27 Ekim 2012

uaew3-kendimden feragat-çıkış yazısı

ě-җΐĽ-ə

bir sonraki bölümün adı, “şiir değil bu” olacak. çünkü onlar şiir değilmiş abi. öyle karar verdi, yüksek edebiyat tahsis ve tahkik kurulu. he bazıları bunlara da fanzin, kitap vs değil diyor gerçi. herkes, her şeye bir şeyler söyleme derdinde zaten.. herkes, yapılan her şeye bir kulp takabilmenin peşinde. çünkü, pamuk prensesteki şu cadının aynasına sahip herkes. kendilerini görmüyorlar yani, o aynada. ayna ayna söyle bana, var mı benden daha iyisi bu dünyada. bir karşılaştırmadan ibaret her şey. sanki çan eğrisine tabiyiz hayatın içinde.. tanrı olsaydım, kullanılması yasak kelimeler ve hissedilmesi günah duygular şunlar olurdu: “en iyi”, “en çok”, “en güzel”, vs vs. ve “mükemmel” kelimesi şirke girerdi.

ayaklarım ağrıyor. iş yüzünden elbette. siktiğiminin işi yüzünden. çalışmak zor. çalışmak zorundayız. zor olan her şeyin zorunluluk olması üzerine düşünüyorum. çoğunluğa ayak uydurmak zorunda bırakılmak, ve onların hız deliliği yüzünden, tempoyu tutturamayıp, sürekli bi yere takılmak. ve herkesin seni geçmesi. yerinde saymana bile izin vermezler oysa. yerinde sayamazsın, her gün yenilenmelisin. ve emeğinin karşılığını alamadığını düşünürken işçiler, sana göre orada verilen emeğin bile bir anlamı yoktur. ve karşı durulması gereken şey, hak ettiğini düşündüğün karşılığı alamıyor olmandan ziyade, doğrudan, hak etmek kavramıdır. bu kavramı aşabilen insanlar arasında olur, paylaşım denilen şeyin, en üst boyutu. ve toplum adlı şeyin en ilkel evresinde, yani avcı-toplayıcı dönemde vardır sadece, o. gerçek iş bölümü denilen şey, sadece ordadır. sonrası, rol bölümüdür, iş bölümü değil. işveren-işçi bölümü gibi yani. amir-operatör bölümü gibi. baba-çocuk gibi. abi-abla gibi. sanatçı-fan gibi. toplumsal iş bölümü değil, toplumsal rol bölümü. aksini mi düşünüyorsunuz? kapışak? öne süreceğiniz tezleriniz, kişisel çıkara dayalı olmayacak ama.. nokta. (ve girdo masadan hışımla kalkarak, tuvalete doğru yönelir) [27ekim2012]



17 Ekim 2012

iş değişikliği

“gözlerin” dedi “kızarmış”
“uykusuzluktandır” dedim
“hiç uyumuyor musun” dedi, kaşlarını da kaldırarak, şaşkınlıkla
“fırsat buldukça” diye yanıtladım, gülümseyerek. karşısına çıkan tüm fırsatları görmezden gelen biri olarak, kahkaha atacaktım, nerdeyse, kendi cevabıma, ama anlamayacaktı, neden gülüyorsun, hiç, kendime. kendim kadar kimse güldüremez beni. aptallık, belki.

derinlemesine bakıyordu gözlerimin içine. kaybettiği bir şeyi arıyormuşçasına, dikkatli. bir şey anlatmaktan çok, bir şeyi anlamak istiyormuş gibi. anlamazdan geliyordum. her fırsatta başımdan savıyordum onu. aynı yerde çalışıyorduk. ve bir sevgilisi vardı, salak bir adam. ve her ikimiz de bu konuda hem fikirdik. hem fikir olmadığımız konu; benim, sevgilim olan ya da olabilecek olan birine, arkasından ya da önünden, sağından solundan, orada burada, salak demeyeceğimdi. o diyordu ama. ben de onaylıyordum, çünkü ondan önce ben söylemiştim ona bunu, salak bir herifle beraber olduğunu. onu kapma telaşında bir havayla da söylememiştim, başımdan atmaya çalışıyordum, yapışmasını istemiyordum, aradaki çekimin farkında olarak, sırtımı dönüyordum, diğer kutup iter belki diye, fayda etmiyordu, her yönden çekiliyorduk, ve olmayacağını biliyordum bu işin, en azından bu şartlarda. işimi kaybetmek istemediğimi söyledim ona bir keresinde, serviste yanıma oturunca. henüz kimse binmemişken, sigaramı yarıda bırakıp, uyuyabileceğim bir yer edinmek için, erkenden binmiştim, peşimden gelip, dibime çökünce
“nasıl yani” dedi, “bas baya” dedim, “burada sevgililerin çalışmasına izin vermezler”
“benim bi sevgilim var zaten” dedi,
“onu buraya almazlar o zaman” dedim, “sen çıkana kadar” istemsiz bir şekilde, bunu dedim, gülerek, artı eksi, güldü
“siktir et” dedi, “beni benden çok sevecek biri için işi bile bırakırdım, isteseydi”

