18 Eylül 2006

bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan..

kapı çalıyor.. kalkıp yanındaki pencereyi açıyorum. “kim o” diye soruyorum..

biri pencereye yaklaşıyor ama yüzünü seçemiyorum, 4 masa lambası yanıyor klavyemin üzerinde, pencereyi kapıyorum ama dışardan konuşma sesleri geliyor, bilgisayarın başına oturuyorum, hâlâ konuşma sesleri geliyor dışarıdan, yerimden fırlayıp kapıyı açıyor ve bağırıyorum:

“size beni rahatsız etmemenizi söylemedim mi yarak kafalılar”

dışarı bakıyorum, biri basamakta oturuyor diğeri balkonda sol taraftaki çalılığa sıçıyor, boku ağır ağır düşüyor..
“hey bu pezevenk kızı çalılığıma sıçıyor” diyorum

pezevenk kızı gülüyor ve sıçmaya devam ediyor. at kuyruğundan kavradığım gibi havaya kaldırıyor, o sıçmaya devam ederken çalılığın üzerinden savuruyorum. geri gelmiyor. “niye yaptın bunu” diye soruyor öteki
“canım öyle istedi” diyorum
“delisin sen” diyor
“deli mi” diye soruyorum
“evet deli” diyor, “üstelik üç kağıtçısın, sürekli olarak bukowski’nin öykülerini kopya ediyor, sadece isimleri türkçeleştirip zaman ve mekanla oynuyorsun”
“evet” diyorum, “yeteneksizim, pis bir hırsızdan başka bişi değilim ama bundan sana ne, herkes yutuyor bu numarayı yavrum, hadi siktir ol git yoksa seni de kemerinden tuttuğum gibi fırlatırım” kaçıyor, arkasına bakmadan kaçıyor üstelik de.. kapıyı kapatıp daktilonun, şey, pardon, klavyenin başına oturuyorum, ve telefonum çalıyor, bir mesaj, orospu çocuğunun biri numaramı öğrenmiş birinden, şöyle diyor mesajda, “öykülerinde bir şey eksik, defalarca okudum, ve sonunda karar verdim, ruh ve duygu yok öykülerinde”
mesajı atan kişinin çok zeki olduğuna karar veriyorum ve siliyorum mesajı, ruhsuz ve duygusuzum çünkü..

hmm.. evet.. bugün bukowski’nin hangi öyküsünü çalsam acaba.. sadece isimleri ve mekanları değiştiriyorum biliyorsunuz, biraz da cümleler üzerinde oynuyorum tabii ki, çaldığım anlaşılmasın diye, ama nasıl olduysa biri bunu çakozladı, ama olsun, onun sesini kesebilirim, onlarca hayranım var ne de olsa, yeteri kadar güç kazandım artık, “bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 12 maymun”u çalsam nasıl olur acaba, maymun yerine aslanlar düzüşür ve, hmm, 17 adet olur evet, hem bunlar homoseksüel aslan olursa fena olmaz.. iyi fikir.. evet, pekala.. elimizde 17 adet maymun, yok pardon şey, aslan var, yok 18 olsun, 9’u erkek 9’u dişi ve bunlar homoseksüeller, 9 erkek aslan grup seks yapmaya karar veriyor, 9 dişi aslan da eşleşiyor ve bir dişi aslan açıkta kaldığı için kavga çıkıyor dişi aslanlar arasında, erkek aslanların umurunda değil bu kavga.. ve benim de umurumda değil, kimin ne bok düşündüğü, yazdıklarım hakkında.. kesiyorum burada bu saçmalığı, ve size başıma gelen bir şeyi anlatmak istiyorum dostlarım, her zaman olduğu gibi.. ama eğer çok bukowskivari olursa bu da, beni affedin, ama yapabileceğim bişi yok bu konuda, buk.tan önce de yazıyordum, buk.u okumadan önce demek istiyorum, buk yazmaya başlamadan önce değil, ve ister inanın ister inanmayın tarzım şu anki ile aynıydı ki bunu bilen bilir, ve sonra, ama, her neyse, başıma gelen bir şeyi anlatayım istiyorum yine, ama biraz düşünmem lazım, biraz bekleyin, bi saniye, evet.. hmm..

sabahtı, sabahın beş buçuğu, “koğuş kalk” diye bağırdı bi tip, ve, kalktım, herkes kalktı çünkü, hâlâ sivil elbiselerleydim, henüz kamuflaj vermemişlerdi bana, çünkü cuma günü mesai saatinden çok sonra teslim oldum acemi birliğine ve pazartesi günü kaydımın yapılacağını ve kamuflaj ve diğer malzemeleri vereceklerini söylediler, elbette cuma günü bir giriş kaydı yapıldı, muayene de oldum;
“herhangi bir sağlık problemi yaşadın mı, fiziksel veya psikolojik?”
“akciğer ameliyatı, iki kez, ve bir de sanrılar görüyorum, bir kez psikoza girdim, artık pek fazla nüksetmese de, kekemeyim, ve, hmm”
“sanrılar nasıl?”
“ışık, gölgeler, ses, ve bir de bazen odada yürüyen birşeyler olduğunu düşünürüm, öyle gelip giden bir his, paranoyak olduğum su götürmez bi gerçek sanırım. zaman zaman realitik sanrılar da oldu”
“uyuşturucu kullanımı”
“evet”
“ne tür uyuşturucular”
“bir dönem amfetamin, extacy ve çeşitli uyarıcılar kullandım, askere gelmeden önceyse bazı sedatifler ve esrar kullanıyordum”
“alkol?”
“hıhım”
“ne sıklıkta”
“her fırsatta”
“yani her gün diyebilir miyiz?”
“hemen hemen”
“sigara”
“evet”.
“arkaya geçip soyun”

geçtim perdenin arkasına.. kollarıma bakıldı, ve taşaklarıma.. dövme yok, jilet izi yok, yara yok, sol kolda dikiş izi, erkek, ve daha önce bir kez psikoza girmiş, sanrılar görüyor, uyuşturucu kullanımı var.. pdrm!

