her şey kedidendi…
o gün, uzun bir aradan sonra ilk defa işporta tezgahı
açıcaktım. bu kez sadece fanzinlerden oluşacaktı tezgah. birkaç da kendi
kitabım. uyanınca ilk işim arşivdeki fanzinlerin en sevdiklerimden birkaç kopya
basmak oldu, yazıcıda kalan mürekkeple. eski tip bir yazıcım vardı ve toneri
çok ucuza doluyor, tek dolumda 2000 sayfa kadar bir şey basıyordu. üç dört
saatimi aldı fanzinleri basmak. ardından evden çıktım.
akşamüstü dört gibi tezgahtaydım. siyah bezimi, eski evimin
perdesi olan bezimi serdim ve tek tek sıraladım üzerine fanzinleri. tam bu
sırada çıkıp geldi vak vak. adının vak vak olduğunu söylemişti. kafası bir kediyi
andırıyordu ve insan bedenine sahipti. onu ilk gördüğümde apalladım aslında. “kolay
gelsin ihtiyar, oturabilir miyim” demişti arkamdan, ben eğilmiş, fanzinleri
istiflerken. işportadayken, tanımadığım insanların eğlenceme salça olmasından
hazzetmiyordum, özellikle çok konuşuyorlarsa. günümün içine ediyorlardı resmen.
içimden “sıçtık” dedim. arkamı döndüğümle apallamam bir oldu. insan bedenli bir
kediyi çağrıştırıyordu. “tabii oturabilirsin” dedim. ilacımı bırakalı altı ay
olmuştu. halüsinasyonların baş göstermesi kaçınılmazdı. ama bu kadar gerçeğini
ilk kez görüyordum.
“adın ne” diye sordu,
“girdap” dedim, “ya senin?”
“vak vak demen yeterli. sigara?” çıkarıp paketini uzattı.
hiç değilse sigara içiyordu. bir ayrım gözetmiyorum ama sigara içen insanlarla
daha iyi anlaştığım bir gerçek. aldım sigarasından. kendiminkini yaktıktan
sonra çakmağı ona uzattım. “seni daha önce de gördüm buralarda” dedi, “geçmiş
yıllarda.”
“evet daha önceleri de açıyordum tezgah” dedim.
“parasız kalınca mı yapıyorsun bu işi.” diye sordu.
“parayla ilgisi yok” dedim, “terapi gibi düşünebiliriz.”
“anlıyorum” dedi, “beleşe ver öyleyse”
çattık diye düşündüm, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırdım,
sonuçta kendi kendine konuşmak gibi bir şeydi bu. “beleşe veremem” dedim, “maalesef
artık sadece parayla satın aldıkları şeylere değer veriyor insanlar. iki, üç
lira bir şey zaten fiyatları.”
“ucuzmuş.”
“öyle.”
“şarap içer misin?”
“birazdan bira alıcam kendime” dedim. fazla yakınlık kurmak
istemiyordum.
“sen bilirsin” dedi, şişesinden bir litrelik bir şişe
çıkardı. şişenin gerçek olmadığını bilmesem ben de içerdim elbette. ama, işte,
bu, yanı başımdaki, kedi kafalı herif, günümün ve belki de kalan günlerimin
içine edileceğinin habercisiydi. ilaçları bırakmakla iyi mi etmiştim,
bilmiyorum. ama onlarla da yaşanmıyordu. bir çıkmaza saplanmıştım, ya ilaçlarla
ve ölü bir bedenle devam edicek ya da onları bırakıp biraz tuhaf varlıklarla ve
paranoyalarla birlikte yaşamaya başlayacaktım.
“ben bira almaya gidiyorum” dedim vak vak’a. iki yanımda da
başka işportacılar vardı ve beni daha öncede kendi kendime konuşurken görmüş
olmalılardı. ama yoldan geçen insanlara durumu açıklayamazdım. hiç olmazsa
önümdeki birayla durumu dengelerdim. “sarhoş işte, kendi kendine konuşuyor”
der, geçip giderlerdi.
“tamam” dedi, “paran varsa bana da alır mısın?”
“yok” dedim, kesin ve hızlıca söylendi bu. ki gerçekten
yoktu, tezgahtan para gelirse getirecektim alkolün devamını.