imalar yoluyla anlaşmaya çalışıyorduk. ben daha çok anlaşmamaktan yanaydım, ama anlaşmaktan da yanaydım, neyden yana olduğumun çoğu zaman farkında olmamıştım hayatım boyunca. şaka yaparken kırmıştım insanları, çünkü insanlar her şeye alınıyordu, ben kendim dışında kimseye alınmamıştım şimdiye kadar, kendi kendime kendimi satıyordum durmadan, başkaları için kendimi satıyordum da diyebiliriz, ve bu akış, yanlış anlaşılmalara da gebe kalabilir, ve düşük cümlelerimi kürtaj edebilirsiniz, sorun değil gerçekten, hiç okumasanız da olur, çünkü, hiç, yazmıyorum. hemen hemen. hiç. gerçekte, olan biteni, çünkü, moruk, gerçekte, hiçbir şey, olup, bitmiyor, olgunlaşmasına izin vermediğim meyveler gibi, aklımdan geçenler, kestirip at, bir sigara, ardından bir sigara daha. ama herkes ondan hoşlanıyor. hayır ben herkes değilim. kimseden hoşlanmıyorum. kurduğu tüm genellemelere kendini dahil etmeyenlerden de hoşlanmıyorum mesela. şiir sevmiyorum dediğimde, aslında bir ironi yaptığımın anlaşılamamasından da hoşlanmıyorum. anlaşılamadığım durumlara, “çok kırıldım” şeklinde geri dönüşler almaktan da hoşlanmıyorum. ama ondan hoşlanıyorum
“akşam” diyor, “görüşelim mi?”
“olur” diyorum, çekincesiz. görüşüyoruz. bir barda. sevgilisine anlatmadığı şeyleri bana anlatmaya başlıyor. ‘anlatamadığı’ değil buradaki ifade, ‘anlatmadığı’

“ona” diyor, “artık, hiçbir şey anlatmıcam, çünkü, anlamıyor. anlamadığını belli ediyor hemen ve sonra ‘haa’ diyor ‘tamam şimdi anladım’, ve yine anlamadığını ifşa eden bir cümle kuruyor ve ‘doğru mu anlamışım’ diyor, ‘evet’ diyorum, üzerine düşmeden, çabalamadan, doğru anlamışsın”

ben susuyorum. olumlu ya da olumsuz hiçbir tepki vermiyorum, ve bunları bana neden anlattığını anlamak istemiyorum. sevişmek mi istiyor? ben istemiyorum. sevgili mi olmak amacı? olamam. kötüyüm o konuda. dost mu olucaz? sevgilisini bana kötüleyen dostlar istemiyorum. ama içiyoruz. ve hesabı ben ödemiyorum. çünkü param yok. gerçek anlamda yok ve bunu ona söyledikçe, kendi siparişine benimkini de ekliyor, “ben öderim” diyerek,
“ödeme” diyorum, “daha maaşımız yatmadı” diyorum, “paran bitmedi mi hâlâ” diyorum
“bitmedi” diyor, “ali’ye ısmarlamam gerçi de hiçbir şey, sen olunca karşımdaki…”

ali dediği adam, bu hatunun, salak olan sevgilisi. gördüm onu, birkaç kez. gururla yürüyordu yanındayken bu hatun, ‘bu benim sevgilim’ der gibi. sahiplenme duygusundan çok, övünme duygusu ile. sevgilisiyle değil, kendisiyle övünüyordu, ‘bakın bu hatunu ben tavladım’ diyordu resmen, ben bunu duyuyordum. insanların hiç konuşmadan da çıkardıkları sesler vardır, “yürüyüş tarzı herkesi ele verir” derdi babam, ve haklıydı, ve haklı olmasına rağmen çok defalar kazıklandı. çünkü çoğu zaman zeka, aç gözlülük ve bencillik ile bütünleşmediğinde, saflıkla sarmaş dolaş olur, ve saflık, içinde, vicdan adında kendi küpüne zarar bir duyguyu da barındırır bazen. ve onu köreltemediğiniz sürece, hapı yutarsınız. ve o hap, çok fena kafa yapar adamla. gerçekten. kendi kendinize gülmekten başka şansınız olmadığı için, odanızda, bir başınıza, kendinizi kafaya alıp, ilk onbirinizi belirlersiniz, rövanş maçı için. sırf bir düşünceden ibarettir bu, intikam alma duygusundan yoksun, ve biçare bir şekilde, gülersiniz, sonra bu, alışkanlık haline döner sizde, gülme eylemi, o kadar çok şeye gülmeye başlarsınız ki, gözlerinizden yaş gelir, nerdeyse, ve mideniz ağrır, gerçekten, ve unutursunuz, olan ve bitmeyen, ne varsa, insanlar sizin kendinizi iyi hissettiğinizi düşünür, ve insanlar öyle düşününce siz de öyle düşünmeye başlarsınız, onların yanındayken, ve sonra, aynı hatun, size, “moralimi düzelttin heaa” der
“bir şey yapmadım” dersiniz
“her şeye gülüyorsun” der, “ben de senle gülüyorum”
“ama komik” dersiniz, “napabilirim, her şey, fazlasıyla trajikomik”


“beni çok seviyor ama” dedi, “benimki”
“sevmiyor” dedim, “senin, yanında olmanı seviyor. tanıştığımızda, öldürülecek insanlar listeme ilk sıradan giriş yapmıştı ali”
“insanları öldürmeyi mi düşünüyorsun” diye yanıt verdi, aynı gözlerimi kızarmış gördüğünde verdiğindeki tepki gibi, kaşlarını yukarı kaldırarak, gözleri büyüyordu, gözbebekleri, doğrudan, büyük ve direkt içeri bakar şekilde

“evet” dedim, “gayet doğal bu, düşünüyorum, gün içinde birkaç kez cinayetin eşiğinden dönerim ben, taşla kafaya bir darbe, boyna inen balta, kalpten bir bıçak yarası.. kalpten bir şekilde, yani içten, candan, samimiyetle dolu bir şekilde, atacağım bir bıçak yarası. bu da olası” gülmeye başladı. ben de, ‘şu an espri yapmıyorum’ demedim. bıraktım gülsün. gülünecek ne varsa. başı gerçekten fena dertteydi. “kurtulamıyorum” dedi bana. “iş çıkışıma neden geliyor biliyor musun?”
“biliyorum” dedim
“biliyor musun” dedi
“evet biliyorum” dedim
“nasıl ya” dedi, “anlattım mı daha önce”
“anlatmadın”
“e nerden biliyorsun”
“off ya” dedim, “kapat! tamam mı?”
“noldu” dedi
“hiç” dedim, “kalkalım” kalktık

