15 Aralık 2016

her şey kedidendi…

her şey kedidendi…

o gün, uzun bir aradan sonra ilk defa işporta tezgahı açıcaktım. bu kez sadece fanzinlerden oluşacaktı tezgah. birkaç da kendi kitabım. uyanınca ilk işim arşivdeki fanzinlerin en sevdiklerimden birkaç kopya basmak oldu, yazıcıda kalan mürekkeple. eski tip bir yazıcım vardı ve toneri çok ucuza doluyor, tek dolumda 2000 sayfa kadar bir şey basıyordu. üç dört saatimi aldı fanzinleri basmak. ardından evden çıktım.

akşamüstü dört gibi tezgahtaydım. siyah bezimi, eski evimin perdesi olan bezimi serdim ve tek tek sıraladım üzerine fanzinleri. tam bu sırada çıkıp geldi vak vak. adının vak vak olduğunu söylemişti. kafası bir kediyi andırıyordu ve insan bedenine sahipti. onu ilk gördüğümde apalladım aslında. “kolay gelsin ihtiyar, oturabilir miyim” demişti arkamdan, ben eğilmiş, fanzinleri istiflerken. işportadayken, tanımadığım insanların eğlenceme salça olmasından hazzetmiyordum, özellikle çok konuşuyorlarsa. günümün içine ediyorlardı resmen. içimden “sıçtık” dedim. arkamı döndüğümle apallamam bir oldu. insan bedenli bir kediyi çağrıştırıyordu. “tabii oturabilirsin” dedim. ilacımı bırakalı altı ay olmuştu. halüsinasyonların baş göstermesi kaçınılmazdı. ama bu kadar gerçeğini ilk kez görüyordum.

“adın ne” diye sordu,
“girdap” dedim, “ya senin?”
“vak vak demen yeterli. sigara?” çıkarıp paketini uzattı. hiç değilse sigara içiyordu. bir ayrım gözetmiyorum ama sigara içen insanlarla daha iyi anlaştığım bir gerçek. aldım sigarasından. kendiminkini yaktıktan sonra çakmağı ona uzattım. “seni daha önce de gördüm buralarda” dedi, “geçmiş yıllarda.”
“evet daha önceleri de açıyordum tezgah” dedim.
“parasız kalınca mı yapıyorsun bu işi.” diye sordu.
“parayla ilgisi yok” dedim, “terapi gibi düşünebiliriz.”
“anlıyorum” dedi, “beleşe ver öyleyse”

çattık diye düşündüm, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırdım, sonuçta kendi kendine konuşmak gibi bir şeydi bu. “beleşe veremem” dedim, “maalesef artık sadece parayla satın aldıkları şeylere değer veriyor insanlar. iki, üç lira bir şey zaten fiyatları.”
“ucuzmuş.”
“öyle.”
“şarap içer misin?”
“birazdan bira alıcam kendime” dedim. fazla yakınlık kurmak istemiyordum.
“sen bilirsin” dedi, şişesinden bir litrelik bir şişe çıkardı. şişenin gerçek olmadığını bilmesem ben de içerdim elbette. ama, işte, bu, yanı başımdaki, kedi kafalı herif, günümün ve belki de kalan günlerimin içine edileceğinin habercisiydi. ilaçları bırakmakla iyi mi etmiştim, bilmiyorum. ama onlarla da yaşanmıyordu. bir çıkmaza saplanmıştım, ya ilaçlarla ve ölü bir bedenle devam edicek ya da onları bırakıp biraz tuhaf varlıklarla ve paranoyalarla birlikte yaşamaya başlayacaktım.

“ben bira almaya gidiyorum” dedim vak vak’a. iki yanımda da başka işportacılar vardı ve beni daha öncede kendi kendime konuşurken görmüş olmalılardı. ama yoldan geçen insanlara durumu açıklayamazdım. hiç olmazsa önümdeki birayla durumu dengelerdim. “sarhoş işte, kendi kendine konuşuyor” der, geçip giderlerdi.

