missed
ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet
olası kara delik hakkında düşünüyorum. düşünebilirim öyle değil mi? sizce bir
mahsuru yoktur umarım bunun, yani hâlâ düşünebiliyor ve yazabiliyor ve
yayınlayabiliyor ve yaşayabiliyor olmamın… rahatsız olanlar gözlerini
kapatabilir, kulaklarını tıkayabilir, görmezden gelebilir ve derhal çıkıp
gidebilir. ne diyordum? ölüm. baştan alalım…
ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet
olası lanet hakkında. bir bakıyorsun, öncesinde hareket edebilen ve daha da
ötede hissedip tepki verebilen bir şey, eşyadan farksız hale gelmiş. ve orada
öylece bıraksan, çok fazla dayanmayacak bir eşya gibi, çürüyüp gidebilecek,
kokabilecek, kurtlanabilecek, yok olabilecek, vesaire vesaire vesaire.
gömüyoruz, yakıyoruz, çeşitli yok etme biçimleri uygulayıp, anıtlaştırıyoruz.
ve sonra, bazen ziyaret ediyoruz. bazen fotoğraf karelerine bakıyoruz. bazen
videolara. bazen de, zihnimizin içine hapsolan film şeritlerine.. zihnimizin
içindeki film şeritleri, giderek daha da silik bir hâl alıyor, bulanıklaşıyor,
ve sonra, zamanla daha az hatırlamaya başlıyoruz geçmişte olan biten
ebegümecini. daha çok anı depolanıyor belleğimizde, ve daha az yaşamaya
başlıyoruz bir şekilde. daha az hatırlayarak dünü. devam ediyor. ilerliyor,
ilerliyor, ilerliyor, ve bazen birden bire, son sürat giden bir arabanın aniden
bir duvara çarpıp durması gibi, içimizde geri sarıp bir noktaya kilitleniyor
zihnimiz. buna kimileri nostalji diyor. kişisel nostalji söz konusu olan.
kişisel bellekle ilgili olan kişisel nostalji. işte, ne bileyim, evde oturmuş
bir şeyler yaparken, bir anda, bir şey, herhangi bir şey, geçmişte olan bir
şeye geri itiyor zihni. ve sonrası boşluk. çünkü bir zamanlar var olan bir
şeyler artık yok. sonra? sonra geçiyor işte, bu acı ve durağanlık, yine devam
ediyorsun. ama asla unutmuyorsun ölen insanları. anneni unutmuyorsun. babanı
unutmuyorsun. ölen eski sevgilini. ölen eski dostlarını. belki kedini veya
köpeğini. hatta balığını. yani kısaca, hissedebilen bir şeyleri.. artık ölmüş
olmalarını.. meseleyi kişisel alacak olursam, 13 ya da 14 yaşımdayken ölen
eniştemi. meseleyi kişisel alacak olursam, beynimin hard diskinde, binlerce
yedeği alınmış, asla kaybolmayacak olan, bir sürü geçmiş zaman dilimini… hiç
bir şeyi unutmuyor ama geri de getiremiyorsun. henüz bunu başaramadık. ama her
an başarabilirler. şu, geri zekalı ve gereksiz işlerle çok fazla haşir neşir
olan manyaklar, teknolojiyi çok ileriye taşıyıp, bellekte geri dönüşüm
yolculuğuna çıkartabilirler sizi.. ve buna, kişisel bazda bir geçmişe yolculuk diyebilirler.
hatta bakarsınız, “geleceğe dönüş” film olmaktan da çıkar bir gün. olabilir.
her türlü acıya çare olabilir, siktiğiminin kapitalizmi. olmayı vaat ederler en
azından. bütün siktiğiminin liderleri bir şeyler vaat ederler. tanrı da dahil
buna. tanrınız. ne diyordum?
ölüm hakkında düşünüyorum. ve pj harvey
bana, tatlı bir şekilde, acı dolu bir ses ile, “missed” diyor. zamanda yolculuk
fikri, bana kalırsa, hiç de iyi bir fikir değil. mümkün olsaydı, ben gitmezdim.