oradan çıkarılıp bir başka yere yönlendirildim.. sigorta ve banka kartı işlemleri için.. ölmem dahilinde 15 milyar tazminat ödüyorlardı aileme, sakat kalırsam da bana ömür boyu bakacaklardı.. bir dolu kağıt imzalattılar, okumam için zaman yoktu, imzaladım.. sonrasında kalacağım koğuşa götürdüler beni, eşyalarımı yerleştirdim, falan filan işte, buralar pek kayda değer değil, ertesi gün de, yukarlarda bi yerde sözünü ettiğim gibi beş buçukta uyandırıldım, ve kahvaltı adını verdikleri o şeyden aldım yemekhaneye gidip.. 3 zeytin, ufak bir parça peynir, çok ufak, ve yarım ekmek, sorun değildi, sivilde kahvaltı yapamıyordum zaten, ama burada? denedim, ve geri çıkardım yediğim ne varsa 10 dakika içinde, normaldi, ve mıntıka dediler, yerdeki çöpleri toplayacaktık, yapraklar, çam iğneleri, izmarit.. arazi olmanın en akıllıca şey olduğunu düşünüyordum. sonuçta o iş, veya diğer her şey, biz ordan gidene kadar bitmeyecekti, sürekli yeni bir şeyle çıkacaklardı karşımıza, şurdaki çöpleri topla, yaprakları topla, çam iğnelerini topla.. ve ben tenha bir yer arıyordum, kadro askerlerin beni görmeyeceği bi yer, ve tuvaletin arkasına geçtim, oturdum, yanıma bi tip geldi, tanımıyordum onu, ama benim gibi acemi olduğu her halinden anlaşılıyordu

“selam” dedi
“selam” dedim
“iyi yer bulmuşsun” dedi
“hayatımı saklanarak geçirdim” dedim, “herkes ve her şeyden”
“arazi olmak iyidir” dedi, “hedefim acemi birliğini son güne kadar arazi olarak tamamlamak”
“sırf askerlik değil, hayatın tamamında arazi olmak gerek” dedim
“alkol kullanır mısın?”
“evet.. ya sen?”
“bende..”

ve vefa ile böyle tanıştım.. aslına bakarsanız askerliğe başlamadan önce, orada tek bir kafa dengi tip bulamayacağımı düşünüyordum, ama ne de olsa bizim gibiler hep aynı köşeye saklanırlar hayatta, ve çekerler birbirlerini.. bi kaç gün içinde sıkı iki dost olduk vefa ile.. ankara’da yaşıyordu, üniversiteyi bırakmıştı, hem de son yılında, neden diye sorduğumda bi sikime yaramıcaktı dedi, bende bi sikime yaramayacağı için dört sene üst üste devamsızlıktan sınıfta kalmıştım üniversitede, sonra da atılmıştım zaten, ve alkol, evet, askerlik süresince en büyük problemimin olacağını düşündüğüm şey, ama hayır, en büyük problem tıraş olmak ve bot boyamaktı, ilk hafta sürekli akşamları tıraş oldum, sabahın köründe olmak zor geliyordu çünkü ve ben de olmuyordum, bi kaç kez azar işitince akşam olmaya başladım, ama yine azar işitmeye başlayınca sabah kalkar kalkmaz ilk işim tıraş olmak ve bot boyamak oldu, ve bunu 10 aydır başarılı bir şekilde sürdürüyorum, bu arada bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 12 maymun, şey pardon özür dilerim karıştırdım, bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan’a dönücez bir ara..

askerliğimin 16. günüydü, tek gram alkol koymamıştık ağzımıza vefa ile, aranıyorduk, kadro askerler ile bağlantı kurmaya çalışıyorduk, ama henüz başaramamıştık, 16. günümüzdü, gecenin ikisi, biri yatağıma gelip dürttü, gözümü açtım, vefa’ydı, “hadi kalk gidiyoruz, alkol ayarladım” dedi, “taşak yapıyorsun” dedim, “hadi olm kalk” dedi, kalktım, “beni takip et” dedi, dışarısı buz gibi soğuktu, ama hiç bişi giymedim üzerime, eşofmanlar sadece, koğuştan çıkıp arkaya, çalılıkların oraya doğru yürümeye başladık, bir kadro asker söz vermişti vefa’ya, gece dışarı çıkıyordu kadro askerler, tellerden, ve gelirken bira getirmeye söz vermişti bir tanesi, tutmuştu da sözünü, bir köpek kulübesinin önüne geldik, yere oturunca köpek kulübesi boyunuzu geçiyordu, yani köpek kulübesinin arkasına oturduğunuz takdirde görünmüyordunuz, iyi kamufle ediyordu bizi, 75 gün boyunca iyi kamufle etmiş olmalı ki acemi birliğinde hiç fire vermedik, gerçi 10 aydır askerim ve henüz fire vermedim, umarım geriye kalan 4,5 aylık sürede de alkollü iken yakalanmam, askeri cezaevine girmek istemiyorum, insanın suyunu sıkıyorlar orada, 20 günde 15 kilo veriyorsun, ve bunu sana yapan senin gibi askerler, oraya pas pas çek, şurayı sil, piyadeler, gardiyan piyadeler, alt devren olan piyadeler.. ve ben jandarmayım üstelik, piyadeler jandarmalardan nefret eder, iyi de bu size de garip gelmiyor mu? askerliğin psikolojisi, çok çabuk etkiliyor insanı, ve çok çabuk değiştiriyor, çok saçma şeyler yaptım, ve yapmaya da devam edeceğim muhtemelen, bir ara anlatırım onları da, ama şu an konumuz alkol, ve evet, köpek kulübesinin içinde bir köpek yaşamıyordu, siyah bir poşet vardı sadece, çıkardık poşeti dışarı, içinde bir tane bira, açtık kapağını, ve ilk yudum, 16 günlük hasret, mucizeviydi..

