1 Aralık 2005

bir sinekten gelen şiir

bir sinekten gelen şiir

ekranın üzerinde yavru bir sinek dolaşıyor
ve ben de onun hakkında yazıyorum
aslında
bana sorarsanız
sinir bozucu bir durum bu
ve birkaç kez kovdum onu
gitmedi
gitmeyecek
yapabileceğim hiçbir şey yok

arada sırada biramı yudumluyor
ve birkaç resme bakıyorum
izlandaya ait
sinek dolaşıp duruyor
sinek izlandaya ait değil elbette
resim
resimler izlanda
sinek yavru
ve dolanıp duruyor
can sıkıcı
can sıkıcı olan bir çok şey var bu hayatta
ve hiç bi konuda yapabileceğim hiçbir şey yok
beklemek dışında
inanın bana
ne babamın öksürüklerini dindirebilirim
ne de
bu kahrolası sineği öldürebilirim
bekliyorum sadece
geçip gitmesini
ya da kendine gelmesini bir hatunun
ama gelmeyecek anlaşılan
ve sinek de gitmeyecek
ve izlanda da donmuş çalılıkların resmine bakıyorum şu an
sinek dolanıp duruyor
bira azalıyor
hava da aydınlanmak üzere üstelik
ve sinek
ve sustuğum tüm o geceler
(hey bakın burada kafiye yapmaya çalışmıyorum ama)
ve kustuğum tüm o geceler
asla geri gelmeyecek
ve bu konuda yapabileceğim
hiçbir şey yok
üzgünüm


[ 31.10.2005 – 04:33 ]

27 Ekim 2005

askere gitmeme 13 gün kala

okuldan atılmıştım.. ve askere gitmek istemiyordum, çalışmak istemiyordum, yapmak istediğim hiç bir şey yoktu. bir şey bekliyordum sadece, ama neyi beklediğimi de bilmiyordum. günler hiç olmadığı kadar hızlı akıyordu. duruyordum sadece, yatıyor, kalkıyor ve bahis bültenini inceliyordum. bir sevgilim vardı ama o da benden bir asır uzakta yaşıyordu, ve sürekli ona mektup yazıyordum, delirmiştim, 10 sayfa tutuyordu yazdığım bir mektup, ve nedenini bilmiyordum, sadece yazıyordum, öykü yazmayı bırakmıştım, eylül geçti, ekim geçti, kasım geçti, ve yılbaşı, sonra terkedildim, sonra elektriklerimiz kesildi evde, ve doğum günüme 5 gün vardı ne anlamı varsa, bir hatunun evine gittim, onu arayarak, “ölmeye ihtiyacım var” dedim ona, sarhoştum o an, ve gelip aldı beni, ve o’nun evine gittik, o sızdı o gece, sonra ben başarısız olduğum bir intihar deneyi gerçekleştirdim ve gözlerimi açtığımda her şey hala bıraktığım gibiydi, değişmiyordu, asla değişmeyecekti, ölemiyordum, hareket alanım kısıtlanmış gibi hissettim kendimi, sonra uzaktaki sevgilimle barışıp tekrar terkedildim ve sabahtı, sabahın onu..

ardından, nisanın ortasına kadar süren bir tür deliliğe daha tutuldum. sabah uyanıyor ve müzik açıyordum, sürekli aynı şeyleri dinliyordum, ve bülteni inceliyordum, bahisler.. arada bir kazanıyor, ve kazandığım para ile sarhoş oluyordum. işsizdim, çalışmak istemiyor ama bunun için nereye başvurmam gerektiğini bilmiyordum. sonra bir gün ailem, madem askere gitmiyorsun o halde çalışmalısın dedi, çalışmalıyım dedim, ve gidip bir gazete alıp ilanlara bakmaya başladım yeniden. dönem dönem ilanları inceliyordum son dört senedir, ve bu arada üniversitede bir kaydım vardı, ama arada sırada giderdim oraya da, ve ailem de bunun farkındaydı, “bu okul bitmicek” demiştim onlara,
“biter” demişlerdi, “gitmiyorsun ki sen”
“gidemiyorum” demiştim, “kendimi hasta ve ümitsiz hissediyorum orada, kusasım geliyor”

ve koskoca dört sene böyle geçmişti, arada sırada okula gidiyor, arada sırada iş arıyordum. her ikisinde de başarılı değildim. yaptığım en iyi şey, birinci gelecek atları bilip aldığım para ile bir süre sarhoş kalmaktı, önce alsancak’ta bir evde, tıp okuyan iki herifle yaptım bunu, sarhoş kalma faslı, sonra karşıyaka’da benden en az 20 yaş büyük bir başka dost ile, sonra da beni iki yıl geriden takip eden başka bir dost ile, ve ara ara da alsancak’ta kilise sokağında tek başıma. ama bir türlü başarılı olamıyordum hiçbir şeyde, çuvallamıştım, ve babam hastaydı, akşam işten eve gelir, bir taraftan öksürürken bir taraftan da “naptın bugün bahisleri” diye sorardı, “30 milyar kaybettim” derdim ona, ve benim hiç milyarım olmamıştı, nasıl kaybederdim 30 milyar? ama böyleydi işte, bahisçiler, kupon yatırmak için ceplerinden ödedikleri parayı değil de, kazandıkları takdirde alacakları ikramiyeyi kaybettiklerini düşünüyorlardı, ne anlamı vardı ki oysa? öyle ya da böyle kaybediyorduk işte, para ya da aşk, yok oluyordu bir şekilde, uçuyordu, katlediliyordu, ve o kahrolası üç ay, evden iş görüşmeleri dışında hiç çıkmadım sanıyorum. ve bilgisayarım da bozulmuştu, elle yazamıyordum, ellerimle hiçbir halt yiyemiyordum, yemek yemeyi bile unutur ve annemin telkinleri sonucu sofraya otururdum. ve bir gün, cumartesiydi, bir yeri aradım, dergimizin çeşitli departmanlarında yetiştirilmek üzere eleman aranıyor yazıyordu, belki yazar olurdum, istiyordum bunu, kolay gibi görünüyordu gözüme yazar olmak, şarabımı yudumlarken üç beş cümle kuracak ve bunun karşılığında bir çok hatun düzebilecektim, amacımın hatunlar olduğunu sanan birkaç uzaylıya hitaben böyle söylüyorum. oysa onu da başaramıyordum, hiçbir halta yaramadığımı düşünmeye başlamıştım, neden yaşıyordum ki? her neyse, derginin adresini aldım ve bana ertesi gün saat birde gelmemi söylediler, gittim ertesi gün saat birde, tam zamanında ordaydım. bir odaya girdim, içeride benimle yaşıt en az yirmi tip vardı, kızlı erkekli, “merhaba ben ilan için gelmiştim” dedim, oradaki hatun bana form uzattı, o odadaki herkeste bir form vardı, elinde, ve bekliyorlardı, formu doldurmuşlardı, bekliyorlardı, forma elimi uzattım ve karşıdaki bir tip adımı sordu, söyledim, sonra bana “tüm departmanlarımız doldu” dedi, “üzgünüm”

 formu bıraktım oraya, birileri gülüyordu o odada, yaşıtım olan birkaç insan, nedenini bilmiyorum, kabus gibiydi, herife dalmak istedim, yapmadım ama, korktuğumdan değildi, değmeyeceğini düşündüm, ya da değişmeyeceğini, böyleydi işte. ve şimdi, geçip giden zamana aldırış etmeksizin yumuluyorum şişeye, nasıl geçti koskoca 6 yıl acaba, hiçbişi yapmadan, yine de bir şeyler kazanarak, birilerinin sevgisini ve birilerinin katışıksız nefretini kazanarak, ama yine de, bugün, sabah uyandığımda, keyifliydim, nedensiz, ansızın gelen kendini iyi hissetme hali, ve yazı, sadece kendini iyi hissettiğinde akan yazı, kimileri kötüyken yazıyor ve ben “hiç bir şey yazamıyorum son zamanlarda” dediğimde, bir arkadaşım, “hayatındaki her şey iyi mi gidiyor?” demişti, tam tersiydi, peki ya şu an? evet, galiba, kısa bir süre düzlükteyiz.. hafta sonu bahislerden gelen para, biraz alkol, ucuz tütünle karıştıracağım birkaç gram ruh, ve her şeye rağmen sihrim devam ediyor sanırım.. umarım bugünkü kuponum ters gelmez.. tek beklentim bu hayattan, şimdilik.. ufak ama tatmin edici.. yarını kim takar? ya da 13 gün sonrasını? askerliği? hâlâ buradayız işte, alkol, müzik, ve delilik. devam etmekte.. 