“nereye” diye sordu
“ben eve” dedim, “sen?”
“ben de”
“tamam”

dudaklarını bükmüştü. yürüdük.. durak. otobüs. farklı.. ertesi gün sabah. servise bindim. benden sonra binip farklı bir yere oturdu. son bir haftadır daima yanıma çöreklendiği halde, selam bile vermedi. gün boyunca selam vermedi. rahat bir nefes almaya başlamıştım. akşam çıkarken. servis. kola alındı. ve beni es geçti, tip. dağıtırken. sevmiyordu beni. ben de onu sevmiyordum. anlaşıyorduk. ve hatun, “şey” dedi, kolayı dağıtan tipe, adımı söyleyerek, ona da versene gibi.
“yok ben içmicem” dedim
 “haa içmicek misin” dedi hatun, gözlerimin içine bakarak. acınacak bir şekilde
“hastayım” dedim. değildim oysa. ya da hastaydım. bilmiyorum. telefonumun ışığı yandı. mesaj. ‘özür dilerim’
servisteydik hâlâ. ona dönüp baktım. ne yaptığını bilmiyordu ama özür diliyordu. ne yaptığını bilmediğinden emindim. sorsaydım, ‘bilmiyorum’ diyecekti, ‘ama yine de özür dilerim’ ve bu diyaloğu, kafamdan dışarı, gerçeğe, taşımak istemediğim için, sormadım neden diye, onun yerine, ‘olur öyle’ dedim, mesajla, ‘siktir et’
‘nolmuştu ki’ dedi, mesaj atıp. buyur burdan yak dedim içimden. dışımdan, “müsait bir yerde” deyip, indim. onun ineceği yerden, yaklaşık on metre önce, kendi ineceğim yere, yirmi dakika kala
“hayırdır” dedi şoför, “bir arkadaşı görcem abi” dedim, “yarın sabah burdan binerim belki, haber veririm”
yalan söylüyordum, ve bazen, bazı yalanlar, gerçeği gizlemekten çok, açığa çıkarmak için, kullanabileceğiniz, en iyi yoldur. peşimden o da indi tabii, araba tekrar duracak değildi on metre ilerde. ve “noluyor ya” dedi, servis gittikten sonra

“hiiç” dedim, “size gidiyoruz”
“haaa olur tamam” dedi
“bi de şey” dedim, “işi bırakıyorsun, bugün son günündü” gülüyordum bunu söylerken. herhangi bir şeye ne zaman nasıl karar verdim bilmiyorum. telefonunu aldım elinden. ali’nin numarasını buldum. aradım. ali yazıyordu. başka bir şey değil. hepsi bu. ali. başka bir şey yazsaydı gerçi, işim kolay olurdu, sadece numara kısmını değiştirirdim, bu kez, ekstradan ali’yi silmem gerekti. önce aradım ama. haberi telefonda duydu her ikisi de, biri ahizenin diğer yanında, öteki yanı başımda. ayrıldılar. bir an için kendimi, nikah memuru gibi hissettim, tek farkla, ayrılıyorlardı. telefon konuşmamda, memurun söylediklerini, taklit ettim, bu hanımdan ayrılmayı kabul ediyor musunuz? hayır. o halde ben de sizi, eski sevgililer ilan ediyorum. hatunun gülme sesini duydu, ve “sarhoş mu o gene” dedi. telefonda. “evet” dedim, “sarhoş. sigara da içiyor hem”

sigara içmesine durmadan karıştığından dert yanıyordu, nihal, ali’nin. ve daha bir çok şey. iki sigara çıkardım, yürümeye devam ettik

hiç konuşmuyordu, şaşkındı, alışmaya çalışıyordu daha çok, çoktan kabullendiği bir durumun, gerçeğe dönüşmüş olmasına. evine gittik. ertesi sabah, servise, dün indiğim yerden bindim, nihal’in bindiği duraktan.
“nihal’i gördün” mü diye sordu şoför
“gelmicek o” dedim, “işi bıraktı, başka bi yere başlıcak”. kapıyı kapattı şoför. yola devam ettik


17.ekim.2012

6 Ekim 2012

oda

odada iki kişiydiler. cemal ve nihat. bir teyp, eski bir kaset. hayır, cd ya da dvd ya da plak ya da daha ötesi, daha berisi değil, eski bir kaset, sarmıştı

otuz yaşındaydı cemal. nihat yirmi
“bir kalem getirsene” dedi cemal
“kalem kullanmıyorum, telefon olur mu” dedi nihat
“ne telefonu, kalem gibi ince bir şey lazım” dedi cemal
“napıcaksın kalemi” dedi nihat
“kaset” dedi, “kaseti tamir edicez, hep aynı noktada sarıyor, dikkat etmedin mi?”
“kendine daha teknolojik bir şey almalısın” dedi nihat, “çok demodesin abi, yeniliklere açık olmalısın”
“yenilik falan istemiyorum” dedi cemal, “yeni yıl bile istemiyorum, hatun dışında başında ‘yeni’ olan her şeye karşıyım, yinelenen şeyleri tercih ederim, stabiliteden yanayım. kalem gibi bir şey bul bana, şu soldaki odada, masanın üzerinde olacak. bir de makas. bant da lazım. selo bant”
“selo bant nedir abi” dedi nihat
“şeffaf bant” dedi cemal, “yara bandı değil”

elinde kağıt makas ve bantla geldi nihat, merakla izliyordu cemal’in yaptığı işlemi. kaseti çıkardı, saran noktayı kesti, arda kalanı bantladı, ve kaseti teybe taktı. “işlem bu kadar” dedi, “bir şarkıyı öldürdük ama geri kalanları hâlâ sağ”