çünkü, yaşanan her şey, yaşandığı anda gerçektir, buk.un dediği gibi, ve her ne
kadar kendi içimizde geçmişe dönüp acı çekebiliyor da olsak zaman zaman, ölümü
alt etme çabası, dahiyane bir şey gibi gelmiyor bana. acıyı yok etmek, hayatı
anlamsızlaştırabilir. ki yeterince anlamsız gelebiliyor bazen her şey. ki kendi
içinde, yeterince anlamla doldurmuşuz her şeyi. ve şimdi, bu noktada, ölen tüm
şeylerle ilgili, bir şeyler zırvalıyorum. çünkü ölüm, birinin ölümü, gerçekten
pis bir şey. ama söz konusu ölüm, intiharla, ya da savaşla, ya da cinayet ile,
ya da başka bir dış etkenle vuku buluyorsa, ki buna kapitalizmin başımıza
açtığı binlerce hastalık da dahil, dışardan etkiyen bir şeyler sonucu vuku
buluyorsa, daha da pis bir hale dönüşebiliyor, hissedilen acı. acı ve acıyı
tedavi yöntemleri üzerine de zırvalayabilirim. çünkü ölüm acı demektir. çünkü
sevdiğiniz herhangi canlı bir şeyi kaybetmek, size gerçekten büyük bir acı
verebilir. çünkü hissetmek, ve hissedilen bazı şeyleri paylaşmak, böylesine
tehlikeli bir şey. çünkü ölüyoruz. çünkü ölmek zorundayız. çünkü başka türlü,
hayat çok sıkıcı olurdu. o yüzden cennet, dinlerin ürettiği, en geri zekalı
vaattir. ve insanlar kanar. kanarlar çünkü, insan denilen varlık, bu dünyanın
en açgözlü ve en bencil varlığı olma kapasitesine erişmiştir. o noktada, dönüp
geriye baktığımızda, ölen tüm insanlar için, hepimiz zaman zaman, bir dakikalık
saygı duruşuna geçtiğimizi hatırlayalım. salakça bir şey saygı duruşları.
anıtlar ve türbeler ve mezarlar, dünyanın en gereksiz yerleri. yakmak
gerekiyor. gerçekten yakmak. kül.. sonra o külleri, rüzgara veya denize ya da
uzay boşluğunda herhangi bir akışa bırakmak… bence en mantıklısı bu. o yüzden,
ölünce yakılmamızı istiyorum, ve küllerimin küllerine karışmasını, bizi bir
kutuya koymalarını istiyorum. ve denize atılmamızı. sadece sen ve ben. ben de
mi kimim? ben de senin kim olduğunu bilmiyorum tatlım… henüz karşılaşmadık. ve
hiçbir zaman karşılaşmayabiliriz. hiçbir zaman aşık olmayabilirim. hiçbir zaman
aşık olmasam iyi olur. çünkü, en başa dönecek olursak, ölüm var, ve herhangi
bir şeye dair özel bir şeyler hissetmek öylesine boktan bir şeydir ki, her
tatlı dokunuşu, acı ile hatırlanmanı gerekli kılabilir. ve bir birlikteliğin
sonu, terk edilme yerine ölüm ile geliyorsa, gerisini siz düşünün artık…
burada, bir sevgililikten ziyade, genel olarak, herhangi bir şeyle yaşanan
birlikteliği kast ediyorum. her şey olabilir bu.
bu noktada geriye dönüp, bir sigara
yakalım. belleğimizde geriye.. eniştem öldüğünde, 13 veya 14 yaşındaydım ve
ölümün ne olduğu konusunda en ufak bir fikre sahip değildim. sabah. telefon
çaldı. kuzenim. açtım. ve bana, “baba mı kaybettik” dedi. “tuvalette. ölü
bulduk. sabah”. kaldım ben de öylece. çünkü alkolikti, çünkü gecenin bir yarısı
uyanır ve içerdi, çünkü o gece tuvalete girdiğinde, artık bünyesi iflas
etmişti. ve neden alkolik olduğunu, olabildiğini, ve kurtulmak istemediğini,
istese bile kurtulamadığını, çok iyi biliyorum. çünkü yaşam, öylesine boktan
bir hâl alabiliyor ki bazen, yani gerçeklik kavramı, ve anlaşılabilmek,
sevilebilmek, öylesine boktan bir hâl alabiliyor ki hayat, kendinizi yalnız,
yapayalnız hissedebiliyor ve intihar ediyorsunuz, ya da kendi zihninizi çeşitli
şekillerde askıya alıyorsunuz. bunu ben de yaptım ama iyi bir şey değil bu.
zihni askıya almak yani. yaşama savaşına bir son vermek yani. çünkü yaşam,
zaman zaman hiç olmadığı kadar güzel olabildiği gibi, zaman zaman da, var olan
ve olabilecek ne varsa içinde sıkıştırabilen bir mengeneye dönüştürebiliyor
zihninizi. o noktada, acıdan kaçmak anlamsız geliyor bana. çünkü, daha önce de
dediğim gibi, her zaman iyi olmak iyi bir şey değildir ama her zaman kötü olmak
kötü bir şeydir. bu noktada, sözü, ying yang ile bağdaştırıp, size bir örnek
vermek istiyorum. verebilirim öyle değil mi? buna hakkım var sanırım… sonuçta,
bu benim yazım, ve sevmiyorsanız, okumayın. nokta. devam edelim, örnek şu:
27 yaşına gelmiş bir adam, bir kaç ay önce
bana, bir e-posta attı, ve “yazar olmak istiyorum bana yardım et” dedi.
