerden ve güneş vuran bir yere koydum.. “umarım kurur” dedim, “bilmediğim bir şey mi var? gece ben uyuduktan sonra bir şey mi oldu?”
“siktirip gider misin lütfen” dedi.. “git yüzünü yıka, ne bileyim, heykelerime bak, mary’cigim uyanmış mı diye bak, ayakkabılarını boya, tıraş ol, kendini as, naparsan yap, sofrayı hazırlıcam ben, sonra da o bara gidicez işte, her şey istediğin gibi olacak, her şeyi başa alalım diyen sendin, şimdi lütfen git!”.
“evden çıkayım mı yani?”
“hayır, hayır, odadan, bu odadan çık.. içmeye gir, boşa gir, boşaltıma, garaja, istersen eşyalarını getirdiğimiz kutunun birine gir.. nereye istersen..  yeme odasından çık.”
“peki” dedim.. ve çıktım.. ve mary uyandı.. bana günaydın bile demedi.. sanırım gece lita’nın yanında yattım diye.. ve kahvaltı ettik.. lita ile mary kendi arasında konuşuyordu ama her ikisi de benimle konuşmuyordu.. gülüyorlardı, espri yapıyorlardı, ben gülünce ikisi de bana öldürecekmiş gibi bakıyordu ama benim hiçbir şeyden haberim yoktu.. anlam veremiyordum, üçümüzde aynı rüyayı görmüş olabilir miydik? bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı,

“dün gece bir rüya gördüm” dedim onlara.. oralı olmadılar.. bende anlatmaya başladım rüyamı.. size anlatmadığım kısmı ile beraber, size son 5 dakikasını anlatmıştım,  o an o kadarını hatırlıyordum çünkü.. bilirsiniz, bazen uyandıktan uzun bir süre sonra birden rüyanın daha fazlası hatırlanır..

10.
evden çıktık ve bara girdik.. ben arka koltuğa oturdum.. lita direksiyona.. mary ise ön koltuğa.. ve lita ile tanıştığım o bara gittik.. arabadan indik.. barın kapısında lita bana döndü ve “rüyan gerçek oldu bebeğim” dedi, “işte burada başlamıştık ve burada bitiriyoruz. en başa aldık yani.. her şey 4 gün önceki gibi.. sana kalan tek şey, evinin önünden eşyalarını alıp gerisi geriye eve taşımak. eyvallah”. mary’ye baktım,
“eyvallah” dedi ve lita ile birlikte bara girdiler.. o an hatırladım gerçeği.. rüyaydı evet.. ama gerçekti de.. bir gerçeği, rüyamda da görmüştüm sanırım.. ya da beynim beni yanılttı, sarhoş bir gecemi biraz değiştirerek hatırlattı bana.. ve ben rüya sandım.. rüya ya da değil, sonuçta gerçek şuydu ki, ikisi tarafından da terkedilmiştim! henry’ye barın kapısında terkedilişimi anlattım ve bana dedi ki, “gene de kârdasın bab, en azından 5 aylık kira borcun ödendi senin! ve bir deliğe girdin.. bi de benim halime bak! sahi lita sana verdi mi?”
“siktir lan” dedim, “kaybettim işte”. ve evime geldim.. dün geceyi hatırlamaya çalıştım evimde ama bir türlü tam olarak hatırlamıyordum, eksik olan birçok parça vardı.. bi defa lita ile barda değil yatakta konuşuyorduk! beni içine getirmişti gene.. ve ardından konuşmaya başladık.. mary ise boş odada uyuyordu o esnada.. ve lita mary’yi istedi ondan ayrılmamın karşılığında.. tamam ama hepsi bu kadardı işte. başka bir şeyi hatırlayamıyordum.. henry’yi bir şekilde atlattım ve eve tek başıma geldim, o gece yarısı, lita’nın evinin karşısındaki lokantaya gittim.. lita, mary ve garson kız masaları düzeltiyordu.. kapatacaklardı az sonra. bunu hatırlıyordum, o gece lita mary’ye “garsonluk yaparsın” demişti, “zaten ben tek başıma yetişemiyorum, ve bi kaç müşteri bu nedenle öfkeleniyor, dava açtılar bana, çorba ile yıkadım saçlarını onların, evet çalışırsın sen bizimle”.