“bilgisayar alsana abi” dedi nihat, “uğraşmazsın böyle”
“bir keresinde” dedi cemal, “bir adamın, bana bilgisayardan müzik dinletebilmek için, üç saat harcadığını gördüm, sorun da ses kartı adı verilen bir parçayı, işletim sistemi adı verilen bir şeyin tanımamasıymış, ve sürücü adı verilen bir şeyde imiş sorun, donanım diye bir kelime de geçti arada, ben anlam veremedim, tek bildiğim, işlemin üç saat sürmüş olması. çünkü her şeyi en baştan kurması gerekiyormuş, son denemesi bu imiş, ve sonuçta noldu biliyor musun, yaptığı hiçbir şey işe yaramadı, geceyi benim yanımda taşıdığım ufak radyomdan balkan kanallarını dinleyerek geçirdik. ve bu hoşuna gitti herifin”
“ama cızırtı” dedi nihat, “cızırtı oluyor bazen senin radyonda”
“senin telefonun çalınca da oluyordu cızırtı” dedi, “buna rağmen sabaha kadar sevgilinle mesajlaşmayı kesemedin, cızırtının seni bu kadar rahatsız ettiğini bilmiyordum”

cemal aslında otuz dokuz yaşındaydı ama soranlara otuz diyordu, çünkü  ona yaşını sorduklarında kaç gösteriyorum demişti, onlar da otuz demişlerdi, ve her sene yılbaşlarında cemal’in insanlara sorduğu tek soru buydu? “kaç gösteriyorum?”

ve yaklaşık beş yıldır otuz cevabını alıyordu. o halde yaşı otuz olmalıydı. beş sene öncesinden daha önce de yirmi beş yirmi altı diyorlardı. zamanla yaşı değişiyordu, herkesin yaşı zamanla değişiyordu, ama zaman denilen gösterge akrep ve yelkovan adı verilen çubukların bir kadranın etrafında dönmesi ile ölçülemezdi, bu şekilde bir ölçüm, insanların algı dünyasının katranla kaplanmasına neden oluyordu ona göre, çünkü zamanla, zamana bağlı olarak geliştirdikleri hız formülü, kat ettikleri yolla orantılanmıştı, yani otuz senelik bir yaşamsal yol, otuz senenin yaşama hızı ile çarpılmasıyla bulunmuş olabilirdi, ama buradaki önemli eksik, insanın yaşının hesaplanmasındaki önemli eksiklik, değişken ivmenin hesaba katılmamış olmasıydı. böyle düşünüyordu cemal, ve hayatını da bu şekilde yaşıyordu, kendi doğumundan ya da yaşamsal alışkanlıklar ve edinimler kazanmaya başladıktan sonraki süreçte oluşan hiçbir yeniliği hayatına katmadan

“doğru ya da yanlış” diyordu, “ben böyle yaşıyorum, bu benim politik duruşum, ve elimden gelmiş olsaydı eğer, avcı toplayıcı olarak yaşardım”
“gelişim” dedi nihat, “kaçınılmaz olarak, bizim, yani insanların, gerçekleştirmek zorunda oldukları bir olgu”
“aptal aptal konuşma” dedi cemal, tamir ettiği kaseti, teybin yuvasına takarken, kendinden emin, umarsız ve vakur bir tavırla, “sen hiç kendi yiyeceğini toprağa eken bir hayvan gördün mü?”
“onlar yeteri kadar zeki olmadıkları için…”
nihat’ın konuşmasını hiç dinlemeden devam etti cemal, “doğada ve evrende denge adı verilen bir unsur yürütüyor işleri. ve insan, dengeleri bozmak için elinden geleni yapan tek canlı türü olarak, nasıl oluyor da farklılıklarını zeka ile tanımlıyor açıklar mısın?”
 “insan nüfusu” dedi nihat, “yiyecek sıkıntısı çekmeye başladığında…”
gene sözünü kesti cemal, nihat’ın, sanki söyleyebileceği her şeyi, uygarlığın geldiği noktayı açıklayabileceği tüm argümanları önceden biliyormuş havasında, “yiyecek sıkıntısı çekmeye ne zaman başladık söyler misin?”
“nüfus arttığı zaman” dedi nihat
“peki nüfus ne zaman artmaya başladı?”
“bunu bilmiyorum” dedi cemal, “ama sanıyorum ki…”
“bu konuda, yetersiz bilgi ile mantık yürüterek sanılabilecek her şey, gerçeğin çok uzağından geçer. çünkü gerçek, mantıksız bir çerçevede şekillendi”
“beni hiç dinlemiyorsun” dedi nihat
“haklısın” dedi cemal, “dinlemiyorum, çünkü aynı şeyleri defalarca dinledim ben, ve ne yazık ki, kasete uyguladığım tamir yöntemini, insanlığa uygulayamıyorum, sürekli başa sarıp duruyorum bu yüzden. bak şimdi, insanlar avcı toplayıcı iken, yabani tahıl toplamaya başladı, ve ardından tahılı kontrol altına alarak yetiştirmeye başlamıştır. bu geçiş evresinde, yiyecek sıkıntısı çekildiğine dair bir önerme de bulunabilir misin?”
“bilmiyorum” dedi nihat, “orada değildim ben. sigaran kaldı mı?” sıkılmıştı gerçekten, bu geri, oldukça geri kafalı adamın, ne demeye evine gelmişti bilmiyordu, serkan ile beraber, gece geç saatlere kadar takılmışlar, ve oradan eve gidecek araç bulamayınca, serkan’ın önerisi üzerine, cemal’in evine gelmişlerdi. serkan, cemal’in arkadaşıydı ve sabah erkenden işe gitmek üzere evden çıkmıştı.