şaşırdım elbette. bir şeyler daha zırvalamıştı. sonra da buluştuk. mecburen buluştuk.
çok ısrarcıydı. çok fazla. ve görüşmek zorunda kaldım:
karşılıklı oturuyoruz. ve bana, kendini
güçsüz hissettiğinden bahsediyor. bu adam 27 yaşında. ve benle yaşıt. ve çok
fazla kitap okumuş. eğer bir haddi varsa bu meselenin, haddinden fazla okumuş
diyebiliriz. ve çok fazla film izlemiş ayrıca. ve yazar olmaya çalışıyor. yani
yazmaya. söz konusu mesele, bu işten para kazanmak falan değil. para kazanmaya
ihtiyacı yok, çünkü ailesinin yeterince parası var. ve ailesi bir gün
öldüğünde, ona kalıcak olanlarla, ömrünün sonuna dek idare edebilir. o derece
yani. anlatabiliyor muyum? devam edelim. herifin paraya ihtiyacı yok ve
hayatında bir eksilik hissediyor. kendinde bir eksiklik hissediyor ve yazar
olmaya çalışıyor. bir kitap yazmaya. etkileyici bir roman mesela. gerçekten
etkileyici, öyle ki, okuyan herkesin ona hayran olabileceği bir düzeyde. neler
bildiğini kanıtlamaya çalışıyor. ve bana e-posta atıyor, zamanın birinde, bu ve
buna benzer bir sürü saçmalıktan bahsettiği bir e-posta. okuyorum postayı. o
zamanlar postaları okuyabiliyorum. buna gücüm ve zamanım var. ya da öyle
demeyelim de, meseleyi hiç abartmadan ve gerçeği çarpıtmadan şöyle değiştirelim
o kısmı: o zamanlar birilerinden gelen e-postaları okuyabiliyorum, çünkü canım
okumak istiyor. evet, böyle dahası iyi oldu. devam edelim öyleyse. artık çalan
telefonu bile açasım gelmiyor kimi zaman, kimin aradığına bile bakasım
gelmiyor, ve bakabildiğim zaman, canım geri dönmek istiyorsa, arayıp, “aramışsın
bugün beni” diyorum. veya “bir hafta önce beni aramıştın”. her e-postaya, eğer
canım cevap vermek isterse, “geç cevap için özür dilerim ama ancak bakabildim”
diye başlıyorum. hayır, yoğun olduğumu ifade etmeye çalışmıyorum bu noktada,
çünkü yoğun değilim, sadece, ne bileyim mesela, yeni bir grup keşfetmişken, o
grubun albümünün inişi esnasında, ekranda geriye doğru akan rakamları izlemek
daha ilgi çekici geliyor bana. geriye doğru akıyor rakam. kilobyte azalıyor.
sonra ekranda finish yazısı beliriyor ve şarkıyı açıp dinliyorum. falan filan.
boşa zaman öldürmek böyle bir şey olsa gerek, ama seviyorum boşa zaman
öldürmeyi. ya da tutup, aptal programlar yazıyorum. aptal ve ufak bilgisayar
programları. kendi içinde bir süre sonra sonsuza bağlayan döngüler
oluşturuyorum o programlarda. şayet o programı, bir websitesine koyarsam, benim
gibi zaman öldürme meraklısı bir herifi, epey oyalayabilir. yaşını gir yazıyor
programda, giriyorsun yaşını, sonra kaç kitap okuduğunu giriyorsun, sonra kaç
film izlediğini yazıyorsun, ve karşına bir olasılık dilimi çıkartıyor mesela, “bence”
diyor yazdığım program “yüzde 44 yazar olabilirsin”. böyle bir şey olabilir mi?
bu soruyu, iki şekilde ele alabiliriz. bir: ben böyle eblek bir şeyle uğraşıyor
olabilir miyim? iki: bir şeyin gerçekleşme olasılığı, böyle eblek bir
matematiksel süzgeçle belirlenebilir mi? “neden olmasın” diyor karşımdaki
herif, “bence çok kitap okumuşsundur”.