“siz?” demiştim lita’ya
“lokantanın bir diğer sahibi de benim” demişti lita o gece.. “ya da kafenin, henüz ne olduğuna karar veremedik..”

ve onlar tam mekânı kapatıp çıkarken, garson kıza, “konuşabilir miyiz” dedim, lita bana dönerek, “o lezbiyendir” dedi, “işine yaramaz”. ve lita ile mary yolun karşısına geçerek evlerine girdiler.. kapıyı kapattı garson kız.. ya da diğer adı ile pelin.. hani şu iki yıl önce şeytan ve ayrıntı esprisini yapan pelin… onunla tanıştığımız günden beri görüşmüyorduk.. biliyorum tamam tamam, kesin sızlanmayı, bir müptela ile karşı karşıya olduğunuzu daha önce söylemiş olmalıyım size, ve hafızam sikik ve konsantre olamıyorum, bu nedenle dikkatli olun ve flashbacklerime katlanın.. ne diyorduk? hah hatırladım, garson kız, yani pelin, kapattık onunla mekânı ve onun evine doğru yürümeye başladık..

“am peşinde olduğumu sanıyorlar” dedim
“sana inanmıyorlar” dedi.. ve ona o geceden hatırlananları anlattım.. o sesini çıkarmadan dinledi..
“hatırlayabildiğim her şey bu” dedim ona, “sende o gece bizimleydin, ve sonrasını sana anlatmış olmalılar.. anlatsana..”
“eve gidelim önce” dedi,
“uzak mı?”
“çok değil, 10 dakika kaldı” ve bu on dakika boyunca başka şeyler hakkında konuştuk.. 2 yıl içinde neler yaptığımız hakkında.. ve iş arıyor olduğumu söyledim.. rahattım onun yanında, çok rahat, “yanlış anlama, beni işe al demek istemiyorum sana” gibi bir açıklamaya gerek duymadım.. “aklımda bulunsun iş mevzusu” dedi, “ve ben sana parasal olarak yardım edebilirim sen de bir iş bulunca geri ödersin”.

ve evine geldik..



11.

