halo
beni
götürdüğü yer fazlasıyla kalabalık bir yerdi. nefret ettiğim o safsak mutluluk
havası ile sarmaş dolaş olabilenlerin masaları kapladığı bir bar. bunu
biliyordu, yani kararı ona bıraktığımda, nereye gidiyoruz sorusuna karşılık:
“bilmem, sen bilirsin..”, “o haldeee……”
“uyar
mı” sorusuna verdiğim “fark etmez” yanıtı, seninle neresi olursa olsun ya da
senle cehenneme bile girerim gibi salak bir tavır değildi, geçmiştim o
safhaları, aşk için kendinden ödün vermek, aşk uğruna yapılan kendi ruhundan
bir fedakarlık, aşk için şehir değiştirmek, aşk için şu veya bu.. kapatmıştım.
kendim için hiçbir şey yapmamış da olsam sonrasında.. ve bunların hepsini
biliyordu, her şeyi, çok daha fazlasını.. yine de, şansını deneyen biri
konumunda değildi ama, hiçbir şey denemiyordu hatta, aramıştı, izmir’e
gelmişti, ve buluşmuştuk. pardon, önce izmire gelmişti, sonra aramıştı. ama ne
fark eder ki, o kadar da önemli olmamalı yazdığım saçmalıklardaki ki zamansal,
kurgusal ya da mantıksal hatalar, nasıl olsa kimse farkına varmayacak. bir
sayfası eksik basılan bir öykü için dönüp hiç kimsenin, okuduğunu söyleyenlerin
bile, bariz anlaşılan eksiği sormaması gibi. o yüzden üstüne düşmemiştim ben
de, hatayı bastıktan sonra fark edince. ve onunla, bu sayede tanışmıştık.
izmirde değildi o zamanlar ve üç rakam öncesindeydi içinde bulunduğumuz yılı
gösteren sayıların amortisi. basılı yayınlarken bir sayfası eksik olan 27
sayfalık öykünün netteki tam kopyasını okuyunca başlatmıştı, illetişim diye
nitelediğim o faslı. öyküde yer alan iki hatunla ilgili birkaç şey merak
ettiğini söylemişti, yani lita ve mary adlı iki hayali karakter ile ilgili,
öykü de asıl kilit pelü adlı üçüncü karakter olsa da. hayalî demişken, tek
odada yaklaşık otuz kişi ile beraber yaşıyordum yıllardır. zaman zaman gelip
gidiyorlardı işte, ve bir gerçeği yazmak her zaman için götünden bir şeyler
uydurmaya oranla daha zor gelmişti bana, kimilerine kurgu daha zor gelse de.
uydurmak kolaydı, zaten uydurulmuştuk, üzerinde düşünmeye gerek yoktu,
yaşanmıştı zaten her şey, zihnimin içindeki lunaparkta. ve dışarısı daima daha
kaotik ve umutsuz görünmüştü gözüme, kendi içimde çok karamsar olduğum dile
getirilse de.. ve o da bunun peşindeydi.. bu yüzden tercih etmişti,
görüştüğümüzde mekanı ona bıraktığımda, hayatım boyunca anlamlandıramadığım
kahkahaları yan masalardan işitebilme ihtimalimizin olduğu bir yeri. ve
psikologdu kendisi, pardon değildi, psikoloji okumuştu sadece, yükseğini falan
da yapmıştı, ama bu sıfatı üzerine almıyordu, tanıdığı bütün psikologlardan
nefret ettiğini söylemişti bana, ki belki bu da bir taktikti, her ne kadar benim
bu durumu “aa aynı fikirdeymişiz ehaha” türü bir tepki ile karşılamayacağımı
biliyor olsa da.. çünkü ilk önce ben
anlattım ona, psikologlarla ya da, psikiyatristlerle aramda geçen, ve bana
düşününce eğlenceli gelen diyalogları.. yıllardır tedavilere yanıt vermeyen,
hatta gün geçtikçe daha da kötüye giden bir başka arkadaşıma göreyse, ben de
hastaydım, sadece hastalığımı ve tedaviyi reddediyordum. ve bunu da görüştüğü
psikoloğa benden bahsettiğini anlatınca öğrendim. “bir arkadaşım da benim gibi
ama o…” diye başlamıştı cümleye.. kendimi hiç kimseye yakın hissetmiyordum
oysa.. ne ozana ne oktaya ne öncele.. herkesin bildiği ve benim ısrarla
reddettiğim bir gerçeği yüzüme karşı bağırmadıkları sürece de yakın
hissetmeyecektim.. adam olmazdım, adam olmamayı kafaya koyduğum için değil ama,
yani direnmiyordum bu konuda, hiçbir konuda direnmemiştim hayatım boyunca, ne
bandrolü yememek için, ne böylesi boktan bir hayatı yaşarken onurlu bir duruş
sergilemek için, ki bu lafa da kıl olmuştum söylendiğinde bir arkadaş sohbeti
içerisinde, övgüye karşılık bir öğürtü çıkıyordu çoğu zaman benden.
