22 Aralık 2013

“bazen gerçek”

“bazen gerçek”

bir keresinde. ama uzun zaman önce… oturuyorduk özlemle. şu, daha önce defalarca anlattığım, yeşil halılı odada. şarap vardı, ve gazoz, beyaz şarap ve gazoz. şargoz yapıyorduk yani. sadece o ve ben. ilk zamanlar. ilk zamanlarımız. oturuyorduk. durdu ve. bana dönüp, “çakmağı atsana” dedi, “çok sıkıldım biliyor musun?”

çok sıkılmış olma hali… ve intihara meyilli biri size bunu söylüyorsa. onu, tuvalette bile yalnız bırakamazsınız. öyle de oldu. kalktı ayağa, tuvalet için olduğunu düşünerek, ondan az biraz sonra, peşinden gittim. yolda karşılaştık, koridorda. elinde tuttuğu iki adet mandalinayla, özlem, “bırak artık peşimi” diyerek, yanımdan geçip gitti, oturma odasına doğru. bir şey söylemedim. mutfağa gidip, geri döndüm sadece. oturdum. karşısına. karşısındaki koltuğa. attı bi tanesini, soyarak, mandalinanın. sonrasında, “ya sobayı kapatalım ya da üzerimdekini çıkartıcam” dedi. sevişmeyi geç, hiç öpüşmemiştik bile, henüz, ama sevgilimdi. o. benim. ve hiç, giysilerinin örttüğü kısımları dışında, görmemiştim onu. ve arzuluyor olsam da, deli gibi, ona bırakmıştım, gidişatı, her konuda olduğu gibi, bu konuda da. “sen bilirsin” dedim. sıcak sevmediğim halde, sobayı kapatmayı tercih etmeyerek. ve biliyordu, sıcak bir odanın, yarattığı mayışma halini, sevmediğimi, buna rağmen, üzerindeki çıkartarak, verdiği kararı belli etti.

“seni seviyorum” dedi ardından “ama farkındasın de mi, yürümücek”
“sen istersen yürür” dedim
“istediğim her şey olsaydı, şu an burda olmazdım”
“burda olsaydım derken” dedim “kast ettiğin ev mi ben miyim”
“şapşal” dedi gülerek “ülkeyi kast ettim ben, hatta dünyayı”
“hayatta olmamaktan bahsetmiyorsun umarım” dedim.

bi sigara daha istedi. paketi attım ona. çakmağı paketin içine koyup sigarasını yaktıktan sonra, paketi önüme attı.
“yaksana sen de” dedi ve, yanıma oturdu. oturduğum koltuğun önüne doğru bir yere daha doğrusu. halıya. yeşil halıya. “sen” dedi  “beni anlıyorsun ama, bu yetmiyor bana, benimle beraber ölmeye hazır değilsin.”

onunla, beraber yaşıyor sayılırdık. istisnasız her gün görüşüyorduk ve, bazı zamanlar, anneme, arkadaşta kalıcam ben deyip, onda kalıyordum, haftanın en az dört günü. aynı yatakta yatıyor olmamıza rağmen, sadece sarılıp uyurduk. o derece sarhoş bi halde girerdik ki yatağa, sevişmek istesek bile, başaramazdık bunu. her neyse dostlar, o gün bana, “benimle beraber” dedi “ölmeye hazır değilsin sen, kuyruğumda dolanıyorsun evin içinde, son bir hafta içinde iki kez intihar teşebbüsünde bulunduğum için, ama öncesini bilseydin, sadece kuyruğumda dolaşmakla kalmaz, içime bile girerdin”, kafasını bana doğru çevirdi işte o an, yukarıya, oturduğum koltuğun önünde yerde oturuyorken, ve üstelik bir eşofman altı ve sutyenle, ve harikulade ötesi gözlerini, gözlerime kitleyerek “sahi” dedi “beni arzuluyor musun?”
“ölmeni istemiyorum” şeklinde verdim cevabımı
“ama” dedi, “bi gün ölücem sonuçta, bi gün ölücez, beraber ya da değil, ölücez be abi”
“biliyorum” dedim “sorun bu değil”
“sorun kimin önce öleceği ise, bencilsin demektir bu”
“senden sonra ölmek istemiyorum” dedim
“benden önce ölmeni istemiyorum” dedi
“ölmek istiyorsan ölürüz” dedim “sorun bu değil özlem, nasıl olsa bi gün ölücez, bize çarpması kaçınılmaz olan bir treni, ray hattı üzerinde beklemenin de anlamı yok ama”
“trenin gittiği yöne kaçmanın da anlamı yok o zaman, hat dışına çıkmamız da imkansızsa…”
“imkansız” dedim, “haklısın, bi gün ölücez, ama trenin geldiği istikamete doğru sürmek ne kadar anlamlı ki?”

ve bana, hâlâ aklımdan çıkmayan o cümleyi kurdu, “tamam abi” dedi “sigarayı söndür, kalan paketi çöpe atalım, artık alkol almayalım, uyuşturucu da kullanmayalım. olur mu? akciğerinle ilgili iki operasyon geçirmişsin ve ben hâlâ sigarana karışmıyorum, sen ise, bi keresinde ege üniversitesinde otururken, tuvalete gidip, ölmek için bi kaç hap attım diye, evdeyken bile tuvaletin önünde bekliyorsun her gidişimde”
“haklısın” dedim “ama seni kaybetmek istemiyorum”
“çağırsaydım gelir miydin?” dedi
“ne” dedim, nereye demedim ama, gelirdim çünkü, cehennemin en alt katına da çağırsa ve sonrasında orada ki zebanime onun aşık olma ihtimali bile olsa, tüm olasılıkları es geçer, ve sonrasını hesaba katmadan, çağırdığı her yere gidebilirdim. “sana ihtiyacım var” dediği için bir keresinde, sadece bu yüzden değil, hatta sebeplerimin onun ihtiyaçları ile alakası bile olmayabilirdi, giderdim sadece. ve biliyordu, bunun bencilikten öte bir şeyle, onun adını koyduğu bir “bizcillik” ile alakalı olduğunu.
ve o gün, yani o gece, daha doğrusu o sabah, tuvaletin klozeti üzerinde buldum onu. gözümü açtığımda. tuvaletin taşına oturup kalmıştım en son. uyanmamıştı. o gece tuvalete beşinci gidişiydi, ve bu muhabbetin üzerine peşinden gitmediğim, ilk seferiydi. uzun süre geri gelmediği ilk seferi. beş kutu hapın bana bırakıldığı ilk seferi. kutuların bir lastikle bir arada tutulduğu, ve en üstündekine, ‘kalanı senin’ şeklinde bir not yazılı ilk seferi. tuvaletin kapısını açtım. kapağı kapalı bir klozetin üzerinde oturmuş, kendinden geçmişti. ve sabah, onun kahkahalarına uyandım. öldürmeyecek bir hapı almıştı. ben de almıştım. adına bile bakmadan hapların. ve sabah. onun kahkahasına uyanıp gözümü açtığımda, “şapşal” dedi “ambülansı arasaydın senden ayrılırdım” ve bir kahkaha daha. ben de güldüm, içinde bulunduğumuz, içine uyandığımız, içine uyandırıldığım, duruma. “işicem” dedi “çıkar mısın”

 odaya geri dönüp bir şarkı açtım. ve yaklaşık bir saat sonra gelip, o bir saat içinde ölüp ölmediğini kontrol etmediğim için, “işte benim adamım” dedi “artık ‘biz’ değiliz, birbirimize karşı bencil de değiliz ama, iki ayrı ‘ben’iz”
“amına koyim” dedim.
“koyan koymuş” dedi “her ikimize de…” sarılıp uyumaya devam ettik. ta ki güneş batana dek. sonrasında bakkala yollandım, şarap ve sigara.

*başlık, “ben tek siz hepiniz” adlı grubunun bir şarkısının adıdır.

22 aralık 2013

21 Kasım 2013

cold

cold

“sana kendini kötü hissettiren şarkılar dinlersen, kendini kötü hissedersin tabii” dedi, “mutlu şarkılar dinlesene, en azından bu aralar..”

2004 yılındaydık, ve onun evinde..

evi bucada bir yerdeydi ve adı yelizdi. ben o zamanlar izmir’in kuruçay adı verilen bir çingene mahallesine 2-3 ev komşuydum. çocukluğumdan ilk gençlik yıllarıma kadar arkadaşlarımın yarısından çoğu çingeneydi ve kitaplardan ya da 4 yıl boyunca sınıfı geçemeyip sonunda atıldığım üniversite deneyimden asla öğrenemeyeceğim şeyler öğrenmiştim onlardan. ama konumuz bu değil, en azından şimdilik.. konumuz demişken, elim yandı abi, geçen hafta, yaklaşık 240 derecede eriyebilen beyaz ppt adında bir plastik maddenin, enjeksiyon makinesinden akan erimiş haldeki 40 gramlık kısmı, yazarlığıma ara vermeme yol açtı dersem, hakkımda ne düşüneceğiniz üzerine sizinle tartışmak isterim. ama eski okuyucularımın yakından bildiği gibi, yazarlık üzerine tartışmaya kapalı biriyim, daha çok dalga geçmeyi severim, yazabiliyor olunulduğu için takınılmış olan o büyük ve boş pozlarla. ama elim yandı abi.. gerçekten.. bunun 2004’de olanlarla ne ilgisi mi var? konumuz demiştim. ne anlattığım ve ne hissettiğimden hayatım boyunca emin olmuşumdur. ve bu bazen, hatta çoğu zaman, insanı zora sokar. yapmak istemediğiniz şeyleri ya da yapmanızı istedikleri şeyleri yapmanıza veya yapmak istediklerinizi yapamamanıza mesela.. çünkü yeterince dik başlı bir şekilde, ve sonucunda bir çok şeyi yitirebileceğinizin bilincinde olarak, ve yine de bir inatla, istediğiniz şeylerin peşinden giderseniz, çantanıza şans ve talihin konmadığını fark ettiğinizde, iş işten geçmiştir. denemişsinizdir. ve birileri sizin başarılı olamadığınızı veya başarısız olduğunuzu ya da daha genel bir tanımla, tümden yanlış yaptığınızı, yani bile isteye yanlış ata bahis yatırdığınızı düşünse de, biliyorsunuzdur, sorunun nerede olduğunu, başarılı olmak ya da kılınmak için, yapılması gerekenleri yapmak, içinize sinmemiştir, hepsi bu.. ve yine de, her ne yaparsanız yapın, skora etki edemezsiniz, ben bu mesleği yapmam çünkü nefret ediyorum bu işten deyip, o mesleki eğitimi tamamlamazsınız mesela, ve yıllar sonra yine başka bir nefret ettiğiniz iş mesleğiniz haline dönüşmüş olur. ve o fabrikadaki risklerin en büyüklerinden birini (mengeneye elini kaptırmak) bir ara saliselik farkla atlatmışsınızdır, birkaç yanık parmağın lafı olmaz burada. ama 2004 yılında, yıllar sonra böyle bir gidişata gebe bir öyküyü yazacağımı bilseydim, yeliz’e o gün şunu söylemiş olmak isterdim: “ben bir kahinim, parmaklarımı çakmakla yakabilir miyim diye deneme yaparken, geleceğe antrenman yapıyorum aslında, ısıya karşı bağışıklık kazanıyorum ben” ama hayır, o gün yeliz’e dediğim şey, “birkaç yanık parmağın lafı olmaz” oldu, ki yakmıyorum, yakabilir miyim diye deniyorum, o da bana şöyle demişti, “aynen falçatayı tenine kaşıyormuş gibi sürtüşün gibi, neden hayatını yakmak konusunda master yapıyorsun?”


