cold
“sana
kendini kötü hissettiren şarkılar dinlersen, kendini kötü hissedersin tabii”
dedi, “mutlu şarkılar dinlesene, en azından bu aralar..”
2004
yılındaydık, ve onun evinde..
evi
bucada bir yerdeydi ve adı yelizdi. ben o zamanlar izmir’in kuruçay adı verilen
bir çingene mahallesine 2-3 ev komşuydum. çocukluğumdan ilk gençlik yıllarıma
kadar arkadaşlarımın yarısından çoğu çingeneydi ve kitaplardan ya da 4 yıl
boyunca sınıfı geçemeyip sonunda atıldığım üniversite deneyimden asla
öğrenemeyeceğim şeyler öğrenmiştim onlardan. ama konumuz bu değil, en azından
şimdilik.. konumuz demişken, elim yandı abi, geçen hafta, yaklaşık 240 derecede
eriyebilen beyaz ppt adında bir plastik maddenin, enjeksiyon makinesinden akan
erimiş haldeki 40 gramlık kısmı, yazarlığıma ara vermeme yol açtı dersem,
hakkımda ne düşüneceğiniz üzerine sizinle tartışmak isterim. ama eski
okuyucularımın yakından bildiği gibi, yazarlık üzerine tartışmaya kapalı
biriyim, daha çok dalga geçmeyi severim, yazabiliyor olunulduğu için takınılmış
olan o büyük ve boş pozlarla. ama elim yandı abi.. gerçekten.. bunun 2004’de
olanlarla ne ilgisi mi var? konumuz demiştim. ne anlattığım ve ne
hissettiğimden hayatım boyunca emin olmuşumdur. ve bu bazen, hatta çoğu zaman,
insanı zora sokar. yapmak istemediğiniz şeyleri ya da yapmanızı istedikleri
şeyleri yapmanıza veya yapmak istediklerinizi yapamamanıza mesela.. çünkü
yeterince dik başlı bir şekilde, ve sonucunda bir çok şeyi yitirebileceğinizin
bilincinde olarak, ve yine de bir inatla, istediğiniz şeylerin peşinden
giderseniz, çantanıza şans ve talihin konmadığını fark ettiğinizde, iş işten
geçmiştir. denemişsinizdir. ve birileri sizin başarılı olamadığınızı veya
başarısız olduğunuzu ya da daha genel bir tanımla, tümden yanlış yaptığınızı,
yani bile isteye yanlış ata bahis yatırdığınızı düşünse de, biliyorsunuzdur,
sorunun nerede olduğunu, başarılı olmak ya da kılınmak için, yapılması
gerekenleri yapmak, içinize sinmemiştir, hepsi bu.. ve yine de, her ne
yaparsanız yapın, skora etki edemezsiniz, ben bu mesleği yapmam çünkü nefret
ediyorum bu işten deyip, o mesleki eğitimi tamamlamazsınız mesela, ve yıllar
sonra yine başka bir nefret ettiğiniz iş mesleğiniz haline dönüşmüş olur. ve o
fabrikadaki risklerin en büyüklerinden birini (mengeneye elini kaptırmak) bir
ara saliselik farkla atlatmışsınızdır, birkaç yanık parmağın lafı olmaz burada.
ama 2004 yılında, yıllar sonra böyle bir gidişata gebe bir öyküyü yazacağımı
bilseydim, yeliz’e o gün şunu söylemiş olmak isterdim: “ben bir kahinim,
parmaklarımı çakmakla yakabilir miyim diye deneme yaparken, geleceğe antrenman
yapıyorum aslında, ısıya karşı bağışıklık kazanıyorum ben” ama hayır, o gün
yeliz’e dediğim şey, “birkaç yanık parmağın lafı olmaz” oldu, ki yakmıyorum,
yakabilir miyim diye deniyorum, o da bana şöyle demişti, “aynen falçatayı
tenine kaşıyormuş gibi sürtüşün gibi, neden hayatını yakmak konusunda master
yapıyorsun?”
