yeri ve zamanı olduğu için, şunu tekrar buraya atıp en üste taşımam ve sonra orada burada paylaşmam, boşa harcanmış bir üç dakika olarak hayatımdan çalınmış olsa da:
kuklacı john
hangi yıllardaydı hatırlamıyorum, ama bir zamanlar, daha iyi
zamanlardı diyerek hatırladığım zamanlar da oldu. şimdiyse, daha iyi zamanlardı
diye kıyaslayabileceğim bir zaman dilimi yok, içinde bulunduğum son zamanlara
karşılık, yani her şey her zaman kötüye gitmez dostlar, bunu daha önce de
söylediğimde, bir zamanlar bana, demişti ki, bir dostum, her şey her zaman
iyiye de gitmez o zaman, hayır demiştim ona, gitmez ama çoğu zaman, kötüye
gidiyormuş gibi hisseder insan, büyüdükçe kötüleştiğini.. içinden
çıkardıkların, içine sığmayacak bir zaman sonra, çünkü sen büyürken, içindeki
küçülür daima, ve kusarak kusarak kusarak, geceler boyu içtiğin için sabahları
boş bir mide ile ve öğürtü ile uyanıp, kusarak kusarak kusarak içindeki
boşluğu, geçirdiğin günlerin geride kaldığını bildiğinde, anlarsın artık,
içinde kusulası hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir zaman var olmadığını, yani
en başından beri var olmadığını ve, yazarken yaptığın şeyin, senin içine ait
olmayan şeyleri çıkarmak için, bir çaba sarf etmekten başka bir şey
olmadığını.. hayır anlatamazsın, bir bar taburesinde mesela, sana ne kadar
yakın olduğunu bilirsen bil, herhangi bir insana, diyemezsin yani ona, içimde
bir boşluk var ve onu neyin dolduracağını bilmiyorum ama daima kusuyorum diye..
diyemezsin çünkü, o da, her ne kadar seninle aynı durumda olursa olsun, bunu
sana diyemiyordur, iyi değilsinizdir ve iyiymiş gibi yaparak birkaç bira içer,
sonra evlere dağılırsınız.. ve sonra sen yine, yoldan aldığın birkaç şişe ile
eve girer, kimseye çaktırmadan çantanda ne olduğunu, odaya geçersin..
uyuyacağım ben.. ışıklar kapalı, müzik açık.. içine soktuklarını, çıkarmak
için, kendini zehirliyorsun.. birkaç şişe sonra sızdığında, ve sabah doğan
güneş sana hiç de iyi şeyler hissettirmediğinde, annen soruyor, yataktan neden
çıkmıyorsun, öğlenin ikisi, hasta mısın? sormak istiyorsun ona, bir kez olsun
sormak, hiç benim gibi hissettiğin zamanlar olmadı mı diye sormak, bir kez
olsun hissetmedin mi? unutmuş olamazsın.. beni anlamalısın.. anlamak zorundasın
anne.. lütfen.. gözlerime bak ve bana beni anladığını söyle.. gene içmişsin
diyecektir size, gene berbat kokuyorsun diyecektir, ve sen kendi içine sinen
berbatlığı biraz daha hissedersin ama bu koku bana ait değil anne, benim kokumu
kimse sevmiyor, bende kendimi, kendimi sevmeyeceğim bir hale sokuyorum dersin,
çünkü kimse seni sevmediğinde, senin kendini sevmen, senin kendini daha da
kötüye sokmandan başka bir halta yaramaz dersin, dersin ama içinden, çünkü
dışından da söylediğin her şey, uzay boşluğunda bile asılı kalamayacak sesler
bütününden başka bir şey değildir.. aksini düşünüyorsanız, size bunun
söylediğim gibi olduğunu ispatlayabilirim bayım, çünkü şu an ben, içimden
konuşuyorum, gördüğünüz gibi, buraya kadar bile gelememişsiniz..