pek fazla hatırlamıyorum ilk günleri, bilincimi yitirmiş gibiydim, felç geçirmiş bir hasta gibiydim, hareket edemiyordum, düşünemiyordum.. pazartesi günüydü, 4. günüm.. sabah içtimasından sonra benim gibi henüz kamuflaj dağıtılmamış 8-10 kişiyi topladılar, diğer 200 küsur asker yeşiller içindeydi, ve benim gibi henüz sivil olanlar da çok hevesliydi o elbiselerden almaya, 2 gün boyunca sürekli sorup durdular ne zaman dağıtılacağını, ben o kadar meraklı biri değilim, ki aslına bakarsanız çok meraklı olduğumu düşündüğüm zamanlar da olmuştur, ki “bok gibi meraklıyım”dır da demişimdir zaman zaman, ama böylesi bir konuda? ne zaman silah dağıtacaklarını merak edişleri mesela.. benim tek derdimse ne zaman çarşı iznine çıkacağımızdı.. ve evet, kamuflajlar, giydim tabii ki, nasıl giyildiğini gösterdiler, botların nasıl bağlandığını, ve aynada kendime baktım şöyle bi, “oğlum şimdi boku yedin işte” dedim kendi kendime, “artık askersin” ve o zaman farkına vardım asker olduğumun, ve o boktan psikolojiyi de o gün kaptım sanırım..

ilk hafta çok kötü geçti, uyuyamıyordum, ortama ayak uyduramıyordum, sürekli birileri ile tartışma içindeydim, kaçmayı düşündüm çok defalar, ve hiç de zor değildi kaçmak, mıntıka alanımızın olduğu bölgedeki tellerde bir boşluk vardı, üst devrelerin arada sırada dışarı kaçtığı ufak bir delik.. uyuyamıyor ve üstelik sabahın köründe kalkmak zorunda bırakılıyordum, bi çok gece yatağa girdiğimde, ertesi sabah yataktan çıkmamayı düşledim.. eğitim de sıkıcıydı, yere çökmek, yere yatmak, uygun adım, marşlar, hizaya gelmek, tüfekle nasıl yatılır, sağa dön, sola dön, vs vs.. ve doğru yapamadığımız için yediğimiz laflar.. kendimi zor tutuyordum gerçekten, ve sigara üstüne sigara.. sabah uyanır uyanmaz, kahvaltı vaktine kadar, yani yarım saat içinde dört beş tane içiyordum, aç karnına, kahvaltı sonrası da devam ediyordum buna, öğlene kadar bir paket bitiyordu sanırım, ama zamanla ciddiye almamam gerektiğinin farkına vardım, normal hayatımda da pek fazla ciddiye almıyordum olayları, akışına bırakıyordum, zaman nasıl olsa geçiyordu bir şekilde, naparsan yap, ya da hiçbir şey yapmadan bekle, bir aylağın hayat felsefesi budur, zorunlu kalana dek hiçbir şey yapma..

10 gün içinde işin orospuluğunu öğrenmiştim.. akşam yemeği öncesi sıraya girmiyordum örneğin artık, sayı alınmıyordu çünkü, toplanılıyor ve uygun adımda marş söyleyerek yemekhanenin önüne gidiliyordu, nefret ediyordum uygun adımdan.. marş söylemek.. bağırmak zorundaydın, yoksa birileri ispiyonluyordu seni, “komutanım bu bağırmıyor”.. neden bağırmıyorsun? çünkü aptalca.. hayır, böyle yürümüyordu işler, çok ağır cezalarla donatılmıştık, ve yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu, ben de sayı alınmadığını anladığım her fırsatta arazi olmaya çalışıyordum, ve dediğim gibi, 10 gün içinde her şeyi çözdüm, artık sadece sabahları sıraya girip marş söylüyordum, oysa gün boyunca en az 10 kez sıraya giriyorduk..  inanmadığımız konularda marşlar söyleyerek gidiyorduk her yere, sol sağ sol sağ..

silahları ilk dağıttıkları günü iyi hatırlıyorum.. herkes büyük bir heyecan içindeydi, ilk günden beri silahlar ne zaman dağıtılacak diye sabırsızlanıyorlardı, bense umursamıyordum, ilgisizdim, her şeye karşı ilgisizdim zaten, ve silahlar, herkes bir yerlerini kurcalıyordu silahının, bense alır almaz omzuma astım ve nişancılık eğitimi başlayana yani kurcalamak zorunda kalana kadar asla kurcalamadım, merak etmiyordum, ve bölük komutanı bir keresinde bana “sen ne biçim askersin” diye bağırmıştı, “hayattan bezmiş gibi bir halin var” haklıydı, bezmiştim hayattan.. bezdirmişlerdi, ansızın terk eden hatunlar, “biz seni arıcaz” diyen işverenler, hiçbir halt olamayacağımı düşünen öğretmenler, ve şimdi de askerlik.. işin güzeli, silahı da geç almıştım, kapı gibi pdrm raporumun yanına bir de a.s.k raporu çakarak. hiç almamam gerekiyordu o silahı oysa. ve dahası bir de spor yapamaz raporum vardı. bir de deli raporu alsaydım, şehit olmadan cennetin kapısını aralayabilirdim, islamî kurallar böyle diyordu.