buraya nerden geldik bilmiyorum, boşlukta
akıyorum. o yüzden meseleyi baştan alıp, tekrar anlatmayı deneyeceğim. dinlemek
istemeyenler için, kısa bir özet geçiyorum; mesele, yazar olmaya çalışan ve tek
derdi bu olan bi herifin, boş işlerle uğraşıp birileri tarafından yazabildiği
sanılan benimle arasındaki yazarlık ve hayat üzerine bir diyalogla alakalı,
bunun yanı sıra size vaat edebileceğim, entrika dolu bir aşk hikayesi, bir
cinayet, ya da “politik akapunktur” adında yeni bir keşif yok. hiç bir şey vaat
etmiyorum ve hiçbir heyecanda duymuyorum şu an bu kelimeleri yazarken. ama
anlatmak zorunda hissediyorum kendimi, çünkü fazlasıyla sıkıldım şu yazma
işinde kendimi tekrar etmekten! kendi içimde bir değişiklik yaratmaya
çalışıyorum. o yüzden başımdan geçeni değil de, başımdan geçmesi muhtemel bir
şeyi kurguluyorum. belki, gelecekte başıma örülmesi muhtemel bazı kukuletaları,
önceden tasarlayıp, anlatırsam, ve “bunun olabileceğini biliyorum bak” deyip,
gelecekte bir takım olası şeyleri önceden tahmin edersem, ve bunu kanıtlarsam,
belki tanrı beni şaşırtacak, hiç aklıma gelmeyen, olunca heyecan duyabileceğim,
alternatif çoraplar örebilir başıma. senaryoları ezberledim çünkü artık. her şeyi
baştan bilir oldum. çünkü kabuk değiştiren yılanlar gibi, her yeni yıla farklı
bir bakış açısı ile giren insanların ve o insanların sürekli ters çevirdikleri
kum saatlerinin, hangi tarafından asılmaya çalışırsan çalış, hep aşağı doğru
akıyor zaman.. anlatabiliyor muyum? yokuluş. ölmekte olan her şey. bir önceki
vaazımda bundan bahsettim size. ölmekte olan her şey. hiçlik. o halde baştan
alalım.
şimdi, moruk, adamın biri var, tamam mı?
bak bu kısım gerçek ama. sallapati yok. zamanın tekinde, bana bir e-posta atıp,
yardım isteyen bir adam var. herkes zaman zaman birilerinden yardım istiyor ve
ben yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyebilen insanlarla ilgilenmiyorum, çünkü
onlar nasılsa bir yolunu bulup, işin içinden çıkıyor ya da çıkartılıyorlar.
sokakta yaşayan köpeklerin, yardıma muhtaç insanlardan daha çok yardıma
ihtiyacı var bence. ve onları da, veya gerçekten bazı insanların, tek
anlaşabildikleri ve iyi veya kötü bakabildikleri bazı hayvanları, kedi ve
köpekleri, veya başka canlıları, ölüme terk eden bazı kurumları deşifre etmek
gerektiğine inanıyorum. bu noktada, daha da ileri gidip, sizi isim verebilirim:
“ışık kent hayvan barınağı”.
birileri, eğer bir takım toplumsal
faktörlere etki edebilen işlerde çalışıyorlarsa, ve yaptıkları işten para
kazanıyorlarsa, yani hayatlarını iyi veya kötü sürdürüyorlarsa, aldıkları
maaştan çok daha fazlasını hak ediyor bile olsalar, o işi doğru düzgün yapmak
zorundalar. bu noktada, kimsenin yediği ekmeğin, pislik dolu bir fırında
pişmesi gerekmiyor. ve bu noktada, hiçbir hayvanın, insan ihmalkarlığından
dolayı ölmesi de gerekmiyor. yani siz güvenlik görevlisi olarak, son derece
modern bir iş hanında, modern olmayan koşullar altında çalışıyor olabilirsiniz,
bu sizin, oraya girip gezmeye çalışan insanlara bir takım işkenceler
uygulayarak, size uygulanan işkenceyi, elim sende oyununa veya çocukken
oynadığımız “elektrik geçti” sirkülasyonuna döndürmenizi gerektirmez. bir
havaalanında çalışıyorsanız, bagajların ağırlığına bir dolu küfür saydırabilirsiniz,
ve haklı da olabilirsiniz ve bunu anlaya-da-bilirim, çünkü o işi ben de yaptım,
ama intikamınızı, o bavulları tekmeleyerek alamazsınız. isyan ettiğiniz
hayatınızı dönüştürmenin şekli, işinizde bir kademe yükselmekten de geçmez.
isyan ettiğiniz hayatınızı dönüştürmenin şekli, kendinizi hayvanlardan üstün
görmekten de geçmez çünkü gerçekten hayvanlar, insanlardan daha üstündür. bir
defa daha hassaslar ve daha duyarlılar. insanlardan bin kat daha duyarlılar. o
halde duyarlı olan bir şeye, yani hissedebilen ve acıdan kıvrandığı her
halinden belli olan bir şeye, bu şeyin ne veya kimden olduğuna bakmaksızın,
yardım etmek gerekir. toplumsal dönüşüm projesi denilen geyikler, ya da abuk
subuk kalkınma projelerinin, bir sonuç vermemesinin nedenlerinden biri, kutuplaşma
psikolojisidir. ve o kutuplaşma anında, bir amipe dönüşüp kendi içinde de
bölünen ve bölünmeye alışkın olan insan doğası, en sonunda kendi içindeki
yalnızlığı tamamlama noktasında evrilmeye başlayıp, herhangi bir şeye
aitleşiyor. kendi içinde bütün olmayıp, kendi içinde bütün olmayan bir
topluluğa katılmak.. ve bir takım sorunlarda, öne sürülen bir takım çözüm
yolları ile ilgili, bir takım çalışmalar yürüten, bir takım lider insanların da
zaafı, kendi içlerindeki yalnızlığı, o şey vasıtası ile çözme çabası gibime
geliyor. o nedenle bir lideri olan bir sivil toplum örgütünün, bir lideri olan
herhangi bir tarikattan farkı yokmuş gibime geliyor. çünkü, bireyselliğini
yitiren ya da bir toplulukla bütünleşip kendi yalnızlık evresini es geçen, her
insan, en sonunda, farkında olmadan, bir takım heyecanlar duyup, aynı
amfetaminin yarattığı o sahte mutluluk hissini tatmaya başlıyor. ve hepimizin,
sahte veya gerçek, zaman zaman, bir takım mutluluklar hissetmeye ihtiyacımız var.