“sana kendini kötü hissettiren şarkılar dinlersen, kendini kötü hissedersin tabii” dedi, “mutlu şarkılar dinlesene, en azından bu aralar..” ve müziği değiştirdi, yani this empty flow’umu. yani bu melodiler, ona göre, karamsarlığa kapı açıyordu, depresifliğe, ruhani güçsüzlüğe, sağlıklı düşünememeye, oysa ben huzur buluyordum, ne kendimi kötü hissettirdi bana jori’nin sesi, ne de çok iyi. sadece, dengede durmamı sağlıyordu. hâlâ yaptığı şey bu. aşırı sarhoşsunuzdur, ve evin yolunu bulamayacaksınızdır, yürürsünüz yine de, ve kaybolursunuz bir süre sonra, ve enerjiniz tükenmiştir, ve aynı sizin durumunuzda olan biri gelir karşıdan, hatun ya da herif, cinsiyetinin bir önemi yok, aynı durumda herhangi bir hayvan da olabilir bu, ya da bir uzaylı, sadece o da, aynı koşullar altındayken en azından güneşin doğmasını bekliyordur, ve bir yere düşüp yığılmamak için birbirinizden destek alıp yürürsünüz.. ve bir süre sonra, bir ihtiyaç üzerine gelişen bu hâl, ihtiyaç olmaktan çıkıp, herhangi bir zorunluluğun getireceği baskı ve stresten uzak bir bütünleşmeye döner. onsuz da var olabilirsiniz, bir süre sonra bunun eksikliğini hissetmeyecek kadar tek başına olmaya alışadabilirsiniz hatta, ve bu, farkında olduğunuz halde, tercih etmediğiniz bir şeydir. hatta onun hayatınızda ki varlığının yüzde çoğu zararlı da olsa.. sigara gibi mesela.. bırakmayacağım, çünkü seviyorum.. hepsi bu. gibi bir şey.. anlatabiliyor muyum? ve burada aşktan bahsettiğimi anlayabilir musunuz? ve söz konusu öznenin 2004’de ki yeliz olmadığını açıklayabilir miyim? her ne kadar o, bunu çok istemiş olsa da.. sigaraya aşığım dediğimi anımsıyorum, aşırı sarhoş gecelerimden birinde, kilise sokağında, kendi kendime konuşurken, yanımda ki insanların dahil olmadığım muhabbetlerini sabotaj edebilecek bir tonda, sigaraya aşığım ben.. özellikle de kısa kırmızı pall mall’a.. mavi chesterfield’e. öncel’in sardığı tütüne.. ve ağzıma sürmem diyemeyecek kadar asla olamayacaksam da, nefret ettiğim tadı bana acı gelen, bazı markalar.. ve sigara ile aşk arasında kurduğum bağıntıyı, özneyi, konuyu anlatan bir erkek olduğu için, kadına indirgediğimi düşünerek feministlerle aramda ufak bir tartışma başlatabilirsiniz çok sevgili olmayan eleştirmenlerim.. son ifadede sorun yaşayabiliriz. çok sevgili olmayan, eleştirmenler mi. yoksa, olmayan eleştirmenlerim, çok mu sevgili.. bu arada, yelize ve 2004’e ve bucada olanlara ve empty flow’a geri döneceğiz.. ama az önceki sorunu, daha da karmaşıklaştırmak için, aslında orada söylemeye çalıştığım şeyin, çok sevgili olmayanların, gerçekten en iyi eleştirmenlerim olan eski sevgililerim olduğunu, ama çok sevgili olamadığımızı, yani kalamadığımızı, bu yüzden onlara gönderme yaptığımı, açıklayarak, yalan içinde yalan düzmeliyim. ve herhangi bir feministisyenle aramda herhangi bir ifademden doğabilecek tartışmadan, en çok sevgili olmayan en iyi eleştirmenime bir yardım çağrısında bulunarak, sıyrılabilirim. ona göre ben, pro-feministtim çünkü. öyle diyordu. haklı da olabilir.. belki.. neyse.. geyiğe bir son verip, bucaya dönüyorum, umarım bu uzun ve sorunlu girizgah, okuduktan sonra hiç bi bok anlamayıp bu durumdan ben sorumluymuşum gibi bir ok fırlatıcak olanları uzaklaştırmıştır.. anti-girdap timinin 4-5 elçisini hakladıktan sonra, ortalık pek bi sessizleşti gerçi.. artık yazamıyorsun girdap.. artık yazma girdap. hiç bi zaman yazamadın. yazdıklarında ruh ve duygu yok. yazdıklarını yayınlamak konusunda aptalca bir cesaretin var.. yazdıkların beş para etmez. evet evet evet, çok haklısınız, ama hâlâ ringdeyim anlaşılan, üçü yanık olan on parmağımla beraber.. ne diyordum jessicka? buca.. 2004. yeliz’in evi..

jessicka fodera’ya aşık olduğumda, 25 yaşındaydı. ve bana, robert smith’in “bu şarkıyı yaptığımız için pişmanım, çünkü herkes sadece bu şarkımızı biliyor” dediği bir şarkıyı, bağıra çağıra söylüyordu. ve robert’in ‘herkes’ine dahil değildim. ve atilla ilhan’ın bahsettiği hiçkimse gibi birim henüz olmamıştı. halüsinojenlerin eşliğinde kurulan düşlerin bir yankısıydı belki, daima var olan, ve aslında hiç olamayan. sonra öyküler anlatmaya başladığımda, kül tablosundan tavşan çıkartabilecek hatunlar geldi.. yeliz gibi.. iyi olmama hali, ya da pas tutmaya ramak kalmış bir hayatın içinde akıyor olmak.. hayır dediğimi o kadar çok kez hayır dediğimi o kadar çok kez anımsadım ki, evet demek istediğim anlarda.. eskişehirdeydi pınar, ve maddi durumu iyiydi, ve benimle beraber yaşamak istemişti, ve evinde kalabilirdim, ve hiçbir şey yapmam gerekmeyecekti, sadece evin odalarında var olmak.. cezbedici bir çok seçeneği sadece istemediğiniz için göz ardı ettiğiniz taktirde, geriye, istediğiniz şeylerin cezbedici olmayan yanlarını görmezden gelmek kalır. ve aslında, olan, bir şey de yoktur ortada.. olmayan bir şeye, oluyormuş yanılsaması ile sarılırsınız.. ve gecenin yarısı patlar hikaye. sigaranızı sutyeninin içine sakladığı aklınıza gelmediği için aranıp taranmaktan vazgeçtiğiniz anda, onu uyandırmışta olursunuz, o sese uyanır, ne aradığınızı sorar, “sigaramı” dersiniz, “yatarken bıraktığım yerde yok, yanlış hatırlamıyorum ama”, ve yüzünüze atılan bir tokatın ses tonu ile “al” der, “ölmeni istemiyorum sadece”. ve o an, o da sizinle beraber bir tane yakmış olsaydı, son sigaranızı içmiş olacağınızı, bırakmaya sizi, sonunda ikna etmiş olacağını, biliyorsunuzdur. yapmaz ama. yatar sadece. ve o an, sırtı size dönük olan sevgilinizin, artık eski sevgili olan ve olmayan eleştirmeninizin, feminist olan ve sizin pro-feminist olduğunuzu iddia eden, bu noktada yazılarınızla ilgili sizinle tartışabilen ve sırtı size dönük olan sevgilinizin, kapalı olan gözleri, amfetaminin damağınıza değdiği andaki tadı anımsatır.. olanın, anımsananla bir ilgisi yoktur oysa. duygu karmaşası sadece. karmaşık bir duygu değil. duyguların karmaşası.. çakmağın alevi. yakarken alınan ilk fırt dışında, hiç içmeden, dumanı ve külü izleyerek bitirilen bir sigara.. bi insan gecenin üçünde aniden uyanıp, neden bir sigara içer ki? hatırlıyorsanız eğer, ki okuduysanız yani, çünkü ben anlatmıştım, daha önce, bu öyküyü, ve kalanını, ve öncesini, ve sonrasını, yelizin ağzımdaki sigarayı çekip aldığını, ve “hem çok içiyormuşsun artık, yapma” dedikten sonra, paketten yeni bir tane çıkardığımı biliyorsunuzdur.. ve yelizle hiçbir zaman sevgili olmadık. ama bana, çok daha ağır, yaptırımlarla geldiği halde, sevgili olduğumuz, masaldaki, uyuyan güzelin, bunu yapması, paketimden yeni bir tane daha çıkarma periyodumu uzatıyordu. ama kül tablosundan bir şapka bile çıkartmazdı o. değil ki tavşan.. işin özeti de buydu. hile yoksa, orda ben olabiliyordum, ve ben varsam, bu, tamamen demek anlamına geliyordu, hayır senin için sigarayı bırakamam, ama benim sigarayı bırakmayı istememe yol açabilirsin, ve istiyorsam bırakabilirim, ama bu hareket bir “için” barındırmaz, bir nedene dayalı olmak bana kendimi iyi hissettirmiyor. mesnetsiz bir şekilde bulunuyorum bu alanda. havada asılı. ama rüzgarın estiği yöne terfi etmeyecek kadar da dayanıklı.. senden önce neysem, seninleyken de oyum, belki biraz daha fazla, o. ama senden sonra, daha az olacağımın farkında olarak. ama buna rağmen, bir hoş görünme çabası taşımadan.. ne diyordum anneke? buca.. 2004. yeliz’in evi..

 anneke van giersbergen’e aşık olduğumda, 28 yaşındaydı. ve bana, içinde “buharlaşıyorum, olduğum şey bir duman örtüsü” dediği bir şarkıyı, söylüyordu. sert bir melodinin içinden geçen sakin bir ses.. denge. ve niyeyse, 2004 yılında, yelizin bucadaki evinde, gecenin ikisinde, oturmuş, bir sonraki hamlemin the gathering’in hangi kurşunu olmalı diye düşünüyorken, this empty flow’dan sonra.. kendimi iyi hissetmem için neşeli şeyler dinlemem gerektiğini söyledi. müziği değiştirdi. ve ben “sigaramı da değiştirmeli miyim” diye gösterdim tepki mi.. parliament falan içsem, olur mu? ki nefret ederim. biliyorsun.. şu an açtığın şeyden ettiğim gibi.. lerle devam eden.. süreç.. sonrasında.. bir şey, her şeyi değiştirebilir dedim ona, bardağı taşırmayabilir son damla bazen, birkaç saniye öncesinde içinde buz gibi bir su olduğu için sıcak bir tek damla o boş bardağı, boşluğu, çatlatabilir de, şu an yaptığın şeyin, tanımı bu, ama ben, ruhuma, yeni sondajlar eklemek istemiyorum.. kalkıp, cold’u açtım, cure tabii ki.. duruma uyan.. bazen hiçbir şeyin değiştirmeyeceği şeyler de vardır dedim sonra.. kalıtsal ve epidemik olan her türlü algıdan izoleyim.. boşuna deneme..

kalkıp bir bira daha aldı dolaptan.. benim elimdeki de bitmek üzereydi ve normal şartlar altında, bana da getirirdi. ama yapmadı. sigarasını yaktı. ve odanın bulunmadığım tarafına çevirdi yüzünü.. mutlu olmak istemiyorsun diyerek..

inanmadığım şeyleri olamıyorum dedim..
karamsarsın
gerçekçiyim desek
içmek için bir nedene ihtiyacın yok
bir neden için içmeye de

neden yaşıyorsun o zaman, dedi, kafasını tekrar bana çevirerek, konuştuğumuz konunun altında yatan sebep, bir süredir, onun benimle beraber olmak istemesi, benimse kendimle bile beraber olmadığımı düşünmesiydi. 