27.ekim.2005

15 Ekim 2005

kan, şarap ve acı

kan, şarap ve acı

bu gece iyice zorladım kendimi… bu, sanıyorum, 16. girizgah, ama olmuyor, gelmiyor lanet olası şey, bugün akşam üstü şanşım yaver gitti at yarışında, sadece son iki yarışa oynadım ve ikisini de bildim, ben altılı yada üçlü ganyan oynamam, o tip oyunlarda çok para kazanma şanşınız vardır, ama çok para kazanma şanşınız oldukça düşüktür. ben bahis oynarım, tek yarış tek at, ufak para, ama hızlı… 1 dakika 34 saniyelik bir koşuda hayatınızı ortaya koymanız mucizevi bir şey. kazanırsanız, gelen paranın bir kısmını yarınki koşulara ayırır, diğer kısmı ile 2 şişe beyaz şarap ile iki litrelik gazoz alırsınız, iyi bir karışım bu, üstelik tadı iyileştiriyor. kalitesiz şaraplar, bilirsiniz, midenize zor iner, ama gazoz hem yutmanıza hemde daha çabuk sarhoş olmanıza neden oluyor… evet, pekala, bu gece iyi zorladım demiştim lanet şeyi, sorunu nedir bilmiyorum, son günlerde aramız iyice bozuldu, yazıdan söz ediyorum tabiyki, yürümüyor, akmıyor, ama neyse, şu an iyi, gayet iyi, şükranlarımı sunuyorum kendisine… evet. bakalım elimizde neler var…

alsancak çimlerdeyiz, 6 veya yedi kişi olabiliriz.. saymadım, ama hepimiz erkeğiz, bazılarımızın sevgilisi var, bazılarımızın yok, benim ise var gibi de yok gibi de, her şeyim gibi bu da iki arada bir derede kalmış… alsancak… çimler.. elimde bir kırmızı tuborg, daha öncesinden, gündüz, evde ekran karşısında, teknolojinin getirdiği nimetten ve bok püsürden faydalanarak oktayla sözleştik, “ölene kadar içicez”, “karşıyaka devlet hastanesine düşüne kadar içelim”. evet aynen bu şekilde sözleşmiştik, ve bilirsiniz, bazen ölene kadar içmek ister ama bir noktada ölmeden önce sızar ve ertesi sabah, “bir daha böyle içeni siksinler” diyerek güne başlarsınız…

evden çıktım, ve önceden anlaştığımız şekilde saat yedide alsancak iskelede onları bekliyordum, yayan olarak gitmiştim, evet, burada tıkandığımı hissediyorum.. ama uzatmaya gerek yok, hızlı geçiyorum, çimlerdeyiz, ve o gece, pac’ın doğum günü, göço hemen yanımda, ve ben elimdeki birayı hafif eğerek, “bugün pac’ın doğum günü” diyorum, “rest in peace nigga” diyerek biramızdan büyük bir miktarı döküyoruz çimlere, sadece göço ve ben yapıyoruz bu ritüeli, gerçi ritüelmi denir buna, emin değilim, bazen bazı zamanlarda, cümle akarken, bazı kelimeler gelir aklıma ve kelimenin tek başına ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamam, ama o cümleye yakıştığını ve bir anlam kattığını ya da anlamı tamamladığını düşünürüm, yıllarca kelimeler ile uğraştıktan sonra, ve –her ne kadar şu an aptalca gelse de- bir süre filolojiye ilgi duyunca, sonuç olarak… -durun bi saniye, siz de gördünüz mü? az önce, tam olarak sol tarafımda son derece parlak bir yansıma gerçekleşti, 2 saniye sürdü, hayır, ben odamdayım, ve odada bir gece lambası var sadece, bir de ekranın ışığı, ikisi de sağ tarafımda, biraz çapraz konumdayım ve odanın bana tamamen ters köşesinde bir şey parladı, muhtemelen beynimin bana oynadığı ufak ışık oyunlarından biri daha, ama temkinli olmam gerekiyor, yaşadığım bölge her açıdan sürprizlere gebe bir yer, pezevenkler yaşıyor, uyuşturucu satıcıları ve katiller, ve hırsızlar, hayır abartmıyorum, işte olay aynen bu şekilde, tam bir getto sayılmaz, bundan 3 sene önce yaşadığım yer tam bir gettoydu, amerikada nasılki zenci gettoları varsa, bende 19 sene çingenelerin getosunda yaşadım ve şu an bir sokak aşağımız o ghetto ile sınırın başladığı yer oluyor, yani hâlâ bir gettodayım, getto diyorum, ama asla varoş değil, bu iki kelimeyi aynı anlamda almıyorum, biraz kültürel farklılıklar nedeni ile. evet, çingenelerin gettosunda yaşadım ama bir çingene değilim, ama onlarla büyüdüm, üstelik şehrin merkezinde yaşıyorum. her şey olabilirdi bu tip yerlerde, oldu da, çok fazla kavga ve çok fazla korku… bir keresinde, bunu gerçekten iyi hatırlıyorum, sabahın yedisinde, ben okula gitmek üzere giyiniyordum ki, kapı çaldı, “kim o” dedi valide, şaşkın, merak dolu, “polis, arama var”. kim niçin neden… hayır hayır hayır, soru soramazdınız o yıllar, şimdi işler yavaş yavaş düzeliyor gibi, ama bu da bir yutturmaca, toplumu fakirlikten, açlıktan ve işsizlikten kurtarmadıkça, suç oranının düşmesini ve insanların ahlaklı davranmasını bekleyemezsiniz, ve evet, günümüz dünyasının bu şekilde olmasının tek bir nedeni vardır, bencillik, tek neden bu… ve evet, işler düzeliyor gibi görünüyor, bokun üzerine güzel bir jelatin geçirip çikolata diye satabilirsiniz ve adam gerçeğin farkına ancak size parayı ödeyip paketi satın aldıktan çok çok sonra varabilir, ama iş işten geçmiştir, satılan mal geri alınmaz, işte size avrupa birliği hikayesine ya da bir şeylerin değiştiğine, ya da g8’e, yada afrikaya yapılan yardımlara, yada adalet için savaşanlara değişik bir bakış açısı… ve muhalefette kendi içinde bir iktidardır ayrıca..