“tamam” dedi, “paran varsa bana da alır mısın?”
“yok” dedim, kesin ve hızlıca söylendi bu. ki gerçekten yoktu, tezgahtan para gelirse getirecektim alkolün devamını.  
“tamam” dedi. “sonra ben sana ısmarlarım. şarabım bitince yani.”

işimiz vardı bu vak vakla. gidip biramı aldım, geldim, tezgahın başına oturdum. ilk yudumdan sonra, bir sigara sardım kendime. o da kendine yaktı bir tane, kendi paketinden. “şu kitaplar ne?” dedi, benim kitaplarımı göstererek. “benim” dedim.
“sen mi yazdın” dedi
“evet”
“hiç yazar tipi yok sende”
“değilim zaten”
“ama kitabın var. kitabın varsa, yazarsın demektir.”
“öyleyimdir o zaman. boş verelim.”
“onlar kaç para”
“onlar on beş” dedim.
“çokmuş” dedi.
“maliyetini düşersek kalanla bi şişe bira içeceğim işte. çok mu şey istiyorum. kitabımı okuyacak kişiden bir bira sadece.”
“öyle düşününce haklısın.” dedi.

bu sırada tezgaha bir kadın yaklaştı. 20’li yaşlarında. fanzinler ne kadar, diye sordu. kalınlığına göre bir iki üç lira, dedim. ikinci kitabıma göz kestirdi. elini alıp sayfalarını çevirdi. rastgele okuyup, okudukça kahkahalarla gülmeye başladı. oysa ben, berbat acı çektiğim dönemlerde yazmıştım onu. her gün, intihar etmekle hayatta kalmak arasına kurduğum salıncakta salladığım dönemlerde. okudukça kahkahalarla gülüyordu. “bu ne kadar?” diye sordu ardından.
“on beş” dedim.
“tamam, dönüşte alıcam” dedi ve gitti.

kadın gittikten sonra vak vak’a dönüp, “dönmeyecek” dedim. “almayacak.”
“neden öyle düşünüyorsun” dedi, “dönücem dedi ya. hem kahkahalarla gülerek okudu bak.”
“belki alaya aldığı için gülüyordur.” dedim.
“sanmam” dedi, “dönücek, görüceksin.”
“ufacık bir şey için bile umut etmeyi bırakalı yıllar oldu” dedim. “dönüp dönmeyeceği üzerine düşünecek değilim. dönerse bi bira daha içerim demektir. hepsi bu.”
“yeni bir okuyucu kazanacak olmakla ilgilenmiyor musun?” dedi vak vak.
“hayır” dedim, “yeteri kadar var. belki bir elin parmaklarını geçmez ama, yeterli.”
“ben kitap okumam. okuyacak olsam alırdım” dedi. “hiçbir şey okumam.”
“en iyisini yapıyorsun” dedim, “ben de okumuyorum. okumayı bırakalı yıllar oldu. çok fazla çöp var piyasada, arada iyi şeylere de denk gelmek güçleşiyor böylece. bazen fanzinlerde ya da ufak dergilerde karşıma çıkıyor iyi yazarlar, onlar da bir süre sonra yazmaya devam etmekten vazgeçiyorlar. pes ediyorlardır belki de kim bilir.”
“sen iyi yazıyor musun?” diye sordu bana vak vak, ama bunu bilinçli olarak, benim ukala ukala konuşmam sonrası söylediğini hissediyordum.
“bilmiyorum” dedim, “kimileri iyi diyor, kimileri boktan. ne önemi var. ben keyif alıyorum ya işte. yeterli.”