neden yaşıyorsun?
bi nedeni yok, henüz ölmedim sadece, hepsi bu..
ooo, büyük cevap, neden ölmüyorsun o zaman?
onun da bir nedeni yok, hâlâ yaşıyorum sadece, hepsi bu..
siktir. büyük büyük büyük palavralar.. bu şarkı kaç dakka ya?
bilmem, bittikçe başa dönüyor o, tek onu bıraktım listede..

söz konusu olan, cold’du, ve robert, “another past time”i fısıldadığında, az önce, şarkının içinde, ister istemez, dokuz yıl öncesine, aktı zihnim, dediğim gibi, o zamanlar çingenelerle beraber yaşıyordum, ve o gece için bucadaydım. dokuz yıl sonra da buca da olucam muhtemelen, ve yine aynı şarkıları dinliyorken, 2013’ün sanrılarından kesitler sunucam.. değişen bir şey olmayacak, isimler ve mekanlar dışında.. şarkının girişinde gelen davul ritimleri, kafamı yıllar sonra duvara vuracağımı söyleyenlerden daha etkili olmuş.. hâlâ aynı ritimlere vuruyorum.. kafamı.. sert bir düşüş olduğu söylenemez.. hah, hatırladım..

dibe çekiyorlar seni demişti yeliz, t.e.f için..
onlar benim paraşütüm dedim.. ben uçaktan atlamışım zaten.. yerçekimi.. kaçınılmaz.. ama sen, zinciri kopmuş bir asansöre binme konusunda ısrarlısın..
anlamıyorum dedi..

sonra uyuduk.. sonra.. dün.. eve gelirken.. gecenin üçünde.. yolda.. karşılaştık onunla.. dokuz yıl ve o geceden sonra.. yolda karşılaştık.. ve bir yudum bira daha kaldıramayacak kadar sarhoştu. otobüse bindi. beni gördü. en arkadaydım. otobüs zaten ağzına kadar boştu. yanıma geldi. kulaklığımı çıkardım.. tanımıştım çünkü.. ve yaşlanmıştım. yaşlanmıştı. şaşkınlık faslını ve merhabalaşmayı ve neler yaptığımızı, hayatımızın nasıl olduğu faslını tamamladıktan sonra, “ne dinliyordun” diye sordu, kinayeli bir şekilde sormadı ama, eski defter açılmayınca, kendimi rahat hissettim.. ne diyordum marissa? buca.. 2004. yeliz’in evi..

marissa nadler’e aşık olduğumda, benimle aynı yaştaydı.. ve bana, henüz pek az kişi tarafından dinleniyorken, şarkı söylüyordu. yüzü yoktu. hikayesi yoktu. seslendirdiği dizelerin, bildiğim dile bir çevirisi yoktu. anlam, bir neden barındırır bu yüzden. duygular anlam ihtiyacından bağımsız olduğu için, nedenlerle açıklanamaz. anlam, somut bir şeydir, varoluşunda nedenlere ihtiyaç duyabilir. ama herhangi bir duygu, nedenden bağımsız olarak ortaya çıkar. neden, duygudan sonra gelir. gelmese de olur hatta. o yüzden, “seni sevmediğimi anladım” dünyanın en aptal cümlesi olmaya aday olabilir. olsaydı, oyumu kullanırdım. ve  “seni neden sevmediğimi şimdi anlıyorum” daha tutarlı olurdu. bu noktada, ‘neden beni sevmiyorsun’un bir yanıtı olmamıştı, yeliz için, o anlamak istiyordu, ben anlam aramıyordum, ojemi mi sevmedin, saçlarımın rengi, ses tonum, yürüyüş tarzım, boynum.. liste devam edebilir, ve hiçbiri, gerçeğe teğet bile geçmez..

yeliz’den nefret ettiğimde, benden bir yaş büyüktü. ve bana, hiçbir zaman kaydedemedikleri ve sonrasında dağıldıkları grubuyla beraber, bir şarkı söylüyordu, çimlerde.. grunge yapmaya çalışıyorlardı. ama yapamayacaklardı. yapmış olsalardı da durum değişmeyecekti. dünyanın en harika işini çıkarmış olsalar da değişmeyecekti. yaptıkları müziği sevmiş olsaydım da değişmeyecekti. ondan nefret ediyordum. ve arayıp, kendini iyi hissetmediğini söylediği zamanlarda, yanına gidiyordum. hepsi bu. ve hiçbir zaman, ona kendini kötü hissettiren, sonra geçer dediği şeyin, ne olduğunu, açık açık, söylemedi. gün içinde bir şeyler olmuş gibi bir hava belki.. olmamıştı. o hafta başına saçma sapan bir şey gelmiş gibi belki.. gelmemişti. bir arkadaşı kötü davranmış gibi de olabilir. davranmamıştı. gelir ve geçer derdi sadece, boş ver. ama, ben gelince geçen bir şey olduğunu biliyordum, o kötü ruh halinin.. beni iyileştirirse, kendisinin de iyileşeceğine dair olan saf inanç.

otobüste karşılaştık sonra işte.. sarhoştu. değildim. ve ertesi sabah yedide kalkıp gitmem gereken bir işim vardı. ekebilirdim. ama ekmeyecektim. evlenip boşanmıştı ve bir çocuğu vardı. kız. hâlâ aynı işte çalışıyordu. çok iş değiştirmiştim. aynı eve geri dönmüştü. evimden hiç uzaklaşamadım. artık annesi ve çocuğu ile yaşıyordu. hâlâ babamın kirasını ödediği bi evin odasındaydım.. benden epey sonra inecekti.. evime birkaç durak kalmıştı sadece.. söylemiştim nerede indiğimi. ve şu, eskiden aramızda olan, kasvetli diyalogların, asla tekrar etmeyeceği sinyalini almıştım. bu, ondan nefret ettiğim zamanlardaki durumumu değiştirdi. bana, ben inmeden önce, “aslında o zamanlar seni sevmediğimi fark ettim daha sonradan biliyor musun” dedi.. “sadece, boşluk ve ihtiyaç meselesiymiş galiba” dedi.. indim sonra.. söylediği şeyi ona söylediğim zamanlar yaptığımız tartışmayı hatırlayarak indim otobüsten. kulaklığımı da tekrar takarak tabii ki, ezberlediğim sokakların gürültüsü ve ezberlediğim insan sesleri yerine, ezberlediğim tınıları tercih ediyordum, daima.. onları duymadan da görebiliyordum sonuçta.. ama genellikle, yukarıda bahsi geçen sesleri duymadan, bu yaşıma kadar gelemezdim. sonra fark ettim, eve kadar yürürken, bir daha biri daha sorarsa, neden yaşıyorsun diye, müzik dinlemek için diye cevap verebilirim, yukarıdaki palavraya göre, daha tutarlı olucaktır. hayır tanrıdan bahsetmiyorum, yazının yukarısında, ki tanrı da yukarda değilmiş gibi davranıyor bana zaten. sonra, aslında yelizden değil, kendisinden değil, baskıdan nefret ettiğimi de fark ettim, baskı kalkınca nefrette silinip gitmişti. ve gecenin üçünde uyanıp sigara içmek istediğimde, çok sevgili eski eleştirmenimin, paketi göğüslerinin arasına sakladığını bilseydim, onu uyandıracak kadar ses çıkarmazdım odada. bu bana, baskıdan çok, çaresizlik olarak görüleceği için. ve galiba yelize de, çaresiz hissettiğini bildiğim için, eşlik ettim, bazı birkaç gece.. bazen olur. ellerimi yakmayı sonunda başardığımı söylediğimde ona, o gün otobüste parmaklarımı göstererek, acıyarak güldü bana, çünkü söylediğim şey kötü bir durumu anlatıyordu ve üç parmağımda berbat görünüyordu ama geçmişten gelen mizah, durumu dengelemişti. otobüsten indim. kat’i açtım sonra. kulaklığı takıp. katherine bjelland. ona aşık olduğum zamanı hatırlamıyorum. sonra da.. eve gelip.. uyuyup uyandım işte. iş için. arada bir şeyi atladım ama, galiba, onu da sonra anlatırım..


*başlık the cure’un bir şarkısının adıdır..
 21 kasım 2013



  

16 Ekim 2013

yarı ölü

aradan geçen uzun yıllardan ve
bir şeyleri yoluna koymak için
verilen mücadeleden sonra
pes ettiğimi itiraf etmek istiyorum
sizin dünyanız sizin kararınız

ama neyse ki bayram bugün
bugün bayram
iş yok yani
tatilmiş

ve geçenlerde bir arkadaşımı
muhtemel bir halı saha maçı için
davet ettiğimiz de
gelirim ama ben anlamam maçtan dedi
birinin ayağını kırabilirim
harbi mi dedim onu ciddiye alıp
kimse benim ciddi olduğumu sezinlemese de o an
iyiymiş
benim ayağımı kıracaksan gel
bi altı ay rapor alırım sanırım
öyle değil mi?

espri değildi
üzerinde gülünülmüş olsa bile
ve parmağıma bakıyorum bazen
parmaklarıma
hangisini kessem diye düşlüyorum
ve yapabilirim bunu
her an her saniye
biraz daha yukarı çıkıp hatta
elimi de kesebilirim
sağ mı sol mu bilemiyorum
biraz daha yukarı?
dirsekten mi ayırsak bir parçayı
ya da omuz
boyna ne dersiniz?


16.ekim.2013- 08:00

18 Eylül 2013

geriye dönüşler - bölüm2


                                                  

revisited

1.
bir anda belirdi bu kez. ne pencereyi söktü daha önceki gibi, ne de kapıyı çaldı. karanlığın ortasında belli belirsiz parlayan bir ışık gibiydi. başlangıçta anlayamamıştım. o olduğunu bilseydim, tedirgin bir şekilde kalkıp ışığı yakmazdım. ilk halüsinasyonlarım, ışık oyunları ve gölgelerden ibaretti, kabul ediyorum, var olmayan ve asla var olamamış insan siluetleri sonradan belirdi. bu kısımda, ‘hastalık ilerleyince’ diyebilirdim ama ne yazık ki hasta değilim. kendi hayatım üstüne yalanlar uyduruyorum, sonra bunlara inanıp zihnimde birer anı haline dönüştürüyorum, sonrasında biten bir öyküden arda kalanı merak ettiklerinde, hiç yaşanmamış şeyleri başıma gelmiş gibi anlatabiliyorum.

ve dediğim gibi işte, bu kez bir anda belirdi. kalkıp ışığı yakınca, gelenin seçil olduğunu anladım. öylece durmuş bana bakıyordu ve elinde bir paket sigara yerine, bir ekmek arası vardı sadece. “karnın aç mı?” diye sordu. elinde tuttuğu ekmek ile, sorduğu soruya vereceğim klasik ilk tepki mi ekarte etmişti, iyi tanıyordu beni, “sen açsan bir şeyler ayarlayalım?”, bunu diyemezdim, ve sustum, öylece, elim masanın üzerindeki pakete doğru giderken. “bırak onu” dedi, “silahını yere at” tonunda.. sessizlik..

“sana bi şey sordum?”
“saat gecenin üçü be kızım” dedim, “uyuycam ben”
“uyumuyordun”
“ışığı kapatmıştım ama”
“evet, tam üç saat önce, ve üç saattir gözünü bile kırpmadın.. uyuycakmış..”

kişinin, bir halüsinasyon ile konuşması, bilinçdışı bir deneyim olabilir, ama daha da kötüsü, kendi kendinizle konuşuyor olduğunuz gerçeğidir. kendi zihninizin içinde.