bu, orgazm sonrası tadılan, tamamen fiziksel yolla elle edilen bir mutlulukta
olabilir, ya da, bizim yazar olmaya çalışan arkadaşımızın, ilk kitabı
yayınlandığında tadacağı mutluluk gibi tamamen konunun dışında bir eylemden de
kaynaklanabilir. bu arada, söz konusu yazar arkadaşımıza tekrar geri
döneceğimizi belirtmek istiyorum. bu arada asıl meselemiz olan ölüme de tekrar
geri döneceğiz… yeri gelmişken, şunu da belirteyim, aslında bizim asıl
meselemiz, acının öfkeye dönüşmesi sonrasında patlayan isyanı kime
yönelttiğimizle ilgili, ölümle ilgili değil, öldürmekle ilgili, cinayet veya
intihar… zırvalamaya son verip, yazara geri dönüyorum;
adam karşıma geçip, benim çok iyi yazdığımı
ve benim gibi yazmak istediğini söyledi. çok iyi yazdığım falan da yok aslında,
resmen sıçıp batırıyorum ve kimse okuyamıyor bu zihin karışıklığımdan doğan
karmaşık cümle yapımı…
ona şöyle bir teklifte bulundum, geyiğine:
“bana mirasını ver, anneni ve babanı kandır, mirasını bana ver, ben de yazdığım
her şeyi sana göndereyim, altına imzanı koyup yayınla, ne dersin?” gülüyordum
bunu derken ve herif acı çekiyordu gerçekten. çünkü söz konusu sorun,
yazarlıktan değil, anlaşılmaktan geçiyordu. kendini anlatmaktan. bir hatun
vardı işin içinde, aşık olduğu bir hatun, onsuz yaşayamayacağını dile
getiriyordu. yaşayamayabilirdi de. ben tüm eski aşklarımın zihnimde kalan
imgelerinin kalplerini bantlayıp belleğimdeki bir gizli dolaba sakladım.
anahtarı da denize atmak istiyorum. henüz atmadım. zihnimin odalarına açılan
kapıların anahtarları. ne diyordum? adam sonra işi açığa çıkardı, “bir roman
yazacağım ve beni anlayacak” dedi. “sonra” dedim. “hepsi bu” dedi. “sonra,
isterse, hala nefret etmeye devam etsin”. bu, bana kötü geldi, her ne kadar
eleman, kendi mantık evresini ve iradesini, hatunun istem dışı çalışan
kaslarının arasına kaptırmış olsa da, yani tamamen aptalca bir nedenden ötürü
bir roman yazmak istiyor olsa da, bu bana kötü geldi. ve ona sadece, şunu
söyledim. “ben pek kitap okumadım, pek film izlemedim, ve senin bildiğin milyonlarca
teknik ve teorik bilgiden bi haberim moruk. ve gerçekten, senin gibi bir
insanın, bence yazabileceği milyarlarca şey olmalı, ama zihninin kafeslerine
takılıp kaldığın sürece, yazamayacaksın”. “çünkü” dedim ona, “gerçekten,
kişisel olan her şey politiktir, ve politik olmayan tek şey aşk olabilir”.
“o halde?”
“o halde, özel olmayı özelinde tut. ve
kendin için yazmayı dene”. anlamadı ama. ağlamaya başladı. abuk subuk bir
şeydi. gerçekten abuk subuk bir şey. gerçekten. napacağımı bilemedim. çünkü bi
çok durumda napacağını bilemeyen biriyim. aradan aylar geçti. bu arada, bir
şeyler kurgulamaktan vazgeçtim, aynen döküyorum olan biteni. aradan aylar geçti
ve herif değişti. bir e-posta daha. artık yazamıyordum. eskiden çok daha iyi
yazarken, artık yazamıyordum. artık, kendimi tekrar ediyordum. ve sıkılmıştı.
okumuyordu beni. ama yazmaya başlamıştı. nihayet, yazabiliyordu. gönderdi.