ve, evet, ne diyordum, korkmayın, her şeyin farkındayım, olayları iyice karıştırmış olsam da, teker teker en başa, ve çimlere geri dönücem ve bu oyunu siz sıkılmadan daha kaç öyküde kullanabilirim inanın bilmiyorum, ama benim tarzımda bu işte, kendini serbest bırak, bırak aksın, sonra bir noktada olayları toparlamaya çalış, bu arada yeni sorunlar yaratarak okuyucunun beynini iyice düz… ama benim bakış açım, senin bakış açındır, olayları görmenizi istediğim şekilde anlatıyorum, karışık olabilir, ama asla safsata değil, ve evet, devam ediyoruz, noktaya ihtiyacımız yok, farzedin konuşuyorum, virgüllerde durduğum yerler, ama, evet, bi saniye, hatırladım, kapı çaldı ve annem “kim o” dedi, “polis, arama var” sesi geldi dışardan, korktuk, oysa korkmamız gereken hiçbir şey yapmamıştık, ne kadar tuhaf değil mi? size bir suç yükleyebilirler ve hiç kimsenin haberi yokken hapse girebilirsiniz, gayet kolay bu, günümüzde, her ne kadar artık içlerinde olmasam da, askerliği ret ettiği için işkence görenleri bi çok kişiye anlatmış ve bir yanıt almaya çalışmışımdır, hâlâ hassas olduğum bir konu, belki de tek hassas olduğum konu, onca umarsamazlığıma rağmen… ve hey hat, her yeri aradılar evde, her yeri, ve bir şey bulamadan gittiler orospu çocukları, arama emirleri var mıydı bilmiyorum ama bunu sorabilecek en azından buna cesaret edebilecek kadar bilgili değildik, kötü bir mahalle.. okulumuzu hatırlıyorum, çoğumuz zayıftık ve kötü besleniyorduk, ve sürekli kavga ediyorduk, ve hiçbir konuda kimse birbiri ile anlaşamazdı, ben içlerinde en sakin ve en çok çekinilenlerden biriydim, bir kişi hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, ondan korkabilirsiniz, bir şey ne kadar çok deşifre olursa o kadar az korku verir, bu yüzden karanlıktan korkuyor olabilir insanlar, karanlık, gizli, görünmez.. ve, evet, aslında, tüm bunların, yani sarpa saran öykümün ve bu kadar dolambaçlı bir yol izleyişimin tek bir nedeni var, kafam çok iyi ve kulağımda sürekli bağırıyor siyah isa, pac, “eşkıya hayatı, eşkıya hayatı”… bakın, gördüğünüz gibi, konuyu toparlamak için bile özel bir çaba sarf etmiyorum, kendiliğinden geliyor, hatırlıyorsunuz değil mi, çimlerdeydik ve ben göço ile bir doğum gününün nasıl kutlanması gerektiği konusunda diğerlerine bir gösteri sunuyordum, gökhan, “lan madem biraları döküceksiniz neden aldınız, verin bare ben içeyim” dedi, ama kutsal bir şeydi bizimkisi, “hennessey” alıp dökseydik, olayın kutsallığı artıcaktı, ama o an düşüncelerim sadece, en kısa zamanda nerden bir selpak bulabileceğim konusunda yoğunlaşıyordu, “aranızda selpağı olan var mı?” dedim, oktay güldü, biliyordu, diğerlerine bir açıklama yapmak zorunda kaldım, “son zamanlarda alkol alınca burnum akıyor, nedenini bilmiyorum”, ve bu onlara komik geldi, ve bu bana komik geldi, ve bu aslında o kadar trajikomik bir mesele ki, günün birinde ciğerlerim 3. kez patlayacak ve ben eğer acil müdahale yapılmazsa nefes alamadığım için oldukça fazla açı çekerek öleceğim, bir tür intihar, kendinizi öldüremiyorsanız, sizi ölüme en kısa zamanda götürecek bir araç seçersiniz, bu seçim bilinçli veya bilinçsiz olabilir, bu seçim alkol, sigara, ot, lsd, amfetamin, sağlıksız beslenme (mc donalds), yada korunmasız bir cinsel ilişki olabilir, ölmenin bir çok yolu vardır, doğmanın ise tek bir yolu… hiç dikkat ettinimiz mi buna? önemli bir ayrıntı bence… kafam dumanlı… dedim size, torbacıların içinde yaşıyorum ama onlar gibi olmak yerine onların hayatını anlatmayı seçtim, çok fazla şey görüyorum penceremden, ama hepsini anlatabilecek kadar vaktim yok, bunun iki nedeni var, birincisi, çok fazla şey gördüm, ikincisi, hayat çizgim ne kadar uzun olursa olsun, erken öleceğimi hissediyorum, bir üçüncüsü ise, yazının bir yerlerinde ışık saçan bir şeyden bahsetmiştim, işte o şeyin bir hırsızın feneri olmasından korktum, balkonun kapısı açık ve şu an oturduğum eve bugüne kadar 3 kere hırsız giriyordu, son anda işe uyanıp tehlikeyi savuşturmayı başardım, geceleri uyumam, hırsızlarda uyumaz… ama gidip mavişehirdeki kokonaları soysunlar orospu çocukları, bizim hiçbir şeyimiz yok, ne istiyorlar ki bizden?

tekrar çimlerdeyiz.. biram bitti, ve oktayla yeni iki şişe almak için kalktığımızda, oktaya, “unutmada selpak alalım” dedim, dönüş yolculuğunda bir elimde bira bir elimde selpak ile yürüyordum… ve oktayın telefonu çaldı birkaç bira sonra, ahmet, o an bostanlıdaydı, ve bizi çağırıyordu, ve gece henüz sona ermemişti, ve ölene kadar içme konusunda kesin kararlıydım, ve yeteri kadar param yeteri kadar kederim vardı. klişe cümlem, “yeteri kadar x yeteri kadar z”.

vapura binerek karşıya geçtik, vapur yolculuğunda bizi idare etmesi için, önceden iki kırmızı tuborg daha edinmiştik. denizin ortasında, vapurun arkasındayız, bu kez 5 erkek, ve onlar muhabbete dalmışken, ben yıldızlara bakıyorum, yerde oturuyorum ve yıldızlara bakıyorum, birde denize.. sürekli gidebilsek, ve hiç geri dönmesek, asla bıkmam, ve asla sonu gelmeyen bir yolculuk düşünmüşümdür her zaman, benim cennetim böyle bir şey olmalı, mesela ufak bir araba kiralamalıyım, düz bir yol, ama dünyadan söz etmiyorum, yani bir süre sonra başlangıç noktasıa dönmek istemiyorum, sürekli gitmek istiyorum, sonsuza dek, işte sonsuzluk anlayışım budur, ve ksk iskelede iniyoruz, diğerleri oktayın evine, ben ise oktayla beraber ahmetin yanına yürüyorum. değişik yollardan. biz sahil kenarından yürüyoruz, oktay bana rodos adasındaki hayatı anlatıyor, evlenmekten, yuva kurmaktan, gelecekten bahsediyor, ben de ona karamsarlığımdan ve hayatın anlamsızlığından bahsediyorum, ama her nasılsa tamamen farklı konulardan bahsedip ortak bir paydada buluşabiliyoruz, işte size gerçek dostluk, “seni iyki de tanımışım” diyor bana, “bende seni” diyorum, nasıl tanıştığımızı hatırlamıyoruz, ama sihirli günleriz var… ve ahmet görünüyor, kara göründü gibisinden bir vurgu ile söylüyorum bunu, çünkü daha fazla yürüyebilecek dermanım kalmıyor o an, her an batabilirim, ve evet, geçmişte iki kez çimlerde sızıp kalmışlığım var…

bostanlı sahilindeyiz.. biraz durup, mola verip, kendimizi toparladıktan sonra, iki şişe beyaz şarap ve iki şişe gazoz alıyoruz, üç de bardak, ve orada, sahilde, aslında sözünü ettiğimiz şeyler daha sonra belki de hatırlayamayacağımız şeyler, ama önemi yok, önemli olan tek şey o anı paylaşmak, içmek ve hayatta kalmak… sonra bitiyor şarap.. ve ben oktayla açık bir yer arıyorum, gecenin üç buçuğu, ve çok sarhoşum, öyleki, kaldırımda yürürken sürekli zıplıyor ve yanımızdaki ağaçların kafamızın üzerine doğru sarkan yapraklarına dokunmaya çalışıyorum, sarhoş olunca hiperaktif birine dönüşebilirim, ister inanın ister inanmayın, “böyle hayatın” diye bağırıyorum, oktay da “amına koyayım” diye bağırıyor, öylesine çılgınız ki, ve öylesine rahat… “hey hey, şu ihtiyara soralım, oda şarapçıya benziyor” diyorum, bir şarapçı var ilerde, gidip soruyoruz, bize bir yer tarif ediyor… neyse, lafı uzatmayacağım, gecenin finali, oktayın evine varıyoruz bir şekilde, ne şekilde olduğunu hatırlamıyorum, ve oktayın odasında yerde yatarken, “oktay hani içmiyoruz mu daha” diyorum, ama ahmet ve oktay sızmak üzere, bense içmek içmek ve içmek istiyorum, ölene kadar, ama sızıyorum oracıkta…

ve ertesi sabah… gözlerimi açtığımda başka bir odada ve başka koltukta buluyorum kendimi, oraya nasıl geldiğim konusunda hiç bi fikrim yok… sabahın dokuzu, kalkıyor ve banyoya koşuyorum, yok, hayır, koşmuyorum, sürünüyorum, ve kusuyorum, şarap ve acı, acı ve kan kusuyorum.. ve her ne kadar sebebini hala çözememiş olsam da, ağrıyor sol akciğerim… kalp değil.. ve, evet, tekrar dönüp yatıyorum, ve bir yarım saat kadar sonra kalkıp tekrar kusuyorum, kan, şarap ve acı… kan ve şarap şifonu çekince gidiyor ve geride kalan acıyı ruhuma tekrar geri alarak, buzdolabına dönüyor, ve günün ilk birasını açıyorum… alkol hiçbir şeyi çözümlemiyor evet, ama en azından her şeyin çözümsüz olduğunu unutturuyor adama… haksız mıyım? [ 15.10.2005 –03:10 ]



10 Ekim 2005

dörtte sıfır mı, ikide iki mi?

dörtte sıfır mı, ikide iki mi?

