post paradoksal
embriyo
1.
her
zaman oturduğumuz yerde, pinekliyoruz cenk ile. ben öksürükten boğulurken, o
hatunları kesmeye devam ediyor. yakında ölecek olmam herifin sikinde bile değil
ve kendisi en yakın dostum... belki de bu yüzden?
hastaneden
çıktıktan, ve doktorun açık yüreklikle yüzüme karşı ifşa ettiği test
sonuçlarını kendisine telefonda, boğuk bir ses tonu ile, icra ettikten sonra,
“hepimiz bir gün ölecez nasılsa” demişti, “siktir et”.
ardından
annemi aramış, ve durumumun iyi olduğunu, hatta dilerse ölümüm halinde
organlarımı en yakın ihtiyaç sahiplerine satabileceğini iletmiştim. espri
anlayışım boktandı. gülmedi. ağladı.
“nasıl
konuşuyorsun” dedi, “ne ölmesi?”
“ölmüyormuşum
anne” dedim ona, “en azından henüz değil, şaka yapıyorum, iyiymişim, basit bir
enfeksiyondan kaynaklanıyormuş öksürük krizlerim, geçecekmiş..”
ağlaması
durmadı. işin aslı, ölecek olmama ağlıyor olması umurumda bile değildi, beni
sigaradan men etmeye çalışacak olması, neden oluyordu, öleceğimi saklamama.
nasıl olsa ölecektim, bunu şimdi öğrenmiş olması, acısını hafifletmeyecekti.
hatta, gözünün önünde, hâlâ hareket edip konuşabilen, arada sırada ağzından
dumanlar çıkartan bir ejderha olarak kalışım, yakında öleceğim düşüncesi ile
birleşince, kronik bir gözyaşı seline meydan vericekti. hiç olmazsa şimdi, en
azından bir süre sonra, ölmeyeceğim düşüncesine alışacak, ve bu arada ben de,
sesimi çok iyi taklit edebilen birini kiralayıp, yurtdışı eğitimi yapmaya
gittiğim yalanı ile, iletişimimi, telefondan telefona şekline büründürecektim.
aklıma ilk gelen fikir buydu. o an. hastaneden dışarı ilk adımımı atar atmaz.
çözülmesi gereken bir sürü açığı olan bir fikir olduğu açıktı. fotoğraf
isteyecekti. amerika’ya gelmek isteyecekti. tatillerde kendisini ziyaret etmem
konusunda ısrar edecekti. ve aklıma peş peşe gelen olası istekler dahilinde, bu
fikri çöpe kaldırıp, telefona baktım.
rehberde
a harfi, c harfinden önce geliyordu ve her ikisine de kısa yoldan ulaşmanın
tuşu aynıydı: iki. annemi es geçip, bir sonraki kişiyi aradım, zaten kayıt altındaki numara sayısı topu topu ondu
ve geriye kalan sekiz kişinin ölücek olduğumu bilmesi, yaşamımın geriye kalan
evresini daha da çekilmez hale sokucaktı. cenk, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa,
siktir et” dedikten sonra, “annemi siktir edemem” dedim, “napıcaz?”
2.
her
zaman oturduğumuz yerdeydik. elini cebine attı. iki sigara çıkartıp, birini
bana uzattı. bir hatunu işaret etti. “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi.
sabaha
kadar göte çalışmış yarak gibi hissettiğimi söyledim ona.
“bunu
tümel argo literatürüne ekleyelim” dedi. “mezar taşına yazalım hatta, olur mu?”
gülmüyordu,
aksine öfkelenmişti. ona ne zaman, ölümü, kendi ölümümü, ölecek olduğumu,
yakında ölecek olduğumu ima etsem, beni azarlıyordu.
hayatım,
yakında ölecek olduğumu keşfettikten sonra, elinizde tuttuğunuz ve yavaş yavaş
tadını çıkarta çıkarta yemek istediğiniz ama bu sırada da bir yandan eriyerek
elinize bulaşan, ve yeseniz de yemeseniz de yakında tükenecek olan bir dondurma
halini almıştı. cenk doğduğum günden beri bunun farkında olmam gerektiğini
söyledi bana. “her canlı ölü doğar” dedi. “ve yaşam, bunun bilincine vardığımız
noktadan sonra başlayan sürecin tamamına verilen isimdir. anladın mı beni?
herkes ölecek. ölüyor da. Her gün birileri ölüyor. şu an. bir an sonra. birkaç
saniye içinde, binlerce insan ölüyor. şu hatun nasıl?” “olmaz” dedim. “sen
bilirsin” dedi. iki sigara daha çıkartıp, birini bana uzattı.