direnmiyordum.. çoktan teslim olmuştum aslında, sadece beni teslim almaya
gelmemişti hiç kimse.. cami avlusuna bırakmıştım kendimi ve, cemaat terk
edildiğimi sanıp beni imamları yapmıştı.. sonra gerçek imamların müridi olacak
insanlar tarafından tecavüzlere uğradım. do you understand me?
sonra
eve gelip, a night like this’i açtım işte, the cure.. hepsi bu.
***
yalan
söyledim. psikoloji falan okumamıştı.. ama doktordu. orası ayrı. ve izmire
gelmişti işte.. tarihin amortisi 7’yi gösteriyordu bu arada, yani eksi üç değil
altıydı. her şeyi abarttığım söylendiği için, bu kez de ben eksilttim bir
şeyleri sadece, ikiye bölebildiğim tek şey zamandı belki de.. milattan önce.
isadan sore. bazı kelimeleri sevmiyordum, sonra’ya bu yüzden sore derdim, hayır
ingilizce de bilmiyorum.. ve doğru söylediğim doğru, gerçekte olan biteni
yazmak bana daima zor gelmiştir.. o halde hayaletlere dönelim..
dediğim
gibi psikoloji okumuştu, ve bana lita ve mary hakkında birkaç şey sorduğu bir
e-posta attı. ve ben sorularına cevap vermediğim bir mail yazdım. ya da
gerçekte soramadığı şeyi yanıtladığım. ardından karşılıklı birbiri ile
alakasızlıklar bütününden ibaret bir ton cümle kuruldu. ve sonra izmire geldi.
izmire yerleşmişti yani.. ve sonra şu allah’ın belası bara girdik.. (dini
manada söylemedim).
iki
bira. tuborg yok mu? o zaman bomonti olsun. o da bana uydu. ve paketimde ki
pall mall’dan bir tek aldı, ‘alabilir miyim?’ diye sormaması hoşuma gitti. onda
hoşlanmadığım hiçbir şey yoktu. ya da ben sezinleyememiştim. hâlâ sezinleyemedim. konuştuk. havadan ve sudan değil ama.
olmayan ülkeye yolculuklardan daha çok. ve insanlar kayboldu. yan masalardaki
kahkaha efektleri duyma eşiğimin dışına çıktı. ters yakıyorsun dediği anda fark
ettim zihnimde flashların patladığını. ‘anı kaydet’.
sigaramı
düzeltirken, sahnenin ışıklarını tekrardan yaktı yönetmen. ters yakıyordum
evet, ve insanlar tekrardan görünür oldu, o anlamlandıramadığım ve bana açıkça
bağnaz gelen safsak mutluluk havalarıyla beraber. ‘ters yakıyorsun’.
kalkalım
mı dedim, kalktık.. hesabı ödemişti ben tuvaletten gelene kadar, sorun etmedim,
bir başka seferinde tek nakitimiz ondaki on lira olduğu için aynı rahatlıkla
tuvalete giderken ona bıraktığım çantamdan cüzdanımı alıp kartla ödeyecekti.