“tamam” dedi. “sonra ben sana ısmarlarım. şarabım bitince
yani.”
işimiz vardı bu vak vakla. gidip biramı aldım, geldim,
tezgahın başına oturdum. ilk yudumdan sonra, bir sigara sardım kendime. o da
kendine yaktı bir tane, kendi paketinden. “şu kitaplar ne?” dedi, benim
kitaplarımı göstererek. “benim” dedim.
“sen mi yazdın” dedi
“evet”
“hiç yazar tipi yok sende”
“değilim zaten”
“ama kitabın var. kitabın varsa, yazarsın demektir.”
“öyleyimdir o zaman. boş verelim.”
“onlar kaç para”
“onlar on beş” dedim.
“çokmuş” dedi.
“maliyetini düşersek kalanla bi şişe bira içeceğim işte. çok
mu şey istiyorum. kitabımı okuyacak kişiden bir bira sadece.”
“öyle düşününce haklısın.” dedi.
bu sırada tezgaha bir kadın yaklaştı. 20’li yaşlarında.
fanzinler ne kadar, diye sordu. kalınlığına göre bir iki üç lira, dedim. ikinci
kitabıma göz kestirdi. elini alıp sayfalarını çevirdi. rastgele okuyup,
okudukça kahkahalarla gülmeye başladı. oysa ben, berbat acı çektiğim dönemlerde
yazmıştım onu. her gün, intihar etmekle hayatta kalmak arasına kurduğum
salıncakta salladığım dönemlerde. okudukça kahkahalarla gülüyordu. “bu ne
kadar?” diye sordu ardından.
“on beş” dedim.
“tamam, dönüşte alıcam” dedi ve gitti.
kadın gittikten sonra vak vak’a dönüp, “dönmeyecek” dedim. “almayacak.”
“neden öyle düşünüyorsun” dedi, “dönücem dedi ya. hem
kahkahalarla gülerek okudu bak.”
“belki alaya aldığı için gülüyordur.” dedim.
“sanmam” dedi, “dönücek, görüceksin.”
“ufacık bir şey için bile umut etmeyi bırakalı yıllar oldu”
dedim. “dönüp dönmeyeceği üzerine düşünecek değilim. dönerse bi bira daha
içerim demektir. hepsi bu.”
“yeni bir okuyucu kazanacak olmakla ilgilenmiyor musun?”
dedi vak vak.
“hayır” dedim, “yeteri kadar var. belki bir elin
parmaklarını geçmez ama, yeterli.”
“ben kitap okumam. okuyacak olsam alırdım” dedi. “hiçbir şey
okumam.”
“en iyisini yapıyorsun” dedim, “ben de okumuyorum. okumayı
bırakalı yıllar oldu. çok fazla çöp var piyasada, arada iyi şeylere de denk
gelmek güçleşiyor böylece. bazen fanzinlerde ya da ufak dergilerde karşıma
çıkıyor iyi yazarlar, onlar da bir süre sonra yazmaya devam etmekten
vazgeçiyorlar. pes ediyorlardır belki de kim bilir.”
“sen iyi yazıyor musun?” diye sordu bana vak vak, ama bunu
bilinçli olarak, benim ukala ukala konuşmam sonrası söylediğini hissediyordum.
“bilmiyorum” dedim, “kimileri iyi diyor, kimileri boktan. ne
önemi var. ben keyif alıyorum ya işte. yeterli.”
bu sırada önümdeki biramdan bana sormadan bir yudum aldı. bu
yakınlık hoşuma gitmiyordu. dediğim gibi, genelde halüsinasyonlarımla iyi
anlaşırım, ama bu kedi kafada beni iten bir şey vardı. sırf onu görmemek için
ilaçlarıma geri dönebilirdim. hatta yanımda olsaydı şimdiden içmiştim bile bir
tane. bu sırada, ilk biram, tuborg gold, bitmeye yakınlaşmışken, 16-17
yaşlarında bir genç geldi tezgaha. “merhaba girdap abi, internetten gördüm,
fanzin alıcam ben” dedi. evden çıkmadan önce, internetten duyuru geçmiştim,
bugün tezgah açacağıma dair. bazen işe yarardı. bugün o günlerden biriydi. ayağa
kalktım, ve “bak seç” dedim.
“on liraya ne kadar olur” dedi
“istediğin kadar olur” dedim. hepsinden birer tane alsam
olur mu deseydi, evet diyecektim. ama o sadece altı tane seçti. “istediğin
kadar alabilirsin” diye yineledim sözümü.”