“sana
kendini kötü hissettiren şarkılar dinlersen, kendini kötü hissedersin tabii”
dedi, “mutlu şarkılar dinlesene, en azından bu aralar..” ve müziği değiştirdi,
yani this empty flow’umu. yani bu melodiler, ona göre, karamsarlığa kapı
açıyordu, depresifliğe, ruhani güçsüzlüğe, sağlıklı düşünememeye, oysa ben
huzur buluyordum, ne kendimi kötü hissettirdi bana jori’nin sesi, ne de çok
iyi. sadece, dengede durmamı sağlıyordu. hâlâ yaptığı şey bu. aşırı
sarhoşsunuzdur, ve evin yolunu bulamayacaksınızdır, yürürsünüz yine de, ve
kaybolursunuz bir süre sonra, ve enerjiniz tükenmiştir, ve aynı sizin
durumunuzda olan biri gelir karşıdan, hatun ya da herif, cinsiyetinin bir önemi
yok, aynı durumda herhangi bir hayvan da olabilir bu, ya da bir uzaylı, sadece
o da, aynı koşullar altındayken en azından güneşin doğmasını bekliyordur, ve
bir yere düşüp yığılmamak için birbirinizden destek alıp yürürsünüz.. ve bir
süre sonra, bir ihtiyaç üzerine gelişen bu hâl, ihtiyaç olmaktan çıkıp,
herhangi bir zorunluluğun getireceği baskı ve stresten uzak bir bütünleşmeye
döner. onsuz da var olabilirsiniz, bir süre sonra bunun eksikliğini
hissetmeyecek kadar tek başına olmaya alışadabilirsiniz hatta, ve bu, farkında
olduğunuz halde, tercih etmediğiniz bir şeydir. hatta onun hayatınızda ki
varlığının yüzde çoğu zararlı da olsa.. sigara gibi mesela.. bırakmayacağım,
çünkü seviyorum.. hepsi bu. gibi bir şey.. anlatabiliyor muyum? ve burada
aşktan bahsettiğimi anlayabilir musunuz? ve söz konusu öznenin 2004’de ki yeliz
olmadığını açıklayabilir miyim? her ne kadar o, bunu çok istemiş olsa da..
sigaraya aşığım dediğimi anımsıyorum, aşırı sarhoş gecelerimden birinde, kilise
sokağında, kendi kendime konuşurken, yanımda ki insanların dahil olmadığım
muhabbetlerini sabotaj edebilecek bir tonda, sigaraya aşığım ben.. özellikle de
kısa kırmızı pall mall’a.. mavi chesterfield’e. öncel’in sardığı tütüne.. ve
ağzıma sürmem diyemeyecek kadar asla olamayacaksam da, nefret ettiğim tadı bana
acı gelen, bazı markalar.. ve sigara ile aşk arasında kurduğum bağıntıyı,
özneyi, konuyu anlatan bir erkek olduğu için, kadına indirgediğimi düşünerek
feministlerle aramda ufak bir tartışma başlatabilirsiniz çok sevgili olmayan
eleştirmenlerim.. son ifadede sorun yaşayabiliriz. çok sevgili olmayan,
eleştirmenler mi. yoksa, olmayan eleştirmenlerim, çok mu sevgili.. bu arada,
yelize ve 2004’e ve bucada olanlara ve empty flow’a geri döneceğiz.. ama az
önceki sorunu, daha da karmaşıklaştırmak için, aslında orada söylemeye
çalıştığım şeyin, çok sevgili olmayanların, gerçekten en iyi eleştirmenlerim
olan eski sevgililerim olduğunu, ama çok sevgili olamadığımızı, yani
kalamadığımızı, bu yüzden onlara gönderme yaptığımı, açıklayarak, yalan içinde
yalan düzmeliyim. ve herhangi bir feministisyenle aramda herhangi bir ifademden
doğabilecek tartışmadan, en çok sevgili olmayan en iyi eleştirmenime bir yardım
çağrısında bulunarak, sıyrılabilirim. ona göre ben, pro-feministtim çünkü. öyle
diyordu. haklı da olabilir.. belki.. neyse.. geyiğe bir son verip, bucaya
dönüyorum, umarım bu uzun ve sorunlu girizgah, okuduktan sonra hiç bi bok
anlamayıp bu durumdan ben sorumluymuşum gibi bir ok fırlatıcak olanları
uzaklaştırmıştır.. anti-girdap timinin 4-5 elçisini hakladıktan sonra, ortalık
pek bi sessizleşti gerçi.. artık yazamıyorsun girdap.. artık yazma girdap. hiç
bi zaman yazamadın. yazdıklarında ruh ve duygu yok. yazdıklarını yayınlamak
konusunda aptalca bir cesaretin var.. yazdıkların beş para etmez. evet evet
evet, çok haklısınız, ama hâlâ ringdeyim anlaşılan, üçü yanık olan on
parmağımla beraber.. ne diyordum jessicka? buca.. 2004. yeliz’in evi..