1.
sert rap ritimleri dönüyor odada. zamanı hatırlamıyorum. birkaç yıl önce diyelim. daze var. ben varım. diskman var. şarap, sigara. birde kızarmış tavuk. loş ortam. aldanış. bu kelimeyi son zamanlarda çok sık kullanmaya başladım, ama o dönemlerde de üzerime yapışmıştı. daze ile nasıl tanıştığımdan söz edeyim size, üniversitedeki ilk yılımın ikinci dönemiydi, takıldığım birkaç içici ülke dışına süzülmüştü, biri de ankara'ya. hiç arkadaşım yoktu, ve okula gidip gelmekten bunalmıştım, okulda bir kulüp kurmayı düşündüm, bir dergi çıkartabilirdim, birkaç konser de düzenlenebilirdi, iyi olabilirdi, ama o kulüp asla kurulamadı. 

wu tang grubuna ait bir sweet giyiyordu daze sürekli, onu görüyordum, en sonunda yanına gittim ve “merhaba, sanırım rap dinliyorsun” diye söze girdim, böylece tanışmış olduk, baştan sona komik ve saçma bir tanışma faslıydı, o an hiç gülmemiş olsak da daha sonra çok güldük, ve çok fazla tüttürdük okulun futbol sahasının bulunduğu alanda, biraz ücra bir tarafta, ağaçlar içinde, her neyse o geceye dönelim, ev oldukça soğuk, ufak bir elektrik sobası ile ısınmaya çalışıyoruz ve şarap içiyoruz, ev daze’in, akineton kullanıyor herif, ben hiç kullanmadım o ana kadar, siz de kullanmayın bence, tavsiye etmem, tuhaf bir ruh haline sokuyor adamı, sonrasında da kalıcı bir takım korkular yaratabiliyor bünyede, bende yaratmadı, ama daze köpekten ve böceklerden fena halde korkuyor ve nedenini buna bağlıyor, nedenini buna bağlıyor olması da biraz paranoyaklık göstergesi olabilir, olmayadabilir, ben ne bileyim. 

her neyse, bunu size neden anlatıyorum? az önce bir şarkı dinledim ve sonrasında biraz duygusallaştım sanırım, bir takım kareler canlandı gözümde, bazı şarkılar bazı anıları hatırlatır insana, o şarkı çalarken yaşadığımız bir zaman dilimini her o şarkıyı dinlediğinizde anımsarsınız, ki aslında bir çok şarkı bana bir çok şey hatırlatır, müzik benim hafızamdır, müzik sayesinde hatırlarım geçmiş hayatımı.

funda kafe adında bir mekan, önünde oturuyoruz, hasan hüseyin var, hasan hüseyin’in elinde de diskman, “bu şarkıyı mersin'deyken internet kafeden indirdim” diyor, dinliyorum, o ara yan taraftan hızlı adımlarla daze geçiyor, ben de peşinden koşuyorum, sonra okula dönüyoruz onla, daze ile yani, internet kafeye giriyor ve birkaç albüm indiriyoruz, tamamen bağımlıyız bu konuda, on bine yakın albümümüz var ve doymuyoruz, sürekli yeni rap grupları arıyoruz, hastayız, arada sırada alsancaK'a bir korsan cd’ciye gidiyor ve elimizdeki albümleri bire iki takas yapıyoruz, yani bir albüm verip karşılığında iki albüm alıyoruz, ama böyle renkli kapaklı filan yani.. kendimize bastığımızı bir de ona basıyoruz ekstradan. hiçbir korsan cd’ci bunu yapmaz, ama elimizdeki ürünler türkiye sınırları içerisinde sadece bizde bulunan çok nadide albümler, biz piyasaya sürüyoruz, ona veriyoruz, o da tekrar çoğaltıp satıyor, sonra bir de antiem var, şehirler arası yolculuk esnasında mideniz bulanmasın diye kullanılan bir ilaç bu, ufak beyaz tablet, çok ucuz, 20 tanesi yedi yüz bin lira, ve sedatifler kategorisine bile giremez, çünkü değil, içerisinde dimenhidrinat adında ksantin türevi sentetik  etken bir madde var, ve biz maddi anlamda o kadar tükenmişizk i, bu haptan günde 12-15 adet içebiliyoruz, normalde bir tane içiliyor uzun yolculuk öncesi, mide bulantısını engelliyor. okulun karşısındaki eczaneye her gün gidip bu haptan alıyoruz, en sonunda herif, “bu hap artık reçeteyle satılıyor” diyor bana, ama alışığız buna, başka bir eczaneden almaya başlıyoruz. bunu siz de deneyebilirsiniz, bir eczaneden bir hafta boyunca her gün, herhangi reçetesiz satılan bir ilacı alın, en sonunda herifin size söyleyeceği şey, “bu hap artık reçete ile satılıyor” gibi bir bahane olucaktır, ki yoktur öyle bişi, onlar da bilirler öksürük şurubu ile sarhoş olunabileceğini, size bir liste vermeyi çok isterim, ama aynı zamanda size zarar da vermek istemiyorum, alkol alın, ot için, her ne bok yerseniz yiyin, ama sentetik olan her şeyden uzak durun, sentetik olan insanlardan bile, şaka yapmıyorum, çünkü bir süre sonra şöyle bir hayata başlıyorsunuz:

sabah, akşamdan kalmalık dönemlerinizin on katı kadar yoğun bir baş ağrısı ve mide bulantısı ile uyandınız, aileniz size günde bir milyon lira verebiliyor, işiniz yok, öğrencisiniz, yaz tatili, ve acilen sarhoş olmanız şart. en ucuz yolla! gider evin 10 dakika uzağındaki birkaç eczaneden birine girer ve ”antiem” var mı dersiniz, , sonra eve gelir ve 6 tablet içersiniz, tadı ekşidir, yoo ekşi değil, acı da değil, kendine has ve kötü bir tat, sonra çay, yaklaşık 15 dakika sonra parmaklarınız kasılır, sonra donar, evet donar, sonra bilek, omuzlar, çene, diz ve dirsekler, tüm eklem yerleriniz kasılır ve sonrasında uyuşur. tükürük bezleriniz çalışmayı keser, boğazınız kurur ve aynı zamanda nefes alıp verişleriniz yavaşlar, akciğerimin sakat olmasının bir nedeni de bu olabilir belki, her neyse, sonra beyniniz karıncalanır, kullandığınız şey normalde tek tablet içilen ve yan etkileri içerisinde uyku ve uyuşukluk olan bir şeydir, ama kabul ediyorum o prospektüste günde 20 tane içen birine ne olur yazılmamıştır, ben yazıyorum işte, bunu da eklerseniz sevinirim sevgili ilaç üreticileri… göz kapaklarınız ağırlaşır ve sonrasında yatarsınız, dünya etrafınızda döner, nerede ve hangi zamanda bulunduğunuzu karıştırabilirsiniz, işin aslı şu ki; düşünemezsiniz, ve uyku yok. uyku ile uyanıklık arası o sihirli evredesinizdir, her şeyi rüyadaymışçasına algılarsınız, ve gerçek hayatta kendinizi rüyada sanmak çok tehlikeli bir evredir, çünkü nasıl olsa rüya diyerek sonucunu umursamadığınız bir takım şeyler yapabilirsiniz, ama aynı zamanda da yapamazsınız çünkü hareket edemeyecek kadar donuksunuzdur, ruhen ve bedenen. evet ruhen de donuk. yatarsınız, bir takım sesler duyarsınız, konuşmalar, ve gözleriniz kapalı olduğu için bir takım görüntüler akar, ama sesler odadaki konuşan insanlara aittir, oldukça karışık bir durum, uyuduğunuzu sanarsınız ama aslnda uykuda değilsinizdir, çünkü sürekli, her dakika sağa ve sola dönersiniz ağır ağır, dışardan sesleri de duyarsınız aynı zamanda. ama rüya görüyormuşçasına bir takım görüntüler akar gözleriniz kapalı olduğu için. bu görüntüleri, hayal ederken yaptığınız gibi bilinçli bir şekilde oluşturmazsınız, her şey kendiliğinden akar, trainspotting’i hatırlayın, renton’un odada kapalı kaldığı dönem girdiği tripleri, o kadar çok insan aynı şeyleri yaşıyor ki bu dünyada, sadece görünmezler ve bunlardan pek bahsedilmez, hepsi bu. ve kullanmayın. ileriki yaşlarınızda kalıcı hasarlarınız oluşur zihninizde. çok ciddiyim.. kullanıcaksanız bile doğru düzgün kimyasalları kontrollü ve yanınızda bu işlerden anlayan ve kötü bir durumda nasıl müdahale edebileceğini bilen biri varken alın, ilk kez bulaşıyorsanız. samimiyetle söylüyorum. 