“neden geldiğimi biliyor olmalısın bu kez, sormadığına göre..”
“ben hiçbişey bilmiyorum”
“bildiklerinden kaçıyorsun daha çok adamım”
“bi siga…” sözümü kesti,
“ekmek?”

bı ısırık aldı, elini uzattı sonra, avcu yukarıya dönük, elimi uzattım, tuttu ve yanına çekti beni, yere, halının üstüne, yanına oturdum. ekmeği yere bıraktı. ağlıyordum. yere bakarken. halıya.
“yeşile boyayalım mı” dedi, “halını. ne dersin?”

ağlamam hıçkırık haline dönüştü. ve nefes darlığına. içime havayı çekiyordum, ama girmiyordu lanet olası, zorluyordu beni.

“zorlama” dedi seçil, “bırak canı ne istiyorsa yapsın ciğerlerin”
“o zaman bi sigar…”
“ne söylemek istediğimi biliyorsun girdo, bunu kast etmediğimi de, sigara sigara sigara, bok var sanki”
“bok var evet” dedim, ama sakince, kısık bir sesle, normalde kızmışken, ya da kızarak, sert bir tonda, ve kinayeli bir şekilde söylenebilecek bir şeyi, ben, “başka çarem yok” der gibi söylemiştim, “evet bok var” da demiş olabilirim, ama duygu buydu ve, o dönüp, bir katilin, işlediği cinayetten sonra aynada kendine bakıyormuş gibi bir ifade ile baktı bana,  “hepsi bizim hatamız”

“biz kim lan?” dedim, “siz kimsiniz? neden artık yoksunuz, neden artık yokuz, neden artık yokum”
“cümleyi şu şekile sokabilirsin” dedi
“sokmuşum cümlesine” dedim, “doğru kelimeleri asla bulamadım”
“ ’neden artık yoklar’ nasıl?”
“tabii, ikinci çoğuldan birinci çoğula oradan da birinci tekile geçmişken hele”
“neden olmasın, üçüncü çoğul da kurtarmaz gerçi, sorduğun bu soruyu, öyle değil mi?”
“üçüncü tekil de kurtarmaz ama güzelim”
“neden olmasın?” sonra tekrar etmeye başladı, “neden yok, neden yok, neden y…”
aynı kelimeyi üç kez söyleyince peygamber, yedi kez söyleyince tanrı oluyormuşsun, demiştim ona bir keresinde, tuncay’ın söylevlerinden arda kalanlarla veriyordum vaazımı o zamanlar, çünkü o ölmüştü, yerine beni bırakmamış olsa da, ondan kalanlarla başlıyordum tüm cümlelerime, ve gene söyledim, o tekrarlarken, tekrarladım, “aynı kelimeyi, üç kez söyleyince peygamber, yedi kez söyleyince tanrı oluyormuşsun. 11 kez söyleyince hiçbir şey olmadığının farkına varıp, 27sinde anlamını kaybedebilirsin. otuzbirinde de ne olduğunu unutup, söylemeyi bırakırsın zaten. tekrarladığın şeyin. kendinin”

“ama biri hatırlatabilir” dedi, tekrarlamayı bırakıp
“doğru kelimeleri bilmediğimi söylemiştim” dedim ona,
“sen” dedi, “bence, yanlış kişiyle konuşuyorsun, ve o yüzden geçemiyorsun, ikinci tekile, çünkü anlatman gereken kişi ben değilim, ve sen, karşında olmayan birine ‘neden yoksun’ diyemezsin, ama söylemek istediğin bu, ve o karşında olunca da, bunu diyemezsin, var sanırsın çünkü, ve vardır da belki, ama öyle bile olsa, ya da gerçekte var olmasa da, o an karşındayken, ‘yoksun’u kullanmaktan korkarsın, ‘olsana’ya geçemezsin mesela”
“git başımdan” dedim ona, “ölsene sen de, tuncay gibi, özlem gibi, ya da refik gibi ortadan kaybolsan ya, neden seni kaybedemiyorum ben?”
“tuncay ölmedi, refik de ortadan kaybolmadı, biliyorsun bunu, çağırmamı ister misin?”
“git” dedim. kapıya bak dedi. kapalı olan kapıya. ve biri geçti oradan. yan odadan tuvalete geçen biri. ama yalnızım evde. kimse yok. var. hayaletlerle yaşıyorum, günlerdir, yıllardır, ve kimseyle konuşmak istemiyorum artık, kimseyle görüşmek, sarılmak, özlemek, beklemek…

sözümü kesti seçil. ama içimden konuşuyordum. ama kesti. düşüncemi. bilinçaltımdan değil, önsezimden çıkıp gelmişti..
“yalan söylüyorsun”
“yalan düşünüyorum”
“ama yalandan yaşayamazsın adamım, bir şeyler hissetmek zorundasın”
“diğerleri nasıl yapıyor o halde” dedim, “işyerimdekiler, otobüstekiler, barlardakiler, ordakiler ve burdakiler, nasıl oluyor da sevmedikleri her şeye katlanıp, üzerine bir de kahkaha ile gülebiliyorlar?”
“sen de gül”
“ama geçmeyeyim de mi?”
“sen hiçbir şeyden geçemezsin zaten” dedi,
“gece iş var” dedim
“gitmezsin olur biter”
“ama dün de gitmedim”
“sahi” dedi, “dün naptınız, eve de gelmedin?”
“bilmiyormuş gibi konuşma” dedim ona
“biliyormuş gibi konuşsana” dedi, “sahi lan, neden biliyormuş gibi konuşmadın”
“biliyordu zaten, yani biliyor olmalı”
“onu demiyorum lan” dedi, “sen biliyor gibi konuşsaydın, biliyorum bilmiyorsun da”
“hiçbirşey bilmiyorum ben”
“hı hı” dedi, umarsamaz bir tonda çıkarılmış bir ses..  hıhı, anladım, dinliyorum, peki ya sonra, devam et, gibi değil, çok duyduk bunları, gibi daha çok, “hı hı”
“doğru kelimeleri hiçbir zaman bulamadım”
“sen ne zaman doğru kişi oldun ki oğlum” dedi, “meseleye buradan bakalım, yanlış bir şey yapmadın, zaten yanlışsın sen, hayatın boyunca yanlış oldun
“he he, tabii” dedim, “bingo”
“öyle tabii oğlum” dedi, “kendin gibi de üç dört tane yanlış buldun, bi parkta şarap içip hayatınızdaki doğruları götürüyorsunuz işte”
“nereye götürüyoruz kızım ya” dedim, “hiçbirşeyi bir yere götüremiyorum ben, varamıyorum.”
“vardın bile belki, önceden vardın, beklemen gerekiyordur, erken gelmişsindir, o yüzden...”
“o yüzden ne seçil? o yüzden ne? varmadım. yokum. yoksunuz”
“senin sigaran gelmiş” dedi, “saçmalamaya başladın” bi sigara yaktı kendine. bana vermeyecekti. biliyordum.
“ben hep saçmalıyorum” dedim, “o yüzden bu kadar çok sigara içiyorum”
“he tabii, ve o yüzden bu kadar az yemek yiyorsun, bu kadar çok alkol alıyorsun, bu kadar çok susuyorsun, bu kadar çok yazıyorsun, hepsi saçmaladığın için, hepsi kendini iyi hissetmediğin için de mi? nedenleri sonuç gibi algılamaya devam et sen. x ve y’nin yerini değiştirmek aklına gelmiyor hiç”
“kurduğum denklemlere müdahale etme” dedim ona
“nedenleri sonuç gibi algılamaya devam et işte, bişey demiyorum”
“işe gitçem ben”
“bu saatte?”
“evet bu saatte, nolmuş, istediğim zaman gitmeyebiliyorsam, istediğim zaman da gidebilirim”
“uyuycaktın hani?”
“uyucam evet. diğer odadakiler kim”
“refik ve tuncay. çağırayım mı?”
“git”.
“çağırayım”
“gider misiniz?”
“siniz? hepimiz mi?”
“evet hepiniz. özleminizi de alıp gidin, ki yok zaten”
“var ama şu an burda değil”
“yok” dedim, “hiç olmadı. hiç olmadınız. hem daha önce gitmiştiniz. 2001 yılında. hepiniz birden. bi yerlere. peşpeşe. hatırlıyor musun.”
“unutarak yaşayan sensin” dedi bana, “gün içinde yapman gerekenlerden, geçmişte olan bitenlere kadar, her şeyi.”
“tekrarlamak için unutuyorum ben” dedim ona, “biri tekrar hatırlatsın diye unutmuş gibi yapıyorum, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için. aynı taşa tekrar takılıp düşmek için, daha önce yerden kaldıranın yüzünü unutmam gerekiyor”.
“güldüler ama sana”
“o lisedeykendi. evet, taşa takılıp düşmüştüm, ve arkamdan gülmüşlerdi”
“olsun, ha lisedeyken, ha dün gece, ne fark eder?”
“dün gece gülmediler” dedim ona,
“dün gece de mi düştün sen?” dedi,
“ya.. bilmiyormuş gibi yapma allah aşkına ya” dedim ona, “zihnimdeki labirentlerden kurtulup, karşıma geçiyorsun, sonra da olan biten hiçbirşeyden haberin yokmuş gibi konuşuyorsun”
“ha evet” dedi, sigaradan bir nefes daha çekip, dumanı havaya, tavana doğru üflerken, “sahi, dün gece de düştün, koşuyordun, otobüse yetişmek için, taşa takılıp düştün, sonra yanından geçenler bir şeyin var mı iyi misin dedi, öncel senin önünde koşuyordu, geri döndü..”
“hikayeyi biliyorum” dedim ona, “anlatman gerekmez”.
“iyi misin peki?”
“siga..”
“önce ekmeğini bitir”.
“benim değil o”
“girdap, önce ekmeğini bitir”
“benim değil”
“bi kere de doğruyu söyle olur mu? ve bunu yaparken, açıklamalardan geç, açıklama kısmında içinden konuş, nedenlere ihtiyacı yok insanların”
“o zaman hep susarım. sonuca gelemiyorum.”
“sonuç yok zaten oğlum” dedi, “al iç. başlangıcı da yok. akar gider”
“yazdım ben onu.”
“sen her şeyi yazdın zaten, biri konuşmaya başlayınca, ben yazmıştım ya öyle bir şey diye söze girip muhabbeti sikiyorsun her defasında”.
“yazdım ama..”
“yaşamadın. yazdın sadece.”
“yaşama konusunda yetenekli değilim” dedim, sigarayı yakıyordum, az sonra havaya uçacaktık. hava kaçıran bir akciğere sahiptim.
“saçmalıyorsun” dedi, “anlat hadi. noldu sonra? en son otobüse koşarken düşmüştün.”
“hiç.. yanlış kelimeler..”
“doğru zamanda mı bare?”
“bilmem. zamanın doğrusu var mıdır?”
“doğusu da vardır zamanın.”
“seni anlamıyorum” dedim, hayaletime.
“biri geçiyor” dedi
“çoktan geçti dedim, saat dört oldu”
“yok lan bu kez saat değil, kapıya bak”

kapıyı açma konusunda kararsızdım. olabileceklerden değil, olmayabilecekten korkuyordum. refik ve tuncay diğer odadan, peşpeşe çıkıp salona geçti. kapının buzlu camından görülebilen siluetler.. özlem nerdeymiş dedim seçile. bilmediğini söyledi.
“bilmem. bilmiyorum. kalk hadi.” ayağa kalkıp elimden tuttu. “kalk”
“seçil, yapma bunu. daha fazla delirmek istemiyorum ben.” kolumu çekiyordu,
“hasta değilsin sen, evin içinde, kimsenin görmediği, göremediği, bi kaç tiple beraber yaşıyorsun, hepsi bu”

kapıyı açıp, diğer odaya geçtik. yeşil bir halısı olan, kırmızı bir gece lambası olan, her şeyin her yere dağıldığı, ama buna rağmen epey derli toplu görünen, bir odaya. tuncay sehpanın üzerindeki tozu çizgilere bölerken, refik telefonla konuşuyordu. kardeşiyle. “ne zaman gelirsin?”