baktım. okudum. hiçbişi anlamadım. “özür dilerim ama benim kapasitem elvermiyor
bunları anlamaya” dedim. ve bunu söylerken, gerçekten samimiydim. anlamıyordum.
ama o da anlatamıyor olabilirdi. buna, entelektüel düzeyde doğru biçimde
gelişme göstermiş biri, daha doğru karar verebilirdi. her neyse sonra, şuna
karar verdim. kendini ne kadar çok önemser, şişirir, pohpohlar, bir bok zanneder,
övünür, varolduğunu zanneder, varolma savaşını kazandığını zanneder ve ölümü
düşünmezsen, es geçersen ölümü; o kadar az şey hissedebilir ve böylece o kadar
az acı çekebilirsin. bunun tam tersi olarak da, kendini hiçe sayıp, bir başkası
için yaşamaya çalışırsan, ve kendini hiç olarak var edip, bir başkasının
bütününde erimeye kafayı takarsan, acının şekli ve boyutu giderek artar. ve
kendin olmaktan vazgeçer, iradeni sıfırlarsın.
size bu uzun örneği anlatmaya başlamadan
önce, ying yang ile ilgili bir örnek vereceğimi söylemiştim. verdim. tamamen
siyah veya tamamen beyaz olmak, doğru bir açı sağlamaz. siyah ve beyazı
birbirine karıştırıp, gri adında bir şey elde etmek ise, midemin bulanmasına
neden olur. çünkü, gri iğrençtir. o yüzden var ying yang. ve bana oldukça
anlamlı gelmekte. ki yinede, yani en ufacık olasılığı bile göz ardı etmeden,
-ama olasılıklara takılıp kalmadan- ve böylece hiç bir şeyden emin olmadan,
yaşamak, güzel. ki yine de bazen, tamamen siyahlara bürünüp, tamamen acı içinde
kıvranabiliyoruz. bu da güzel bence. ki yine de, bazen bembeyaz olup,
mutluluktan gebere-de-biliyoruz. bu da güzel. ki o yüzden, yaşamın rengi beyaz,
ölümün rengi siyahtır. ve bu noktada, hissedebilen veya hiçbir hissi olmadığı
halde, yani cansız olduğu halde, size bir şeyler hissettirebilen bir şeyi, bir
şekilde kaybetmek, ölüm veya başka bir şey, kaybetmek, acı demektir. ve acı,
öfkeye dönüşebilen bir şeydir. ve acınızın öfkeye dönüştüğü noktada, jiletinizi
kendinize tutuyorsanız, bu gerçekten, sizin, çok hassas bir insan olduğunuz
anlamına gelebilir. kendinizi, yaşanan her şeyden, suçlu bile olmasanız, suçlu
hissediyorsanız, bu sizin, çok hassas bir ruha sahip olduğunuz anlamına gelir.
o yüzden, “huzursuz olduğum için suçlu hissettiğimi söyle” der 2pac. ve o
yüzden, tepemizde gezinip vır vır konuşan ve hayatımızın içine eden insanlar,
bize “sakin olun” derler. “sakin olun, kemerleri biraz daha sıkalım, her şey
düzelecek”. ne zaman düzelecek amına koyayım?
amına koyayım? evet, seksist bir küfür bu,
ve hiç sevmiyorum, ama başka türlü bir kelime icat edene kadar, bunu kullanmak
zorundayım. sikeyim, yerine, sokayım diyorum artık. bu, daha az seksist
çağrışımı olan bir kelime. ve anasını satayım yerine tanrısını satayım diyorum.
bu da daha iyi. ama amına koyayım demek zorundayım, çünkü gerçekten, acı
çekmemize neden olanların amına koymak zorunda hissediyorum kendimi. çünkü
artık, öfkeye dönüşen acıdan, içimde, kendime hasar verebileceğim bir parçam
kalmadı benim. ve yazar bozuntusuna bunu söylemiştim o gün. “acın, öfkeye dönüşücek”
dedim ona. “özgüvenin yeniden yerine geldiğinde” dedim “o hatundan nefret
etmeye başlayabilirsin. o gün öfkeni mantıklı bir şekilde kullanmalısın bence,
çünkü o hatunun nefret edilecek bir şey yaptığını da düşünmüyorum, seni ret
etmekle”. aradan aylar geçti ve kusa kusa bana kustu öfkesini. ağzıma sıçtı
resmen: “artık kendini tekrar ediyorsun girdap”.
sokmuşum girdapın kendini tekrar eden
sarmal dokusundaki kıvılcıma yol açan çapraz bağına…
ölüme dönelim tekrar. ve acıya. ve öfkeye.
ve isyana.
size şu kadarını diyeceğim: ian curtis için
acı çekiyorum. cobain için acı çekiyorum. tupac amaru shakur için acı
çekiyorum. layne staley için acı çekiyorum. alex için ve adını hatırlayamadığım
veya bilmediğim veya sayamayacağım, intihar eden veya öldürülen veya ölmeye
terk edilen tüm hassas ruhlar için acı çekiyorum. gerçekten.