 her neyse bahsettiğim hap’ın sedasyon etkisi 3 ila 7 saat gibi bir zaman zarfı sonucunda sona erer, ve siz de tuvalete gider bir kiloya yakın işersiniz, sonra yine bir 6 tablet alınır… aynı şeyler tekrar eder, 3 ay boyunca! o lanet psikoza kadar. sürekli uyur uyanır hap alırsınız, her gün başka bir eczane. ailenize hasta olduğunuzu söylersiniz, bazen de onların durumu çakmaması için odada dik durmaya çabalarsınız, ama o zamanda bir kulaklık takar ve müzik dinlersiniz ki size soru sorulmasın, sorulsa da duymayın, çünkü konuşamazsınız, çeneniz uyuşmuştur…

bu durum o yaz tatilimin içine etmişti, midemin de içine etti, hâlâ sabahları uyandığımda bir şey yer veya içersem kusuyorum. evet, o yaz tatili, tüm bu hap alımları sonucu ki, bu dönem aslında amfetamin ile başlayan ve en paspal sedatife kadar düştüğüm 2 aylık bir dönemi kapsar, ve o yaz tatili... bir psikoz ve bu psikozu sona erdirmek için içilen antipsikoz türevi bir başka hapa teslim olmamla sona ermişti, ne garip bir durum, bir takım haplar sonucu ortaya çıkan bir arızaya başka bir takım haplar alarak geçirmeye çalışıyoruz… 

her şeyin havada asılı kaldığı bir dönem... bu tip bir dönem, sürekli aynı şarkıyı dinlemek ve bunu yaparken hiç ama hiç hareket etmeden duvarları izlemek gibi. adına katatonik denilen başka bir psikolojik duruma yol açabiliyor. ve tabii hiçbir halüsinojen almadan yıllarca deli dehşet halüsinasyonlar görmenize... ayrıca ailenizden kullandığınız ilaçları saklamak için elinizde iğne iplikle ortalıkta dolaşabilirsiniz, yastığınızın içi iyi bir saklama kabıdır. dost tavsiyesi.

ve tüm bunlardan sonra, öykülerimdeki tutarsız gidişatın ve aniden konudan konuya sapmalarımın daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum, en başa dönelim o halde:

2.
sert rap ritimleri dönüyor odada. zamanı hatırlamıyorum. birkaç yıl önce diyelim. daze var. ben varım. diskman var. şarap. sigara. birde kızarmış tavuk. ama ikimiz de yemiyoruz! öyle duruyor ortada. ve şarap. içiyoruz. sigara. loş ortam. bir elektrik sobası. ama titriyorum. tv yok. halı yok.  ol dirty çalıyor, kulaklık, oldukça sert beat’ler, ve dönüp dolaşıp aynı noktaya takılıyor kafam, biri tarafından aynı gün akşamüstü durduk yerde terk edildim ve nedenini çözmeye çalışıyorum,
“bence” diyor, “gidip birini düzmelisin, yapman gereken en iyi şey budur böyle durumlarda” sonra bana bir hatundan bahsetmeye başlıyor, gangbang yaptıklarını, dörde tek, duygu yok, sadece et,
“kötü geliyor bana, diğer erkeklerle birlikte bir hatuna girme fikri”
“4 hatunla birlikte yaptığını düşünsene” diyor, “kimi isterdin”
“sanırım yapamazdım” diyorum,
“bence o herifi pataklamayı tercih ederdin” diyor
“herifin suçu yok” diyorum, “hatunun da, bu benim şansızlığım, sürekli giderler ve daima gidicekler”
“geri dönüyorlar ama” diyor, “görüceksin”, ve haklı çıkıyor, ama bu da umrumda değil. “beklenen ve olan çoğu zaman farklıdır” diyor, “ve bu adam gerçekten çok iyi rap yapıyor”

yaptığımız başka hiçbir şey yok, soğuk bir evde, geceleri içip müzik dinleyerek, kaçak elektrikle yaktığımız sobaya ellerimizi uzatıp sigaramızı yakarken hissettiğimiz sıcaklıkla yetinerek, ve gündüzleri de üniversitenin kampüsünde kulüp kurmaya çalışıp birkaç hap atıp ya da toz amfetamin alarak, bu arada da bazı ucuz hapları yurt dışından geliyor diye, meseleden çakmayan tiplere satarak geçiriyoruz. bir de arada, çingene mahallesinde yaşıyor olmamdan dolayı, ucuza bulduğum bazı ürünleri, okulda el altından paslıyorum, çaylaklara... tabii ki fahiş fiyata.

ve sonunda 7 kişi buluyoruz. üçüncü yılımda oluyor bu. üç yılda yedi tane rap dinleyen insanı anca bulabiliyorum koskoca 9 eylül üniversitesi eğitim fakültesi kampüsünde. kulüp kurmak için gerekiyor bu, en az 7 kişi! okula bir dilekçe yazıyoruz, ben yazıyorum, bu tip şeylerde doğru cümleleri bulma konusunda iyi sayılırım, ve daha sonra bir masa açıyoruz okulun ortasında, kulüp kurmak için, masada benim yazdığım epey uzun olan birkaç metin var, fotokopi çektirdik, insanlara dağıtıyoruz. herkes derste, yani diğer altı üye de derste, onların okulu bitirebilmek gibi bir derdi var, benim yok, hayatım boyunca herhangi bir şeyi bitirebilmeyi dert edinmedim, buna okunan kitap izlenen film ya da yapılan kitap da dahil, pek sevgili eski sevgililerim de tabi - çelişti mi cümle? 

ben oturuyorum masada, biri geliyor, kafam epey iyi, çünkü çantamda bir şarap şişesi var, ve arada bir, kimse yokken dikliyorum şişeyi, üstelik haplıyım da.. birkaç kişi gördü gerçi ama hiç bi önemi yok, yeterince sarhoşsan her yerde içebilirsin her şeyi, önemli olan kimseyi umursamadan içmeye devam edebilecek kadar sarhoş olmak, sonrası kendiliğinden geliyor, derste hoca yüzünü tahtaya döndüğünde en arka sırada içtiğim zamanlar oldu.. ve işin aslı epey de heyecan verici bir duygu bu, başkasının yerine sınava girmekte epey heyecan verici, üstelik bir hatunun yerine, ve birkaç gün sonra hatunun size gelip, “sana hoca anlıcak dedim değil mi, hoca beni tanımıyor ama bir kız ismim var benim, anlıcak demiştim sana” diye bağırabiliyor, “dert etme” diyorum, “bir bira içelim”
“alkolün her şeyi çözebileceğini sanıyorsun öyle değil mi” diyor,
“bunu kanıtlayabilirim” diyorum, “birkaç yudum al, farkı hissedeceksin”. sonra sarhoş oluyoruz, orada, kampüste, ve bana dönüp “haklıymışsın” diyor, her ne kadar ertesi gün o da gidecek olsa da, haber vermeden, ansızın, ve bakın yine karıştırdım işte, şunu anlatıyordum, baştan alayım; 

sonra bir masa açıyoruz okulun ortasında, kulüp kurmak için, masada benim yazdığım epey uzun olan birkaç metin var, fotokopi çektirdik, insanlara dağıtıyoruz. herkes derste, yani diğer altı üye de derste. ben oturuyorum masada, biri geliyor, kafam epey iyi, çünkü çantamda bir şarap şişesi var, bunu daha önce de söylediğimin farkındayım ama hayatım tekrarlardan ibarettir benim, yaşananlar bazında da, yazılanlar bazında da.. 

herif, “merhaba” diyor, “ben üyelik için ne gerektiğini sorucaktım” konuşamıyorum, kağıtları gösteriyorum sadece, alıyor ve
“peki yarın da burada olur musunuz” diyor, kafamı sallıyorum, çenem uyuşmuş, ayaklarım, boynum, ve kulaklığı takıyorum yeniden, bu kez killarmy çalıyor, gerçekten ama gerçekten çok iyiler, ve çanta şarap şişesi dışında cd dolu, bir de diskman için birkaç yedek pil, okula bununla geliyoruz, daze ve ben, graffit ile ilgimiz çok fazla ve okulda tag atmadığımız tuvalet kalmamış durumda..

bir öğleden sonra, başka bir hatunu keşfediyorum okulda, kısa boylu ve epey de çirkin diğerlerine göre, yani öyle söylüyorlar, “napıcaksın o hatunu” tavrı. yanına gidiyor ve bir kulüp kurmak istediğimizi, bize katılıp katılamayacağını soruyorum, sarhoşum, “ne kulübü” diyor, rap müzikle ilgili diyorum, ve birkaç şey daha, etkileyici gözlere sahip, ama bunu ona asla söyleyemedim, -eğer bunu okursan beni en kısa zamanda arar mısın? evet okuldan atıldım senin 2 sene öncesinden tahmin ettiğin şekilde, ve sen galiba tezi verememiştin, sen naptın? bir kasetim sende kalmıştı, hatırlıyor olmalısın, aradan 3 sene geçti ama, hâlâ onu istiyorum senden, ilk aldığım kasetti o benim. ve evet, o gözlere sahip olmasaydın, kasetimi ne zaman geri vereceğini sana sorabilirdim, üstüne yatmak zorunda değildin öyle değil mi?

her neyse, kişisel münasebetleri bir kenara bırakıp okuyuculara dönelim.