bu sırada önümdeki biramdan bana sormadan bir yudum aldı. bu yakınlık hoşuma gitmiyordu. dediğim gibi, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırım, ama bu kedi kafada beni iten bir şey vardı. sırf onu görmemek için ilaçlarıma geri dönebilirdim. hatta yanımda olsaydı şimdiden içmiştim bile bir tane. bu sırada, ilk biram, tuborg gold, bitmeye yakınlaşmışken, 16-17 yaşlarında bir genç geldi tezgaha. “merhaba girdap abi, internetten gördüm, fanzin alıcam ben” dedi. evden çıkmadan önce, internetten duyuru geçmiştim, bugün tezgah açacağıma dair. bazen işe yarardı. bugün o günlerden biriydi. ayağa kalktım, ve “bak seç” dedim.
“on liraya ne kadar olur” dedi
“istediğin kadar olur” dedim. hepsinden birer tane alsam olur mu deseydi, evet diyecektim. ama o sadece altı tane seçti. “istediğin kadar alabilirsin” diye yineledim sözümü.”
“diğerleri var” dedi,
“nerden buldun” dedim, doksanlarda çıkan birkaç iyi fanzindi söz konusu olan.
“geçen sene senden almıştım” dedi. pot kırmıştım..
“tamam öyleyse” dedim.
“kolay gelsin” diyerek yoluna devam etti, bende gittiği yönde, peşinden, bakkala yollandım. biramı alıp geri döndüm.

vak vak ayaktaydı. “dört tane fanzin sattım” dedi. “parası yokmuş. sen bedava olur demiştin değil mi?”
fanzinleri inceledim. gerçekten de dört tanesi eksikti. ilginç olansa, vak vak’ı benim dışımda kimsenin göremeyecek olması gerçeğiydi. nasıl satmış olabilirdi ki. ya da o dört tanesi nereye gitmişti. az önceki çocuk on tane almıştı muhtemelen. beynim bana oyun oynasın diye eksik saymıştım. bir sigara sardım, o da kendine bir sigara çıkarıp yaktı. o gün kayda değer başka bir şey olmadı. başka satış yapamadım, böylece başka bira da alamadım. vak vak da ısmarlamadı. bir halüsinasyon olduğunu düşünürsek ısmarlaması komik olurdu. akşam ilacımı içtim ki, tekrar vak vak’la karşılaşmayayım. gerçi bu ilaçlar ilk seferde etkili olmazdı. olmadı da zaten.

ertesi gün cumaydı. oysa bir gün önce, nerdeyse hiç iş yapmayınca, bu soğuk aralık ayında, bir daha tezgah açmıcam demiştim. akşamüstü ise, kendimi evden çıkarken buldum. işportacanın tövbesi hafta sonunu görene kadarmış, diye bir söz vardır.

tam bezimi sermiş, fanzinleri çantadan çıkartıyordum ki vak vak yine geldi. “selam adamım, bugün de burdasın ha?” oysa dün ona, yarın açmayacağım demiştim.
“evet” dedim. “beni mi bekliyordun sen”
“şansımı deneyeyim dedim”

vak vak’tan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. hiç değilse benimle eve kadar gelmemişti dün. bu da olabilirdi. ve tezgahı henüz yeni açıyordum ki, biriyle konuştuğunu gördüm vak vak’ın. konuştuğu da başka bir halüsinasyondu muhtemelen. boku yedik diye düşündüm. “bir lira iki lira üç lira” dedi herife vak vak, “çok güzel şeyler var abi. ben okudum. sen de oku. pişman olmazsın”.