ve intihar eden ya da ölüme terk edilen tüm
dostlarım için de
bir arkadaşımın köpeği öldü. öldürüldü de
diyebiliriz açıkça. çünkü bu noktada, konu biraz özele inip, hassas bir hal
alıyor. ve yukarıda bir yerlerde dediğim gibi, sizler, bizler, tüm insanlar,
her ne kadar kötü şartlarda düşük bir maaşa ve haddinden çok sürece çalışmak
zorunda bırakılsak da; yaptığımız iş, eğer,
hayati tehlikelere yol açabilecek veya birilerinin acı çekmesine neden
olabilecek bir içeriğe sahipse, doktorsak mesela, veya hastabakıcı, veya
hemşire, veya dadı veya öğretmen veya bir uçak ambarında hamal, veya bir hayvan
bakım evinde güvenlik görevlisi, veya veteriner veya başbakan, veya komutan,
veya köşe yazarı, veya mütahit her ne olursak olalım, kapitalizm ağzımıza
istediği kadar sıçsın, o işi doğru düzgün yapmak zorundayız. sağlam malzeme ile
bina yapmak gibi. arabanın vidalarını iyi sıkmak gibi. tam yapamıyorsak, hiç
yapmayalım. anlatabiliyor muyum? direk isyan edip çaışmayalım ve ekonomi direk
toplu grev ile yerle bir olsun… ki en doğrusu bu! yoksa, gerçekten ama
gerçekten, birileri öfkesini, doğru ya da yanlış bir bakış açısı ile
sentezleyip, intihar yerine cinayetlerle sonuçlandırmaya başlayabilir. bu
yüzden ölür insanlar zamanından önce. acı, öfkeye dönüşür çünkü. daima dönüşür.
kaçınılmaz bir süreçtir bu. intihar eder ya da bir cinayet işlersin.
cinnet? geçelim…
7 sayfa oldu ve sigara üzerine sigara.
içimdeki cenin ölmek bilmiyor. doğmuyor da. sanırım bir bebek taşıyorum
karnımda. birileri beni hamile bıraktı. ruhuma tecavüz ettiler. bir sürü insan,
peşpeşe. ve acı. ve öfke. peş peşe, tekrar tekrar dönüşen evreler. bi kendine
bi onlara. bıçak üstüne bıçak. çizik üzerine çizik. 7 sayfa doldu ve meselenin
özüne geldik…
ölüm, bu dünyada var olması en gerekli,
gerçeklik. çünkü diğer türlü, düşünsenize, ne kadar aptalca olurdu. ölümsüz
olup, yapmak istediğim her şeyi erteler, ve kordonda çimlerin üzerine sırtüstü
yatarak, beklerdim sonsuza dek. bi güneş, bi ay. beklerdim. hiçbir şey
yapmadan. sanırım cennete gitseydim, bunu yapardım. sokmuşum tanrının vaat
ettiği hurilere. ölüm anlamlı. sorun olan, öldürülmek. intihar ya da cinayet,
ya da ölüme terk edilmek, aralarında hiçbir fark göremiyorum. bu noktada, o yok
olan şeyi yok eden veya yok olmasına neden olan şeylere karşı öfke
duyuyorsunuz. ve size yardımcı olabilecek hiç kimse yok. çünkü yargı
sistemindeki görevli insanlar işini yapmıyor. çünkü yardım kuruluşları
söylediklerini yapmıyor. çünkü bir şeyleri korumak adına kurulan dernekler
söylediklerini yapmıyor. yalnızsınız. yapayalnız. dünyaya karşı ben. “me
against the world”. ve sonra hakkınızı aradığınız için suçlanıyor ya da aptal
yerine konuyorsunuz. şu bizim kafasına çuval geçirilen askerler geldi aklıma.
adamlar ölmedi diye yargılandı. ne salak bir dünyada yaşıyoruz.
“muhakkak insan ziyandadır, velhasıl huzur
isyandadır!” mütrüp fanzin.
acının öfkeye dönüştüğü noktada, intihar
yerine isyan etmek. ve gerçekten ama gerçekten, ölmesi gerekenleri
öldürebilmek. temizlik. faşizm? yo hayır, şaka yapıyorum. kimseyi öldürmüyoruz.
ama ölmüyoruz da. yaşıyor da sayılmayız bu arada. zaman geçiyor, ve sen,
gerçekten, geçen zamana aldırış etmeksizin, hayatta kalmaya devam ediyorsun.