etrafımda bir kalabalık oluşturduğunuzu varsaydığım günlerin
geride kalmış olmasının nedenini, hepimiz çok iyi bilmekteyiz, çünkü
oluşturduğumuz boşluğun içine, dahil olmak isteyenlerin büyük bir bölümü, o
boşluğu doldurmak için var olmaya çabalıyorlardı, ve sonra biz o boşluğu
ortadan kaldırınca, kendi içlerinde de bir boşluk taşımadıklarını, yani epey
bir dolu olduklarını düşündükleri için, ortadan kayboldular..
düşünüyorum da, sokak edebiyatı yokken, pek az insan oluyor,
varken yeni birileri pat diye ortaya çıkıyor, vay canına, inanılmaz bir dehaya
sahibim, kuklacı john amca geldi aklıma.. o da mı kim? bir karakterim, kuklacı
john amca, kendi boğazına ipi takıp, bir üst kata o ipi bağlayınca, herkesi bir
gülme tuttu ve herif sahnede intihar ederken, onun rol yaptığını ve yaptığı
kuklaları taklit ettiğini düşündüler, sonra herif öldü, bir kukla gibi, yani
zaten kuklalar ölmez öyle değil mi? çünkü aslında yaşamıyorlardır da.. o halde
meseleyi tekrar ele aldığımızda, ve sorduğumuzda sınıftaki öğrencilere, nerde
kalmıştık diye, büyük bir sessizlik korosu ile karşılaşacağız.. çünkü olay,
öğretmenin ders anlatması esnasında gerçekleşiyordur, öğretmen susunca çocuklar
da susar çünkü her ne kadar öğretmenin anlattığı dersi dinlemiyor olsalar da
duyuyorlardır, sınıfa da arkasını dönmüştür öğretmen, yazıyordur, konuşuyordur,
anlatıyordur, büyük bir çaba sarfetmiyor olabilir, işinden nefret ediyor bile
olabilir hatta, ama ben hayatımın hiçbir evresinde, konuşan bir öğretmene karşı
saygısızlık etmedim, dinlememiş olabilirim, bakın bu konuda haklısınız, ama
bana gıcık olan edebiyatçı hatunu bile tek dinleyen bendim koca sınıfta, herkes
konuşuyordu, ve ben yanımdaki ülkücü gençlik kahramanı serkanı susturup, hocaya
kulak veriyordum.. sonra beni sınıfta bıraktı.. o gün anladım ki, insanlar
sizin onlara duyduğunuz saygıya göre, notunuzu belirlemezler, yerine
getirmenizi istedikleri şeylerin kaçta kaçını ve nasıl yerine getirdiğinize
göre, bir sonuça ulaşırsınız. yani boş bir kağıda adınızı yazıp, onu masasısın
üzerine koymanız, belki de içiniz de ki boşluğu anlattığınız anlamına gelmemiş
olabilir.. aslında gelmemiştir, gelmemiştir çünkü içindeki boşluğu anlatabilen
insanın içinde boşluk yoktur, içinde istemediği doluluklar vardır, onları
kusuyordur o, asıl içinde bir boşluk taşıyıp onu anlatamıyorsa, o insan,
korkacaksınız.. yani ölebilir.. anlıyor musunuz ne demek istediğimi?