3.
hastaneden
çıktıktan sonra, konuştuğum üçüncü kişi gülçin’di ve telefonu rehberimde
kayıtlı değildi. “alo” dedim, “naptın” dedi, “sen kimsin” dedim, “telefonumu
kaydetmedin mi” dedi, bozuk olduğunu söyledim ona, “ney bozuk” dedi, “telefon”
dedim, “bazı tuşlar ve fonksiyonlar çalışmıyor”, “değiştirsene” dedi, “böyle
iyi” dedim, “ve bir şey olmadı, ölecekmişim, sevişelim mi?” öleceğimi
söylememiş olsaydım telefonu yüzüme kapatabilecek bir hatunken, sadece,
travmada olabileceğim ve bir psikologla da görüşmemin faydalı olacağı yönünde,
aklımda kalmayan cümlelerle, teklifimi geçiştirdi. “sen kimsin” diye
yinelediğim de, ölecek olduğumu da tekrar edişim, telefonun yüzüme
kapanmamasına neden oldu: “ben gülçin”.
onunla,
iki gece önce, cenk ile bir barda takılırken tanışmıştık. arkadaşımın
arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. bilirsiniz. silsile bu kadar uzun
olmayabilir. ya da, ilerleyen zamanlarda, onu sizinle tanıştırmak istediğimde,
“bi arkadaşım” şeklinde kısalabilir. aynı okula gittiğimizi öğrendiğimizde,
karşılıklı olarak, arada okulda paslaşırız dedik, paslaşırız diyen bendim, o,
bunun yerine, görüşürüz kelimesini tercih etmişti ve öykünün kapladığı alanı
çoğaltmak için, bu tip gereksiz ayrıntılara yer vermeye devam edeceğim.
telefonumu
sordu. söyledim. çağrı yaptı. sonrasında, devam eden öksürüklerim sayesinde,
gelen önerileri, ertesi sabah doktora gideceğimi söyleyerek savuşturdum.
alternatif tıp olarak sigarayı kullandığını ekledi cenk.
4.
aslına
bakarsanız, hayatım boyunca, bir kez bile doktora gitmemiştim. hastanede bile
doğmamıştım. ve öksürük yerine, herhangi başka bir ön belirti şüphesini,
tanılamak adına, doktora gitmezdim. ama 6 aydır aralıksız geceli gündüzlü süren
öksürük krizleri, sigaradan tat almama engel olmaya başlamıştı ve bu durum fena
halde canımı sıkıyordu. ve giderek artan göğüs ağrıları, ve ses kısıklığı, ve
giderek belirginleşen cenk’in “kansersin, doktora gidip de keyfini kaçırma”
imalı serzenişleri, ben de ölümün üzerine sürme hızımı yavaşlatmaya neden olmuştu.
kırmızı yerine mavi renk paketli sigaralardan bahsetmiyorum, karşıdan karşıya
geçerken daha dikkatli olmaktan, ya da prezervatif kullanmaktan, ya da düzenli
uyku saatlerinden, ya da üç beyazdan, ya da alkolü bırakmaktan... cenk ile
birlikte, uzun bir zamandır sürdürdüğümüz işi, ağırdan almaya, arada sırada da,
bırakmamız gerektiği konusuna girizgah niteliği taşıyan cümleler kurmaya
başlamıştım. cenk, oturduğumuz kafenin kasasında hesap için bekleyen, ve sırtı
bize dönük olan hatunu işaret ederek, “bu nasıl” diye sordu. “olmaz” dedim. “sikecem
ama” dedi, “değiştin sen. ölecek olma ihtimalin, tüm dünyaya acımana neden
oldu. öleceksen ölürsün, anladın mı beni? iki gün sonra ölürsün. iki sene sonra
ölürsün. hatta isa gibi iki bin sene hayaletinin dünyaya hakim olma ihtimali
olsa bile, bedenen er ya da geç ölürsün..” sigara kaldı mı diye sordum. iki
tane çıkardı. birini ağzıma götürüp, daha sonra yakacağımı söyledim. “al işte” dedi.
“sigarayı da bırakırsın yakında.”