konuştuğu herif kırklı yaşlarda, top sakallı, kel kafalı bir elemandı. “bir bakalım” dedi. fanzinleri inceliyordu. üzerimde hiç para yoktu. gerçekliği test etmek için bir şans doğdu. eğer fanzin alırsa, o parayla bira alamazdım. çünkü para gerçek olamazdı. vak vak gerçek biri ile konuşuyor olamazdı. yine de bir şüphe belirdi içimde. ne yazık ki, adam inceledi inceledi, sonra uğrarım deyip gitti. sonra uğrarım diyenlere güvenmezdim. geçiştirmek için söylenmiş bir sözdü bu. yıllar içinde işporta aça aça, öğrenmiştim kimin gerçekten alıcı, kimin bakıcı olduğunu. ona göre davranıyordum insanlara. bir şeyler alıcak biri olduğunu hissedersem karşımdakinin, ayağa kalkar, laf satar, bir şeyler anlatırdım. hiçbir şey almayacağına inandığım biriyse karşımdaki, yerimden bile kalkmazdım ki çoğunlukla da haklı çıkardım bu konuda. bu sırada yoldan vak vak’a benzeyen, aynı kedi kafalı biri geçti. “bak” dedim vak vaka, “arkadaşın geçiyor.”
“arkadaşım mı? hani nerde? sen nerden tanıyorsun arkadaşımı?”
“bak” dedim, “kafası aynı senin gibi.”
“nasıl, kimin?”
“şu geçen, yürüyor bak”
“yüzünü görmedim” dedi.
“kafası aynı senin ki gibiydi” dedim, “sahi kafana noldu senin?”
“nolmuş kafama?”
“kedi kafası var ya sende.”
“yoo değil” dedi. “benimle dalga geçme.”
“dalga geçmiyorum” dedim. “hem sen gerçek değilsin.”
“ne demek bu” dedi, “nasıl gerçek değilim?”
“kedi kafan var”
“hayır yok”
“tamam peki öyle olsun” dedim. “fazla zorlamayacağım”
“ne istiyorsun benden” dedi, “neden dalga geçiyorsun kafamla”
“unut gitsin” dedim.

bir süre sessizce oturduk. beş sigara süresi kadar boşluk. o da benim gibi peş peşe yakıyordu sigarayı. bir süre sonra yoldan bir kedi kafa daha geçti. ses çıkarmadım. ilacımı yanıma almıştım bu kez. bir tane yuttum. susuz.

bir saat kadar sonra, ilk satışımı yaptım. beş fanzin on kağıt. aslında gelen paranın bir kısmını ayırmam gerekiyordu ki tekrar fanzin çoğaltabileyim. sonrakinden ayırayım dedim. gidip bir şişe bira aldım. geri döndüğümde, vak vak yine biriyle konuşuyordu. ben yanlarına gelene kadar, konuşmaları bitti, adam iki fanzini eline almış, vak vak’a bozuk paraları uzatıyordu ki, vak vak beni işaret etti, “tezgahın sahibi o” diyerek. “kolay gelsin” dedi, “aldım ben bunları. bütün bozuklukları veriyorum. fazla vardır orada. üstü kalsın.”
“teşekkür ederim” dedim. dönüp fanzinleri saydım. iki tane eksilmişti. cebimdeki bozuklukları baktım. yedi lira vardı. biram bitince, bu bozukluklarla bir bira daha alıcaktım. tabii gerçekse paralar. kaybolmazlarsa. sonuçta satışı yapan vak vaktı. bu sırada tezgaha biri daha yanaştı. kedi kafası vardı onda da. “iyice hapı yutmuşuz desene” dedim kendi kendime.
“noldu” dedi vak vak.
“hiç” dedim, “giderek çoğalıyorsunuz.”
“gene saçmalamaya başladın sen. kaçıncı biran bu.”
“ilk”
“başka içme o zaman.”

kedi kafalı adam, hiç ses çıkarmadan fanzinleri inceliyordu. kitaba takıldı sonra gözü. ilk kitabıma. ilk sayfasını açıp okumaya başladı. birkaç dakika sonra, vak vak’a dönüp, “ne kadar bu?” dedi,
“on beş” dedi vak vak. “arkadaş yazmış. çok iyi kitaptır. ben okudum. sevdim.”

okumamıştı. hatta hiçbir şey okumadığını söylemişti bana. kedi kafalı adama yalan söylüyordu. bir iyilik için söylenmiş olsa da yalan yalandı. ve işportamda yalan işitmek istemiyordum. “alıyorum ben bunu o halde” dedi, kedi kafalı. yirmi lira uzattı. cebimdeki bozukluklardan beş lira geri verdim. şimdi de halüsinasyondan yirmi liram vardı. bakalım bu parayla bira alabilecek miydim. üstelik kitap da kedi kafayla birlikte gitmişti.

biram bitince, kedi kafa, ben bakkala gidiyorum sana da bira alayım, dedi. yok ben alırım, dedim. sana da ısmarlayayım..

işe yaramıştı. bakkal yalandan olma yirmiliğim karşılığı iki bira vermişti. üstüne de para üstü. irkilmiştim bu sırada. kedi kafa gerçekti. kedi kafalar gerçekti. peki kafaları neden böyleydi. tek ben mi onları bu şekilde görüyordum. yoksa birisi bana bir şaka mı hazırlamıştı. biraları ve para üstünü alıp tezgaha geri döndüm.

