24 Aralık 2012

tuhaf

tuhaf

evdeydi. tek başına. sıkılıyordu. her şeyden. içten içe. fena halde. adı can olsun. ya da ali. bir önemi yok. john bile diyebiliriz. ya da ivan. ya da helaine. natsuko. sandra. mario. kız ya da erkek. rus ya da alman. zengin ya da fakir. güzel ya da değil. milyarlarcası içinden bir tanesi, evdeydi, ve tek başınaydı, ve sıkılıyordu, buraya kadar tamam mı? devam ediyorum. anlamadığınız bir yer olursa sorun.

yalnızlıktan ya da kalabalıktan ya da kalabalıktaki yalnızlıktan ya da yalnızlığın bu kadar kalabalık oluşundan, diye düşünüyordu, başlangıçta, chatroulet adlı sitede karşılaştığı onlarca insanın, gecenin bir yarısında ya da sabahın köründe, ya da günün ortasında, aynı aptal ekran karşısında başka bir yüzü arayış çabasını. o da arıyordu başka bir yüz. bir karşı cinsinin yüzünü. sesini. dokunuşunu. sarılışını belki, ve hatta olaylar karşısındaki bakış açısını. ama genellikle gördüğü yüzler, ya da resimler, sesler, kelimeler, bir sanal seksin arzusunu çağrıştırıyordu daha çok. istemiyordu bunu. sanal olmayanını bile istemiyordu işin aslı. geneleve gitsene demişlerdi ona, biraz olsun içini açtığı bazı arkadaşları. istemiyordu genelev falan. aradığı şeyin, bir et parçasından öte olduğunu söylemeye çalışıyorken kesiyordu faslı yarıda, anlamayacaklardı. anlamazlardı. anlatamıyor oluşundan değil, kendisinin de anlamıyor oluşundan kendisini. psikologlar da fos çıkmıştı. düşünüyordu. önerilen ya da bulunan herhangi bir çıkış yolu, her zaman için bir varış noktasına ulaşmazdı. ama denediği hiçbir yol, onu kendinden ya da kendisini çevresinden kurtaramamıştı. ve en sonunda, chatroulet adı verilen bir sisteme bağımlı olmuştu resmen, onlarca sik görse de, dönüyor dolaşıyor, konuşabileceği birine denk gelmeye çabalıyordu. yakışıklı olmadığını düşünmeye başlamıştı. ama aksini söylerdi insanlar. tuhaftı sadece. işte. biraz tuhaf. hiç sevgilisi olmamıştı, yaşının otuzu geçmesine rağmen. hiç kimseyle sevişmemişti de. öpüşmemişti bile hatta. bir işi vardı, gidip geliyordu. birkaç arkadaşı vardı, arada görüşüyordu. ve, başta da dediğim gibi, giderek, daha çok sıkılmaya başlamıştı, yaşanan her şeyden. sadece kendisinin yaşadığı, kendi hayatında olup bitenlerden değil, genel olarak dünyanın her yerindeki her şeyden..

sonrasında. kamerasını kapattı ve öyle denemeye başladı şansını. siyah, simsiyah bir boşluk koyarak resim yerine. cinsiyet hanesindeki male kısmını değiştirmedi ama. ve “dur kardeş” dedi biri, erkekti konuşan, belliydi, kimse konuşmazdı onla, geçerlerdi hemen, ama biri dur kardeş demişti, durdu. öyle ki, sigarasını bile kül tablasına bıraktı aniden. “efendim”.
“ses geliyor mu?”
“hayır”
“ya bu mikrofonun ayarlarını yapamadım bir türlü, şimdi?”
“hayır”
“şimdi?”
“klavye sesleri geliyor ama konuş bi”
“müzik geliyor mu müzik?”
“hayır”
“şimdi?”
“hayır”
“of ya, şimdi?”
“komple gitti şimdi”