jessicka fodera’ya aşık olduğumda, 25 yaşındaydı. ve
bana, robert smith’in “bu şarkıyı yaptığımız için pişmanım, çünkü herkes sadece
bu şarkımızı biliyor” dediği bir şarkıyı, bağıra çağıra söylüyordu. ve
robert’in ‘herkes’ine dahil değildim. ve atilla ilhan’ın bahsettiği hiçkimse
gibi birim henüz olmamıştı. halüsinojenlerin eşliğinde kurulan düşlerin bir
yankısıydı belki, daima var olan, ve aslında hiç olamayan. sonra öyküler
anlatmaya başladığımda, kül tablosundan tavşan çıkartabilecek hatunlar geldi..
yeliz gibi.. iyi olmama hali, ya da pas tutmaya ramak kalmış bir hayatın içinde
akıyor olmak.. hayır dediğimi o kadar çok kez hayır dediğimi o kadar çok kez
anımsadım ki, evet demek istediğim anlarda.. eskişehirdeydi pınar, ve maddi
durumu iyiydi, ve benimle beraber yaşamak istemişti, ve evinde kalabilirdim, ve
hiçbir şey yapmam gerekmeyecekti, sadece evin odalarında var olmak.. cezbedici
bir çok seçeneği sadece istemediğiniz için göz ardı ettiğiniz taktirde, geriye,
istediğiniz şeylerin cezbedici olmayan yanlarını görmezden gelmek kalır. ve
aslında, olan, bir şey de yoktur ortada.. olmayan bir şeye, oluyormuş
yanılsaması ile sarılırsınız.. ve gecenin yarısı patlar hikaye. sigaranızı
sutyeninin içine sakladığı aklınıza gelmediği için aranıp taranmaktan
vazgeçtiğiniz anda, onu uyandırmışta olursunuz, o sese uyanır, ne aradığınızı
sorar, “sigaramı” dersiniz, “yatarken bıraktığım yerde yok, yanlış
hatırlamıyorum ama”, ve yüzünüze atılan bir tokatın ses tonu ile “al” der,
“ölmeni istemiyorum sadece”. ve o an, o da sizinle beraber bir tane yakmış
olsaydı, son sigaranızı içmiş olacağınızı, bırakmaya sizi, sonunda ikna etmiş
olacağını, biliyorsunuzdur. yapmaz ama. yatar sadece. ve o an, sırtı size dönük
olan sevgilinizin, artık eski sevgili olan ve olmayan eleştirmeninizin,
feminist olan ve sizin pro-feminist olduğunuzu iddia eden, bu noktada yazılarınızla
ilgili sizinle tartışabilen ve sırtı size dönük olan sevgilinizin, kapalı olan
gözleri, amfetaminin damağınıza değdiği andaki tadı anımsatır.. olanın,
anımsananla bir ilgisi yoktur oysa. duygu karmaşası sadece. karmaşık bir duygu
değil. duyguların karmaşası.. çakmağın alevi. yakarken alınan ilk fırt dışında,
hiç içmeden, dumanı ve külü izleyerek bitirilen bir sigara.. bi insan gecenin
üçünde aniden uyanıp, neden bir sigara içer ki? hatırlıyorsanız eğer, ki
okuduysanız yani, çünkü ben anlatmıştım, daha önce, bu öyküyü, ve kalanını, ve
öncesini, ve sonrasını, yelizin ağzımdaki sigarayı çekip aldığını, ve “hem çok
içiyormuşsun artık, yapma” dedikten sonra, paketten yeni bir tane çıkardığımı
biliyorsunuzdur.. ve yelizle hiçbir zaman sevgili olmadık. ama bana, çok daha
ağır, yaptırımlarla geldiği halde, sevgili olduğumuz, masaldaki, uyuyan
güzelin, bunu yapması, paketimden yeni bir tane daha çıkarma periyodumu
uzatıyordu. ama kül tablosundan bir şapka bile çıkartmazdı o. değil ki tavşan..