birkaç hafta sonunda iyice alıştık ortama.. vefa ile ben.. ilk çarşı iznimizi hatırlıyorum, tek düşüncemiz biraydı, nasıl içecektik, aydın’daydık, acemi birliğinde, aydın, ve hiçbir yeri bilmiyorduk, biraz dolaşıp park ya da içebileceğimiz bir mekan aradık ama nafile, ve korkuyorduk da biraz, sonuçta askerdik ve eskisi gibi her yerde özgürce içemezdik, ve ikişer bira aldık yine de, montlarımızın içine sokup içebileceğimiz bir mekan aramaya başladık, asker olduğumuz her halimizden belliydi, ve bir inşaat aramaya başladık son çare olarak ama her açıdan şansızdık, en sonunda bir inşaata denk geldik ama onunda önünde işçiler mal indiriyordu, çimento, kum, vs.. her neyse, işçilere “mehmet usta yukarda mı” diye sordu vefa, “o da kim tanımıyoruz, yok öyle biri” dedi bir işçi, biz duymamazlığa verip merdivenlerden yukarı çıktık, peşimizden biri geliyor mu diye de kontrol ediyorduk, 4 kat sonra bir apartmana girdik ve orada bir odada açtık şişeleri, içtik, hızlıcana, hatta ikinci şişeleri direk fondip yaptık, ve aşağı indik, “mehmet usta nerde acaba” dedim vefa’ya numaradan, o da bana “bu saatte burada olacağını söylemişti” dedi, işçiler aptal aptal bize bakıyorlardı kim bunlar dercesine, ve hızlıcana uzaklaştık oradan, yoktu işte mehmet usta diye biri, ve evet, diğer haftada şarap aldık ve içeriye tellerden girdik, tabura demek istiyorum, ve içerde bi yerde içtik, ve tabii ki ot, üst devrelerle samimiyeti artırarak onu da sağlamaya başladık, bir gece, yine köpek kulübesinin arkasında gecenin ikisinde cigara tüttürürken, vefa, fatih ve ben, yağmur çiselemeye başladı, sonra koğuşa döndük, yattım, ikili ranzalar vardı koğuşta, ben altta yatıyordum, ve yağmur dışarda durduğu halde koğuşta yağmaya başladı, yani ben öyle hissediyordum, dehşet bir tribe girdim, koğuşu sel götürecek ve boğularak ölecektim, bir sola bir sağa dönüyor ama kalkamıyordum, ve her neyse bir keresinde de cin aldık, gece dışardan içeri soktuk, ve ufak bir radyo bulduk üstelik, ve birde cips, ve sigara, ve harikulade bir gece yaşadık, gecenin iki buçuğunda koğuşa geldik, kafamız kıyaktı, nöbet listesine baktım, nöbetim vardı saat dörtte, hafta sonuydu, altı buçukta kalkıyorduk hafta sonları, ve dört altı nöbeti? kafam bi dünya iken üstelik.. düşündük vefa ile, ‘değiştir şu amına koduğumunun listesini’ dedi, ‘öyle yapıcam zaten’ dedim, ‘bunlar beni siksen kaldıramaz nöbete, çakarlar mevzuyu..’ ve bir kalem alıp nöbet listesindeki yatak numaramı karaladım, bir numara söyle dedim vefa’ya 216 dedi, listede vardı ikiyüzonaltı, başka bişi söyle dedim, 158 dedi, yazdım bende 158’i, altına da ‘ceza’ yazdım parantez içinde, 158 yatak numarasıydı, şanslı numara, benim yerime nöbet tutacaktı, ve kimseye ‘bana neden ceza nöbeti yazdınız’ diye soramazdı, çünkü eğer neden ceza nöbeti yediğini sorarsa bir hafta aynı nöbeti tutardı, böyleydi bu işler, kurallar böyleydi, kadro askerler yazıyordu nöbetleri ve eğer yanlış bir şey yaparsanız, nöbete kalkmamak, arazi olup da yakalanmak gibi, size ceza nöbeti yazarlardı ve onlara nedenini sorarsanız bir günlük cezanız bir haftaya çıkartılırdı, dehşet bir baş ağrısı ile uyandım sabahın altı buçuğunda.. “koğuş kalk” kelimesi bir süre sonra otomatik bir buton gibi geliyordu size, saat kaçta yatarsanız yatın, ya da o sihirli sözcük saat kaçta söylenirse söylensin, uyanıyordunuz..

18 kişiydik bir postada.. 18 aslan.. onsekizimiz de heteroseksüel aslanlardık ve erkektik, erkek olduğumuz için oradaydık, askerde, ve birinci postadaydım, birinci postanın birinci sırasında vefa, dördüncü sırasında ben vardım, aradaki 2 kişi de benim ekürimdendi, ve tüm bölük hizayı birinci postadan alıyordu, postanın geri kalan 14 kişisi de bizden, ve biz sürekli geç kalırdık içtimalara, her şeye, ve bölük bu yüzden sıraya giremezdi, sürekli laf yerdik, ama umursamıyorduk, bir türlü doğru dürüst düzüşemeyen 18 aslan.. aslan diyorum, çünkü bölüğümün simgesi buydu, gerçekten buydu.. aslan.. bağırtıyorlardı 250 kişiyi marş söyletirken, “arslanlar geliyor”

ben bağırmıyordum, asla bağırmadım, övünmüyordum da bununla, ama etrafıma bakıyordum ve şimdi düşünüyorum da, o günden 7-8 ay sonra, ne tuhaf diyorum, gerçek gibi gelmiyor, sanki hiç yaşamamışım gibi geliyor, rüya görmüşüm gibi, işin tuhaf yanı ordayken de eski sivil yaşantım rüya gibi geliyordu, hiç yaşamamışım gibi..

aslında hem anlatılası çok şey var, hem de yok.. ve uzatmak istemiyorum.. acemi birliğinin bittiği gün.. dışarı çıktık vefa ile, onun otobüsü 11’de idi, benimse saat başı otobüsüm vardı, ne de olsa izmir aydın arası 45 dakika sürüyordu, ve evet, bende 11’e aldım bileti, biraz içip sohbet edecektik onunla, en sonunda bir park bulduk, son günümüzde, ve evet, üçer bira, ve çerez, sigara, dönüp yeni keşfettiğimiz parka geldik, uzun süre görüşemicez dedim ona, “özlücem lan seni” dedi, “ben de seni” dedim
“garip birisin” dedi bana, “tutuk davranıyorsun bazen”
“biliyorum” dedim, “isteksiz.. ite kaka”
“evet aynen öyle” dedi
“sende hayatımda gördüğüm en kıyak heriflerden birisin” dedim ona
“eyvallah” dedi, içtik, içtik ve sohbet ettik
“ankaraya gider gitmez düzüşücem” dedi bana
“sen bilirsin” dedim
“yedi gün” dedi
“yedi gün” dedim, dağıtım izninin süresinden bahsediyorduk
“çok kısa, hemen yine asker olucaz”
“rize” dedim
“balıkesir” dedi, usta birliklerimiz.. ve sonra garaja gittik, ne tesadüf ki bineceğimiz otobüsler yan yana duruyordu, aynı firmalardı büyük bir tesadüf sayılmaz, ama, tesadüften öte, tuhaftı, otobüste oturduğum yerden ona baktım, o da diğer otobüsteydi, ve geri geri gitmeye başladı otobüslerimiz yola çıkmak için, ayrıldık, ve bir daha görüşmedik..