tanımadığı bir herifin, donanım problemini çözmesine yardımcı olmuştu. işe yarar hissetmiyordu ama kendini hâlâ. normal olan bir şeyi yapmıştı o, olması gerekeni ya da, ve insanlar gün içinde, zaten olması gereken, doğal eylemlerin, bazı incelik ve zarifliklerin karşılığında, teşekkür ediyorlardı. anlam veremiyordu o, teşekkürlere, sağollara, olması gereken buydu zaten ona göre, olağanüstü bir şey yapmamıştı, “ben teşekkür ederim” derdi karşılığında, ya da “sen de sağol”. “ben naptım ki” derdi karşı taraf. “ben de bir deveye hendek atlatmış sayılmam” der geçerdi. tevazu değildi bu. ya da kibar olma kaygısı. ve hemen hemen her şey, hatta tüm insanlık tarihi, ona göre, fazlasıyla olağandışıydı, olağanüstü değil, dışı. savaşlar, paranın icadı, hatta köpekleri evcilleştirmek bile. fazlasıyla tuhaftı. ona göre her şey, ve herkese göre o. tuhaf. tuhaf sözcüğüne bakmıştı, sözlükten, acayip yazıyordu karşılığında, acayibin anlamına baktı, “sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, garip, tuhaf, yadırganan, yabansı”. düşündü üzerinde, ve bir siktir çekti kendi kendine, sağduyumu? işyerinde, dün gece chatroulet sitesinde tanımadığı bir insanın, üstelik bir erkeğin, mikrofon sorununu çözmesine yardımcı olduğu ve karşılığında sadece bir teşekkür kazandığını anlatsa, anlatabilse sadece, yani deney amaçlı anlatsa, kendini sorgulamasına yol açan başka eylemlerini anlattığı gibi, “salak mısın oğlum sen” derlerdi, “sana ne el alemden”. herkesin acelesi vardı. ışık hızını geçmiştik ve bunun farkına varmamıştık henüz. televizyonda kanallar arasında, internette sekmeler arasında, gazetede sayfalar arasında, hatta kent içinde ordan oraya, ışık hızında dolaşıyorduk, yüzleri görmeden ve hikayeleri bilmeden kat ediyorduk senelik saniyeleri.. seneler ne çabuk geçiyor dememiz de bu yüzdendi.. gerçek anlamda hiçbir şeyi tam olarak okumuyor, izlemiyor ve dinlemiyorduk. çünkü aslında biz de bir şeyler yapıyorduk, bir blogumuz vardı, ya da bir müzik grubumuz ya da yeni aldığımız ayakkabımız, ve görmek yerine göstermek üzerine biçimlendirilmişti algı dünyamız. gözlerimiz fotoğraf makinesi ile, dokunma duyumuz da paylaş butonu ile takas ettirilmişti. ve teşekkür etti o da, o gece, mikrofonun testini yapmasına yardımcı olduğu adama, ve başka birine geçti. dolaştı dolaştı dolaştı. tüm dünyayı geziyormuş gibi hissediyordu bu esnada, chatroulette sayesinde, fransa, japonya, iran, rusya, bangladeş, brezilya. değişik evlerin odalarına konuk oluyor, ama asla çok uzun kalamıyordu.

bir başka gün. selam dedi biri, onun türkiye’den olduğunu görünce olmalı. ama amerika yazıyordu adamın hanesinde. ve fotoğrafta ise, 50 yaşlarında bir kadının, yarı çıplak fotoğrafı duruyordu. selam dedi o da. ve sordu hemen, “m / f”. erkekti selam veren, biliyordu bunu, adı gibi emindi, ama sormuştu gene. ve “f” dedi karşı taraf. sordu can, ya da ali, ya da ivan. sordu. fotoğraftaki kim.
“annem” dedi karşı taraf. “napıyorsun?”
“hiç” dedi “konuşçak birini arıyorum. sen?”
“burdaki herkes konuşçak birini arıyor zaten” dedi herif, ya da 50 yaşlarındaki kadın.
“ben öyle düşünmüyorum” dedi
“nasıl düşünüyorsun?”
“buradaki çoğunluğun derdi başka, senin resmin var mı?”