odaya girip, “naber” dedim
“hiç işte lan” dedi tuncay, “resim yapıyorum ben”
“kapattı” dedi refik, “gelmicekmiş.” ben refik’in dediğine aldırış etmeden, doğrudan bana söylediği halde..
“ne resmi” dedim,
“resim işte” dedi, “amfetaminden resim yapıyorum sehpanın üzerine. sonra resmimi burnumuza çekicez. parça parça. ki beynimize kazınsın, tablom. ama her parçası birimizde olucak, böylece ancak bir araya geldiğimizde tamamlanmış olucaz.
“amına koyyim senin tuncay” dedim ona, “ben keyfimden sormadım demi refik’e kimle konuşuyorsun, neden gelmicekmiş, nolmuş diye, bir araya geldiğimizde tamamlanmış olucakmışız da, amına koyyim. yok işte.” bağırıyordum ve ağlıyordum da.
“tamam lan dedi” tuncay, “resmin bi kısmını çizmedim zaten, onu sana bıraktım, senin çizdiğin kısmı da, özleme saklıcaz.”
“bira var mı” diye sordu seçil, araya girip, en azından konuyu değiştirme ve sakinleştirme adına.
“bilmem” dedim, “vardır herhalde, şarap var galiba, dolaba baksana bi”
“müzik açalım” dedi refik, “bu saat ondan sonra meselesini naptın sen?”
“çözdük onu ya” dedim, on dakka uzaklıkta bi adam var, abi satıyor musun diye sorduğumuzda, ‘satıcam tabii, sikmişim polisi, bi ton borcum var benim’ dedi. şarap var ama şimdilik.”
“güzel demiş” dedi seçil.
“şarabı da güzeldi” dedim.

refik bi sigara attı bana. havada kaptım. tuncay resmine devam ediyordu. seçil şarabı almaya mutfağa geçti. geri dönmüşlerdi. geri dönmüştüm. geri dönmüştük. ve çalan telefon, bristolün alan koduna sahipti.. “bileti aldım. ilk uçağa yetişicem, evi tarif edersiniz indiğimde, gelmenize gerek yok, bize bir şeyler de getiriyorum gelirken.”

2.
gecenin sonunda üçü de sızmıştı. refik ve seçil, çekyatın üzerinde, birbirlerine sarılmış, tuncay ise tekli koltukta, ayaklarını sehpaya uzatmış halde kalmıştı. telefonun çalmasını bekliyordum. sarhoştum. şarap sadece. tuncay tablosunu tamamlamış sayılırdı, bana bıraktığı kısım duruyordu sadece, ve çekmemiştik. bekliyorduk. bekletiyordu. ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum ama, benim de ne yapmak istediğim belirsizdi. her şey belirsizdi aslında. işe mi gitmeliydim.. işe gitmeliydim aslında. dün gece de. ondan öncekisinde de. daha daha önceki seferlerimde de.. es geçmiştim ama. hemen hemen her şeyi. delirmenin sınırında durduğumu biliyor, buna rağmen kafamı toparlamak için çabalamıyordum. kimse anlamazdı. o yüzden anlatmıyordum. seçile göreyse, kimseye anlatmadığım için, kimsenin anlamayacağını düşünüyordum. bana, bir şeylerin yerini değiştirmemi teklif ettiğinde dün gece, ne kast ettiğini çok iyi biliyordum, odadaki bir eşyanın yeri bile olabilirdi bu, ya da cüzdanı artık sağ yerine sol arka cebe atmak. ya da her şeyin giderek kötüye gittiğini değil de, kötüden geriye geldiğini. iyiye doğru olmasa bile. somut değişiklikler, soyuta aks eder miydi bilmiyorum. kafamı toparlayamadığım için mi odam dağınıktı. önce nerden başlamak gerek diye sormuştu bana dün gece tuncay, ebesini siktiğimin herifi tablosundan bahsediyordu ama onun söylediği her şey, başka herşeyle ilintili olabilirdi. onunla konuşuyorsanız, geniş alanda düşünmeniz gerekiyordu, yaptığı ortalarda top, kendi ceza sahasında ki adama bile gidebilirdi. sol ayağım ağrıyordu, yara olmuştu, düştüğüm için, hem de birkaç yerden, sanırım bi gün önce ki gece kanamıştı, ama hissedememiştim, “merhem sürelim moruk” demişti refik, “sikmişim merhemi” demiştim. üzerine de tuncay, her zaman ki lakayt tavrı ile, “ben de meryemi siktim” demişti, “ardından isa doğmadı ama.” ne demeye çalıştığını anlayamamıştık ama, bakıldığı zaman bazen, aşırı seksist davrandığı söylenebileceği halde, bir kadının incinmemesi için, kendi canını verebilecek kadar, hassasiyetliydi. ve orada öylece sızmıştı işte, gece. son sözü, sızmak üzereyken, ben ona seslendiğimde, “ben iyi biri değilim” oldu.

bi sigara yakıp, balkona çıktım. telefonu da yanıma alarak. yoldan geçen insanlara bakıyordum. işe giden insanlar. okula giden çocuklar. arabalar. bulutlar. hafiften esen rüzgar ve ortaya çıkmamak konusunda inat eden güneş. telefon çaldı ardından. “alo?”
“nerdesin lan sen?”
“hiç abi” dedim, “bilmiyorum”
“telefonun niye kapalıydı gece”
“ben de kapalıydım çünkü”
“gene fazla mı kaçırdın piizi.”
“evet, ama…”
“başka şeylerde var bu kez de mi?”
“hı hı” ve yüzümde patlarcasına bir cümle kurdu vardiya amirim, üstelik bunu laf sokarcasına değil gülerek söylemesi, tokadın şiddetini arttırdı, bu amaçla söylenmemiş olsa da onun tarafından..
“senin yerine ben geçtim makineye oğlum, lan ara ara, saat bir oldu, iki oldu, yok”
ne diyeceğimi bilemedim, sustum sadece, ve o ardından, her zaman ki iyi niyetiyle
“haber verseydin bare” dedi, “akşama gelicen mi?”
“inşallah abi”

telefonu masanın üstüne koyup, yere bağdaş kurdum. sırtımı balkonun demirlerine dayayarak, içeri, odaya, daha doğrusu henüz açılmamış ve belki de hiç açılmayacak olan panjurlara bakıyordum. sigara bitince tazeledim. ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. bir ara yağmur yağmış. ayağa kalkıp yolların ıslak olduğunu görünce fark ettim bunu. uyumamıştım ama. sigara üstüne sigara içmiş, en sonunda biten paketi buruşturup ayağa kalkmıştım. kül tablosunda bir şaheser yarattım mı bilmiyorum ama onu da elimden düşürünce, sağlam bir küfür ettim kendime. sese uyanan seçil balkona koştu. “adamım ben toparlarım, sen git bi kahve yap bize” dedi.
“herkes beni idare ediyor” dedim ona.
“herkes kim lan?” dedi.
“herkes işte” dedim. “işyerindekiler, ailem, arkadaşlarım, siz.”
“bizi karıştırma” dedi, eğer saydığın ve içinde kendini var etmediğin herhangi bir kategoriye bizi de eklersen, külahları değişiriz”
“kukuletaları değişelim” dedim. güldü ve gözleriyle mutfağı işaret ederek, “kahve” dedi. “hadi”

odaya girince, panjurları açtığını gördüm. “biraz ışık girsin kaparız” dedi,
“odayı havalandırmak gibi yani” dedim
“ışıklandırmak diyelim”
“hava kapalı ama”
“onu da açarız, eğer istersen kar bile yağdırabiliriz izmire”
“sigara bitti” dedim.
“ben alırım” dedi, “para kaldı mı?”
“yazdırıyorum yahu”

3.
saat sabahın sekizi olmuştu. ve hâlâ çalmamıştı lanet olası telefon. uçak düşer diye endişe etmiyordum. özlem uçağın tuvaletinde intihar ederse, hastaneye yetiştiremezler diyeydi, endişem. “bu kadar tedirgin olma, gelicek” dediğinde seçil, ne için endişe ettiğimi de biliyordu, hepimiz endişe ediyorduk, sürprizlere bayılırdı özlem, özellikle bu sürpriz kendi ölümü üzerine kurgulandıysa, ve onca yıl, neden ölü taklidi yaptığını, sormayacaktım ona. söyleyeceklerinden korkuyordum. ya da ağzıma sıçacağından. birkaç cümle içinde. ona gitme dediğimde, ilk seferinde, fena kapışmıştık. kapışmamıştık aslında, o birkaç şey söylemişti, beni yatıştıran, ben de susmuştum. gelicem, gider gelirim. falan filan. sonrasında, temelli gideceğini söyledi, ve ben o gün, 2 saat boyunca, sustum. biliyor olmalısınız, tabii okuduysanız, en azından ben, ne anlattığımı biliyorum, ne yaşadığımı da.

anlatmadığım çok şey var. anlatırım belki. zamanla. hikayedeki ara boşlukları merak ediyorsanız yani. ki sanmıyorum. bir kişi dışında hiç kimsenin umurunda değil.. olan biten.

ayağım ağrıyor dediğimde seçile,
“sikmişim ayağını” dedi refik, yatakta gerinerek, gözlerini açıp, “sana merhem sürelim demiştim”
“ben de sikmişim merhemi demiştim” dedim.

gülümseyip, kafamızı tuncaya çevirdik. bir şeyleri sikme sırası ona geçmişti ama onun gözlerini açıp bir şey söylemesi için önce bizi duyması gerekiyordu. yoksa kaçırmazdı bu fırsatı. hepimizi gülümsetecek bir küfür sallar, ardından hiçbirinizin anlamayacağı felsefesinden parçalar sunardı.

sahi, herhangi biriniz, şu ana kadar olan bitenle ilgili, herhangi bir mantık hatası, saçmalık, ya da iğretilik hissettiniz mi? ben çok hissettim. 31 bir yıldır kusamadığım bir cenini taşıyorum zihnimde. ne büyüyor, ne ölüyor.

bi üçlü sarmaya başladı refik, yataktan doğrulup. “akşama doğru anca gelir” dedi, kardeşini kast ederek. “direk uçuş yok, biliyorsun, amsterdam üzerinden geliyor”
“gelirken bize bir şeyler getircem demişti, o yüzdenmiş demekki”
“bilmiyorum da, on dakka içinde fikir değiştirdiğine göre, başka bir şey de olabilir, içicen mi?”
“olur”

yakmam için bana uzattı cigaralığı.. yaktım.

4.
yeşil halılı odada oturuyorduk. ya da yeşil odalı halıda. ne fark eder? oturuyorduk işte. tuncay da uyanmıştı. bir ara bi öksürük sesi geldi mutfaktan. ayağa kalkınca ben, nereye gittiğimi sordu tuncay, “babama bakmaya” dedim, “baban mı?” diyince refik, şaşkınlık içerisinde.. seçil’in ona uyarır gibi hafifçe vurduğunu ve bana “tamam bak, gelirken de su kapsana ya, susadım” dediğini söylersem, sizin de kafanızda bir soru işareti uyanır mıydı? ben de uyanmadı. en azından o an. ve “neler oluyor” dediğimde de, pas vermediler. ve neler olduğunu, şu an düşününce, o günlerden 44 yıl sonra yani, yetmiş beş yaşımdayken, babamın benim yüzümden mi öldüğüne ya da benim herhangi birinin yüzünden mi yoksa kendi manyaklıklarım yüzünden mi delirdiğime, hâlâ karar vermiş değilim. iyileştim gerçi. annem öldü ve babam öldü ve abim intihar edip, ablam şeker komasına girip çıkamadı, yiğenim evlenince, ben de bi başıma kalakaldım bu odada, bu evde, bu salak hayatımın içinde bi yerlerde. sıkışıp kaldım. ve ardından, eski halüsinasyonlarıma ya da halüsinasyon olduğuna herkesi inandırdığım kendi gerçekliğime geri döndüm.