ve izin.. eve geldiğim ilk gün.. canım çok sıkılıyordu, hiç bişi yapasım yoktu. evet, haklısınız, benim zaten hiç bir zaman bişi yapasım yoktur, ama bu kez farklıydı, askerlik her şeye karşı yabancılaştırıyordu adamı, ve üç gün içinde kurtuldum bu psikolojiden.. çabuk attım, bu kadar çabuk atabileceğimi düşünmüyordum, ama birkaç şişe  adama cehennemi bile unutturabilir..

ve şu anda yine izindeyim.. ve yine dağıtım iznindeki gibi ilk günler çok sıkılıyordum.. ve 3 gün sürdü o psikolojiden kurtulmak.. tedavi yöntemi yine alkol. hafif alkol aldım bu gece de.. sabahladım.. ve şu an sabahın yedisinde, ev halkı işe okula ve oraya buraya giderken ben izlanda folk müziği eşliğinde size bunları yazıyorum, yazıyordum, bitti, ve evet, bukowski ölmeseydi yazacak olduğu bir öyküydü bu, o yazamadığı, yani ömrü yetmediği için, ben yazdım, affedin..


18.eylül.2006

15 Eylül 2006

kadınsız

evdeyim
evde olmayı seviyorum
bir kaç bahis oynar
kafayı çekerken kazanmayı beklerim
akşamın beşi
dizelerim oldukça kısaymış bu arada, öyle dedi bi tip, böyle şiir olmazmış
bu yeterince uzun mu joe?
konumuza dönelim
konu neydi
baştan alalım
şiiri başa al
çekim iki sahne 5

evdeyim
sarhoşum
sarhoş olmayı seviyorum
evde olmayı da
evde olmayı ve evde sarhoş olmayı ve sarhoş olmayı
hepsini tek tek seviyorum
ya da hepsini birlikte
ne farkeder ki?
iyice karıştı

akşamın beşi
günlerden pazar
üçlü ganyan yan yattı
orospu çocuğu f.ç yatırdı beni
babam uyarmıştı ama
"o at tek geçilmez evlat
jokeyi biraz ibnedir"
neyse
evdeyim
bunu daha önce söylemiş miydim?
atlar ters köşe
maçlar ters köşe
kafam ters köşe
bekliyorum
birazdan telefon çalar
bir kaç kadın tarafından kırmızı kart gördüm
hayatıma giren herkesi
başka birine kaptırmam kötü
ama boş ver
itiraz etmeye gerek duymuyorum
buradayım işte
ve en ufak bir istek duymuyorum içimde
nasıl istiyorsanız öyle oynayalım bu oyunu
ne de olsa sonunda kaybedicem
neden kazanmak için çaba sarf edeyim
boş versenize
böyle iyiyim
havada huzur var bugün
oldukça sakin ve sıkıcı bir gün
güzel
her şey sıkıcı
sadece oranları değişiyor
bu az sıkıcı
bu çok sıkıcı
ve bunu bana anlatan bir adaşım
teşekkür edelim ona
oldukça sakin ve sıkıcı bir gün ve havada huzur var
tricky'nin paranoyak ve aksak ritimleri dönüyor odada
ve harikulade hatun sesi
bu kadınların cıyaklamasına tahammül edebilen bir tek ben miyim?
sürekli konuşup durmaları ve beynimi sikmeleri hoşuma gidiyor sanırım
ama hepsi ve mutlaka
başka birini tercih ediyor bir süre sonra
ben
işe yaramaz
adi
ve basitim
ve haklılar öyle düşünmekte
itiraz etmiyorum
ve olayları terse çevirmek için
en ufak bir şey yapmayacağım
her şey benim dışımda cereyan ediyor
ve güzel
ve huzur var bugün havada
kadınsızlık iyi
huzur veriyor
siktir et
bahisler ve alkol ve dört duvar ve rap
daha fazlasına gerek yok
bir kadına da ihtiyacım yok
hiç kimsenin yok
elinize patlatın gitsin!


15 eylül 2006

benim çöplüğüm

"bizi öyle bir sikmişler ki" demişti
o ufak dükkana sıkışıp kaldığımız
ve kimsenin
hiç bir şey satın almadığı
zamanlardan birinde
sisteme, gidişata
ya da işlerin yürüyüş şekline
ve bizim bir türlü
yürütemeyişimize kızarken
hep ters köşeye yatırılışımıza

haklıydı
çok pis sikmişlerdi bizi
kanatlarımızı ve kuyruğumuzu kesip
bir kümese kapatmışlardı
ayar olmamızı bekliyorlardı

ama farklıydık bir şekilde
en azından ben öyleydim
okumak istemiyordum
çalışmak istemiyordum
evlenmek istemiyordum
yayınlanmak istemiyordum
çok para istemiyordum
parasızlığa tahammül edemiyordum
ve tahammül edemiyordum aynalara
aptal bir surat
3 haftalık sakal
ve ne yapması gerektiğini bilmeyen
ve dahası hiç bir şey yapmak istemeyen
bir adam

sadece
müzik
alkol
ben
ve beni diğerlerinden koruyacak
dört duvarım olmalı

sonra
birden
O geldi

ben hayatımı
hiç bi getirisi olmayan
aptal şeylerle tüketmiştim
ve hiç bir çıkış yolum kalmamıştı
giderek daha çok yaklaşıyordum bir hiç olmaya
ve uzaktım işte
900 kilometre

bi tek o gece
kendimi tamamen
bıraktım
ruhumu
bedenimi
ve daha başka ne varsa insanda olan

her şey olabilirdi
ölebilirdik bile
O isteseydi yapardık
ya da
daha ileri gidebilirdik
hiç çıkmayabilirdik o odadan
ve dört duvar yeterdi bana