“tütün mü sarıyorsun” diye muzipçe gülümsedi nihat, onu küçük görüyor, bu düşünceye sahip insanların günümüzde hâlâ yaşıyor olmasını insanlığa hakaret olarak görüyordu. ilerlemeciydi, teknolojiden yanaydı, ve günün birinde insanlığın, teknoloji sayesinde, refah bir hayata kavuşabileceğine, hatta ozan tabakasını bile tamir edebileceğine inanıyordu. insanlık gelişiyordu, ve en nihayetinde, herkesin mutlu olduğu bir evrensel yaşam statüsüne ulaşılacaktı, savaşlar ortadan kalkacak, devletler tek bir çatı altında birleşip, otomatik sistemler sayesinde belki de hiç çalışmadan yaşayacaklardı.

cemal, nihat’ın göndermesine, bir paket kırmızı lm uzatarak cevap verdi, paketin üzerinde ‘sigara içmek öldürür’ yazıyordu ve
“bu yazıyı bence tüm insanların alnına dövme olarak yazmak lazım” dedi
“sigara karşıtı mısın” diye sordu nihat, hâlâ kibirli bir şekilde gülümsüyordu
“onu kast etmiyorum” dedi cemal, “insanların üzerine ‘dikkat: öldürür’ şeklinde dövme yapılabilirdi demek istedim” dedi. “aklıma geldi, orman hayvanları, eğer ormanlarını tabelalar ve uyarı yazıları ile donatabilecek kadar aptal olsalardı, yani var olan dengelerini önce bozup, sonrasında da bozulan dengelerini kendi koydukları kurallar ile düzenlemeye çalışsalardı, “dikkat: insan var” tabelaları… ha bu arada aklıma geldi, evcilleştirilen ilk hayvanın ne olduğunu biliyor musun?”
“inek?” dedi nihat, “ya da koyun? sığır? tarlaları mı sürmek için evcilleştirildi ya da et ve süt için mi? tavuk bile olabilir belki ha?”
“köpek” dedi cemal, aynı kendinden emin tavrı ile, “düşünebiliyor musun? mantıklı bir argüman üret bana? neden ilk evcilleştirilen hayvan köpektir?”
“saçmalıyorsun” dedi nihat, sigarasını yakarken, “ikincisi de kuştur” herhalde. alaycı ve kinayeli konuşuyordu ama aslında bu konularda ve dahası bir çok konuda kesin ve net olarak bildiği ya da doğruluğundan emin olduğu hemen hemen hiçbir şey yoktu, kitap okuyordu okumasına ama zamanının çoğunu internette geçiriyor, ve merak ettiği bir şey olunca google’a sorup, akabinde unutuyordu

“ne okuyorsun sen” dedi cemal
“resim” dedi nihat
“sanat eğitimi yeteneği öldürür” şeklinde yine tavizsiz ve kendinden emin bir üslup ile yanıt verdi cemal, “bilgisayar hakkında da her şeyi biliyor olmalısın?”
“hemen hemen” dedi nihat, “ihtiyacım olanları da öğreniyorum”
“insanın öğrenmeye ihtiyacı olan tek şey, nasıl hayatta kalabileceğidir. bunun dışında ki tüm bilgi, merak ve hobiden ötesini teşkil etmez ve işin ironik yanı, insanlık senin tabirinle ‘geliştikçe’, nasıl hayatta kalabileceği konusunda öğrenmesi gereken şeyler de artıyor”
“şimdi iyice saçmalamaya başladın” dedi nihat, “bu nasıl olabilir söyler misin?”
“meslekler” dedi cemal, “mesleklerde uzmanlaşmalar, sonrasında matematik tabii ki, en azından parasal konularda dolandırılmamak için, e tabii başlangıç olarak en önce okuma yazma bilmeliler, paraya dönüştürülemeyecek her türlü uğraş da hobi olarak, boş zamanımızdaki can sıkıntımızı gidermek için ürettiğimiz, psikolojik olarak da hayatta kalma metotlarımız. eminim ilk bilgisayarın nasıl ortaya çıktığını bile bilmiyorsundur”
“bilmiyorum” dedi nihat, “eminim o da şu köpek efsanen gibi bir saçmalıktır”
“savaşlarda kullanılmak için.. sahip olduğumuz teknolojinin yüzde doksanını savunma sanayisinin gelişme azmine borçluyuz”
“sen bir okul okudun mu” diye sordu nihat. “her konuda bu kadar tez üretebildiğine göre, yüksek lisans tezinin konusu insanlığın aptallığı üzerine olmalı”
“insanın aptallığı aç gözlülüğünden kaynaklanan bir zaaf.. insan nüfusu ne zaman artmaya başladı bilmiyor musun gerçekten?”
“ilgilenmiyorum” dedi nihat, ikinci sigarayı yakarken, üstünlük savaşı vermekten de sıkılmıştı.
“tarımsal hayata geçince başlıyor” dedi, “ve sonrasında, besin sıkıntısı için daha çok üretim gerekiyor, sonrasında sulamalı tarım, sonrasında elde edilen yiyeceğin, ihtiyaç kapasitesinin üzerine çıkması, sonrasında elde edilen ve adına artı ürün verilen kısmın…”
“kapitalizmin kökenine mi iniyorsun” dedi nihat, bu kez alaycı bir sırıtış yoktu.. dinliyordu gerçekten
“hiçbir şeyin kökenine indiğim yok” dedi, “dinlemeye karar verdiğine göre, bunları kendin de araştırabilirsin artık, dinlemek isteyip dik kafalılık yaptığın başka konular varsa, onlardan bahsedelim”
“seni şu an içgüdüsel olarak öldürmek istiyorum” dedi nihat
“demiştim, sigaraların değil insanların üzerine uyarı yazısı yazmamız lazım”

geçimini nasıl sağladığını sordu nihat cemal’e. “kendimle çelişiyorum” dedi cemal, “seri üretim bandında çalışıyorum. nasıl, güzel değil mi?”