üye başına beş yüz bin lira alıyoruz, 50 üye, 25 milyon, iyi para, ve kulüp vaat ettiği etkinlikleri gerçekleştiremeyeceğini fark ediyor, herkese parasını geri vermeli ve kulübü dağıtmalıyız bana kalırsa, konser, dergi, graffiti kursu, hiç biri gerçekleşmeyecek, 3 toplantı yapıyoruz, 2’sinde biraz sarhoşum, birinde de sedasyondayım, konuşamıyorum, daze konuşuyor, bir de serkan, son toplantıda onlara gerçeği anlatıyor ve kulübün kapanacağını, aslına bakarsanız resmi olarak hiç kurulmadığını, çünkü dilekçemizin en başta reddedildiğini ama bunu geç öğrendiğimizi anlatıyorum. galiba size yalan söyledim, dilekçe türü şeylerde doğru cümleleri bulma konusunda iyi sayılırım derken. 

ve mavi ojeler geliyor aklıma, o hatun, mavi ojeli, ve mavi göz kalemi. bir masada oturuyoruz, bir kez gördüm, o okulda dört senedir varım, o da benle aynı zamanda girmiş, büyük kayıp, dört senedir birbirimizi görmemiş olmamız, yani bence, ama ona göre ilk ve son görüşümmüş onu, çünkü mezun oluyormuş, “ojelerin çok güzel” demiştim ona, o da bana
“sen de tırnaklarını kesmelisin” demişti,
“yiyorum” demiştim, “kesmiyorum,”,
“derse girmeliyim, geç kaldım” akşamın beşi, ben son dersten yeni çıkmıştım,
“2. öğretim misin?” diye soruyorum
“evet, bu yüzden hiç karşılaşmadık”
“büyük kayıp, 4 senem heba oldu desene” gülmüyor bile bu şakama mavi ojeli hatun.

ve sonra bir gün, daze ile çulsuz kalıyoruz, ve ben “toplanan kulüp parası” diyorum, “o noldu”
“25 milyon” diyor bana, “ben o parayı yedim moruk, itiraf etmek gerekirse” 

ve bu da kulübün sonu oluyor, herkese parasını geri vereceğimizi söylüyor ama yapmıyoruz, kimse de 500 bin lira katkı parasının peşinden koşmuyor, ve ben de dersleri iyice asmaya ve gidip alsancak'ta sarhoş olmaya devam ediyorum. böyle işte. ve bir gün, dört senelik zaman zarfı sonucunda, okula kayıt olmak için gittiğimde, kaydımı silmem gerektiğini ama alınan duyumlara göre yakında af çıkacağını, tekrar kayıt olabileceğimi, o güne kadar beklememi söylüyorlar, elbette diyorum, tabii, nereyi imzalamalıyım? lise diplomam. geri iade. çıkan af. hayır. buradayım. aftan yararlanmayacağım

ve dört sene boyunca yanımdan geçip giden tipleri düşünüyorum şu an.
her sene değişiyorlardı
sınıf
konu
yatırılan harca binen ceza
notlarım
alkol oranı
mavi ojeler
ve bir türlü gelmeyen sene sonu
ve yanımdan geçip giden tipler
2 sene içinde mezun olup
tuhaf bakışlar
aptalca
ve çocuksu
en arkada
tek yaptığım
okulu ekmediğim
yani zamanı geçirebileceğim başka bir mekan bulamadığımda
sınıfa girip
en arkaya oturmaktı
ve itiraf ediyorum
son senemde gelen ingilizceciye aşıktım
kadın 40 yaşında olsa da
ama bu yetmedi ingilizce öğrenmeme
ya da orada kaldığım süre boyunca
hiç birine anlatamadım
bunun tamamen saçma ve sikik bir mesele olduğunu
gitmemiz gerekmediğini okula
ya da işe
ya da askerlik
evlilik ve çocuk
hayır
buradayım işte hâlâ
ve düşünüyorum
4 sene boyunca yanımdan geçip giden tipleri
napıyorlar acaba
ben
sürekli sınıfta kalan tip
devamsızlık
ya da haksızlı da diyebiliriz buna
bir şekilde
gerçekten meraktayım
napıyorlar?

işleri var mı
ya eşleri
ev
çocuk
ya da o mavi ojeli olanı
ya da şu gözleri nedeni ile
kasetimi hacılamasına izin verdiğim
ikimiz de biliyorduk gerçeği tatlım
sen farkındaydın farkında olduğumun
ve söylemiyordun
ki gereği de yoktu
anladığımı biliyordun
ben de senin beni anladığını
o gün
elimdeki şarap şişesini dikerken ben
yanıma gelip
“bunu kendine neden yapıyorsun” dediğinde
verdiğim cevap
her ne kadar saçma gelse de kulağına
gerçek olan bu
hâlâ ve daima
yapmak istediğim hiç bir şey yok aslında
sadece oyalanıyorum
alkol oranı çok yüksek birkaç gece
sonra sabah
kusmuğumla kaplı halının üzerinde yatan ben
beth
roads
ve asla sona ermeyecek olan
ki yine de kimseye çaktırılmayan hüznümle başbaşa
orada
arkada
sizi izlerken
hepinizi
aslında farkında olmanızı istiyordum
gücünüzün
ve bu sikik eğitim sistemine itaat etmek zorunda olmadığınızı
orada
arkada
sürekli gülünen ve alay edilen
biri vardır mutlaka
şu an bile
yarın okulunuza gittiğinizde orada olucak o
sarhoş
döküntü giysiler
içi hiç bi getirisi olmayan öykülerle dolu bir defter
ders notları yok
kitabı yok
vizeleri tarihlerini bilmediği için kaçırabilir
ya da ansızın
kapıyı çarpıp çıkabilir sınıftan
hocayla tartışıp

ama yine de
orada
ve gerçek
anlıyorsunuz ya
sınıfı geçebilmek için rol kesmek yerine
kalmayı ve atılmayı tercih ediyor
yarın gidince görüceksiniz
mutlaka sizin sınıfta da bir tane olmalı
daze
ben
ya da
her neyse.

asla anlayamayacağımız bir mesele bu
sihir
(ki buna bazıları ilham der)
kesilmediği sürece
devam ederiz şiire
ama bir noktada kesmek ve
terk etmek gerekir
çünkü
paul valery’in de dediği gibi
bir şiir asla bitmez
terk edilir.

* başlık, benim dört sene üst üstte sınıfta kalmam yada diğerlerinin iki sene içerisinde bitirmesini ifade etmektedir. [ 10.10.2005 – 07:02 ]





8 Ekim 2005

altın tozu veya amfetamin

altın tozu veya amfetamin

1.
zemin kat. rutubet. yerde oturuyorum. penceremiz minicik ve dışarıdan geçenlerin ayakları görünüyor sadece. penceremiz kaldırıma yapışık, hatta kaldırımın altında, tam yeraltı yani.