“diğerleri var” dedi,
“nerden buldun” dedim, doksanlarda çıkan birkaç iyi fanzindi
söz konusu olan.
“geçen sene senden almıştım” dedi. pot kırmıştım..
“tamam öyleyse” dedim.
“kolay gelsin” diyerek yoluna devam etti, bende gittiği
yönde, peşinden, bakkala yollandım. biramı alıp geri döndüm.
vak vak ayaktaydı. “dört tane fanzin sattım” dedi. “parası
yokmuş. sen bedava olur demiştin değil mi?”
fanzinleri inceledim. gerçekten de dört tanesi eksikti.
ilginç olansa, vak vak’ı benim dışımda kimsenin göremeyecek olması gerçeğiydi.
nasıl satmış olabilirdi ki. ya da o dört tanesi nereye gitmişti. az önceki
çocuk on tane almıştı muhtemelen. beynim bana oyun oynasın diye eksik
saymıştım. bir sigara sardım, o da kendine bir sigara çıkarıp yaktı. o gün
kayda değer başka bir şey olmadı. başka satış yapamadım, böylece başka bira da
alamadım. vak vak da ısmarlamadı. bir halüsinasyon olduğunu düşünürsek
ısmarlaması komik olurdu. akşam ilacımı içtim ki, tekrar vak vak’la
karşılaşmayayım. gerçi bu ilaçlar ilk seferde etkili olmazdı. olmadı da zaten.
ertesi gün cumaydı. oysa bir gün önce, nerdeyse hiç iş
yapmayınca, bu soğuk aralık ayında, bir daha tezgah açmıcam demiştim. akşamüstü
ise, kendimi evden çıkarken buldum. işportacanın tövbesi hafta sonunu görene
kadarmış, diye bir söz vardır.
tam bezimi sermiş, fanzinleri çantadan çıkartıyordum ki vak
vak yine geldi. “selam adamım, bugün de burdasın ha?” oysa dün ona, yarın açmayacağım
demiştim.
“evet” dedim. “beni mi bekliyordun sen”
“şansımı deneyeyim dedim”
vak vak’tan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. hiç değilse
benimle eve kadar gelmemişti dün. bu da olabilirdi. ve tezgahı henüz yeni
açıyordum ki, biriyle konuştuğunu gördüm vak vak’ın. konuştuğu da başka bir
halüsinasyondu muhtemelen. boku yedik diye düşündüm. “bir lira iki lira üç lira”
dedi herife vak vak, “çok güzel şeyler var abi. ben okudum. sen de oku. pişman
olmazsın”.
konuştuğu herif kırklı yaşlarda, top sakallı, kel kafalı bir
elemandı. “bir bakalım” dedi. fanzinleri inceliyordu. üzerimde hiç para yoktu.
gerçekliği test etmek için bir şans doğdu. eğer fanzin alırsa, o parayla bira
alamazdım. çünkü para gerçek olamazdı. vak vak gerçek biri ile konuşuyor
olamazdı. yine de bir şüphe belirdi içimde. ne yazık ki, adam inceledi
inceledi, sonra uğrarım deyip gitti. sonra uğrarım diyenlere güvenmezdim.
geçiştirmek için söylenmiş bir sözdü bu. yıllar içinde işporta aça aça,
öğrenmiştim kimin gerçekten alıcı, kimin bakıcı olduğunu. ona göre
davranıyordum insanlara. bir şeyler alıcak biri olduğunu hissedersem
karşımdakinin, ayağa kalkar, laf satar, bir şeyler anlatırdım. hiçbir şey
almayacağına inandığım biriyse karşımdaki, yerimden bile kalkmazdım ki
çoğunlukla da haklı çıkardım bu konuda. bu sırada yoldan vak vak’a benzeyen,
aynı kedi kafalı biri geçti. “bak” dedim vak vaka, “arkadaşın geçiyor.”
“arkadaşım mı? hani nerde? sen nerden tanıyorsun arkadaşımı?”
“bak” dedim, “kafası aynı senin gibi.”
“nasıl, kimin?”
“şu geçen, yürüyor bak”
“yüzünü görmedim” dedi.
“kafası aynı senin ki gibiydi” dedim, “sahi kafana noldu
senin?”
“nolmuş kafama?”
“kedi kafası var ya sende.”
“yoo değil” dedi. “benimle dalga geçme.”