6.ekim.2012

3 Ekim 2012

post paradoksal embriyo

post paradoksal embriyo

1.
her zaman oturduğumuz yerde, pinekliyoruz cenk ile. ben öksürükten boğulurken, o hatunları kesmeye devam ediyor. yakında ölecek olmam herifin sikinde bile değil ve kendisi en yakın dostum... belki de bu yüzden?

hastaneden çıktıktan, ve doktorun açık yüreklikle yüzüme karşı ifşa ettiği test sonuçlarını kendisine telefonda, boğuk bir ses tonu ile, icra ettikten sonra, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa” demişti, “siktir et”.

ardından annemi aramış, ve durumumun iyi olduğunu, hatta dilerse ölümüm halinde organlarımı en yakın ihtiyaç sahiplerine satabileceğini iletmiştim. espri anlayışım boktandı. gülmedi. ağladı.
“nasıl konuşuyorsun” dedi, “ne ölmesi?”
“ölmüyormuşum anne” dedim ona, “en azından henüz değil, şaka yapıyorum, iyiymişim, basit bir enfeksiyondan kaynaklanıyormuş öksürük krizlerim, geçecekmiş..”

ağlaması durmadı. işin aslı, ölecek olmama ağlıyor olması umurumda bile değildi, beni sigaradan men etmeye çalışacak olması, neden oluyordu, öleceğimi saklamama. nasıl olsa ölecektim, bunu şimdi öğrenmiş olması, acısını hafifletmeyecekti. hatta, gözünün önünde, hâlâ hareket edip konuşabilen, arada sırada ağzından dumanlar çıkartan bir ejderha olarak kalışım, yakında öleceğim düşüncesi ile birleşince, kronik bir gözyaşı seline meydan vericekti. hiç olmazsa şimdi, en azından bir süre sonra, ölmeyeceğim düşüncesine alışacak, ve bu arada ben de, sesimi çok iyi taklit edebilen birini kiralayıp, yurtdışı eğitimi yapmaya gittiğim yalanı ile, iletişimimi, telefondan telefona şekline büründürecektim. aklıma ilk gelen fikir buydu. o an. hastaneden dışarı ilk adımımı atar atmaz. çözülmesi gereken bir sürü açığı olan bir fikir olduğu açıktı. fotoğraf isteyecekti. amerika’ya gelmek isteyecekti. tatillerde kendisini ziyaret etmem konusunda ısrar edecekti. ve aklıma peş peşe gelen olası istekler dahilinde, bu fikri çöpe kaldırıp, telefona baktım.

rehberde a harfi, c harfinden önce geliyordu ve her ikisine de kısa yoldan ulaşmanın tuşu aynıydı: iki. annemi es geçip, bir sonraki kişiyi aradım, zaten  kayıt altındaki numara sayısı topu topu ondu ve geriye kalan sekiz kişinin ölücek olduğumu bilmesi, yaşamımın geriye kalan evresini daha da çekilmez hale sokucaktı. cenk, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa, siktir et” dedikten sonra, “annemi siktir edemem” dedim, “napıcaz?”


2.
her zaman oturduğumuz yerdeydik. elini cebine attı. iki sigara çıkartıp, birini bana uzattı. bir hatunu işaret etti. “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. 

sabaha kadar göte çalışmış yarak gibi hissettiğimi söyledim ona.
“bunu tümel argo literatürüne ekleyelim” dedi. “mezar taşına yazalım hatta, olur mu?”
gülmüyordu, aksine öfkelenmişti. ona ne zaman, ölümü, kendi ölümümü, ölecek olduğumu, yakında ölecek olduğumu ima etsem, beni azarlıyordu.

hayatım, yakında ölecek olduğumu keşfettikten sonra, elinizde tuttuğunuz ve yavaş yavaş tadını çıkarta çıkarta yemek istediğiniz ama bu sırada da bir yandan eriyerek elinize bulaşan, ve yeseniz de yemeseniz de yakında tükenecek olan bir dondurma halini almıştı. cenk doğduğum günden beri bunun farkında olmam gerektiğini söyledi bana. “her canlı ölü doğar” dedi. “ve yaşam, bunun bilincine vardığımız noktadan sonra başlayan sürecin tamamına verilen isimdir. anladın mı beni? herkes ölecek. ölüyor da. Her gün birileri ölüyor. şu an. bir an sonra. birkaç saniye içinde, binlerce insan ölüyor. şu hatun nasıl?” “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. iki sigara daha çıkartıp, birini bana uzattı.

3.
hastaneden çıktıktan sonra, konuştuğum üçüncü kişi gülçin’di ve telefonu rehberimde kayıtlı değildi. “alo” dedim, “naptın” dedi, “sen kimsin” dedim, “telefonumu kaydetmedin mi” dedi, bozuk olduğunu söyledim ona, “ney bozuk” dedi, “telefon” dedim, “bazı tuşlar ve fonksiyonlar çalışmıyor”, “değiştirsene” dedi, “böyle iyi” dedim, “ve bir şey olmadı, ölecekmişim, sevişelim mi?” öleceğimi söylememiş olsaydım telefonu yüzüme kapatabilecek bir hatunken, sadece, travmada olabileceğim ve bir psikologla da görüşmemin faydalı olacağı yönünde, aklımda kalmayan cümlelerle, teklifimi geçiştirdi. “sen kimsin” diye yinelediğim de, ölecek olduğumu da tekrar edişim, telefonun yüzüme kapanmamasına neden oldu: “ben gülçin”.