yaşıyor da sayılmazsın bu evrede. ama ölmüyorsun da. bitkisin belki. bitki
doğru tanım. ama dikenlerin var. ve o dikenleri, eğer istersen, istediğin zaman
batırabilirsin. zaman zaman yapraklarını dökebilir, zaman zaman tekrardan
yeşerebilirsin. ve dikenlerin var. genellikle kıçına batan dikenlerin. ama
bazen de, fazlasıyla acımasız olup, ışıkkent hayvan barınağını, havaya
uçurabilmeyi, aklından geçirebilirsin, hayvanları dışarı çıkarıp. işe yaramaz
ama. çünkü, dünya da, havaya uçurulması gereken o kadar çok yapı ve o yapılar içinde
o kadar çok insan var ki, hepsine öldürmeye zamanın yetmez. enselenirsin. ya da
unabomber gibi sıkılıp “ben buradayım” dersin… anlatmayı denesen, konuşmayı ya
da yazmayı ya da müzik yapmayı ya da film çekmeyi ya da herhangi bir -sanatsal
olarak lanse edilen- ifade şeklini seçsen ve anlatmayı denesen, anlamalarını ve
dönüşmelerini, ve daha yaşanabilir bir dünyaya dönüştürmeyi, yaşamı
dönüştürmeyi. gene işe yaramaz, çünkü bu kez de ya sansürlenir ya da
öldürülürsün. çözüm yok. ve ölüm her daim kapıda. ve aslında yaşamıyoruz da.
bizler makineyiz. insan olma evresini geçtik. insanlar evrim geçirdi ve makine
oldu. programlanıyoruz. okula gidiyoruz. işe gidiyoruz. evleniyoruz. çocuk
yapıyoruz. falan filan. tao yok. wu wei yok. makine var. işe git-eve gel. acı çek
ama öfkelenme. sakin ol. her şey olacağına varır yavrum. hiçbir şey değişmez.
sisteme adapte olup yaşamın tadını, sana ayrılan sürede, tadabileceğin kadar
tatmaya çalış. söylenen bu bize. o halde siz, bunu yapmaya devam edin. ben
yapmıyorum. ben müzik dinliyorum. hepsi bu. arada bir zırvalıyorum bir de. ve
öleceğim. ve herkes ölücek. ama ölmeden önce, acıyla karışık öfke sotemi, sos
haline getirip, birilerinin başından aşağı dökmekten başka bir şey istemiyorum.
sonra da “özür dilerim, kazayla oldu” diyeceğim. hani üzerinize yanlışlıkla
elindeki tepsiyi deviren bir garson gibi. ya da üzerime bilerek devirdikleri
bir sürü saçmalıktan sonra özür dileyip farkında olmadıklarını söyleyen ve hala
farkına varmamış olan… lala lala la.. burada kesiyorum…
hiç bir şey değişmez… değişmeyecek. ve
yunanistan’da, alex’in katledilişi sonucu patlak veren isyanlar gibi isyanların
tekrarları arasındaki periyot kısalıp, tehlikeli bir virüs gibi her yere
yayılana kadar da, öfkemiz dinmeyecek.
ölen her şey için, öldürülen her şey için,
ölüme terk edilen her şey için, tüm yalnız insanlar için, ve tüm hayvanlar
için, ayrım gözetmeksizin tüm o harikulade varlıklar için, tüm hayvanlar –
insan hariç!
bir kez daha.. burada. öfkemizi kendimize
yöneltmememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. intihar etmeyin. acıdan da
gebermeyin. bekleyin ve öfkeniz açığa çıktığında, sakinleşmeden, yapmanız
gerekeni yapın. benim çelebi holding adlı hırsızlardan bir alacağım var. sizin
de bir çok hırsızdan bir çok alacağınız vardır. o halde, ya alın, ya da
bağırın. avazınız çıktığı kadar bağırın. çığlık. acı bir çığlık. çok acı. pj
harvey, çok acı bağırıyor. hala bağırıyor. missed. hala bağırıyor. sakince
bağırıyor. ama acı dolu bir bağırış. kişisel olan her şey politiktir. ve punk;
insanın, kendine yakışanı giymesi değil, isyan etmesidir. ve saçlarımızı sıfıra
kazıyıp, ayağımıza geçireceğimiz postallarımızı kafanızda patlatınca, o zaman
anlayacaksınız kimin daha çok acı çektiğini. ölüm, yaşamın tek gerçek
anlamıdır. yani, harikulade hiçlik. harikulade bir kara deliktir ölüm. cennet
yok. cehennem yok. tanrı yok. başka bir hayat yok. başka bir dünya yok. bize
vaat ettikleri hiç bir şeyi de gerçekleştirmeyecekler. ve hiçbir şey değişmeyecek. o yüzden devrim
yok. sadece isyan var. bireysel veya toplumsal. hiç fark etmez. isyan,
isyandır… çünkü, tekrar ediyorum, kişisel olan her şey politiktir.
* başlık, pj harvey’in bir şarkısının
adıdır.
1 haziran 2009 – 06:00