ama izin vermezlerdi
baskı altındaydım
karnı acıkacaktı
üşüyecekti
ya da faturalar
bir şekilde
sıçacaktı ağzımıza

ve sabah
bir çift gözle aynı anda uyanıp
tebessüm etmek
ve dudaklar

ve bir daha asla
hiç bir şey
o derece mucizevi
ve harikulade
olamayacak

tekrar başa döndüm
burada oturmuş
düşünüyorum
ve evet galiba
tekrar istemiyorum
umut etmek bana göre değil
iyi bir şeyler beklemek de
burada oturup
içkimi yudumlamak ve duvarlarımı izlemek dışında
yapabileceğim pek bir şey yok

dışarıda
diğer ne varsa
sizin olabilir
ama bu 9 metrekare bana ait

şimdi izninizle uyuyacağım


15.09.2006

tıkanıklık

öyküler geliyor
öyküler gidiyor
geçenlerde bir roman bile geldi
çaldı kapıyı
yerimden kalkamayacak kadar kötü hissediyordum kendimi
çaldı çaldı çaldı
zorladı, açmaya çalıştı
bir kaç sayfa sonra durdu
olmuyordu
olmayacaktı
zorlamanın anlamı yoktu
hiç bir şeyin anlamı yoktu
ve şiirlerim boktandı
ve ben boktandım
ve hayat boktantı
ama boşver
bir bira aç
ve yazamamaya başla
hayatta kal be adam
ne intiharı?

2 cümle yazıp tıkanıyordum
ama önemi yoktu hiç bir şeyin
öyküler geliyordu
öyküler gidiyordu
ve evet
yazamıyordum
okuyamıyordum
yemek yiyemiyordum
tıraş olamıyordum
yürüyemiyordum
hareket edemeyecek kadar sıkıştı ruhum içimde
ya da
bir şeyler alıp götürdü bende bir şey

ve bir kez daha
işimi bitirmeyi tasarlarken
bir şişe şarap
müzik
ve bu şiir yetişiyor imdadıma


15.eylül.2006

13 Eylül 2006

isimsiz -5

isimsiz -5

o’nunla nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum, çok sarhoştum, ama galiba halısına kusmuşum. ertesi gün ayıldığımda anlatmıştı bana. “seni bir daha bu eve almayacağım” dedi, ve çok ciddiydi yüz ifadesi bunu söylerken, ama sonra, her nasılsa, evinde kalmaya başlamıştım çoğu gün ve gece, ya da abisinin evinde. güzel zamanlardı, bir daha asla geri gelmeyecek olsa da, geri getirilemeyecek.

18 yaşındaydım galiba, 19 da olabilir. hem bunun ne önemi var. her neyse, birinden alsancakta eski kitaplarımı satabileceğimi duymuştum, üniversiteyi yeni kazanmıştım o sene, henüz okullar açılmamıştı, ama okula gitmek istemiyordum. ve evdeki tüm kitapları, ve dahası yeğenlerimin – hepsi öğrenci olan dört yiğenim vardı o zamanlar- eski kitaplarını da toplayıp alsancak’a vurdum kendimi, eniştemle birlikte.

bilmiyorduk nasıl yapılacağını bu işin. kitapları dizdik ve beklemeye başladık. sonra birisi geldi, “orası benim yerim” dedi, kaldırdık kitapları ve başka bir yere geçtik. ilk gün çok sıkıcıydı, eniştem bir kenarda oturmuş izliyordu sadece, ben de diğer köşede. sonra herifin biri geldi ve “çay ister misiniz?” dedi. elbette, neden olmasın. sonra bir öğrenci geldi ve kitaplarını bize satmak istedi, aldık biz de, başka birine satabiliriz umuduyla. böyle yürüyordu burada iş, bir öğrenciden ikiyüzellibin liraya alır, başka bir öğrenciye beş milyon liraya kakalardınız.

ilk gün kayda değer bir şey olmadı. öğlene doğru eniştem epey sıkıldı ve “gidelim” dedi, “tamam” dedim. iki kişiden eski birkaç kitap almış, 2 öğrenciye de birer tane satmıştık. zarardaydık ama, yol parasını bile çıkartamamıştık, bir de çaylar.

ertesi gün sabah 10’da kalktım ve eniştemin evine gittim, akşamdan kalmaydı, “ben gelmeyeceğim” dedi, “sen istiyorsan git, ama pek akıl karı değil o iş.”

“sen bilirsin” dedim ve yola çıktım. öğlenin onbiriydi galiba. pek hatırlayamıyorum, aklımı kaçırmak üzereyim çünkü şu an. her neyse. yan taraftaki elemanla muhabbete başladık, adı tuncaydı, elinde bir meyve suyu vardı, öyle sanıyordum, ama alkol oranı yüksek bir meyve suyuydu bu. laflamaya başladık. sarhoştu, oldukça. ve orada eski kitap satıyordu benim gibi. benim gibi değil aslında. o satıyordu gerçekten, ben ise alıyordum sürekli ama pek satabildiğim söylenemez, tek tük.

“alma” dedi tuncay, tam bir hatundan eski kitap alıcakken, “satamazsın onu, alma.”

hangi kitabın müfredatta olduğunu, hangisinin olmadığını, hangi okulda hangi kitabın okutulduğunu ezbere biliyordu. hatun tuncay’a döndü ve,
“sen karışma tuncay” dedi, “çeneni kapa.”
“alan olmaz onu, benden söylemesi, elinde kalır.” dedi tuncay bana.
“sen ona bakma” dedi hatun, “sarhoş zaten, ne dediğini bilmiyor.”
“alamam” dedim güç bela.
“beş yüz bin lira ver” dedi.
“çok” dedim
“iki yüz elli” dedi, neden bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ama aldım kitabı, satamayacaktım, ama aldım, aptalın tekiyim galiba.