onunla, iki gece önce, cenk ile bir barda takılırken tanışmıştık. arkadaşımın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. bilirsiniz. silsile bu kadar uzun olmayabilir. ya da, ilerleyen zamanlarda, onu sizinle tanıştırmak istediğimde, “bi arkadaşım” şeklinde kısalabilir. aynı okula gittiğimizi öğrendiğimizde, karşılıklı olarak, arada okulda paslaşırız dedik, paslaşırız diyen bendim, o, bunun yerine, görüşürüz kelimesini tercih etmişti ve öykünün kapladığı alanı çoğaltmak için, bu tip gereksiz ayrıntılara yer vermeye devam edeceğim.
telefonumu sordu. söyledim. çağrı yaptı. sonrasında, devam eden öksürüklerim sayesinde, gelen önerileri, ertesi sabah doktora gideceğimi söyleyerek savuşturdum. alternatif tıp olarak sigarayı kullandığını ekledi cenk.

4.
aslına bakarsanız, hayatım boyunca, bir kez bile doktora gitmemiştim. hastanede bile doğmamıştım. ve öksürük yerine, herhangi başka bir ön belirti şüphesini, tanılamak adına, doktora gitmezdim. ama 6 aydır aralıksız geceli gündüzlü süren öksürük krizleri, sigaradan tat almama engel olmaya başlamıştı ve bu durum fena halde canımı sıkıyordu. ve giderek artan göğüs ağrıları, ve ses kısıklığı, ve giderek belirginleşen cenk’in “kansersin, doktora gidip de keyfini kaçırma” imalı serzenişleri, ben de ölümün üzerine sürme hızımı yavaşlatmaya neden olmuştu. kırmızı yerine mavi renk paketli sigaralardan bahsetmiyorum, karşıdan karşıya geçerken daha dikkatli olmaktan, ya da prezervatif kullanmaktan, ya da düzenli uyku saatlerinden, ya da üç beyazdan, ya da alkolü bırakmaktan... cenk ile birlikte, uzun bir zamandır sürdürdüğümüz işi, ağırdan almaya, arada sırada da, bırakmamız gerektiği konusuna girizgah niteliği taşıyan cümleler kurmaya başlamıştım. cenk, oturduğumuz kafenin kasasında hesap için bekleyen, ve sırtı bize dönük olan hatunu işaret ederek, “bu nasıl” diye sordu. “olmaz” dedim. “sikecem ama” dedi, “değiştin sen. ölecek olma ihtimalin, tüm dünyaya acımana neden oldu. öleceksen ölürsün, anladın mı beni? iki gün sonra ölürsün. iki sene sonra ölürsün. hatta isa gibi iki bin sene hayaletinin dünyaya hakim olma ihtimali olsa bile, bedenen er ya da geç ölürsün..” sigara kaldı mı diye sordum. iki tane çıkardı. birini ağzıma götürüp, daha sonra yakacağımı söyledim. “al işte” dedi. “sigarayı da bırakırsın yakında.”

5.
Ağzımda ki, henüz yanmayan sigarayla, günden güne eriyen hayatım arasında, zamansal bir denklem kurmayı deniyorum, cenk hatunları keserken. aslında, şu an, benim de, onun gibi, hatunları incelemem gerekiyor. bu şehir, onunla beraber yola çıktığımız günden beri, konakladığımız dokuzuncu durak. başladığımız noktaya geri döndük. izmir’deydik. ankaraya geçtik. oradan eskişehire. oradan sakarya. sonra izmit. sonra. istanbul. sonra bursa. sonra balıkesir.. ve izmirde, birkaç gün kalıp, oradan sırasıyla aydın ve muğlaya geçiş yapacaktık. altı ay demişti doktor, en fazla altı ay.

“bana bak” dedi cenk, “altı ay önce, şu an hayatta olacağının garantisi yoktu, şimdi de altı ay sonra hayatta olmayacağının garantisi var. ikisi arasındaki fark, seni psikolojik olarak nasıl bir ahmaklığa itti bilmiyorum ama, eylemimiz altı ay sürmeyecek zaten, şimdiden ülke çapında yarattığımız sorun neticesinde, basında çıkan yazılardan, akademisyenlerin haber kanallarındaki aritmetik demeçlerinden, yasanın geri çekilmesine, ramak kaldı diyebilirim. sonra güle güle ölebilirsin, işimize odaklanalım.”
“sence doğru mu yapıyoruz” dedim.
“sen başlattın” dedi bana. “fikir senden çıktı. kardeşine tecavüz edildiğinde. ve hamile kaldığında. ve kürtaj konusunda çok sıkı önlemler alındığında. ve kardeşini, tavan arasındaki bir ameliyat masasında ölü bulduğunda. sen başlattın. ve benim de hoşuma gitti. ve benim dışımda hiçbir aidsli, bu teklifini kabul etmezdi. ve sen de benim dışımda kimseyle, bu sapıkça planını paylaşamazdın. kabul et. işi bırakırsan, bırak, ama bana engel olmaya çalışma, git son altı ayı, hangi tatil köyünde geçirmek istiyorsan geçir.. ama yaptığımız şeyin, ahlak anlayışına, öleceğini öğrendikten sonra uymuyor olması, bana iğrenç geliyor. anladın mı beni? şu hatun nasıl?”

kafamı bile çevirmeden olur dedim. fiskos şeklinde konuşuyorduk. kimse bizi duyamazdı. biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. mekan oldukça gürültülüydü ve yaptığımız şey hakkında, herkes bilgi sahibiydi. sadece kim olduğumuz bilinmiyordu. telefon çaldı. açmadım.