“dalga geçmiyorum” dedim. “hem sen gerçek değilsin.”
“ne demek bu” dedi, “nasıl gerçek değilim?”
“kedi kafan var”
“hayır yok”
“tamam peki öyle olsun” dedim. “fazla zorlamayacağım”
“ne istiyorsun benden” dedi, “neden dalga geçiyorsun kafamla”
“unut gitsin” dedim.
bir süre sessizce oturduk. beş sigara süresi kadar boşluk. o
da benim gibi peş peşe yakıyordu sigarayı. bir süre sonra yoldan bir kedi kafa
daha geçti. ses çıkarmadım. ilacımı yanıma almıştım bu kez. bir tane yuttum.
susuz.
bir saat kadar sonra, ilk satışımı yaptım. beş fanzin on
kağıt. aslında gelen paranın bir kısmını ayırmam gerekiyordu ki tekrar fanzin
çoğaltabileyim. sonrakinden ayırayım dedim. gidip bir şişe bira aldım. geri
döndüğümde, vak vak yine biriyle konuşuyordu. ben yanlarına gelene kadar,
konuşmaları bitti, adam iki fanzini eline almış, vak vak’a bozuk paraları
uzatıyordu ki, vak vak beni işaret etti, “tezgahın sahibi o” diyerek. “kolay
gelsin” dedi, “aldım ben bunları. bütün bozuklukları veriyorum. fazla vardır
orada. üstü kalsın.”
“teşekkür ederim” dedim. dönüp fanzinleri saydım. iki tane
eksilmişti. cebimdeki bozuklukları baktım. yedi lira vardı. biram bitince, bu
bozukluklarla bir bira daha alıcaktım. tabii gerçekse paralar. kaybolmazlarsa.
sonuçta satışı yapan vak vaktı. bu sırada tezgaha biri daha yanaştı. kedi
kafası vardı onda da. “iyice hapı yutmuşuz desene” dedim kendi kendime.
“noldu” dedi vak vak.
“hiç” dedim, “giderek çoğalıyorsunuz.”
“gene saçmalamaya başladın sen. kaçıncı biran bu.”
“ilk”
“başka içme o zaman.”
kedi kafalı adam, hiç ses çıkarmadan fanzinleri inceliyordu.
kitaba takıldı sonra gözü. ilk kitabıma. ilk sayfasını açıp okumaya başladı. birkaç
dakika sonra, vak vak’a dönüp, “ne kadar bu?” dedi,
“on beş” dedi vak vak. “arkadaş yazmış. çok iyi kitaptır.
ben okudum. sevdim.”
okumamıştı. hatta hiçbir şey okumadığını söylemişti bana. kedi
kafalı adama yalan söylüyordu. bir iyilik için söylenmiş olsa da yalan yalandı.
ve işportamda yalan işitmek istemiyordum. “alıyorum ben bunu o halde” dedi,
kedi kafalı. yirmi lira uzattı. cebimdeki bozukluklardan beş lira geri verdim.
şimdi de halüsinasyondan yirmi liram vardı. bakalım bu parayla bira alabilecek
miydim. üstelik kitap da kedi kafayla birlikte gitmişti.
biram bitince, kedi kafa, ben bakkala gidiyorum sana da bira
alayım, dedi. yok ben alırım, dedim. sana da ısmarlayayım..
işe yaramıştı. bakkal yalandan olma yirmiliğim karşılığı iki
bira vermişti. üstüne de para üstü. irkilmiştim bu sırada. kedi kafa gerçekti.
kedi kafalar gerçekti. peki kafaları neden böyleydi. tek ben mi onları bu
şekilde görüyordum. yoksa birisi bana bir şaka mı hazırlamıştı. biraları ve
para üstünü alıp tezgaha geri döndüm.
“hadi yırttın” dedim vak vak’a, “gerçekmişsin.”
“çok içme bence” dedi, “sana yaramıyor. gerçeğim elbette.”
“ama kafan kedi kafası şeklinde görünüyor bana adamım”
“sen uyuşturucu falan mı kullanıyorsun” dedi, “ne kedi
kafası.”
“valla billa, kafan aynı bir kedinin kafasına benziyor.
benzemekle kalmıyor tıpatıp kedi kafası.”
“sana benle dalga geçmemen gerektiğini söylemiştim değil mi?”
dedi vak vak, “arkadaş olabileceğimizi sanıyordum.”