“sen tuvaletteyken ben” adında bir şiir yazılabilir, belki üzerine klip de
çekerler sonra, ve biraz para kazanırım, ne dersiniz? ama önce adımı
değiştirmem lazım. ve şu an bunu uydurmuyorum ama, geçmişte bir keresinde,
gizlilik içinde yürütülmesi gereken bir iş için sadri beka adını kullanmıştım.
sadr-i beka olucak.. ne diyordum lita? bardan çıkmıştık..
elini
belime attı. ve midye istedi. aldım. sahile geçtik. geçene kadar sarılıydı
bana, tamamen sarılı.. do you understand me?
sonra
eve gelip, the drowning man’i açtım işte, the cure.. hepsi bu.
***
yalan
söyledim. gidilecek yeri falan seçmemişti. ben seçmiştim. izmiri bilmiyordu
çünkü. ve eşyalarını bi yere bırakmamız lazımdı, çanta bavul vs. logosa gittik,
henüz kapatmak zorunda kalmamıştı erdinç abim mekanı. çantaları bırakıp
çıkıcaktık, karnı açtı.. sonra, dudaklarıma yapıştı, alt katta, dünya
üzerindeki başka herhangibi bir hatun olsa karşı koyardım, bak bu kez
direnirdim yani, belki de ilk kez.. ama o, farklıydı. hâlâ farklı. logos iki yıl sonra kapandı, son gecesinde sabahladım
orada, sandalyelerin üzerinde yatıp. o zamanlar zamanın amortisi dokuzu
gösteriyordu. gerçeğimin algılanış biçimi dudağıma yapıştığındaysa yediyi.
logos kapandı sonra. isadan önce. miladdan sore. hayır endonezyaca da
bilmiyorum. ve doğru söylediğim doğru, gerçekte olan bitenleri yazmak da her
zaman kolay gelmiştir bana, zor olan olup bitmeyenleri anlatmak. o yüzden lütfen
sorup durmayın şu aptal ve fiks soruyu.. “bunlar gerçek mi?” hayaletlere
dönüyoruz..
dediğim
gibi bardan çıkıp sahile geçtik.. midye de aldık. bira da.. ve biraz da sigara.
ikimize yetecek kadar. ikimize yetecek kadar ne varsa almıştık. pardon, yanlış
yazdım, her şeyi ikimize yetecek kadar almıştık olucak. ama hiçbir şeyin fark
etmediğini söylemiştim öyle değil mi? oysa “görünmez zincirlerle bağlamadım
yazdığım bilançolarımın boynuna halatları.. tekrar okuma zahmetine
katlanmayacaksın, ben de tekrar yaşama zahmetine katlanmayacağım”, o yüzden şu,
aslında hayalet olmayan psikologla, (doktor olan veya hayalet olan psikolog
değil, bir üçüncü hatun karakter daha ekledim şu an öyküye! günaydın) gerçekte
yaşanan ilk illetişim faslımızdan sonrasında izmire gelişi ile ilgili olanlar hakkında
yalan söyledim. kendine yakın bulmuştu karakterlerimi, en çok hangisini diye
sorduğumda, ikisi de birbirine çok benziyor zaten dedi, benzemiyorlardı oysa,
ve “yarattığı karakterlere aşık olan bir yazar olsaydım, kesin imza günüme gelenlere de aşık olurdum”
dedim. apalladı. çünkü gerçekte soramadığı şeyin yanıtını vermiştim. ve benim
mutlu insanlardan nefret ettiğimi düşünüyordu, o yüzden gitmiştik şu en başta
bahsettiğim allahın belası bara. (kinî anlamda da söylemedim). terapi
önermişti. ve ben de geyik yapmayı önerdim. anlaştık. ona göre tedavi olan
şeyin adı bana göre hoş vakit geçirmekten öteye geçmeyecekti. mutluluğa ya da
mutsuzluğa inanmadığımı anlattım ona. huzura inandığımı ve huzurlu olduğumu da.