değişti görüntü. sonra gene değişti. sonra tekrar. o günde bulamadı, aradığını. ne arıyordu? bunu sordu gene. ne arıyorum ben burada diye sordu. otobüslerde ne arıyorum. barlarda. durdu tekrar. internetten başka bir siteye girdi. bir porno sitesiydi bu. sitenin pornstars sekmesine tıklayıp yüzlere baktı. 2344 tane yüz. baktı hepsine tek tek. sadece yüzlere. resimlere tıklayıp, bedenlere yönelme ihtiyacı hissetmeden. insan yüzleri. kadın olan insanların yüzleri. pornstarların yüzleri. zaman zaman yapıyordu bunu. yüzlere bakıyor ve düşünüyordu. porno da izliyordu sık sık. ama o zamanlarda da, sadece hatunların yüzlerine bakıyor, ve sahnedeki diğer kısımları ileri sarıyordu. yüzler. saç. burun. dudak. gözler. gözlerin arkasında olası bir anlam. ya da anlamsızlık. acı belki. ya da zevk. herhangi olası bir şey. ve porno olmayan bir filmde ki oyuncuların yüzlerine bakarak başlamıştı bu işe de. ama tatmin etmemişti onu bu filmler, porno daha gerçekti. en azından, konular absürt bile olsa, bir sevişme sahnesi, daha realist geliyordu ona, bir dramatik senaryoya göre. ve bir kez bile elini aletine atıp sıvazlamamıştı, yıllardır üstelik. rüyalar dışında, boşalmamıştı bile. ergenlik dönemlerinden sonra. belki çok sonra da olabilir. ama yıllardır olduğunu biliyordu. unutmuştu çünkü en son ne zaman mastürbasyon yaptığını. en son ne zaman ağladığını. en son ne zaman güldüğünü. çok fazla ağlıyordu bir zamanlar. yastığa sarılır ve ağlardı. yastığa sarılır ve uyurdu sonra. yirmili yaşların başında belki. sonra kesmişti ağlamayı. hâlâ yastığa sarılarak uyuyor olsa da, ağlamayı kesmişti ve yastık da artık sarınılan bir hayali bedenden, yastık olma hüviyetine dönmüştü tekrar, zihinsel imgeleminde. uyudu.

uyandı ve işe gitti ve iş yerinde bir çok sıkıcı gevezeliğe kulak misafiri olup, arkadaşlarının alaylarına katlandıktan sonra, onu anladığını düşündüğü birkaç insandan biriyle buluştu. aradı, abi görüşelim mi dedi, görüştüler. anlattı son zamanlarda akşamları evde n’aptığını.

“senin sıkı bir düzüşe ihtiyacın var” dedi arkadaşı, “bir kez bir delikten içeri girip, ardından çıkacağın harikalar diyarında, tüm bu saplantılarından kurtulacaksın. seni anlıyorum ama düşünüş tarzın doğal değil” dedi.

“anlamıyorsun” dedi ona
“anlamayan sensin. otuz iki yaşındasın. seni tanıdım tanıyalı aynı terane. bir kez de farklı bir yol dene. normal olmaya çalış”
“normal olan benim” dedi öfkeyle can, ve sonra tekrar, aniden durup, sakince, “ya da değilim” dedi, “bilmiyorum abi, kötü hissediyorum, kötü hissetmiyorum hatta biliyor musun, yani kötü bile değil abi, tuhaf.” yine aynı sözcük diye düşündü o an, içinden.

“yarın git bi hatunla düzüş, paran yoksa vereyim”
“kalkalım abi” dedi, “yarın iş var.”

işe gitmedi. bunun yerine geneleve gitti. hem de sabahın dokuzunda. bir saat gezdi orada. olmadı. çıktı dışarı. öğlene doğru tekrar gitti. gezdi gezdi gezdi. ta ki güneş batma eğilimi içine girene dek. sonra, sürekli olarak onu ısrarla çağıran hatuna yaklaştı. “ne çok gezdin sen ya” dedi kadın
“hıhım, ne kadar” diye sordu titrek bir sesle.
“15” dedi hatun, “muameleli 50.”