“hadi yırttın” dedim vak vak’a, “gerçekmişsin.”
“çok içme bence” dedi, “sana yaramıyor. gerçeğim elbette.”
“ama kafan kedi kafası şeklinde görünüyor bana adamım”
“sen uyuşturucu falan mı kullanıyorsun” dedi, “ne kedi kafası.”
“valla billa, kafan aynı bir kedinin kafasına benziyor. benzemekle kalmıyor tıpatıp kedi kafası.”
“sana benle dalga geçmemen gerektiğini söylemiştim değil mi?” dedi vak vak, “arkadaş olabileceğimizi sanıyordum.”
“dalga geçmiyorum moruk” dedim, “gerçek bu.”
“pazartesi hemen bi psikiyatriste git bence” dedi, “normal değil bu, tabii benimle taşak geçmiyorsan.”
“geçmiyorum” dedim, “gidicem.”

o gün başka satış yapamadım. ama bir çok kedi kafalı insan gördüm.

günlerden cumartesi olmuştu ve evden çıkıp çıkmamak konusunda tereddüt yaşıyordum. ama evde olsam bu düşüncelerle daha çok kafayı yemem olasıydı. hafta sonu olmasa doğrudan gidip doktoruma gözükürdüm. ilacın dozajını arttırmıştım. akşamüstü gidip tezgahı açtım ve vak vak yanımda bitti. “hey adamım bugün ne var ne yok, hala kedi kafalı mıyım?”
“evet öylesin, üstelik otobüste de de bir çok kedi kafa vardı.”
“durum vahim desene.”
“öyle.”

o gün işler iyi gitti. nerdeyse fanzinlerin tamamını erittim ve çoğunu da biraya verdim. vak vak’a da ısmarladım bir iki tane. o da bana ısmarladı. hatta, “tütün içme, ben de para var” deyip, iki paket sigara aldı. chesterfield mavi. her neyse, saat ona geliyordu. tezgahı toplamaya hazırlanıyordum, “bara gidelim mi?” dedi, “biralar benden.”
“olmaz” dedim, “yeterince içtim, eve gitmeliyim.”
“bir iki bira içeriz. ben de kalırsın. biralar da benden.”

aslında sevmemiştim vak vak’ı. beni iten bir şey vardı ve bu emin olun kedi kafalı oluşu değildi. severim kedileri. ama muhabbeti sarmamıştı. fazla yakınlık kurmaya çabalıyordu ve ben bundan hoşlanmıyordum. fazla yakınlık kurmazdım insanlarla, çok fazla da konuşmazdım. neden bilmiyorum ama vak vak’ın teklifini kabul ettim. tezgahı toplayıp dinazor’a gittik. neyse ki gördüğüm kafalar kedi kafasıydı. başka bir hayvan kafası olsaydı daha katlanılmaz olurdu, kesin.