“dalga geçmiyorum moruk” dedim, “gerçek bu.”
“pazartesi hemen bi psikiyatriste git bence” dedi, “normal
değil bu, tabii benimle taşak geçmiyorsan.”
“geçmiyorum” dedim, “gidicem.”
o gün başka satış yapamadım. ama bir çok kedi kafalı insan
gördüm.
günlerden cumartesi olmuştu ve evden çıkıp çıkmamak
konusunda tereddüt yaşıyordum. ama evde olsam bu düşüncelerle daha çok kafayı
yemem olasıydı. hafta sonu olmasa doğrudan gidip doktoruma gözükürdüm. ilacın
dozajını arttırmıştım. akşamüstü gidip tezgahı açtım ve vak vak yanımda bitti. “hey
adamım bugün ne var ne yok, hala kedi kafalı mıyım?”
“evet öylesin, üstelik otobüste de de bir çok kedi kafa
vardı.”
“durum vahim desene.”
“öyle.”
o gün işler iyi gitti. nerdeyse fanzinlerin tamamını erittim
ve çoğunu da biraya verdim. vak vak’a da ısmarladım bir iki tane. o da bana
ısmarladı. hatta, “tütün içme, ben de para var” deyip, iki paket sigara aldı. chesterfield
mavi. her neyse, saat ona geliyordu. tezgahı toplamaya hazırlanıyordum, “bara
gidelim mi?” dedi, “biralar benden.”
“olmaz” dedim, “yeterince içtim, eve gitmeliyim.”
“bir iki bira içeriz. ben de kalırsın. biralar da benden.”
aslında sevmemiştim vak vak’ı. beni iten bir şey vardı ve bu
emin olun kedi kafalı oluşu değildi. severim kedileri. ama muhabbeti
sarmamıştı. fazla yakınlık kurmaya çabalıyordu ve ben bundan hoşlanmıyordum.
fazla yakınlık kurmazdım insanlarla, çok fazla da konuşmazdım. neden bilmiyorum
ama vak vak’ın teklifini kabul ettim. tezgahı toplayıp dinazor’a gittik. neyse ki
gördüğüm kafalar kedi kafasıydı. başka bir hayvan kafası olsaydı daha
katlanılmaz olurdu, kesin.
barda bir çok kedi kafalı insan vardı. bir kısmı da
normaldi. iki ellilik söyledi vak vak. ve canının çok sıkıldığından, pek
arkadaşı olmadığından yakındı. babası ölünce kendisine sağlam bir miras
kalmıştı. dört ev, büyükçe bir arazi, kaç dönüm olduğunu söylemedi, ben de
sormadım. o da hepsini satıp parayı bankaya atmıştı. para bitene kadar takılıp
sonra intihar etmeyi planlıyordu. emindi kendinden. sözcükler o kadar
inandırıcı bir şekilde çıkıyordu ki ağzından, palavra sıktığını
düşünemiyordunuz. onu yolundan çevirmeye çalışacak değildim. ya da kendimin
bile inanmadığı, hayatın kutsallığı üzerine gevelemeyecektim ona. bu samimi
olmazdı. onikiye doğru bardan çıktık. hala çantamda birkaç satmadığım fanzin
vardı.
“gel biraz dolaşalım” dedi vak vak, “kitaplarını çıkar,
satarız belki.”
“yok olmaz” dedim “insanları rahatsız etmeyelim. ben
kaldırımda sessizce beklemeyi tercih ediyorum.”
“olur mu” dedi, “daha çok kişiye ulaşmak istemez misin.”
“isterim elbette” dedim, “ama bunun için çaba sarf etmeyi
bırakalı yıllar oldu. sadece yazar yayınlarım ben. beni de okuyun, diye
yırtınmam. beklerim. gerçekten okuyacak kişiler, yıllar sonra da olsa
keşfedecektir. su akar yolunu bulur.”
“tamam öyleyse eve” dedi.
“eve” dedim.
alsancak’ın arka sokaklarından birindeydi vak vak’ın evi.
birinci kat. temizdi. bekar bir adama göre oldukça da derli topluydu. sadece
salonun ortasında bir ip vardı. intihar etmek için hazırlanmış. düğümlenmiş bir
ip. dekor olmadığı aşikardı. yapıcaktı bunu. bitirecekti kendi işini. sadece
parasının bitmesini bekliyordu. neden beklediğini bilmiyorum. neden
ertelediğini. ama yapacağından emindim. öyle bir izlenim vermişti bana. şimdi
salonun ortasındaki ipi de görünce resim tamamlanmıştı.
ertesi sabah uyandığımda, öğlene doğru uyanmıştım. değişen
bir şey olmamıştı. hala aynı kedi kafaydı vak vak. ama bu kez sesi de miyavlama
şeklinde çıkıyordu.