“nasıl yaşayacaksın burada moruk” diyorum refik’e
“daha kötülerini de gördüm” diyor. klasik cevap. ama adam bunu dedi. öyküyü güzelleştirmek için gerçeği çarpıtmayacağım. ve amfetamin aldım kaç yıl aradan sonra yeniden.. ve amfetamin sonrası ruhsal çöküntü, hassas bünyemi ele geçirdi.

sabahın yedisindeyiz, 4 tip var, ben ve refik’in dışında odada, 2’si, refik’in hollanda’dan gelen arkadaşları, biri hatun, biri herif, türkçe bilmiyorlar, ben de bozuyormuşum zaten, ama sorun yok, devam ediyoruz. pac takıyorum sabahın dokuzunda boktan bir teybe, kaset bu, trapped çalıyor, ve gerçekten tuzağa düşmüş gibi hissediyorum kendimi. klasik şarkılar, klasik cümleler, ve amfetamin…

herif gözümün önünde acid bazlı, pardon, acid içeren kağıdı yalarken “acaba ben de denesem mi” diye aklımdan geçirmiştim, ama “başka yok” demişti hollandalı tip. adını unuttum, ivan diyelim, ama ivan rus ismi olabilir, pekala ne önemi var, o halde hollanda değil de rusya’dan gelmiş olsun bu 2 tip, bir hatunla bir herif. ama ingilizce konuşuyorlar refik ile. telefonum çalıyor o ara, sabahın dokuzunda, açıyorum, annem, “dün seni beklerken uyuyakalmışım, nerdesin oğlum, iyi misin” diyor, “iyiyim” diyorum, “aramıştım seni ama. iki üç gün sonra gelicem”

pekala, yavaştan gidelim. “bir buzdolabı almalısın” diyorum refik’e, “ona vereceğim para ile 2 ay daha çalışmadan yaşayabilirim” diyor. garip bir adam, çok az eşyası var, 31 yaşına girdi geçen ay, yani ağustosta, ve toplam 3 sene çalışmış olabilir bugüne kadar, ama yine de yaşıyor, yani hâlâ hayatta, anlıyor musunuz?

kişi başı yüz milyon liraya patlayan iftar yemeği gösterildi dün tv’de. hayretle izledik, kafamız da iyiydi. ve evet evde buzdolabı yok ama televizyon var, bir de ufak bir buzluk var. refik’in, biraları soğuk tutmak için kullandığı bir olay, biz yine de televizyona dönelim, bir iftar yemeği gösteriliyordu haberlerde, ve bir çorba vardı menüde, üzerine altın serpiştiriyorlardı çorbanın. bazı pezevenk çocukları iftar yemeğinde altın yiyorlar yani, evet, tam pezevenk çocuğu bunlar, haklısınız. hiçbir kelimemi de hiçbir koşulda geri almam, "pac’ın ruhu beni kutsarken sizi siksin" diyebilirim sadece. o gün de bunu demiştim, o gece, dün gece, sizi siksin, alayınızı. 

"yani ben anlayamıyorum” diye girdi söze refik, “bir insan neden böyle bir şeye ihtiyaç duyar?”

gösteriş. altın yiyorlar. altın tozu. çorbanın üzerine serpiliyor, ama iyi ayarlanmalıymış, fazla serpilirse ölürlermiş, ben orada garson olsam fazla dökerdim, ölsünler, ne önemi var? bu pezevenk çocuklarını gerçekten anlamıyorum.. anlayamadığım o kadar çok şey var ki, “kafam basmıyor” deyip geçiştiriyorum çoğu zaman. iftar yemeği, kişi başı yüz milyon, çorbaya altın tozu serpiliyor, ve 500 bin liralık bir çorba, bu toz sayesinde 10-15 milyona patlayabiliyor, öyle deniyor yani haberlerde. bense elimdeki amfetamin yüklü tableti mideme indiriyorum yıllar sonra, bir kıyaslama yapabilirsiniz; “sen amfetamin içerken bişi olmuyor değil mi?” diye. ah evet. oluyor. enerji. sahte bile olsa mutluluk. ve çorbaya dökülen altın. nasıl bir tadı var? pekala. her neyse. keselim. evet, iftarda altın çorbası yiyor bazı pezevenk çocukları. sorun değil. biz de birkaç uçuş denemesi gerçekleştiriyoruz.

“hani hiçbir şeye odaklanamadığından bahsediyordun ya” diyor
“evet” diyorum
“nedeni bu işte” diyor, aldığımız şeyi kast ederek, “artık almıyor olsan bile, uyuşturucuyu bırakmış olsan bile, geçmişte…”
“olabilir” diyorum sözünü keserek, “farkındayım, nedeni bu. fazla var mı yanınızda?”
“alıcak mısın?”
“hıhım”
ve alıyorum işte, yıllar sonra tekrar:

amfetamin, tat olarak çok acıdır, ama salgıladığınız dopamin miktarını arttırır ve bu nedenle size enerji verir. uykunuz gelmez, acıkmazsınız, kendinizi iyi hissedersiniz, oldukça iyi. damarlarınız kasılır ve kan basıncınız yükselir, bunun nedeni amfetaminin, noradrenalin’ini gereğinden fazla salgılatmasıdır, ölümcül yan etkilere sahiptir. biraz daha derin bilgi verecek olursam, söylediğim tüm bu şeyleri iç katekolaminler sayesinde yapar, ve tabii ki sonuç olarak uyarıcı etkiler kesildiğinde, ruhsal bir çöküntü meydana gelir, tıpkı o sabah gibi.

2.
uyuyordum. kafam çok iyiydi. uzun bir aradan sonra yeniden amfetamin ile öpüşmüştüm, ihtiyacım vardı, biraz olsun iyi hissetmeye ihtiyacım vardı, sahte veya değil, bunu sorgulamanın hiç bi anlamı yok, sahte mutluluk, neyin sahtesi? ya da, ne sahte değil ki?

bornova’da, zemin katta bir evdeydik, kötü bir evdi. nem, rutubet, karanlık, sabahın altısıydı, etki geçiyordu, dağılıyordu üzerimde ki mutluluk bulutu, enerjim kalmamıştı, uyuyamazdım, sadece ağlayacaktım, ve göz göze geldik o’nunla, gözümü açtığım anda yanımda buldum. dün gece sessizce köşede oturan hollandalı bir hatun. türkçe bilmiyor, ben de ingilizce bilmiyorum pek fazla, ama konuşmaya çalışmıştık, gece, olmamıştı. sabahsa yanımda yatmış ve bana sarılmışken bulmuştum onu. “günaydın” dedi, “günaydın” dedim. “sorry” dedi, “sorun değil” dedim. ama anlamadı, bakıyordu sadece, bir anlam vardı, kelimelerle ifade edemiyorduk ama ortada bişi vardı, bi ruh, kendime engel olmam gerekiyordu, daha yeni bir ilişkiyi bitirmiştim, aşk aniden nefrete dönüşmüştü, gerçek yüzler, sahte yüzler, altın tozu serpilmiş çorba, amfetamin, fanzin, yeraltı edebiyatı. sikmişim yeraltı edebiyatını.

“crass” dedi, “mp3” dedi, yanımda gelirken getirdiğim cd’yi kast ediyordu.
“tabii” dedim, anlamadı muhtemelen, bildiği birkaç türkçe kelimenin arasında yoktu “tabii” kelimesi.
“penis envy” dedi, “güzel” dedi
“güzel bir albüm” dedim, o bir şey daha dedi, bu kez de ben anlamadım ama o boktan teybe bağlı olan ve aynı zamanda sağlam cdleri bozabilmek gibi özel bir yeteneği de bulunan cdrom’a takdım cd’yi.

“health surface” çalıyordu, ve söylüyordu hatun, sesi iyiydi, bir grubu olduğundan bahsetti sonra o an uyanan bi tip. hollanda’da bir grupları varmış ama dağılmış, ney dağılmıyor ki? güzel olan her şey çabuk sona eriyor, bu dünyanın güzel olan şeylere tahammülü yok. bu yüzden 23’ünde gidiyor ian curtis, belki de, kim bilir. tanrının işi mi? hiç sanmıyorum. insanlar, ölene dek fark edilmeyen defolu bir seri üretim gibi, anca öldüklerinde anlıyoruz, toprağa gömülmeleri gerektiğini. devam edelim.

hepimizin gözlerinde var olan o boşluk. mutsuzuz. oldukça mutsuz. size göre nedeni amfetamin sonrası oluşan ruhsal çöküntü. oysa, hayır, amfetaminle ya da esrarla, ya da alkolle alakası yok bunun, normalde ruhumuz çökük zaten, normalde mutsuzuz, yani kullandığımız uyarıcıların veya uyuşturucuların etkisi geçince meydana geldiğini iddia ettiğiniz ruhsal çöküntü değil bizi mutsuz kılan. normale döndüğümüz için iyi hissetmiyoruz. batıyor yani. rahatsız ediyor. anlatabiliyor muyum? bir çift kağıt tüttürüp, yaklaşık on saat sonra da mutsuz hissetmemin nedeni, yüz yüze geldiğim gerçeklik. ve bu, bir tür kaçış ise, itiraz etmeyeceğim size, ama altın tozlu çorba içenler ne kadar mutlu acaba? bunu araştırın biraz da bence. her neyse. geçelim.