barda bir çok kedi kafalı insan vardı. bir kısmı da normaldi. iki ellilik söyledi vak vak. ve canının çok sıkıldığından, pek arkadaşı olmadığından yakındı. babası ölünce kendisine sağlam bir miras kalmıştı. dört ev, büyükçe bir arazi, kaç dönüm olduğunu söylemedi, ben de sormadım. o da hepsini satıp parayı bankaya atmıştı. para bitene kadar takılıp sonra intihar etmeyi planlıyordu. emindi kendinden. sözcükler o kadar inandırıcı bir şekilde çıkıyordu ki ağzından, palavra sıktığını düşünemiyordunuz. onu yolundan çevirmeye çalışacak değildim. ya da kendimin bile inanmadığı, hayatın kutsallığı üzerine gevelemeyecektim ona. bu samimi olmazdı. onikiye doğru bardan çıktık. hala çantamda birkaç satmadığım fanzin vardı.
“gel biraz dolaşalım” dedi vak vak, “kitaplarını çıkar, satarız belki.”
“yok olmaz” dedim “insanları rahatsız etmeyelim. ben kaldırımda sessizce beklemeyi tercih ediyorum.”
“olur mu” dedi, “daha çok kişiye ulaşmak istemez misin.”
“isterim elbette” dedim, “ama bunun için çaba sarf etmeyi bırakalı yıllar oldu. sadece yazar yayınlarım ben. beni de okuyun, diye yırtınmam. beklerim. gerçekten okuyacak kişiler, yıllar sonra da olsa keşfedecektir. su akar yolunu bulur.”
“tamam öyleyse eve” dedi.
“eve” dedim.

alsancak’ın arka sokaklarından birindeydi vak vak’ın evi. birinci kat. temizdi. bekar bir adama göre oldukça da derli topluydu. sadece salonun ortasında bir ip vardı. intihar etmek için hazırlanmış. düğümlenmiş bir ip. dekor olmadığı aşikardı. yapıcaktı bunu. bitirecekti kendi işini. sadece parasının bitmesini bekliyordu. neden beklediğini bilmiyorum. neden ertelediğini. ama yapacağından emindim. öyle bir izlenim vermişti bana. şimdi salonun ortasındaki ipi de görünce resim tamamlanmıştı.

ertesi sabah uyandığımda, öğlene doğru uyanmıştım. değişen bir şey olmamıştı. hala aynı kedi kafaydı vak vak. ama bu kez sesi de miyavlama şeklinde çıkıyordu.
“ne dediğini anlamıyorum moruk.”
“miyav miyav.”
“sadece miyavlama şeklinde geliyor sesin.
“miyav miyav.”
“dostum duyamıyorum sadece miyavlama.”

sonra kağıda yazdı. evden çıkana kadar kağıda yazarak anlaştı benimle. gidip tezgahımızı açtık. fanzinler ve kitaplar azalmıştı, üstelik yerine yenisini koyacak parayı da biraya kaptırmıştım. “muhtemelen bugün son günüm” dedim vak vak’a. vak telefonun notlar kısmına, neden öyle düşünüyorsun, diye yazdı. “fanzinler bitiyor” dedim, “param yok.”
tekrar telefonuna, “bende var” diye yazdı, “veririm sana, çoğaltırsın”
“yok olmaz” dedim, “üstelik bu halde.”
“olsun” diye yazdı, “veririm ben sana.."

 o gün de akşama kadar içip, bu kez çoğunu vak vak ısmarlamıştı, muhabbet ettik, ve gelen kedi kafalarla o anlaştı, -çünkü diğer kedi kafalarında sadece miyavlamasını duyuyor ve ne dediklerini anlamıyordum- insan kafalarla ben. akşamı ettik ve tekrar onda tezgahı kapatıp dinazora gittik. yine o telefona yazdı, ben konuştum. ve etrafımda gördüğüm kedi kafaların sayısı giderek artıyordu.