“baba” dedim babama, mutfağa gidip, “bir şey lazım mı?”
“arkadaşların mı geldi” dedi
“evet. ama. yani. şey. sen.. onları…”

bingo. ama bi saniye. nasıl yani?

kehanetimi daha önce düşleyebilmiş miydiniz?

telaşla, ve hızlıca, odaya dönüp
“defolup gidin” diye bağırdım onlara, “hemen şimdi, hiç vakit kaybetmeden, tüm eşyalarınızı ve yaşanmışlıklarımızı alıp, gidin”
“bizim moruk iyice kafayı yedi” dedi tuncay, çünkü durumu idare etmesi için diğer ikisi, kontrolü ona bırakmıştı, ve bunu da, yaklaşık olarak ben onları kovduktan üç dakika 17 saniye sonrasında söyledi. hazır cevap joe’muz form mu kaybediyordu yoksa durum sandıklarından ve sandığımdan ve sandığınızdan daha mı karışıktı. “hâlâ anlamıyorsun de mi?” dedi,
“evet anlamıyorum” dedim, “anlamak istemiyorum, böyle iyiyim ben, tamam mı? bu yaşantı içerisinde, gayet iyiyim, neyin gerçek neyin hayal olduğu umrumda bile değil artık, kayboldum, aramayın, beni bulamazsınız, düştüğüm yerde, kendimi aramaktan vazgeçtim. hem annem gelicek birazdan. sizi burda görmese iyi olur. uyucam ben. işe gidicem gece. defolup gidin”
“beraber gidelim mi?” dedi tuncay, “ne dersin? senin o aptal kafana gerçek bir kurşun sıkmamızın zamanı geldi hem. o işyerim dediğin çöplükte de hâlâ kafana dank etmiyorsa gerçek, kafana gerçek bir kurşun sıkarız olur biter”
“harbi mi” dedim, “yapsanıza öyle bir şey?”

“telefon” dedi refik. “sessiz olun bi saniye..” açtı. “alo.”
“nerdeymiş” dedim
“bi saniye” dedi bana ve balkona çıktı sesini parça parça duyuyordum ve ben duymayayım diye de sanıyorum tuncay yüksek seste bir şeyler zırvalarken, seçil de balkona çıkamayım diye önümde dikiliyordu. anlam veremediğim o kesik cümleleri şöyle tamamlamıştım o gün kendi zihnimde ve yanılmadığımdan emindim..
“gelmek zorundasın.. bak.. ya anlıyorum tamam! ama.. ama, bak, bi saniye.. giderek verebileceğin en büyük zararı vermişsin zaten adama tamam mı! gelmek zorundasın.”

içeri döndü refik. telefonu elime vererek, “hiçbir şey sorma bana” dedi, “dilersen kendin ara, ama bana sorma.. tamam mı?”

numaraya baktım. hala bristolün kodunu taşıyordu. yere çöküp, sehpadaki resmi tamamlamaya başladım. bir yandan ağlarken. başım döndü galiba. geriye doğru düştüm. sırt üstü. bayılmışım. kendime geldiğimde, odamdaydım ve saat gecenin üçü müydü, ertesi günün üçü mü bilmiyorum ama, duvardaki saatin akrebi üçün yelkovanı 5’in üzerindeydi. panjurları hiç açmadığım, üzerine örtülü olan kapkalın bir perdeyi de bi gram bile oynatmadığım için, odamın rengi pek değişmiyordu, ışık yanıksa aydınlık, kapalıysa loş veya karanlık.

ayağa kalkıp diğer odaya geçme konusunda kararsızdım. onlarla mı karşılaşacaktım, yoksa annem ablam yiğenlerim ve abimle mi? hiç ses de gelmiyordu. gerçeklik algınızı tamamiyle yitirdiğinizin farkına varınca, algınızın gerçekleyebileceği ve başkalarına doğrulatma şansınız olan her şeyi ret etmeye de başlayabilirdiniz. ben öyle yapmıştım en azından. özlem kendini suya attığında mesela. ve birkaç kişi onu kurtardığında. “adamım bak, ben gerçeğim” dediğinde. şu an ise, neyin gerçek neyin halüsinasyon olduğu konusunda tekrar şüphe etmeye başlamıştım. ve bu durum, öncekine göre daha da kötüye gittiğimi gösterirdi. hastalık ilerlemiş, ve beynimde ki tüm ölü hücreleri de birer zombi haline getirmişti. zihnimin koridorlarında, yaşayan ölülerin otuzsekizbininci versiyonu çekilirken, kimden yana olacağıma ya da kimin ölü olduğuna karar vermekte zorlanıyordum. dün geceden sonra, emin olabileceğim hiçbirşey kalmamıştı geriye. bir kadın tarafından ret edilmiş, onun öncesindeyse çok berbat bir şekilde yere kapaklanmış ama umursamamıştım yara bereyi. hemen ayağa kalkıp eşofmanımı çıkardım. yaralar hâlâ duruyorsa o gece gerçekten düştüğüm anlamına gelebilirdi. ama.. ya da bu hâlâ, halüsinasyondan yaralarımı gördüğüm anlamına da gelebilirdi. olsun. yine de deneyecektim şansımı. kalktım. ve kalkar kalkmaz halıya düşmem bir oldu. başım hâlâ dönüyordu. sese gelen annem, ya da seçil, seçil annem miydi, annemi seçil olarak mı görüyordu zihnim, psikozun yoğun halinden çıkamamış mıydım yoksa gerçekten seçil mi gelmişti odaya, bilmiyorum. geldi işte. biri geldi. ışığı yakıp yanıma yattı. “hepsi geçicek, sakin ol, tamam mı? seni seviyoruz”
“hı hım”

tekrar uykuya daldım.

4.
eski zamanların birinde. ikinci psikozumda. yani 2009 yılında. ablam üzerime çıkmış, omuzlarımdan beni yere bastırıyorken, annem olan bitenlere uflayıp tıkanıyordu. babamsa diğer koltukta kaygılı bir şekilde yüzüme bakıyordu. ve bana göre, annem kurban edilmemi isteyen şeytan, ablamsa boğazımı kesmeye çalışan kabildi. babamsa tanrı.

tabii bunları zihnimin uydurduğunu, olanzapin etkili bir atraksiyonu içtikten sonra fark ettim. ama şu an, ne ilaç almak ne de bir psikoloğa görünmek istiyordum. gerçek dünyaya dönmekten daha çok korkutan hiçbir şey yoktu beni. gerçeği merak etmiyor, öğrenmeyi de arzulamıyordum. üçüncü psikozda mıydım? ya da birincisinden hiç çıkamamış mıydım? ya da sadece başkalarına psikozda olduğumu söylediğim zamanlarda mı gerçeğimi yaşıyor, çıktığıma inandırıldığım vakitlerde mi gerçek psikoza giriyordum. bilmiyorum. yani bilmiyordum. şu an, bu hastane bahçesinde, 75 yaşında bir adam olarak, size her şeyi anlatıyorsam, henüz tüm detaylarıyla olmasa bile, anlatıyorsam, bu, öğrendiğim anlamına gelebilir. gelebilir değil, geliyor, kesin ve net olarak. ama o günlerde, ve daha öncesinde, ve daha sonrasında, seçil’in baştan sona haklı olduğu tavsiyeyi kabul etmeseydim, şu an kardiyoloji bölümü yerine akıl hastanesinde yatıyor olurdum. “x ve y’nin yerini değiştirmek aklına gelmiyor hiç”





reincarnated

1.
soracak olursanız eğer, neden başlıklara, ingilizce isimler verdiğimi, bunun bir açıklaması yok. ama hoşuma gidiyor. matrix’in ‘re’ ile başlayan eklere bölünüp devam ettiği vakitlere nazire yapmıyorum. ama eğer hayatınızda, on dakikalığına bile psikoza girmiş olsaydınız, ve materyalist açıklamalardan bi haber bilginizle, konuya odaklansaydınız, makineye bağlı bir fanusun içinde yaşadığımızı deklare eden felsefeye gıpta ile bakardınız. işin gerçeği ise, makineye bağlı birer fetüs olduğumuz.. ah kapitalizm vah kapitalizm.

işe gittim o gün gece. ama size bundan bahsetmeyeceğim. geri sarıcam bandı. epey geri. ama sarmadan önce, şunu söyleyerek, arda kalanı tahmin gücünüze paslamayı düşünüyorum: özlem’le telefonda konuşan refikti. her iki seferinde de. ve ilk konuşmasından sonra, çalan telefon, benim telefonumdu, gelen çağrı değil, mesaj tonunda ötmüştü,  açtığımda, “bileti aldım. ilk uçağa yetişicem, evi tarif edersiniz indiğimde…” zırvasını okumuş, ertesi günse refik’in balkonda bana çaktırmadan konuşmasına şahit olmuştum. geriye döner mi? ne dersiniz? biz geriye dönsek? beş yıl öncesine? “5 yıl önce.. karşıyaka’da bir evdeyim..” hatırladınız mı? yok hayır, düşününce, ve bunları anlatırken içinde bulunduğum zaman dilimini referans alıcaksam, 57 yıl önce şeklinde başlamalıyım. ama ben 13 yıl önceydi diye başlamayı tercih ediyorum. 57 çok uzak görünüyor gözüme. 2001 yılı şubat ayıydı desek? çok susuyorsun sevgili okuyucum, çok..

2.
2001 yılı şubat ayı. karşıyakada bir evdeyim. ev üçüncü katt… ezberleyemediniz mi hâlâ? ben sıkıldım artık, tekrar etmekten.. geçelim..

refik bir üçlü sarıp seçil’e uzattığı sırada, kolumu özlem’in boynuna atıyorum, kendime çekmek için. o ise üfleyip, ayağa kalkıyor. odanın kapısını açıp çıktığında özlem, seçil’le göz göze geliyorum. gözlerini kısıp, dudaklarını birleştirerek içeri çekiyor. tarif edebildim mi o hareketi? yani duyguyu? yeteneksiz bir yazardan ancak bu kadarı çıkar. idare edin. devam ediyorum. siz devam etmeyecek olsanız bile, okumaya, buna mecburum. başka çarem yok. şu an yaşadığım hayatı düşünecek olursak, 3 saat uykuyla duran ve bir saat sonra gece vardiyasına gidicek olan yazarınız.. şşşt, gerçekliği öldürme.. gerçekleşebilecek hiçbir şey kalmadıki, ya da hepsi gerçek..

içeri döndüğünde, boş olan tek koltuğa geçti özlem. refik o sırada, “sikerim böyle hayatı” diyerek kalktı ve çıkıp gitti.

“bişey söylesene be” dedi özlem. iki saattir tek satır konuşmamıştım ve sabahın köründe bristole gidicek olan uçağa bir bileti vardı. bu sefer brüksel üzerinden.