işin özeti de buydu. hile yoksa, orda ben olabiliyordum, ve ben varsam, bu,
tamamen demek anlamına geliyordu, hayır senin için sigarayı bırakamam, ama
benim sigarayı bırakmayı istememe yol açabilirsin, ve istiyorsam bırakabilirim,
ama bu hareket bir “için” barındırmaz, bir nedene dayalı olmak bana kendimi iyi
hissettirmiyor. mesnetsiz bir şekilde bulunuyorum bu alanda. havada asılı. ama
rüzgarın estiği yöne terfi etmeyecek kadar da dayanıklı.. senden önce neysem,
seninleyken de oyum, belki biraz daha fazla, o. ama senden sonra, daha az
olacağımın farkında olarak. ama buna rağmen, bir hoş görünme çabası taşımadan..
ne diyordum anneke? buca.. 2004. yeliz’in evi..
anneke van giersbergen’e aşık olduğumda, 28 yaşındaydı. ve bana, içinde
“buharlaşıyorum, olduğum şey bir duman örtüsü” dediği bir şarkıyı, söylüyordu.
sert bir melodinin içinden geçen sakin bir ses.. denge. ve niyeyse, 2004 yılında,
yelizin bucadaki evinde, gecenin ikisinde, oturmuş, bir sonraki hamlemin the
gathering’in hangi kurşunu olmalı diye düşünüyorken, this empty flow’dan
sonra.. kendimi iyi hissetmem için neşeli şeyler dinlemem gerektiğini söyledi.
müziği değiştirdi. ve ben “sigaramı da değiştirmeli miyim” diye gösterdim tepki
mi.. parliament falan içsem, olur mu? ki nefret ederim. biliyorsun.. şu an açtığın
şeyden ettiğim gibi.. lerle devam eden.. süreç.. sonrasında.. bir şey, her şeyi
değiştirebilir dedim ona, bardağı taşırmayabilir son damla bazen, birkaç saniye
öncesinde içinde buz gibi bir su olduğu için sıcak bir tek damla o boş bardağı,
boşluğu, çatlatabilir de, şu an yaptığın şeyin, tanımı bu, ama ben, ruhuma,
yeni sondajlar eklemek istemiyorum.. kalkıp, cold’u açtım, cure tabii ki..
duruma uyan.. bazen hiçbir şeyin değiştirmeyeceği şeyler de vardır dedim
sonra.. kalıtsal ve epidemik olan her türlü algıdan izoleyim.. boşuna deneme..
kalkıp
bir bira daha aldı dolaptan.. benim elimdeki de bitmek üzereydi ve normal
şartlar altında, bana da getirirdi. ama yapmadı. sigarasını yaktı. ve odanın
bulunmadığım tarafına çevirdi yüzünü.. mutlu olmak istemiyorsun diyerek..
inanmadığım
şeyleri olamıyorum dedim..
karamsarsın
gerçekçiyim
desek
içmek
için bir nedene ihtiyacın yok
bir
neden için içmeye de
neden
yaşıyorsun o zaman, dedi, kafasını tekrar bana çevirerek, konuştuğumuz konunun
altında yatan sebep, bir süredir, onun benimle beraber olmak istemesi, benimse
kendimle bile beraber olmadığımı düşünmesiydi.
neden
yaşıyorsun?
bi
nedeni yok, henüz ölmedim sadece, hepsi bu..
ooo,
büyük cevap, neden ölmüyorsun o zaman?
onun
da bir nedeni yok, hâlâ yaşıyorum sadece, hepsi bu..