elli milyon verdi kadına ve merdivenleri çıktı. soyundu. yatağa oturdu. bekledi. hatun geldi. bak dedi ona hatun, “bi elli kağıt daha verirsen bir saat yaparız.” bi elli kağıt daha uzattı. kadın yaklaşıp ağzına aldı. bakıyordu öylece. gene duruyordu aslında. ruhen durmuş durumdaydı. sertleşti ama yine de. gel bakalım dedi hatun ve yatağa uzandı. üzerine çıktı onun. içine girdi. ve gidip gelmeye başladı. gidip geldi. gidip geldi. gidip geldi. belki on dakika. “olmuyor” dedi. “neden” dedi hatun. “duygu arıyorum ben” dedi, yine titrek bir sesle. “duygu olmadan yapamıyorum” hatun bir kahkaha atarak üzerinden attı onu ve kapıyı açıp çıkarken, holden geçen başka bir hatun noldu diye sorunca, duygu arıyormuş beyefendi dedi, ikisi de gülerek kayboldular. her şey kaybolmuştu aslında. her şey silinmişti. oda. yatak. askıda duran giysileri. elleri. çükü. ayak parmakları. durdu öylece yine. bir beş dakika sonra kalkıp giyindi ve kapıdan çıkarken, epey yaşlı olan bir başka kadın da, “öyle şeyler bulamazsın oğlum burada” dedi, sesinde şefkat vardı kadının, hissetti bunu, ya da öyle zannetti, bir şey demedi ama, utanıyordu, fazlasıyla utanıyordu, boşalamadığı için değil, daha çok onlarca herifin de orada o sebeple geziyor olmasına rağmen yaptığı şey yüzünden. başı önde hızlı adımlarla uzaklaşarak genelevin karşısındaki camiye girdi. namaz kılmaya değil, işemeye.

iki altılık bira alıp eve geldi. açtı ilkini. nerdeyse fondip yaparcasına dikti. bir sigara yakıp ikincisine başlarken, bilgisayarın karşısında buldu gene kendini. kütüphanesine dekor için değil de, gerçekten okumak istediği için aldığı onlarca kitap, aylardır o rafta, yeri bile değişmeden duruyordu. baktı onlara şöyle bir. ‘canım hiçbir şey istemiyor’ dedi kendi kendine. sonra, ‘canım neden hiçbir şey istemiyor’ dedi. sonra ‘ben neden böyleyim’ dedi. sonra ‘ben nasılım’ dedi. sonra gene ağzından o tuhaf sözcük çıktı: tuhaf. tuhaf sözcüğü de kendisi kadar tuhaf gelmişti ona ilk duyduğunda. ilkokul bahçesinde duymuştu ilk kez o sözcüğü, daha öncesinde bile duymuş olabilirdi hatta, evet evet daha önce duymuştu, amcaları bayram ziyaretine geldiğinde, sonra okulda, bütün arkadaşları birbirlerine çüklerini gösterirken o göstermediği için tuhaftı. okulda tuvalete asla girmezdi, tuvalete girmekten utanıyordu o yıllarda, sonra aşmıştı bu çekingenliğini, zaman içinde bir çok çekingenliğini aşmıştı hatta, o kadar ki, bir çok olayda net olarak tavrını ortaya koyabilecek bir cesarete erişmişti. bir dönem için geçerliydi bu. sonra bu tavırları tuhaf sözcüğü ile karşılaşınca, duraksamıştı. hemen olmasa da, yavaş yavaş. gazı biten bir arabanın, hızdan düşüşü gibi belki. ya da motoru iflas eden bir uçağın irtifa kaybedişi gibi..

bilgisayarı açtı. malum siteye girdi. kamerasını da açtı. ve başladı beklemeye. onda duracak ve onunla konuşacak bir yüz denk gelene kadar, bekledi. hiç değiştirmiyordu o, next tuşuna hiç basmıyordu, eli sikinde bir adam da görse, ya da bir eşcinsel, hiç next tuşuna basıp es geçmiyordu, ama gayler bile beş saniyeden fazla kalmıyordu ekranda. bir hatun geldi sonra. en azından resimde hatun vardı. ve kamerası kapalıydı. fransadan. “sonunda bir türke rastladım” dedi, “noel baba kılığında tiplerden yıldım”.