“ben yukarı çıkıyorum” dedi seçil, ve çıktı. ve bugüne kadar kaçtığım gerçeklikle yüzleştim.. beni seviyordu. ama istemiyordu. benimle beraber batmak istemiyordu. yani daha doğrusu benim batmamı istemiyordu. ilk sigaramı onunla içmiştim. ilk hapı ondan arakladım. sonra benim, onu hayatta tutmak istemem karşısında, bunu ret edip, kendi kendine batmaya gitti. sonra da bir gün, gecenin köründe, arayıp, “ölmeye ihtiyacım var” dedi ve ardından abisi ile öldüğü haberini gönderdi bana. ve daha sonra, zihnim, bu stresi kaldıramadığı için, onun ölmediğine, çünkü aslında hiç yaşamadığına, ve bir halüsinasyon olduğuna inandırdı beni.

ve şimdi. 2013 yılının eylül ayında. havaalanında. inecek olan uçağı bekliyorum, camekandan aprondaki işçilere bakarken.

o gün ise, yani o sabah, 2001 şubatının sabahı. bana sezdirmediğini düşünerek kalktı yataktan. uyumuyordum. uyumuyordu. konuşmuyorduk. yatıyorduk öylece. sarılmamıştık bile. aynı çekyatta yanyana ve sırtı üstü uzanmış tavanı izliyorduk. sadece kırmızı ve ışığı az olan gece lambası yanıyordu. loş tavan. loş oda. loş hayat. loş aşk. benim uyumadığımı biliyor muydu, ya da uyandırmak istemedi mi, kalksaydım, neler olabilirdi, bilmiyorum. kalktı o. üzerini değişip, dün geceden hazırladığı çantasını da alarak.. ve evden çıktı.

ve eve girdik. 2013 yılının eylülündeyiz tekrar. mutlu bir tebessüm vardı yüzünde. acı bir tebessüm de olabilirdi aslında, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum, o, uçaktan indiğinde. valizini bekliyordu. gözgöze geldik. oraya girmem yasaktı. bekliyordum. şut altında ki elemanlar onun valizini atmamıştı hâlâ. kayan bant dönüyor, ama o valizlere arada bir bakıyor, genellikle yüzü bana dönük bir halde, gülümseyerek ve elini nereye koyacağının şaşkınlığında kendi yanaklarına ve dudaklarına dokunarak, ya da saçını kaşıyarak, zaman öldürüyordu. çocuktu hâlâ. hiç büyümeyecekti. beklemekten vazgeçip bana doğru gelmeye başladı. “seni çok özledim adamım” diye bağırarak üstelik. herkesin içinde. sarıldı. sarıldım. saçları eski canlılığındaydı. siyah düz uzun. gözaltlarındaki onu ele veren morlukları kaybedememişti hâlâ, ama kolundaki jilet izleri kaybolmuştu, uzun zamandır devam etmiyordu anlaşılan, kendi bedeni üzerine açtığı tünelin inşaatına, ya da o konuda da beni kandırmıştı, şakacıktan.

“gidelim hadi” dedi, “daha çok sarılırız”
“valiz” diye sordum..
“yok oğlum” dedi “ne valizi. mahsusçuktan bekledim”.

3.
bir şey söyleyeceğim. ben parçalar halinde anlatırım. onu bütünselleştirecek olan sizsiniz.

anlatmadığım bir şey daha var. geçmişe dair. tuncay’ın geçmişine. onun bana anlattığı.

bir keresinde.. 2000 yılının kasımında sanırım. onunla evde yalnızdık. alsancaktaki evde. hani şu refikle beraber kaldıkları. o kadar karışık anlatıyorum ki, bu yüzden ek açıklamalara gerek duyuyorum, anlamanız için. hoş anlayıp anlamamış olmanız umrunuzda mı bilmiyorum. benim umrumda mı, orası tartışılır. nerden ve kime baktığıma göre cevabı değişebilecek bir soru bu. ve bazen, kullandığınız bazı kelimeler, anlatmak istediğiniz şeyin içine edebilir, ‘seni iterdim’ gibi mesela. söylemeye çalıştığınız şeyle söylediğiniz şey arasındaki uçurumu, köprü vaziyeti görebilecek hiçbir açıklama birleştiremez.

ne diyordum? tuncay. 2000 kasımı. alsancaktaki ev. seçil ve refik dışarda bi yerlerdeydi o sıralar. özlem’in ise bristole ilk gidişiydi. ıskalamanızı istemem, sonra tekrar gelip, uzun uzun uzun bir süreliğine ikinci kez gitmişti. daha önce anlattığım şeyleri tekrar etmemi istemiyorsanız, hatırladığınıza inandırın beni..

vakit akşamüstü. hava yağmurlu. evdeyiz. tricky’in maxinquaye’sini döndürüyoruz oda sıcaklığında. türbülans’a yakalanan zihnimi, cigaradan bir öpücük daha alıp sakinleştiriyorum.
“neden böyle” diyor tuncay
“ne neden böyle” diyorum
“sen hep susarsın” diyor “bense çok konuşurum”
“az önce sorduğun neden sorusu bu muydu abi” diye soruyorum, emin olmak için
“hayır” diyor, “yeterince içmiyorsun biliyor musun?”
“yeteri kadar içtiğimi nerden anlayabilirim?”
“neden anlayasın ki, duracak mısın o noktada?”
“durmazsam nolur?” diyorum, basit bir şekilde
“sızarsın işte” diye yanıtlıyor, “ama bir süre sonra, tüm toplanmalarda, tüm arkadaş sohbetlerinde, dışarda ya da evde, ya da orda ya da burda en çok içtiği halde en önce çakır keyif olan ama en son sızan sen ve en erken ayılan sen olursun, ne demeye çalıştığımı anlıyor musun?”
“hayır abi” diye yanıtlıyorum, henüz 18’inin sonlarında bir çırağım
“demeye çalıştığım şey şu” diyor ve iki dal sigara daha kırıyor önündeki sehpanın üzerindeki kitabın üzerine.. ardından ölümüne doğru koşsa da hâlâ yaşayan dalgadan derin bir nefes alıp bana uzatıyor “öldür”
“dinliyorum abi” diyorum, dumanı ciğerlerime davet etmeden önce.
“sorun şu ki” diyor, “kendi zihnimin içinde dolanan, ve hiç kimseye anlatmamaya karar verdiğim yığınla kelime dolanıyor. kemirgen kelimeler. yiyip duruyorlar beni. ve anlatırsan kurtulacağını sanırsın böyle durumlarda. yani insanlar öyle sanır. yarıyor da olabilir belki, kimilerinde, bilemiyorum, ben, kendi üzerimden anlamlandırabilirim hayatı. anlattığım zamanlarda oldu, şüphesiz. ama o aptal bakışlar karşısında, kendimi aptal gibi hissetmeme neden olan sabahlara uyandım. ‘neden anlattım ki’ kaygısı mı, ya da ‘nasıl anlamazlar ki’ şaşkınlığı, bilmiyorum. ve artık, kendimi frenliyorum moruk, hiçkimseye bi sikim anlatmıyorum aslında, çok konuştuğum halde üstelik, refik dışında kimse bilmez içimden geçeni, o iki kancık da dahil buna” burada duraksıyor, çünkü özlem ve seçil’e kancık diye hitap etmesinden rahatsız olduğumu fark ediyor olmalı, o ise rahatsız oluşumdan rahatsız oluşunu hissettirdi bana. elindeki çakmağı duvarda patlatıp, “kime ne anlatıyorum ki” dedi, “refiğe götün teki desem gene mi alınacaksın sen?”
“alınmadım da abi” dedim
“neyse siktiret” dedi.. ayağa kalkıp mutfağa giderken, nereye noldu diye sorduğumda gelcem yanıtıyla yere düşmesi bir oldu. sert bir düşüş değildi ama eli kanıyordu. nerden kesildiğini anlamadık. avcunun işaret parmağına doğru olan kısmı. bir peçete buldu nerden bulduysa darmağınık odada. ve geri dönüp yerine oturdu bi süre yerde kaldıktan sonra. peçeteyi eline bastırmıyor, peçetenin değişik yerine kanayan yeri dokundurup çekiyordu, yirmi yirmibeş kez bunu yaptıktan sonra peçeteyi açtı ve “bayrağımızı beğendin mi?” dedi, “nereye asalım?”
“bilmem” dedim
“beğenmedin mi lan amcık doğru söyle” dedi, “üzerindeki kan benim diye kıskandın mı yoksa, beğenmeyişinin asıl nedenini irdeleyelim hadi”
“abi sen bişi anlatıyordun” dedim
“sen de merak etmiş numarası yapıyordun” dedi

ve size, tuncayla ilgili anlatacağım şey bu işte. daima yaptığı şey. kavga çıkarmak. ben oltasına gelmiyorum diye kızıyor olabilirdi, ama o gün, farklı bir şey oldu, tepkimi ölçmek için söylediğini söyledi, kancık kelimesini, sonra, ardından, bayrağımızı, yani kanlı peçeteyi, buruşturup çöpe attı ve “kadınlarla şu peçeteyi eşleştiren heriflere tecavüz edilen bir film çekesim var” dedi, “müziği değiştirsene”
“ne açayım”
“bilmem, başka bir şey”

kalkıp, sessizliğe boğdum fonumuzu.

odanın içinde sessizce oturmaya başladık. on beş dakikaya yakın, dışarıdan gelen yağmurun ve arada bir gürleyen göğün sesini dinleyip, bekledik öylece. bir şey söylesem ne cevap vereceğini bilmiyordum ama konuşmak istediğim çok şey vardı. konuşmuyordum ama. o zamanlar, hiçkimseyle, ve nerdeyse hiç, konuşmuyordum, bir noktaya kadar, belli bir promile kadar diyelim. sonra,

“abi” dedim, bir şeyler söylemek için, durdum,
“yağmur neden yağar biliyor musun” dedi,
“az çok” dedim
“anlat o zaman”
“nasıl yani” dedim
“anlat lan işte, abi dediğinde söyleyeceğin şeyi anlatmandan daha iyidir”
“ne anlatacağımı biliyor musun” dedim
“sen nasıl anlatacağını biliyor musun” dedi
“neyi” dedim şaşkınlıkla sanki kendi anlatacağım şeyi soruyormuşum gibi
“neyi değil kime diye sorucaksın” dedi ve cüzdanından bi kağıt çıkardı. bi telefon numarası. ama hiçbirimiz telefon kullanmıyorduk.
“numara bu” dedi, “ara, ve bir şeyler saçmala”
“telefon?”
“bakkal?”

kalkıp evden çıkmaya hazırlanırken, gelirken sigara migara da al dedi ve “gel ama olur mu, kafayı duvara filan vurayım deme yani, vuracaksan da bu odadaki duvarlara vur”

hiçbirşey anlamamıştım elbette, ve söz konusu telefon numarasının onunla mı yoksa benimle mi ilgili olduğunu bilmiyordum. ya da telefona kimin çıkacağını. merdivenleri koşar adımlarla indiğimi biliyorum sadece. inerken de iki üç kez kusma tehlikesi yaşadığımı. neyseki merdivenleri kirletmeden, ama sokağın ortasında az biraz öğürürken refik ve seçil’le karşılaştım. elimdeki kağıdı gören refik, “gel oğlum” dedi, “tuncay’ın oyunlarına alet olma”
“ne oyunu abi ya” dedim
“gel anlatırım evde” dedi ama ben yine de
“yok abi epey ciddiydi ya, bi arayayım” dedim.

seçil “bırak gitsin, gitmesi daha iyi” dediyse de refik buna izin vermedi ve hep beraber bakkala gidip ekmek sigara kahve falan alıp, eve çıktık.