ertesi gün uyandığımda kendi kafamda bir tuhaflık hissettim. kedi bıyıklarım dikkatimi çekti ilk önce. ardından kulaklarım. koşarak aynaya baktım. benim de bir kedi kafam vardı artık. vak vak benden önce uyanmıştı. ve bir şeyler söyledi, daha doğrusu miyavladı. ben de miyavladım. normal konuşamıyordum. konuşmak isteyince sadece miyavlama çıkıyordu ağzımdan. şimdi iyice sıçtık, diye düşündüm. psikiyatriste gitmekten vazgeçtim. bu şekilde kesin tımarhaneye kapatılırdım ve oraya tekrar girmek istemiyordum. ilacı boş verdim ve vak vak’ın evine taşındım. onunla sürekli yazarak anlaştık. çünkü ikimizde konuşmak istediğimizde sadece miyavlamalar duyuluyordu. tabii bu bana öyle geliyordu. onda bir sorun yoktu. diğer insanlarla rahatlıkla iletişim kurabiliyordu vak vak. diğer insanlar da birbiriyle. sorun bendeydi ve vak vak dışında herhangi birine anlatılamayacak kadar büyük bir sorundu. vak vak’ınsa hiç arkadaşı yoktu, kimse onu sevmiyordu, nedenini bilmiyorum, ve vak vak’ın parası bitene kadar onunla beraber yaşadık. sürekli işporta tezgahı açıp, her gün kafayı çekerek. zamanla işaret dilini de öğrendik. insanlar benim sağır dilsiz olduğumu düşündü. ama tek duyabildiğim şey, sadece miyavlamalardı. üstelik artık tek bir insan kafalı insan göremiyordum. herkes kedi kafaya dönüşmüştü. ve bugün, vak vak’ın son parasıyla son kez alkol aldık. bu süreç içinde odaya bir idam ipi daha eklendi. benim için. vak vak’la beraber intihar edicektik. ikna etmişti beni. zaten ben de yaşayamaya pek meyilli değildim. kimseye anlatamazdım derdimi. beni iyileştirmeye, tedavi etmeye çalışırlardı ve dediğim gibi, tekrar akıl hastanesine kapatılmak istemiyordum. bu öyküyü size bırakıyorum. inanırsınız inanmazsınız bu size kalmış. birazdan vak vak’la beraber sandalyelere çıkıcaz. hoşçakalın… ya da miyav miyav.

15 aralık 2016.



10 Aralık 2016

deliliğe yolculuk

deliliğe yolculuk

ali son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı. babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş, hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı rüyasına devam etmişti.

40 yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla uğraşmayı bırakmıştı.

bi gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım, diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda. ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır, bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu. kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık bir saat sessizce, feryat figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü. üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı.

ağlaması geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi. ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı. sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda. politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve rütübetli bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire beş veren bir iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü. alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu.

hiç arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii, tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu, neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi.

aşağı yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu. imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil işmiş gibi göründü gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden biraz para alıp -belki lazım olur diye- yıllar sonra belki de ilk kez kendini tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden.

şimdi ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu. zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield. o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta. sızıp kaldı en sonunda bir köşede.

ertesi gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp. ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama neyse ki hastane yarım saat mesafedeydi.

ancak iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına. otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı. asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol, sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için, sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun olduğunu düşünmüyordu ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden, bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali, bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini.. vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi. yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman başlayabilirim, kabul ediyorum”
“hemen” dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur biter”.
“anlaştık” dedi ali.

içinde kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu. parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar daha önce ama bundan da şikayetçi değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür.

eve gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin çantasında.

nasıl olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu. kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım yarın oluruz.”

neyse ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini çözecek sanki pezevenk düşüne düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu çözmeyi çok isterdi aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın. olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa, yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine, insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler, ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak yer yok.”

bu düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede. gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve evrime. bir kedi ya da köpek olsa bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu. ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle. ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana dönerdi belki.  bu düşünceler içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında olacağından. kapıyı çaldı.

içeri girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef.
“şey, sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.”
“akşamdan olsaydınız”
“unutmuşum.”
“bu şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum, işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205 nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş olup gelip lütfen”.
“anladım”.

sinirden kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse, maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona göre. şarap bitince o da uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu.

ertesi gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi, işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.”
“unutuyorum ya, olurum akşam.”
“dediğim gibi bana laf düşmez de…”

tam bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş olmadığı için ali’yi azarladı.

ertesi gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü. tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de pek tıraş olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…

işten atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik. işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor, şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten çıkarılıyordu.

en sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi. ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan vazgeçmiyordu çünkü ali.

en sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı. iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün bomboş bir zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti.

en sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı.

olmamıştı ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü halüsinasyonlarla mutlu o.

10 aralık 2016.