5.
Ağzımda
ki, henüz yanmayan sigarayla, günden güne eriyen hayatım arasında, zamansal bir
denklem kurmayı deniyorum, cenk hatunları keserken. aslında, şu an, benim de,
onun gibi, hatunları incelemem gerekiyor. bu şehir, onunla beraber yola
çıktığımız günden beri, konakladığımız dokuzuncu durak. başladığımız noktaya
geri döndük. izmir’deydik. ankaraya geçtik. oradan eskişehire. oradan sakarya.
sonra izmit. sonra. istanbul. sonra bursa. sonra balıkesir.. ve izmirde, birkaç
gün kalıp, oradan sırasıyla aydın ve muğlaya geçiş yapacaktık. altı ay demişti
doktor, en fazla altı ay.
“bana
bak” dedi cenk, “altı ay önce, şu an hayatta olacağının garantisi yoktu, şimdi
de altı ay sonra hayatta olmayacağının garantisi var. ikisi arasındaki fark,
seni psikolojik olarak nasıl bir ahmaklığa itti bilmiyorum ama, eylemimiz altı
ay sürmeyecek zaten, şimdiden ülke çapında yarattığımız sorun neticesinde,
basında çıkan yazılardan, akademisyenlerin haber kanallarındaki aritmetik
demeçlerinden, yasanın geri çekilmesine, ramak kaldı diyebilirim. sonra güle
güle ölebilirsin, işimize odaklanalım.”
“sence
doğru mu yapıyoruz” dedim.
“sen
başlattın” dedi bana. “fikir senden çıktı. kardeşine tecavüz edildiğinde. ve
hamile kaldığında. ve kürtaj konusunda çok sıkı önlemler alındığında. ve
kardeşini, tavan arasındaki bir ameliyat masasında ölü bulduğunda. sen
başlattın. ve benim de hoşuma gitti. ve benim dışımda hiçbir aidsli, bu
teklifini kabul etmezdi. ve sen de benim dışımda kimseyle, bu sapıkça planını
paylaşamazdın. kabul et. işi bırakırsan, bırak, ama bana engel olmaya çalışma,
git son altı ayı, hangi tatil köyünde geçirmek istiyorsan geçir.. ama
yaptığımız şeyin, ahlak anlayışına, öleceğini öğrendikten sonra uymuyor olması,
bana iğrenç geliyor. anladın mı beni? şu hatun nasıl?”
kafamı
bile çevirmeden olur dedim. fiskos şeklinde konuşuyorduk. kimse bizi duyamazdı.
biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. mekan oldukça gürültülüydü ve yaptığımız
şey hakkında, herkes bilgi sahibiydi. sadece kim olduğumuz bilinmiyordu.
telefon çaldı. açmadım.
6.
hatunun
bardan çıkacağı anı beklemeye başladık. bu arada, bira ve sigara takviyesi ile,
zaman öldürüyorduk. birilerinin, bizi fark etmiş olma ihtimali, uzun zamandır
izlenebiliyor olma ihtimalimiz, sivil polisler, sivil ahlak bekçileri, ahlaksız
dindarlar, dinsiz imanlılar ve tabi ki yakında ölecek olmam üzerine, geyik
döndürüyor, ve hatunla mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyorduk.
ölüm
adaletli midir diye sordum cenk’e
“biz
adalet dağıtmıyoruz” dedi, “olması gereken şey, her zaman adil bir biçimde
gerçekleşmez, ve olması gereken şey, her halükarda, kişiden kişiye değişiklik
gösterir. toplumun, kanserli gördüğü bir fikri sansürlemeye çalışması, onun
bulaşıcı olduğunun sanılmasından kaynaklanır, oysa kanser bulaşıcı değildir,
sigara içmek kansere yol açabilen bir risk taşır. toplumca kanserli görülen
fikirler de bulaşıcı değildir, sadece bu fikre kapılmaya yol açan faktörleri
yaşayan insanlar o fikre yakalanır. oysa böyle bir durumda ortadan kaldırılmaya
çalışılan şey, faktörler değil, fikirdir. ve zaten söz konusu sansürlenen
fikir, kendisinin oluşmasına neden olan faktörleri ortadan kaldırma veya
düzeltme eğiliminde olduğu için, devlet medya yoluyla, o fikrin toplumca
kanserli görülmesine neden olacak argümanları, dolaşıma sokar. ve halk, bir
fikrin doğru olup olmadığını, fikre değil, onu kimin ürettiğine bakarak karar
verir. bu doğrultuda da, demokratik olduğu öne sürülen rejimlerde, iktidar, daima,
holistik bir yapıya sahiptir. ve bizim yaptığımız şey de, bu noktada, arı
kovanına çomak sokmak değil, akrebi arı kovanına hapsetmektir.”
telefon
ikinci kez çaldı. açmadım. arayanın kim olduğunu bilmiyorum.