4.
taksiyle gidelim dedimse de ikna edemedim özlem’i. bu arada, 2013 yılının eylülündeyiz tekrar. hani özlem’i havaalanından almıştım. hatırladınız mı? öncesinde ne mi olmuştu? ne kadar öncesinde? acele yok..

taksiyle gidelim dedim ona, bir an önce evde olmak mı istiyordum, yoksa o insan kalabalığını tek şoförden ibaret mi kılmak yol boyunca, bilemiyorum.
“izbanla gidelim” dedi
“olur” dedim, hiç itirazsız, eski günlerdeki gibi.

turnikelerden geçerken elimi bıraktı, ama sadece turnikelere geldiğimizde, ve tek kişinin ittirip döndürerek geçebildiği şu demir çubuklara ikimizi birden girip geçtik, güvenlik görevlisinin şaşkın bakışları eşliğinde bunu yaptık ve ardından tekrar elele tutuşup yürümeye devam ettik. uzun bir yol vardı havaalanından izban durağına kadar. bilmeyenler için açıklayalım, izban, izmirde ki hızlı trenlere verilen isim.

yol boyunca nerdeyse hiç konuşmadık ve daha en başında aldığım bir karar vardı. ona neden gittin, ya da bunca zaman nerdeydin, ve buna benzer sorular sormayacaktım. cevabını bildiğim sorulardı bunlar ve bir de ondan dinlemek için sormuş olmak, üstelik bunu, çaktırmamaya çalışarak yapmak, iğrenç bir tavır olucaktı. ama bir tavır, kendinize göre gerçekte ne kadar iğrenç olursa olsun, beyin hücrelerinizi kemirip iliğinizi emen bir şüpheden kurtulmak için takılınabilir de, zaman zaman.. ve ben aslında, gerçeğe dair, azın azına dahi vakıf değilim. hiçbir konuda hiçbir şey bilmiyorum ve bunu büyük harflerle dile getirmekten kaçınmadım hiçbir zaman, buna rağmen bilgiçlik tasladığım zamanlar, gerçeği dile getirdiğim zamanlara oranla daha fazladır. çünkü etrafımızda, o ukalaca olan küstahlığı takınmamızı hak eden o kadar çok mahlukat var ki, başka türlü uzaklaştıramıyorsunuz onları yanınızdan. ama bunun konumuzla ne alakası var, öyle değil mi? neyin konumuzla alakası var ki allah aşkına, söyler misiniz, konu neydi ki hem? he tamam, güzide bir aşk ilişkisi, siz öyle sanmaya devam edin..

yol boyunca nerdeyse hiç konuşmadık ve o sürekli camdan dışarı bakıyordu, arada bir göz göze geliyorduk, bana işaret ettiği bir şeyler olduğunda. aslında cümleyi şu şekilde de kurabilirdik:  yol boyunca nerdeyse hiç konuşmadık ve ben sürekli ona bakıyordum, arada bir göz göze geliyorduk, bana işaret ettiği bir şeyler olduğunda. hatta bu cümleyi özlem kurmuş olsaydı şöyle de diyebilirdi: “yol boyunca nerdeyse hiç konuşmadı, ve sürekli bana bakıyordu, bense camdan dışarı, onunla sadece dışarıda gördüğüm bir şeyleri işaret ettiğimde göz göze geldim.”
tek bir cümlesiyle bile, karakterinizin olay yerine bakış açısını net olarak okuyucuya verebilirsiniz aslında. ve bunu o aptal yazarlık kurslarında öğretemezler.

evet hiç konuşmadım. izledim sadece. ineceğimiz yere gelene kadar, sonra tuşa bastım. sonra kapı açıldı. ve kalan yolu otobüsle mi yoksa yürüyerek mi gitmek istediğini sordum, istasyondan çıktığımızda.

gitmek istemiyordum aslında dedi
ve benim şapşallığım üzerimdeydi, anlamadığımı söylediğimde
13 yıl önce işte dedi, gitmek istemiyordum aslında, yani herhangi bir yere gitmek isteseydim de yalnız gitmek istemezdim.
bunu evde konuşalım mı dedim ona yürüyelim istersen ha?
hayır evde de konuşmayalım yürümeyelim de ilerde bi park vardı demi?
evet şirinyer parkı var
orda oturalım mı biraz
olur

gidip parktaki bir bankta oturduk.
hiç eşya almamışsın dedim ona
yazdığın her şeyi okudum dedi
ne zaman diye sorduğumda ne önemi var şeklinde bir karşılık aldım bilmiyorum bir önemi var mıydı yeni mi okumuştu o yüzden mi gelmişti ya da başından beri takip ettiği için mi gelmek istememişti ki onun hakkında bugüne kadar tek bir kötü satır yazmamıştım hissetmemiştim çünkü onun hakkında tek bir an kötü bir şey hissetmemiştim kendimi kötü hissetmiştim daha çok hepsi bu noktalama işaretlerini bile anlamsızlaştıran aşk


eve geldiğimizde. yani 2000 yılının kasımında.. seçil ve refik ile. hani tuncay beni bakkala bir numarayı aramam için gönderdiğinde. refik de bana tuncay’ın oyunlarına alet olma dediğinde. ve eve geldiğimizde..

tuncay, “naptın” dedi, “aradın mı?”.
“aramadı” dedi refik, “sen arasana..”
“siz neden bahsediyorsunuz ya?” dedim “kimin numarası o?”
“hiçkimsenin değil” dedi seçil, “yanlış numara. hem sen açınca ne demeyi planlıyordun ki?”
“hiç bilmiyorum”
“merdivenleri inerken düşünmedin mi?”

“kimi aradığını düşünüyordun” dedi bana tuncay, o bildik ve emin tavrıyla.
“kimseyi aradığını düşünmüyordu” diye benim yerime konuştu refik, “tuncay da kimseyi aramayı düşünmediğine göre, mesele kapanmıştır, bira aldık, susup bi film izleyelim”
“film izlemiyoruz” dedi tuncay, “ben bu çocukla konuşuyorum, siz de evden gidiyorsunuz”
“hiçbir yere gittiğimiz yok, sen de kimseyle konuşmuyorsun, kendinle konuşmaktan korktuğun şeyleri başkaları üzerinden çözmeye çalışmaktan vazgeç artık”
“kimi aradığını düşünüyordun” diye yineledi tuncay ve işaret parmağını ağzına götürüp diğer ikisine susmaları emrini verdiyse de seçil
“özlemi aramak senin için bu kadar zor mu tuncay, hayatın boyunca bu açmazınla ayda birkaç günümüzü heba etmenden daha mı zor?” dedi
“özlem’in numarası mıydı o, ama o yurtdışında değ…” ve tüm flaşlar bu noktada ardı ardına patladı. söz konusu özlem, bizim özlem, yani benim özlem, yani refik’in kardeşi olan özlem, değildi. bu, tuncay’ın bir zamanlar beraber olduğu, sonra terk ettiği ya da edildiği, -bu kısmını o an anlamadım, siz de şu an anlamayın, her şeyi beraber benim öğrendiğim zamanlarda öğrenelim-, bir hatunun numarasıydı. aslında onun numarası değildi. kafadan salladığı bir numaraydı bu. beni test ediyordu sadece. özlem’in, yani tuncay’ın özlem’inin numarası hafızasına kazınmıştı, belki değişmiş de olabilirdi ama bir numara vardı aklında işte. ama bana verdiği numara ile sadece beni test ediyordu. çünkü benim aklımdan, bir anlığına bile geçmiş olsun, ki geçmedi değil üstelik bir anlığına da değil, merdivenleri bile aklımda bu düşünce ile kat etmiştim, belki de yurtdışına gitmedi, belki de başka bir şehre, ya da yaşadığımız şehir içinde başka bir ilçeye, ya da ya da ya da’ların sonu kapıda seçil ve refikle karşılaşana kadar kesilmemişti. ve ben arayacaktım. deneyecektim en azından. kafamda bu kuruntu ile numaraları tuşlayacaktım. çünkü özlem, giderken, ararım seni demiş ama sonrasında beni bir daha aramasın diye haber göndermişti ve benim sorucak sorularım vardı çünkü giderken dönerim bir aya dönücem diye gitmişti ki gerçi dönmüştü ama sonrasında işte bir kere daha gitti ve şu 13 yıl sonra geldiği zamana kadar dönmedi ve sadece birkaç kez telefon açtı. sarhoş telefon konuşmaları. tartışmalar ve telefonu yüzlere kapatmalar.. tuncay’a gelirsek,  o, hiçbir zaman aramamış, üstelik ilk birkaç seferde onun özlemi onu aradığında telefonu açmamıştı. sonrasında refikle beraber bir daha telefon edinmemek üzere birlikte telefonları körfeze fırlatmışlar –bu tuncayın fikriydi- ardından işte o gün, o sabah okula gittiklerinde, seçille tanışmışlardı. o günlerde özlemde amerikadan türkiyeye, abisinin yanına gelmişti. bunlar, benim onlarla tanışmamdan önceki hikayeleri. o yüzden birinci ağızdan anlattığım şeylere odaklansak iyi olur. şahidi olduğum şeyleri, yarım ve eksik ve kulaktan duyma hikayelere tercih ediyorum. ne diyordum? çok mu karıştı.. özlem’le parkta oturuyorduk en son.. ileriye dönelim.. geleceğe..

5.
özlemle parkta oturuyoruz ve o bir sigara isteyip, yanıma aldığım tek eşya bu diyerek bir çakmak çıkartıyor cebinden, “çırılçıplak bile gelebilirdim aslında ama buna izin vermezlerdi zannediyorum ki hem senin o an tepkinin nasıl olabileceğini tahmin edebiliyorum, her neyse, bu eşyaları da atıcam. çakmak kalsın ama de mi?” güldü ve sarıldı ve bana sarılmış haldeyken başımın yanından elindeki sigarayı dudaklarının arasına götürüp yaktı. ardından çakmağı gördüm.
hasiktir dedim, birkaç kez tekrar ettim bunu, hasiktir hasiktir hasiktir.

sigarayı ağzıma götürdü. bi nefes aldım. manyaksın dedim ona. güldü
“seni o sabah bu yüzden uyandırmadım işte, çakmağını çalmak için” gülüyor muydu ağlıyor muydu, ya da gülmesi az sonra ağlamaya mı dönüşecekti, ya da ağlaması gülmeye mi dönüşmüştü, karar vermek olanaksızdı, ve bahsettiği ‘o sabah’ benim de az önce yukarlarda bi yerlerde bahsettiğim o sabahtı. sırt üstü uzandığımız ve sabaha kadar uyumadığımız. konuşmadan. sonra da gitmişti işte..

çakmağın pek bi özelliği yoktu aslında. sadece o, üzerine, bir şeyler çizmişti, kazımıştı demek daha doğru olur. hepsi bu. ve beraber kullanıyorduk. her şeyi beraber kullanıyorduk gerçi. hatta her şeyi beraber yapmak için aramızda gizli bir antlaşma varmış gibi davranıyorduk.  oysa bu antlaşma, bir zaman sonra, onun gitme üzerine kararsızlıkları baş gösterdiğinde inatlaşmaya dönüşmüştü. şimdiyse.. belirsizlikler silikleşmeye başlamıştı..

“seni o sabah bu yüzden uyandırmadım işte, çakmağımızı çalmak için”
“uyumuyordum” dedim
“biliyorum” dedi, “boşver. kafamızda ki geçmişe dair olan soru işaretleri öylece kalsın..”
“benim kafamda bi soru işareti yok” dedim, “virgül var, üçnokta var, ama soru işareti ünlem filan yok”
“sorun yok o zaman”
“sorun da yok”
“gidelim mi?”
“olur”
“önce bi öpücük”


öpüştük, öpüştük, öpüştük ve kalkıp, eve doğru yürümeye başladık, sarmaş dolaş, el ele, birbirimizi öperek arada bir, ve gülümseyerek birbirimize..
 18eylül2013