“onu ayarlayabiliyorsun” dedi can.
“nasıl neyi” dedi hatun.
“seçenekler hanesinden” dedi,    “aramada belli ülkeleri tercih edebiliyorsun.”
“nasıl yapcam” dedi hatun, ya da hatun resimli adam. her neyse. anlattı ona nasıl yapacağını. “sağol ya” dedi, “iyiymiş.”

sonra resim çizmeye başladı ekrana can. buna başlamıştı son zamanlarda, konuşmak yerine ekrana mouse ile resim çizmeye. gerçi herkes beş saniyede onu pas geçtiği için resimde yapamıyordu. bir yüz çizdi, karikatürize bir figür. karşı taraf çizdiği figüre bir sigara yaptı ve “sigarasız olmaz” diye yazdı. güldü buna. gülümsedi. konuşmaya başladılar sonra. bir on dakika kadar konuştular. fransa. türkiye. okul. iş. orda durumlar. burda durumlar. falan filan. havadan sudan sebeplerle birbirini tanıma çabaları. ardından, kız, “ya orası soğuk mu” dedi. “pek değil” dedi can ama montla oturuyordu odada, çünkü sobayı yakmayı akıl edebilecek, hatta üstünü değiştirmeyi hatırlayabilecek bir gün geçirmemişti. “çıkarsana montunu” dedi. çıkardı can. “kazağını da çıkarsana” dedi hatun. çıkardı. “resimdeki sen misin” diye sordu bu arada can. “evet ya istanbuldayken arkadaşlarımla. ortadaki benim” dedi. üç hatun resmi vardı çünkü profilde. doğru ya da yalan. inandı. bir sıcaklık hissetmişti, on dakikalık konuşmadan. yakınlık. atleti ile duruyordu. karşı tarafın ne yaptığını, ya da gerçekten resimdeki kişi ile konuşup konuşmadığını bilmeden, kelimelerden bir duygu dünyası inşa ederek kendi zihninde.. sonra fotoğraf değişti. bir barda, biraz daha yakından çekilmiş, bir fotoğraf. biraz daha inancı sağlamlaştı böylece. “bir şey diyeceğim” dedi hatun. adı arzu olsun. paso hatun demekten sıkıldım. aslında her şeyden sıkıldım. tüm bu ebegümecinden. hayali olaylar inşa edip, gerçekte olan bitenin sıkıntısını bertaraf etmekten de sıkıldım. yazmaktan yani. bu saf karakteri betimlemekten. o saf karakteri aslında öldürmek isteyip, bir türlü intihar etmesine neden olacak bir sebep bulamadığım için, lafı eveleyip gevelemekten de sıkıldım. evdeyim. tek başımayım. sıkılıyorum. her şeyden. içten içe. fena halde. adım girdap olsun. ya da zack. ya da esçûmento. ya da kukuleta. bi önemi yok. heteroseksüel ya da homoseksüel. izmir ya da istanbul ya da mardin. işçi ya da patron. yakışıklı ya da değil. milyarlarcası içinden bitanesi, evdeydim, ve tek başınayım. ve sıkılıyorum.. buraya kadar tamam mı? anlamadığınız bir yer olursa sorun demiştim. “atletini de çıkar diyicem ama banlanırsın” dedim cana. gülüyordum bu arada. ama o beni görmüyordu. hatundum ben onun gözünde. arzuydu adım. fransada yaşıyordum. üniversite okuyordum burada. üç beş fotoğrafta koymuştum. ve konuştum onunla. belki yedi saat sürdü muhabbetimiz. anlattı da anlattı. hemen hemen her şeyi, tüm çıplaklığıyla. benim ona atletini de çıkar deyişimden sonra, ve üstü çıplak vaziyette titrer bir halde yazmaya başladıktan sonra, ve anlattıkça, anlattıkça, anlattıkça, yarı ağlamaklı bir halde, ve daha ilk saat aslında arzu değil de, denyo olduğumu ona söyledikten sonra bile, samimiyetini kaybetmeden, sürdürdü muhabbetti. ve gey değildim. ve hatun da aramıyordum onun gibi. hiçbir şey aramıyordum. evdeydim. tek başımaydım. canım sıkılıyordu. ve o yalnız insanların odalarına konuk olup, birkaç kare yakalamak, farklı zihinsel fotoğraflar çekmeme neden oluyordu. sosyolog değildim. psikolog değildim. yazar olarak görülmüyordum. ama yine de, hemen hemen hiçbir şey olarak, hemen hemen her şeyi çözdüğüme olan inancımın bana