“dışarı çıkalım diyor sana” diyor tip, hatun dışarı çıkmamızı istiyormuş.. çıkıyoruz. bir park var. benim kıt ingilizcem, onun kıt türkçesi ile örtüşüyor. “lsd” diyor ve bir şeyler söylüyor. lsd. lsd. anlamıyorum.. “eve gidince sorarsın” diyorum ama bunu da o anlamıyor. sorun yok.. takılıyoruz işte. iyi olabilir aslında. herhangi bir şekilde diyalog geliştiremediğim biri ile sevgili olabilirim, konuşarak anlaşamadığım eski sevgililerimden çok daha kıyak olur bence, dillerimizi bilmediğimiz için konuşmadığımız bir sevgili. ben de pek hoş sohbet bi herif değilimdir zaten ayık zamanlarımda.

ramazan ayının üçüncü günü.. sabahın sekizi, bakkala gidiyor ve iki bira alıp parka dönüyoruz, bir salıncak var parkta, ve etrafta hiç kimse yok. oturuyor o, ben ayakta duruyorum, hiç konuşmuyoruz, konuşsak da bir şey anlatamıyoruz zaten, “4 skins” diyorum, “yeah” diyor, dinliyorum manasında olabilir, ki ben bayılıyorum…

“marihuana” diyor bu kez, çantasından hazır sarılmış bir tekli çıkartıyor ama ben ona burasının türkiye olduğunu ve sabahın o saatinde henüz kalabalık olmasa da merkezi bir alanda bunu içemeyeceğimizi anlatmaya çalışıyorum. el işaretleri, birkaç ingilizce kelime. pekala.

sakız çiğniyor. balon. örgülü saçlar. bira. amfetamin sonrası oluşan ruhsal çöküntü. eski sevgilim geliyor aklıma. kendime geliyorum. bir ilişki istemiyorum. bir ilişki istemiyorum. son faciadan sonra, yeni bir aldanış istemiyorum. sadece ot içip şarkı söylemek istiyorum. şarkı söyleyemiyorum. sadece ot içiyorum. sabahın sekizinde, ona yasak olduğunu anlatmaktan vazgeçip yakmaya çalıştığım otu. derin nefes. burnum akıyor. ot içerken de burnum akıyor. bir nedeni olmalı. pekala. ben bir plastik gangsterim.. devam edelim..

eve dönüyoruz. ekmek. alarak.. herkes ölümüne aç. böyle olur, uzun süre acıkmazsınız, yorulmazsınız, sonra bitap düşer ve acıkırsınız. ağlarsınız. ben ağlarım. her akşamdan kalmalık olduğum sabah ağlamak isterim. nedenini bilmiyorum. böyle. aldanış. altın tozu dökülen çorba içiyor insanlar. bunu herkesin görmesi gerekiyordu, insanlar altın tozu döküyorlar çorbaya. palavra atmıyorum, gözlerimle gördüm, ana haber bülteninde, bazı pezevenk çocuklarının altın çorbası içtiği söyleniyordu. ve bu yüzden fiyatlar 13’e- 15’e katlanıyordu. beyin damarlarım genişliyordu her amfetamin ile 5 sene önce.. üniversitenin ilk yılında. ne zaman sona ericek diye düşünüyordum sürekli. “bu şey ne zaman biticek”, hayatı kast ediyordum, ve tuncay, “bitmez oğlum” diyordu, “sonsuzuz biz.”

sonsuzuz biz.. sonsuz.. korkutucu bir şey sonsuzluk düşüncesi, yani beni ürkütüyor, sonsuza kadar var olma düşüncesi. bazı pezevenk çocuklarının, üzerine altın tozu dökülmüş çorba içtiğine dair size yemin edebilirim. ve bahse girerim, bu pezevenk çocuklarının en çok korktuğu şey, ölmek. sonsuza kadar yaşamak istiyorlar. ben istemiyorum. ne tuhaf. devam edelim. edebilecek miyiz? deneyelim. aslına bakarsanız, şu an tıkandığımı hissediyorum ve her an yarıda keserek, “evet tamam öykü bu kadardı, dağılın” diyebilirim. ama zorluyor da değilim, sadece laf kalabalığı, benim şu an yaptığım, ama, pekala.

3.
akşamın yedisi oluyor saat. zil zurna sarhoşum. televizyon açık, ben hatuna bakıyorum, hollandalıya, garip geliyor, çok garip, içinde bulunduğumuz hal. sonra televizyonda şu öykünün başından beri bi ileri bi geri sararak anlattığım haber başlıyor, “amınıza sokayım sizin” diyor refik direk olarak. hollandalılar neler olduğunu soruyor, anlatıyorlar, onlar da şaşırıyor ve “her yerde var böyleleri, bizim ülkede de” diyorlar, diyorlarmış yani.

düşünüyorum, evet her yerdeler onlar. biz de her yerdeyiz. sorun şu ki, ben, ya da o odadaki herkes, ülkelerin varlığına inanmıyor, ya da sınırların, sadece sınıf savaşına inanıyorlar. yani ben hâlâ sınıflara inanıyorum, sınırlara değil. bahsettiğim sınıf zengin-fakir sınıfı da değil. her yerdeler, her yerdeyiz.

devamını getiremiyorum. çok üzgünüm bunun için. afili bir final sunabilirdim size, ya da o hatunla deli gibi seviştiğimi anlatabilirdim. istedim onu, gerçekten. iyi olabilirdi, hiç konuşmazdık, ama sonra size “seni seviyorum” diyebiliyorken, aynı anda başkalarını da sevebilen insan türlerinden biri olabilirdi o da. olabilir miydi? kim bilir? kime hangi sebepten ötürü ve nasıl güvenebilirsiniz ki? nasıl güvenebiliyor insanlar? gerçekten merak ediyorum. ben de tattım o duyguyu, güven, insana huzur veriyor, gerçekten huzur veriyor. ama istemiyorum artık, gerçekten huzurlu olmak istemiyorum, yeteri kadar açık ve net mi? yoksa işe yaramaz ve boş mu geldi bu serzeniş size? yine kandırabilirsiniz öyle değil mi? bu güce sahipsiniz. her şeye sahipsiniz. ve yine de huzur aradığınızı söylüyorsunuz. size söyledim, ben aramıyorum. ve hangi sebepten dolayı şu altın yiyen pezevenk çocukları ile, veya sizi severken aynı anda zihinlerinde başka herifleri de gezdirebilenler ile farklıyız bilmiyorum.

biri bana yardım etsin.  anskiyeteye karşı kullanılan ve rüya gördürtmeyen zopiklon değil.. biri bana yardım etsin.. imovane değil.. iyi. imovane, amına koyayim! artık rüya görmek istemiyorsan kullanman gereken bir hap. içerisindeki zopiklon denilen madde, sizi derin ve uzun süreli bir uykuya daldırtır ve rüya görmezsiniz. ve rüya görmediğiniz için de uyandığınız gerçeklik daha az canınızı acıtır ya da yanınızda size sarılan bir hollandalı bulursunuz. “sorry” der, ama ikiniz de birbiriniz hakkında tek satır şey bilmezsiniz, olur yani böyle şeyler, ne önemi var? herhangi bir şey hakkında tamamen yanılmış olma ihtimaliniz, her koşulda olasıdır. ve ben eski sevgililerim konusunda yüzde yüz çuvallamış biriyim, “e: hiç biri” diyerek bu sikik hayattan da sıyrılabilirim, veya “f: hepsi” şıkkını seçerek tüm kaltakları da düzebilirim. yani içlerinden birini seçip beraber olabileceğimiz tarzında bir şık yok ortada, anlatabiliyor muyum? o yüzden üzerime gelmeyin. yoksa altın tozunu arttırıp ölmenizi de sağlayabilirim. ve gerçekten biri bunu yapsa, ve televizyonda çorbalarındaki altın miktarının haddinden fazla olması nedeni ile siyanür zehirlenmesi sonucu ölenlerle ilgili bir haber çıkarsa, çok sevineceğimi bilmenizi isterim. biri bunu bir an önce yapmalı. ya da beni öldürün. ben beceremiyorum.


[08.ekim.2005]