7.
hatunun
peşine düştük. çaktırmadan. aynı yol. aynı durak. aynı otobüs. cenk, arabayla
otobüsü takip ederken, ben otobüste hatunu takip ediyordum. her zaman
yaptığımız gibi. başlangıçta, her şey olağan görünüyordu, ben de izlek bağımlılığına
yol açan neden, benim de yakında ölecek olduğumu öğrenmemle başladı. yakında
ölecektim. cenk’in spermlerini bıraktığı kadınlar da, olasılık dahilinde,
yakında veya uzakta, ölecekti, en azından bir süre sonra, ölebilecek
olmalarının bilincinde olarak yaşamlarına devam edeceklerdi. çocuklarını da,
ölü doğduklarının bilincinde olarak dünyaya getireceklerdi. kaçarı yoktu.
babaları da. annelerinin de olmaması bir şeyi değiştirmezdi. devlet hem anne
hem babaydı. yeri geldiğinde kardeş bile olabilirdi. devlet, her türlü rolü,
rahatlıkla oynayabilecek kadar, şizofrenik bir organdı. kusursuzdu. halk
dublörken, medya suflör konumundaydı. ve senaryoyu yazanlar hiçbir zaman
yönetmen koltuğunda oturmuyordu. isimleri bile geçmiyordu. kalıcıydılar.
suçlanamazlardı. eleştiriler sayesinde deforme edilip, yerlerinden
indirilemezlerdi. yoktular. yönetmenleri değiştirip, senaryoya kaldıkları
yerden devam ediyorlardı. bunları düşünürken çağrı yapmayı unuttum. hatun indi.
ben inmedim. cenk aradı. meşgule attım. telefon çaldı. kimin aradığını
bilmiyordum. açtım.
doktorumdu
arayan. “tedavi oldun mu” dedi. anlamadığımı söyledim. “tedavi” dedi, “tedavi
oldun mu?” öleceğimi söylemiştin dedim. “herkes ölecek” dedi. “sana tedavi olup
olmadığını soruyorum.”
8.
ertesi
gün, cenk’le buluştuk. dün geceki kurbanımızla beraber geldi mekana. şaşırdım. “merhaba”
dedi kurban, “kardeşine olanları biliyorum, yüz yıl önce bu ülkede olanları da.”
“merhaba”
dedim, “hiçbir şey anlamıyorum, dün, doktor, şimdi, sen.” cenk’e döndüm, gülümsüyordu,
ona delice fikrimi anlattığımda planı kurmuştu. gerçekten aids olduğu dışında,
aylardır peşinde olduğumuz her şey, bir düzmeceden ibaretti. medyaya bile, bunu
yutturabilmeyi başarmıştı ve bunu asla ifşa etmeyecektik, tetiklediğimiz tartışma
zaten kıvılcımı oluşturmuştu. hatunlara tecavüz etmiyordu ama tanıdığı
doktorlar sayesinde asılsız raporlar ve beyanatlarla, ortalığı karıştırıyordu.
sonrasında bana, uzun süreli öksürüğe neden olan ama öldürmeyen bir virüsü
enjekte etmeyi başarmıştı. ölmüyordum. ama ölecektim. er ya da geç herkes
ölecekti. ve geçmişte ölen birileri yüzünden, benzer nedenlerle başka
birilerini öldürmek, devrim ve karşı devrim çatışmasından başka bir şey
değildi. yüz sene önce kafa kesen fikrin şimdi kafası kesiliyordu. dünyanın her
yerinde, benzer süreçler yaşanmış, intikamlar alınmış ve alınmaya devam
ediliyordu. dünya değişmiyordu, ilerliyordu. insanlık da bir adım bile
gelişmemişti. ilerlemişti. ilerleyip, doğadan ve birlikte yaşadığı canlılardan
ayrışınca, kendine insan adını takmıştı.
3.ekim.2012