siktir.
büyük büyük büyük palavralar.. bu şarkı kaç dakka ya?
bilmem,
bittikçe başa dönüyor o, tek onu bıraktım listede..
söz
konusu olan, cold’du, ve robert, “another past time”i fısıldadığında, az önce,
şarkının içinde, ister istemez, dokuz yıl öncesine, aktı zihnim, dediğim gibi,
o zamanlar çingenelerle beraber yaşıyordum, ve o gece için bucadaydım. dokuz
yıl sonra da buca da olucam muhtemelen, ve yine aynı şarkıları dinliyorken,
2013’ün sanrılarından kesitler sunucam.. değişen bir şey olmayacak, isimler ve
mekanlar dışında.. şarkının girişinde gelen davul ritimleri, kafamı yıllar
sonra duvara vuracağımı söyleyenlerden daha etkili olmuş.. hâlâ aynı ritimlere
vuruyorum.. kafamı.. sert bir düşüş olduğu söylenemez.. hah, hatırladım..
dibe
çekiyorlar seni demişti yeliz, t.e.f için..
onlar
benim paraşütüm dedim.. ben uçaktan atlamışım zaten.. yerçekimi.. kaçınılmaz..
ama sen, zinciri kopmuş bir asansöre binme konusunda ısrarlısın..
anlamıyorum
dedi..
sonra
uyuduk.. sonra.. dün.. eve gelirken.. gecenin üçünde.. yolda.. karşılaştık
onunla.. dokuz yıl ve o geceden sonra.. yolda karşılaştık.. ve bir yudum bira
daha kaldıramayacak kadar sarhoştu. otobüse bindi. beni gördü. en arkadaydım.
otobüs zaten ağzına kadar boştu. yanıma geldi. kulaklığımı çıkardım..
tanımıştım çünkü.. ve yaşlanmıştım. yaşlanmıştı. şaşkınlık faslını ve
merhabalaşmayı ve neler yaptığımızı, hayatımızın nasıl olduğu faslını
tamamladıktan sonra, “ne dinliyordun” diye sordu, kinayeli bir şekilde sormadı
ama, eski defter açılmayınca, kendimi rahat hissettim.. ne diyordum marissa?
buca.. 2004. yeliz’in evi..
marissa nadler’e aşık olduğumda, benimle aynı yaştaydı.. ve bana,
henüz pek az kişi tarafından dinleniyorken, şarkı söylüyordu. yüzü yoktu.
hikayesi yoktu. seslendirdiği dizelerin, bildiğim dile bir çevirisi yoktu.
anlam, bir neden barındırır bu yüzden. duygular anlam ihtiyacından bağımsız
olduğu için, nedenlerle açıklanamaz. anlam, somut bir şeydir, varoluşunda
nedenlere ihtiyaç duyabilir. ama herhangi bir duygu, nedenden bağımsız olarak
ortaya çıkar. neden, duygudan sonra gelir. gelmese de olur hatta. o yüzden,
“seni sevmediğimi anladım” dünyanın en aptal cümlesi olmaya aday olabilir.
olsaydı, oyumu kullanırdım. ve “seni
neden sevmediğimi şimdi anlıyorum” daha tutarlı olurdu. bu noktada, ‘neden beni
sevmiyorsun’un bir yanıtı olmamıştı, yeliz için, o anlamak istiyordu, ben anlam
aramıyordum, ojemi mi sevmedin, saçlarımın rengi, ses tonum, yürüyüş tarzım,
boynum.. liste devam edebilir, ve hiçbiri, gerçeğe teğet bile geçmez..
yeliz’den nefret ettiğimde, benden bir yaş
büyüktü. ve bana, hiçbir zaman kaydedemedikleri ve sonrasında dağıldıkları
grubuyla beraber, bir şarkı söylüyordu, çimlerde.. grunge yapmaya
çalışıyorlardı. ama yapamayacaklardı. yapmış olsalardı da durum değişmeyecekti.