“hayatında biri var mı” dedim ona evdeki bir koltuğa oturduktan sonra…
“siktir et” dedi, “uzun hikâye, ayrıca bu yaşımdan sonra cinsel tercihimi değiştirmiş değilim, lita’nın saçmalıklarını siktir et.. seni özlemişim, bir türlü konuşamadık karşılaştığımızdan beri.. lita seni nasıl bulduğunu anlattı bana ama seninle tanıştığımızı henüz söylemedim ona”
“teşekkür ederim, bende söylemedim” dedim ona
“tamam, şimdilik bu aramızda kalsın o halde, dün gece deli gibiydin, seni tanıyamadım ve bir an şüphe ettim sen olduğundan”
“noldu ki?”
“çok şey, başlangıçta şunu söyleyeceğim, mary sana âşık değil bunu kafana sok, lita’ya âşık değilsin biliyorum ama o sana âşık, onu almalıydın bence, tercihini yanlış yaptın ve bu her şeyi altüst etti! mary seni seviyor, ama âşık değil, başkalarına âşık oluyormuş sürekli, ama sana âşık olduğu tiplerden daha fazla değer veriyormuş.. muş diyorum çünkü artık her şey değişti…”
“nerden biliyorsun bunca şeyi?”
“bugün uzun süre konuştum onunla”
“muhbir”
“siktir et şimdi bunu, sana sadece ben yerinde olsaydım napardım bunu söylücem, gerisi sana kalıyor, her şeyi berbat etmişsin dün gece”
“hatırlamıyorum ki”
“bu hiçbir şeyi çözümlemiyor ama, lita her şeyi hatırlıyor”
“anlat hadi”
“o gün mary lita’nın kalmasına izin verdi, bunu hatırlıyorsun”
“evet sonra?”
“ve sen bunun üzerine mary’ye sulanmaya başladın, yanındaydı o ve sen onunla sevgili gibiydin, o da rahatsız değildi bu durumdan, her öpücüğüne karşılık veriyordu, nerdeyse altına alacaktın kızı”
“her zaman ki halimiz bu, ee?”
“ama lita’nın o an gözlerine baktın mı hiç?”
“ama bugün, yoldayken, biz gelirken, o an tavrı iyiydi, ben sandım ki beni anladı ve vazgeçti benden.. bitti bu iş sandım.. ve sarhoştum üstelik”
“lita’yı tanımıyorsun sen, hem de hiç”
“tanıyorum”
“nefretini kazanabilecek kadar iyi tanıyorsun o halde..”
“nefret mi ediyor?”
“tam olarak değil, bir karışım şu an onun hisleri. damıltmak sana kalıyor”
“kimsenin peşinden koşacak değilim, ya mary?”
“o sana âşık değil. ama senin ona şefkat göstermeni seviyor.. ve seni istiyor! her şeyinle onun olmanı istiyor.. onun tabiatı bu.. o ister.. hoşuna giden her şeyi! ama sende kimse de bulmadığı başka bir şey buluyor, ama âşık değil”
“o gece noldu?”
“mary sızdı bir ara”
“sonra?”
“ben çıktım sizden.. sen lita ile düzüşmüşsün, hem de aşk dolu bir şekilde, lita öyle söyledi bana, ve bu kez ona seni seviyorum demişsin, bu belki de mary’nin sana seni seviyorum demesi gibi bir şeydir, ben bilemem ne hissettiğini.. neyse, sonrasında muhabbet etmeye başlamışsınız, ve sen birden öyküyü başa sarmaktan, lita’dan ayrılmaktan, mary’ye âşık olduğundan falan bahsetmişsin, tüm bildiğim bu, lita özel ilişkilerini kimseye tam olarak anlatmaz, ve her gördüğü erkekle sevişmez o.. mary tam tersi onun.. o seks için adamı çeker.. lita ise aşk için.. ikisi de bunları biliyor.. ve mary artık senden nefret ediyor.. seni istemiyor! onu her affedişinde aynı günün gecesi düzüşmüşsünüz.. çok sık düzüşmüşsün onla.. nerdeyse her seferinde.. ve o gece lita, sen başa alalım öyküyü deyip sızdıktan sonra, mary’yi uyandırıp konuşmuş onunla.. ve lita’nın anlattıklarından sonra mary senin her seferinde düzüşmek için onu affettiğini düşünmeye başlamış… onu çeken şefkatti, ona duyduğun aşk ile zerre ilgilenmiyor… o şefkat istiyor.. ve şimdi işler böyle bir hal alınca, işte aynen durum bu, şimdi evine gitmek zorundasın, sonra da sen benim sorunumu çözeceksin..” biraz para aldım ondan ve evin yolunu tuttum..

12.
o gün gündüz mary ile lita beni siktir edip bara girdikten sonra eve döndüm.. onları umursamıyor değildim ama özür dileyecek olan da ben değildim.. kapının önüne atılmıştı tüm eşyalarım.. lita’nın bunu nasıl becerdiğini bilmiyorum.. pelin’e bunu sormayı unuttum.. ama sanırım ben onları bıraktıktan sonra onlar hemen bardan çıkıp eve döndüler ve eşyalarımı toplayıp eski evimin önüne bıraktılar..

ve sonra henry aradı.. her zaman ki gibi.. sonra da ben kafenin kapanış saati gidip pelin’i aldım.. sonrasını biliyorsunuz.. çok klişe oldu bu; “sonrasını biliyorsunuz..” ama saat sabahın altısı, bu saatte, yayınlanmanın bir yolunu arayan ve işsiz ve aç bir yazardan daha fazlasını bekleyemezsiniz.. şimdi uyucam ve yarın sabah bi gazete alıp iş ilanlarına bakıcam.. gerçekten! inanmak istemeyebilirsiniz, ama bu gerçek! ve bir gün yolunu bulucam… bu öykü mü? belki bir gün tamamlarım, ama iyi bir senaryo çıkar bu zırvadan.. belki.. her neyse.. hoşça kalın..

7 ağustos 2005