6.
hatunun bardan çıkacağı anı beklemeye başladık. bu arada, bira ve sigara takviyesi ile, zaman öldürüyorduk. birilerinin, bizi fark etmiş olma ihtimali, uzun zamandır izlenebiliyor olma ihtimalimiz, sivil polisler, sivil ahlak bekçileri, ahlaksız dindarlar, dinsiz imanlılar ve tabi ki yakında ölecek olmam üzerine, geyik döndürüyor, ve hatunla mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyorduk.

ölüm adaletli midir diye sordum cenk’e

“biz adalet dağıtmıyoruz” dedi, “olması gereken şey, her zaman adil bir biçimde gerçekleşmez, ve olması gereken şey, her halükarda, kişiden kişiye değişiklik gösterir. toplumun, kanserli gördüğü bir fikri sansürlemeye çalışması, onun bulaşıcı olduğunun sanılmasından kaynaklanır, oysa kanser bulaşıcı değildir, sigara içmek kansere yol açabilen bir risk taşır. toplumca kanserli görülen fikirler de bulaşıcı değildir, sadece bu fikre kapılmaya yol açan faktörleri yaşayan insanlar o fikre yakalanır. oysa böyle bir durumda ortadan kaldırılmaya çalışılan şey, faktörler değil, fikirdir. ve zaten söz konusu sansürlenen fikir, kendisinin oluşmasına neden olan faktörleri ortadan kaldırma veya düzeltme eğiliminde olduğu için, devlet medya yoluyla, o fikrin toplumca kanserli görülmesine neden olacak argümanları, dolaşıma sokar. ve halk, bir fikrin doğru olup olmadığını, fikre değil, onu kimin ürettiğine bakarak karar verir. bu doğrultuda da, demokratik olduğu öne sürülen rejimlerde, iktidar, daima, holistik bir yapıya sahiptir. ve bizim yaptığımız şey de, bu noktada, arı kovanına çomak sokmak değil, akrebi arı kovanına hapsetmektir.” 

telefon ikinci kez çaldı. açmadım. arayanın kim olduğunu bilmiyorum.

7.
hatunun peşine düştük. çaktırmadan. aynı yol. aynı durak. aynı otobüs. cenk, arabayla otobüsü takip ederken, ben otobüste hatunu takip ediyordum. her zaman yaptığımız gibi. başlangıçta, her şey olağan görünüyordu, ben de izlek bağımlılığına yol açan neden, benim de yakında ölecek olduğumu öğrenmemle başladı. yakında ölecektim. cenk’in spermlerini bıraktığı kadınlar da, olasılık dahilinde, yakında veya uzakta, ölecekti, en azından bir süre sonra, ölebilecek olmalarının bilincinde olarak yaşamlarına devam edeceklerdi. çocuklarını da, ölü doğduklarının bilincinde olarak dünyaya getireceklerdi. kaçarı yoktu. babaları da. annelerinin de olmaması bir şeyi değiştirmezdi. devlet hem anne hem babaydı. yeri geldiğinde kardeş bile olabilirdi. devlet, her türlü rolü, rahatlıkla oynayabilecek kadar, şizofrenik bir organdı. kusursuzdu. halk dublörken, medya suflör konumundaydı. ve senaryoyu yazanlar hiçbir zaman yönetmen koltuğunda oturmuyordu. isimleri bile geçmiyordu. kalıcıydılar. suçlanamazlardı. eleştiriler sayesinde deforme edilip, yerlerinden indirilemezlerdi. yoktular. yönetmenleri değiştirip, senaryoya kaldıkları yerden devam ediyorlardı. bunları düşünürken çağrı yapmayı unuttum. hatun indi. ben inmedim. cenk aradı. meşgule attım. telefon çaldı. kimin aradığını bilmiyordum. açtım.


doktorumdu arayan. “tedavi oldun mu” dedi. anlamadığımı söyledim. “tedavi” dedi, “tedavi oldun mu?” öleceğimi söylemiştin dedim. “herkes ölecek” dedi. “sana tedavi olup olmadığını soruyorum.”

8.
ertesi gün, cenk’le buluştuk. dün geceki kurbanımızla beraber geldi mekana. şaşırdım. “merhaba” dedi kurban, “kardeşine olanları biliyorum, yüz yıl önce bu ülkede olanları da.”
“merhaba” dedim, “hiçbir şey anlamıyorum, dün, doktor, şimdi, sen.” cenk’e döndüm, gülümsüyordu, ona delice fikrimi anlattığımda planı kurmuştu. gerçekten aids olduğu dışında, aylardır peşinde olduğumuz her şey, bir düzmeceden ibaretti. medyaya bile, bunu yutturabilmeyi başarmıştı ve bunu asla ifşa etmeyecektik, tetiklediğimiz tartışma zaten kıvılcımı oluşturmuştu. hatunlara tecavüz etmiyordu ama tanıdığı doktorlar sayesinde asılsız raporlar ve beyanatlarla, ortalığı karıştırıyordu. sonrasında bana, uzun süreli öksürüğe neden olan ama öldürmeyen bir virüsü enjekte etmeyi başarmıştı. ölmüyordum. ama ölecektim. er ya da geç herkes ölecekti. ve geçmişte ölen birileri yüzünden, benzer nedenlerle başka birilerini öldürmek, devrim ve karşı devrim çatışmasından başka bir şey değildi. yüz sene önce kafa kesen fikrin şimdi kafası kesiliyordu. dünyanın her yerinde, benzer süreçler yaşanmış, intikamlar alınmış ve alınmaya devam ediliyordu. dünya değişmiyordu, ilerliyordu. insanlık da bir adım bile gelişmemişti. ilerlemişti. ilerleyip, doğadan ve birlikte yaşadığı canlılardan ayrışınca, kendine insan adını takmıştı.


3.ekim.2012