ve daha başka bir çok şey.. ve üçüncü kutsal kitabımın kierkegaard’e ait
olduğunu söylediğimde, tanrısal saçmalıklar sonrası, sigaraya uzandı. ters
yaktığını söyledim. flash o an patladı. her şey çözündü gözünde. o dakikaya
kadar, ona göre konuşmuyor, terapi yapıyorduk. umutlu ya da umutsuz değilim,
umursamıyorum dedim. Ardından, ters yakıyorsun. flash. ‘ani yaşa’. [ı değil i]
sigarasını
düzeltirken, “terapiden vazgeçtim, sahile çıkalım mı” dedi. bu kez ‘fark etmez’
yerine ‘olur’ dedim. hesabı alman usulü yapıp sahile geçtik, hasan abimden iki
tuborg gold, bir paket pall mall, bir de tuvalet alıp. ikinci seferde alins’e
götürecektim onu, tuvalet için. üçüncü seferinde bir park bulmamız gerekeceğini
söyleyecektim kadın olduğunu gözardı ederek, saat biri geçiyor olacaktı o
sırada çünkü ve gülecekti buna. “hâlâ asıl soruyu sormadın” diyecektim, “buralarda
çok sık mı sabahlıyorsun” diye sorduğunda. sokaklarda çok sabahlamıştım, çok da
fazla sabahlayacaktım daha. yarı ölü tam sarhoş bir halde. ama sırılsıklam aşık
olmayı tercih ederdim bunun yerine yine de.. bazen yerine tercih edebileceğin
isteklerin başına gelmesinden korkarsın oysa.. korku kararlarımızı yönlendiren
en etkin duygudur, “koskoca tanrı’ya başkaldırmışım devlet ne ki” dediğimde
söyledim bunları da ona, kafayı bulmuştum çünkü, egom biraz göz kırpmıştı
psikoloğa. ateist değildim. cehennemde yanarken tanrıya yalvaran onca insanın
arasında, hâlâ direnenlerle beraber olmayı hayal ediyordum.
pardon
ben hayatım boyunca hiçbir şeye direnmediğimi söylemiştim değil mi? sessiz
kalma hakkımı kullanıcam, benim adıma konuşmasına ses çıkarmayacağım üç beş
insan kaldı yanımda. benim adıma karar vermelerine de itiraz etmeyeceğim üç beş
insan.. kendimi onlara yakın hissetmiyormuşmuşum da, falan filan.. düpedüz yalancıyım..
yalan söylediğim yalan. ve dediğim gibi, görünmez zincirlerle bağlamadılar
burnumuzdaki halkayı karalarına uzanan halatlarına.. ne diyordum mary? sahile
çıkmıştık.
sonra
bi kaç bira içtik. sonra saat biri geçti. sonra bir arkadaşının evine gittik..
sonra beraber olduk. sonra biraz zaman geçti. sonra istanbula gittik. sonra
başka arkadaşları ile tanıştık. sonra ben sustum. sonra kağıt oynadık. sonra
gece oldu. sonra o ağladı.. sonra izmire geldik. sonra benim başka
arkadaşlarımla tanıştık. sonra o ağladı. sonra bir arkadaşımın evine geldik.
sonra yattık. ben ona sarılı yatıyordum, tamamen sarılı. sonra ben ağladım. o
uyuyurdu. duymadı. uyumadım. sonra sabah oldu. sonra biri geçti. tekerlek
izlerini göremedim sokakta, frene göz ucuyla bile dokunmamıştı.. sonrasında her
şey iyiydi. sonrasında her şey kötüydü.. isadan önce. miladdan önce. do i
understand me? (ingilizce bilmediğimi söylemiştim)
bi
saniye, her şey birbirine karıştı.. ne diyordum pelü? tatile çıkmıştık..
sonra,
hayalete dönüşmemekte diretenlerden herhangi biri, asıl soruyu hiçbir zaman
sormadığı için, var olma savaşı vermeyenlerden birimi [n değil m] konuşturdum..
psikologla rolleri değiştik..
“korku,
umutsuzluğu tetikleyip, mantığa yönlendirir” dedim, “ve mantık, umudun kaynağı
olan hislerle soğuk savaş vermektedir. bu yüzden ölümcül hastalığın virüsü,
aslında kendini güvende hissetme istencidir. bu istenç, olası her türlü
pişmanlığı tetikler, ve bi gün pişman olma korkusu, arzuları körelten bir
uyuşturucudur. o yüzden, bir kez daha saati hatırlatırsan, ilaçlı tedaviye
geçeriz..” anlamadı. açmadım. Onu otobüse bindirip, yürüdüm..
sonra
eve gelip, trust’ı açtım, the cure.. hepsi bu. hayaletlere döndük..
*
başlık the cure’un bir şarkısının adıdır..
1ağustos2013