verdiği yasama yürütme ve yargı hakkı sayesinde, insanların hayatlarına müdahale ediyordum. bir kağıt parçası, siyah beyaz bir kağıt parçasının, hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmasa da, bazı renk körlerinin, kendi hastalıklarına teşhis koymalarına, yardımcı olurdu belki. kalabalık içindeki yalnızlık değildi bu, inanmıyordum öyle safsatalara. yalnızlık zaten çok kalabalık bir şeydi. ve yalnızlığımızı bu kadar kalabalıklaştırmasına rağmen, bunu kanıksamamıza fırsat tanımayan bir çağa doğmuştuk.. herkes her yerdeydi. herkes herkesleydi. bilinilebilme kaygımız, tanrının kendini bildirme arzusuna baskın çıkmıştı. herkes ayaklı kur’an konumunda yaşıyordu. ve can’a tam olarak ne yapması gerektiğini anlattım. tane tane. incelikli bir şekilde, ikna ettim onu. ipi alıp tavana astı. kamerayı doğru açıya getirdi. bu arada, konuşmanın bir noktasından sonrasını kayda almaya başlamıştım. önce bir duş alacağım dedi bana. arınmak istediğini söyledi. tamam deyip bekledim ve beklerken birkaç porno yıldızının yüzüne baktım. son zamanlarda angelina valentine’ni anlamaya çalışıyordum, o sesine kattığı gizemli hava ile beraber, yüz ifadesindeki hırçınlık, bana aletimle ilgili değil daha çok üzerinde çalıştığım başka bir meseleyle ilgili çağrışımlar yapıyordu. ve ali geldi. kurulanmıştı. giyinmişti. ipi kontrol etti. yayını canlı olarak halka açmıştım. henüz ne server tarafından banlanmış ne de ilgili mecraları uyandırmıştık. çıktı sandalyeye. boynunu uzattı. onun için her şey kararmıştı. bunun farkındaydım. pisipisine ölücekti. söylediğim on yedi santimetre uzunluğundaki cümlem, onu ikna etmişti. ölücekti ve ölümü hiçbir işe yaramayacaktı. hayatta kalması da onun adına hiçbir işe yaramayacaktı. çünkü iş kavramı, kâr kavramı ile eşlenik bir düzeyde kodlanmıştı. “para kazandırıyor mu?”. hobi olarak arada ölü taklidi yapıyorum. hobi olarak yaptığım şeyin adı fanzin. öyle zannediliyor. oysa, toplumca öyle zannettiğimiz şeylerin öncü sanrılarını oluşturan zanlıları sanık olarak tahta çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz, yaşam hakkımız konusunda bile vekalet vererek üstelik. intihar etmek yasak. savaşta ölmek şeref. polisler gelmedi. izledim. durmasını söyledim sonra. sandalyeye vuracakken, bağırdım mikrofondan. durdu. ekrana baktı. biraz duralım dedim. biraz durduk. sessizlik. canlı yayınım, kısa sürede, çok yüksek bir izleyici sayısına ulaşmıştı. bekliyordum. can ne söylesem yapacak durumdaydı. yalnızdı. herkes yalnızdı. yalnız olduğunu söylüyordu herkes. koca koca puntolarla yalnızım diye bağırıyordu herkes. şarkılar yalnızlık üzerineydi. filmlerin ana konularından biri yalnızlıktı. tanrı bile, pastadan büyük bir pay kapmak istercesine, yalnızlığı kendisine mahsus bir alan olarak tahsis etmeye çalışmıştı. yalnızlık mahsustu. masusçuktandı. çok kabalıktık, fazla çok kalabalık. can’ın ölmesi nüfusu dengelemezdi. o kadar yalnızdık ki, cep telefonumuzu işyerinde unutursak, servisten yarı yolda iner, işyerine geri dönerdik. can dönmezdi. duruyordu öyle. hayatının sonuna kadar orada öylece, ip boynunda, durabilirdi. çünkü onunla konuşan tek kişi, erkek bile olsa, ona dur demişti. sevgiye olan açlığımız, nefretimizi de bilemişti. kapitalist algı düzeyi, duygu dünyamızı da kâr/zarar dengesinde şekillendirmemize neden olmuştu, ve yıldızlara bakan filozoflardan, bizi kaç kişinin gördüğüne bakan yıldızlar olmaya doğru, evrildik.. bu arada, can öldü.. next’e basabilirsiniz.  

24aralık12