ertesi gün tuncay’la muhabbeti ilerlettik ve hâlâ o kitap satıyor ben kitap alıyordum. zarardaydım ama yine de devam ediyordum gelip gitmeye. çayları tuncay ısmarlıyor, arada bir de votka veriyordu, vişne, gazoz, ve her neyse işte dostlar, öğlene doğru yine hatun geldi, tuncay’ın yanına oturdu, ben de kendi kitaplarımın yanına, “teşekkür ederim” dedi, “burda kimse almazdı o kitabı.”
“siktir et” dedim.
“tuhaf birisin” dedi, “neden buraya geliyorsun ki, hiç satış yapamıyorsun, zarar ediyorsun, paran bol mu?”
“hiç yok” dedim, “neden buraya geldiğimi de bilmiyorum, ama yapıcak hiç birşeyim yok, hiç arkadaşım da yok, evde daha fazla kalırsam delireceğim”
“bizimle takılabilirsin” dedi.
“sizinle?” diye sordum
“istersen. dönüşte akşam, gel tuncay’la”
“nereye”
“onların evine”
“gelirim” dedim.

ve sonra biraz daha konuştuk, babasının onunla ilgili garip planlarını anlattı, ben pek konuşmadım, sonra gitti o, o gün. akşamüstü, tekrar geldi, ben bu arada tuncay'la iyice sarhoş olmuş bir durumdaydım.
“seni biriyle tanıştırcam” dedi, “senden bahsettim, seni garip buldu.”
“senin tuhaf bulman gibi yani” dedim.
“garip, tuhaf”
“hı hım”
“bir adın var mı?” dedi, “benim seçil”
“yok” dedim, “olmalı mı?”
“yok da olabilir” dedi, “güzel bir isim, sana yakışır.” ama kimse gülmedi.

akşam, yürüyerek, birkaç dakika uzaklıktaki bir eve gittik, tanıştık, refik adında bir eleman vardı odada, saçları rastalıydı, konuştuk bir süre. sarhoştum gerçekten, çok fazla sarhoş, hiç o kadar sarhoş olmamıştım sanırım, ve seçil’i evine bırakmamız gerekiyordu, yani refik’in seçil'i evine bırakması gerekiyordu. ikisi sevgiliydi, benim de evime gitmem gerekiyordu ama o saatte eve o halde gidemezdim.

üçümüz çıktık, vapura bindik, karşıyaka sahilde indik ve birkaç sokak sağa birkaç sokak da sola dönerek bir apartmana girdik. dördüncü kat. çaldık, otamata basıldı, çıktık. bir kapının önünde durduk, açıktı kapı, yani aralıktı. seçil bir üst kata çıktı, bir üst katta yaşıyordu, ailesi ile beraber. çatlak bir baba, bir anne ve bir kızkardeşle. her neyse dostlar, biz refikle girdik aralık olan kapıyı iterek ve refik “sen içeri geç ben gelirim bi bakayım şuna ne bok yiyor diğer odada” dedi. kardeşinden bahsediyordu, daha önce anlatmıştı bana, ve ben de size anlatmış olabilirim başka bir öyküde, ama ne önemi var ki? devam edelim. kendini tekrar eden işe yaramaz bir yazarım işte, yazar bile değilim, olamıyorum, ölemiyorum da, sıkışıp kaldım.

içeri girdi hatun, “kahve içer misin” dedi,
“hıhı” dedim utangaç bir ses tonuyla. geceliği vardı üzerinde. kısaydı altı. bacakları harikuladeydi itiraf etmek gerekirse, ama bu değildi dikkat çeken, başka bir şey, ney olduğunu bilmiyorum, kendi de bilmiyor olmalı, doğal bir çekim gücü, yer çekimi gibi. farkında olmazsınız ama sürekli etkisi altındasınızdır. sonra refik girdi odaya. ben yerde oturuyordum.
“rahat otur adamım” dedi, “bira içer misin.”
“özlem kahve yapıcakmış.”
“hay sıçayım onun kahvesine” dedi, “ver bakayım şu yazdıklarını, bir daha bakıcam.” verdim.

ilk defa birileri okuyordu ve hiç hoşnut değildim bu durumdan, ama yapabileceğim hiç bir şey yoktu. birilerine satmaya çalıştığım edebiyat kitabımın içine çiziktirdiğim birkaç cümleyi okumuştu seçil, “bunlar çok iyi” demişti, “sahibi kim acaba bu kitabın.”
ilk başta söylemeye çekindim, kendi kitaplarımı da satıyordum orada, lise kitaplarımı, üzerlerine karaladığım şeyler pek de değerli gözükmemişti bana. bilirsiniz, son sayfalarda notlar yazmak için birkaç sayfa boşluk bırakırlar. ben de derste oraları kararlardım.

“benimdi o kitap” demiştim birkaç saat sonra seçil’e, hiç bişey demedi, hoşuma gitti bu, yazılar üzerine konuşulmasından hiç haz etmiyorum, o gün de, bugün de.

geceye dönelim, verdim refik’e yazdıklarımı, o sırada kahve geldi, ev, evden söz etmeme gerek var mı? daha önce bahsetmiştim öyle değil mi? başka bir öyküde yani. başka bir çok öyküde size bunlardan bahsetmiştim. bahsetmiş olmalıyım. devam edelim yine de, aldım kahveyi, karşıma geçti.