dünyanın en harika işini çıkarmış olsalar da değişmeyecekti. yaptıkları müziği
sevmiş olsaydım da değişmeyecekti. ondan nefret ediyordum. ve arayıp, kendini
iyi hissetmediğini söylediği zamanlarda, yanına gidiyordum. hepsi bu. ve hiçbir
zaman, ona kendini kötü hissettiren, sonra geçer dediği şeyin, ne olduğunu,
açık açık, söylemedi. gün içinde bir şeyler olmuş gibi bir hava belki..
olmamıştı. o hafta başına saçma sapan bir şey gelmiş gibi belki.. gelmemişti.
bir arkadaşı kötü davranmış gibi de olabilir. davranmamıştı. gelir ve geçer
derdi sadece, boş ver. ama, ben gelince geçen bir şey olduğunu biliyordum, o
kötü ruh halinin.. beni iyileştirirse, kendisinin de iyileşeceğine dair olan
saf inanç.
otobüste karşılaştık sonra işte.. sarhoştu.
değildim. ve ertesi sabah yedide kalkıp gitmem gereken bir işim vardı.
ekebilirdim. ama ekmeyecektim. evlenip boşanmıştı ve bir çocuğu vardı. kız.
hâlâ aynı işte çalışıyordu. çok iş değiştirmiştim. aynı eve geri dönmüştü.
evimden hiç uzaklaşamadım. artık annesi ve çocuğu ile yaşıyordu. hâlâ babamın
kirasını ödediği bi evin odasındaydım.. benden epey sonra inecekti.. evime
birkaç durak kalmıştı sadece.. söylemiştim nerede indiğimi. ve şu, eskiden
aramızda olan, kasvetli diyalogların, asla tekrar etmeyeceği sinyalini
almıştım. bu, ondan nefret ettiğim zamanlardaki durumumu değiştirdi. bana, ben
inmeden önce, “aslında o zamanlar seni sevmediğimi fark ettim daha sonradan
biliyor musun” dedi.. “sadece, boşluk ve ihtiyaç meselesiymiş galiba” dedi..
indim sonra.. söylediği şeyi ona söylediğim zamanlar yaptığımız tartışmayı
hatırlayarak indim otobüsten. kulaklığımı da tekrar takarak tabii ki,
ezberlediğim sokakların gürültüsü ve ezberlediğim insan sesleri yerine,
ezberlediğim tınıları tercih ediyordum, daima.. onları duymadan da
görebiliyordum sonuçta.. ama genellikle, yukarıda bahsi geçen sesleri duymadan,
bu yaşıma kadar gelemezdim. sonra fark ettim, eve kadar yürürken, bir daha biri
daha sorarsa, neden yaşıyorsun diye, müzik dinlemek için diye cevap
verebilirim, yukarıdaki palavraya göre, daha tutarlı olucaktır. hayır tanrıdan
bahsetmiyorum, yazının yukarısında, ki tanrı da yukarda değilmiş gibi
davranıyor bana zaten. sonra, aslında yelizden değil, kendisinden değil,
baskıdan nefret ettiğimi de fark ettim, baskı kalkınca nefrette silinip
gitmişti. ve gecenin üçünde uyanıp sigara içmek istediğimde, çok sevgili eski
eleştirmenimin, paketi göğüslerinin arasına sakladığını bilseydim, onu
uyandıracak kadar ses çıkarmazdım odada. bu bana, baskıdan çok, çaresizlik
olarak görüleceği için. ve galiba yelize de, çaresiz hissettiğini bildiğim
için, eşlik ettim, bazı birkaç gece.. bazen olur. ellerimi yakmayı sonunda
başardığımı söylediğimde ona, o gün otobüste parmaklarımı göstererek, acıyarak
güldü bana, çünkü söylediğim şey kötü bir durumu anlatıyordu ve üç parmağımda
berbat görünüyordu ama geçmişten gelen mizah, durumu dengelemişti. otobüsten
indim. kat’i açtım sonra. kulaklığı takıp. katherine bjelland. ona aşık olduğum
zamanı hatırlamıyorum. sonra da.. eve gelip.. uyuyup uyandım işte. iş için.
arada bir şeyi atladım ama, galiba, onu da sonra anlatırım..
*başlık
the cure’un bir şarkısının adıdır..
21 kasım 2013