“ne dediğini anlamıyorum moruk.”
“miyav miyav.”
“sadece miyavlama şeklinde geliyor sesin.
“miyav miyav.”
“dostum duyamıyorum sadece miyavlama.”
sonra kağıda yazdı. evden çıkana kadar kağıda yazarak
anlaştı benimle. gidip tezgahımızı açtık. fanzinler ve kitaplar azalmıştı,
üstelik yerine yenisini koyacak parayı da biraya kaptırmıştım. “muhtemelen
bugün son günüm” dedim vak vak’a. vak telefonun notlar kısmına, neden öyle
düşünüyorsun, diye yazdı. “fanzinler bitiyor” dedim, “param yok.”
tekrar telefonuna, “bende var” diye yazdı, “veririm sana,
çoğaltırsın”
“yok olmaz” dedim, “üstelik bu halde.”
“olsun” diye yazdı, “veririm ben sana.."
o gün de akşama kadar
içip, bu kez çoğunu vak vak ısmarlamıştı, muhabbet ettik, ve gelen kedi
kafalarla o anlaştı, -çünkü diğer kedi kafalarında sadece miyavlamasını duyuyor
ve ne dediklerini anlamıyordum- insan kafalarla ben. akşamı ettik ve tekrar
onda tezgahı kapatıp dinazora gittik. yine o telefona yazdı, ben konuştum. ve
etrafımda gördüğüm kedi kafaların sayısı giderek artıyordu.
ertesi gün uyandığımda kendi kafamda bir tuhaflık hissettim.
kedi bıyıklarım dikkatimi çekti ilk önce. ardından kulaklarım. koşarak aynaya
baktım. benim de bir kedi kafam vardı artık. vak vak benden önce uyanmıştı. ve
bir şeyler söyledi, daha doğrusu miyavladı. ben de miyavladım. normal
konuşamıyordum. konuşmak isteyince sadece miyavlama çıkıyordu ağzımdan. şimdi
iyice sıçtık, diye düşündüm. psikiyatriste gitmekten vazgeçtim. bu şekilde
kesin tımarhaneye kapatılırdım ve oraya tekrar girmek istemiyordum. ilacı boş
verdim ve vak vak’ın evine taşındım. onunla sürekli yazarak anlaştık. çünkü
ikimizde konuşmak istediğimizde sadece miyavlamalar duyuluyordu. tabii bu bana
öyle geliyordu. onda bir sorun yoktu. diğer insanlarla rahatlıkla iletişim
kurabiliyordu vak vak. diğer insanlar da birbiriyle. sorun bendeydi ve vak vak
dışında herhangi birine anlatılamayacak kadar büyük bir sorundu. vak vak’ınsa
hiç arkadaşı yoktu, kimse onu sevmiyordu, nedenini bilmiyorum, ve vak vak’ın
parası bitene kadar onunla beraber yaşadık. sürekli işporta tezgahı açıp, her
gün kafayı çekerek. zamanla işaret dilini de öğrendik. insanlar benim sağır
dilsiz olduğumu düşündü. ama tek duyabildiğim şey, sadece miyavlamalardı.
üstelik artık tek bir insan kafalı insan göremiyordum. herkes kedi kafaya
dönüşmüştü. ve bugün, vak vak’ın son parasıyla son kez alkol aldık. bu süreç
içinde odaya bir idam ipi daha eklendi. benim için. vak vak’la beraber intihar
edicektik. ikna etmişti beni. zaten ben de yaşayamaya pek meyilli değildim.
kimseye anlatamazdım derdimi. beni iyileştirmeye, tedavi etmeye çalışırlardı ve
dediğim gibi, tekrar akıl hastanesine kapatılmak istemiyordum. bu öyküyü size
bırakıyorum. inanırsınız inanmazsınız bu size kalmış. birazdan vak vak’la
beraber sandalyelere çıkıcaz. hoşçakalın… ya da miyav miyav.
15 aralık 2016.