“ne okuyon sen” dedi refik’e, bir şey demedi refik, ben de bir şey demedim. sessizlik. sessizlik bir süre devam etti, sonra “babam aradı” dedi özlem.
“sikeyim babamı” dedi refik de buna karşılık, bir tür aile içi kavgaya şahit oluyordum, ve kahvemi içiyordum. bitti kahve. “falına bakıcam” dedi özlem, “kapat.”
“ne?” dedim
“inanıp inanmaman umrumda bile değil, falına bakıcam”
“peki.” kapattım. bir süre daha bekledik, sessizlik. ben etrafa bakınıyordum, refik bir şeyler okuyordu. hatun da içerdeydi, diğer odada. sonra geldi, üç bira ile, sonra bir üç bira daha, sonra üç tane daha, son bir üç… o andan sonrasını hatırlamıyorum, ama galiba kusmuşum. onun öncesinde fincanı almıştı ve bakıyordu, falıma.
“ee” dedim
“ne ee?” dedi
“söylemicek misin?”
“o herkesin falına bakar ama kimseye bir şey söylemez” dedi refik, “tarot da bakar birazdan, ’kafadan çatlak’ olur kendileri.”

her neyse, ertesi gün tezgahı açtım yine. refik takı satıyordu biraz ilerimizde, bunu sonradan öğrendim. her şeyi geç öğrenirim, her şey bana en son söylenir, çünkü kimseye ne halt karıştırdığını sormam, oysa her şey açık olmalı, görünülebilir kılınmalı yani.


birkaç gün sonra tezgaha geldi özlem. “kitap alıcam.” dedi, oysa 21 yaşındaydı o zamanlar, 2000 yılında. ve ben de sadece lise ve ortaokul kitapları bulunuyordu. “beni hatırlıyorsun değil mi?”
“evet hatırlıyorum.”
“bir daha evime giremiceksin, bunu da hatırla” çok sert bir ifade ile söylemişti bunu.
“özür dilemiştim”. çekingen ve mahcup bir tona büründüm.
güldü. kahkahayla. “şaka yapıyorum” dedi, “siktir et, halı işte, dünyada halı mı kalmadı, yenisini alırsın bana.” bir kahkaha daha.
“burda herkesten kitap alıyorum zaten, sonra da satamıyorum, aptalın tekiyim, herkes kandırıyor beni.” sitemkar bir ifade.

sonra, seçil’den ikiyüzellibin liraya aldığım kitabı gösterdi, şunu alıcam dedi, hiçbir işine yaramıcaktı oysa, seçil almasını istemiş ama. daha sonra anlatmışlardı, birde içlerine bakarak bana ait olduğunu anladığı, yani lisede kullandığım kitapları aldı. o gün kitap satım işindeki son günümdü, ve bir süre konuştuk, sonra evine gittik, sadece ikimiz. genelde o konuşuyor ben de dinliyordum, söylecek hiçbir şeyim yoktu galiba, hala yok.

“amerikada doğdum ben, annem fransız, bir süre amerikada yaşadık, sonra boşandılar, biz de ortada kaldık, yani abimle, ikisi de istemiyor bizi, para gönderip durdular daima. amerika’da yaşadım bir süre, burda da yaşadım, ingilterede de. ama hiçbir yere ait olamıyorum, her yere yabancıyım, ortada kalmış gibi, hiç kimse istemez beni, ben de kimseyi istemiyorum zaten.”
“hı hı” dedim.
“sonra bir de ömrümün sonuna kadar çalışmadan yaşayabilirim, babamın çok parası var, bana sürekli gönderiyor, abime göndermez ama, bana hep gönderir, bense babamın parasını bankadan çekmiyorum bile. takı tezgahı açalım mı seninle?”
“açalım.” o an ölelim dese onu da kabul edebilirdim sanıyorum.
“evimdeki şeyleri gördün, çok değerli onlar benim için, birileri alsın istiyorum, kendi paramı kazanmak istiyorum, bir çok işe girdim ama olmadı.”
“bi gün olur”
“olmaz, asla olmucak.  sen napmayı düşünüyorsun”
“ne konuda?”
“yazıların.”
“hiç bi boka yaramaz onlar” demiştim. galiba haklı çıktım, hiçbir boka yaramıyorlar, zaman kaybı, ama iyi bir şey, zamanı kaybetmek yani, öyle ya da böyle, öldürmek, zaman öldürüyorum, boşa zaman harcıyorum. ve hiç de rahatsız değilim bu durumdan.

sonra takı tezgahı geldi ardından, deniyorduk sadece, ama olmuyordu,
“ne kadar şu küpe”
“bir milyon”
“beş yüz bine olur mu?”
“olur”
beşyüzbin deseydim “ikiyüzellibin liraya olur mu” derlerdi. böyleydi işte. yazamıyorum galiba. ha? ne dersiniz? gitmiyor. beş sene sonra olanlardan dolayı olabilir belkide. herneyse.

okulum açıldı sonra, üniversitedeki ilk yılım, sürekli gidiyor, dersten sonra da alsancak’a dönüyordum, o kadar çok içiyordum ki, ertesi sabah sarhoş olarak uyanır ve derse giderdim. kampüstede içiyorduk sürekli, arka taraflarda, derse sarhoş girmek gibisi yoktu.

ve eve uğramaz olmuştum. sonra bir gün intihar etti özlem, “bil bakalım ben az önce tuvalette naptım?”
bilemedim, ege üniversitesinin kampüsündeydik, ve hey kesin sesinizi, biliyorum daha önce de bahsettim bunlardan. sonra gidiş kısmı var, ve birde dönüş.. ve tekrar gidiş.. “biriyle tanıştım ben, herif bristol’de yaşıyor, türk, beni çağırdı, onunla yaşıcam, okula gidicem orada, kabul ettim.”
“hı hı” dedim.
“kızdın mı” dedi,
“açık olduğun için teşekkür ederim” dedim.
“ama kızdın mı?” dedi.
“ama gerçekten teşekkür ederim” dedim.
“sana bişi sordum” dedi, ve ben o gün iki saat boyunca sustum. seviyordum hatunu, gerçekten. ve kızmamıştım. ama yine de cevap vermedim. ve şimdi kendine gelmesini bekliyorum, 5 sene sonunda. intihar mı değil mi bilmiyorlarmış doktorlar, ben biliyorum ama, sonunun nereye varacağını da biliyorum.  dünyanın bir insanı kusmasının ne demek olduğunu da biliyorum. hayatı boyunca hiç çalışmadan yaşayabileceği halde, intihar ederek hayatına son vermeyi istemiş olmanın nasıl bişi olduğunu da biliyorum. her ne kadar size salaklık olarak gözükecek olsa da bu, ve gerçekten ödüm bokuma karışıyor, durmadan içiyorum, içiyor ve yazıyorum. her neyse, bu kadarı yeterli.. bu o’nun için.

13.eylül.2006