eğer bana, yıllar önce bir yayınevi, çok dolu bir herifsin
deseydi, ben bunu bir hakaret olarak algılayıp, dava açabilirdim, açabilirdim
çünkü içimde bir doluluk oluşturan o şeyi ben içime almamıştım, aksine çıkarmak
için çabalıyordum yıllardır, ben kusuyordum, onlar gene giriyordu, kusuyordum,
gene.. her sabah, otobüse bindiğimde mesela, ya da okula gittiğimde, ya da eve
gelmeden önce yolda yürürken mesela, dolmuştan inip.. sürekli sürekli sürekli
içime enjekte edilen sıkıntının sebebini çözmeye çalışmadığımı söylediğimde,
çözünmeye de çalışmıyorum diye eklemiştim, ve o gün bana “her şey kötüye de
gitmez o zaman” diyen dostum, o ana kadar dostum olan, demişti ki, “zor olan
şey, kendini anlatmak değil, sana kendini anlatanı dinleyebilmektir”. yazılar
üzerine konuşuyorduk ve o gün anladım ki, herif hiçbir şey anlamamış, ulan ben
kendimi anlatmıyorum denyo demeye çalıştım, ama demedim, bir bira sonra, hadi
kaçalım artık deyip kaçtım, gerçekten kaçtım yani, çünkü siz hala benim burada
kendimi anlatma çabası sarf ettiğim gibi bir algıya kapılıyorsanız, sizden de
kaçardım.. yazmazdım yani, anlıyor musunuz? yazmazdım çünkü, sizi anlamadığını
bilen biriyle konuşmak gereksizdir.. ve iki yıldır yazmıyorsa bir insan, ve
yazmak yerine onları zihninden geçirip gitmesine neden oluyorsa, ve giderek
sıkışıyorsa içinde, içindeki boşluğa, çıkarıp atamadıkları giderek daha güçlü
bir baskı oluşturuyorsa, ve artık kusmanın da veya sarhoş olmanın da fayda
etmediğini bildiği için, bunu da yapmıyorsa ve hatta her şeyi siktiredip,
tanrı'ya dönüyorsa yüzünü, ve lütfen diyorsa ona, dua ederken lütfen gibi bir
kelimeyi kullanıyorsa, burada biraz durup düşünmemiz gerekiyor, yalnız olmak
bir şikayet nedeni değildir, asıl yalnız kalamamaktan şikayet etmeli bir
insan.. günde birkaç saat mesela, odada tek başına kalmaya vakit bulamıyorsa...
“çok yalnızsın ve ben bunu çok iyi anlıyorum”
“kendimi yalnız hissettiğim için bir kez bile şikayet
etmedim ben” diyorum ona, bir bar da oturuyoruz, iki hatun ve ben ve benden
fanzinlerimi almak için, küldür bakanlığına müracat edip birkaç sigara
almışlar, ki külünden bir deniz yapalım kendimize, tablonun içinde, ve sonra
üzerinde sigaramızı söndürünce ölsün tüm balıklar.. evet aynen böyle yapmışlar
ve ben de buluşmuşum, ve sonra votka kola söylenmesi gerekmiş çünkü bunlar iki
bira içelim mi demişler, sen de olur demişsin, ve arada hiçbir duygusal veya
cinsel ivme kazanmayacak olan bir sohbetin eşiğinde sana biri, diğeri tuvalete
gittiğinde, demiş ki, “yazdıklarını sevdim ben”, eyvallah demişsin sen de, olur
öyle, ben sevmiyorum, “ yalan söylüyorsun” demiş size, “yalan söyleyenleri de
sevmiyorum” demişsin, ve sonra ardından bildiğin bir gerçeği açığa çıkarmaktan
kaçınmışsın... ulan nasıl sevebilirsin, kitapevinden aldığını söylediğin tek
fanzinde yer alan tek öyküm de iki sayfa eksikti, basım hatası yapmışım, ve hiç
düzeltmeden bastım onu, bir kez olsun biri, girdo hatalı basmışsın demedi,
nasıl okudun, bariz hata anlaşılıyor, nasıl yani? hayır böyle demedim, onun
yerine, şöyle dedim, lita'yi sevdin mi?
o kim dedi bana, ben de ona, lolita dedim, nabokov'un
kitabı, hani okuduğunu söylemiştin ya, haa dedi evet severek okudum o kitabı
ben, ulan lita senin kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzindeki karakter,
nasıl yani, nasıl.. sonra işte, insanlar gelip, 2 senedir, neden yazmıyorsun
girdo diyor, hayır sormaları gereken soru şu, neden sokak edebiyatını kapattın,
yazı göndericektim ben.. seni okumuyorum ki.. hiçbir şeyi okumuyorum sitede,
sadece yazmak istiyorum, radyo yayınlarını hiç dinlemiyor ama ben de radyo
yayını yapmak istiyorum..
burada söylediklerimi üzerine alınmaması gereken ve sayıları
sokak edebiyatının toplam harflerinden daha az olan yakınlarım için bir açıklama
da bulunmak istiyorum: alının ve gidin be abi. ben de gideyim.. bırakalım bu
işleri.. hiçbir şeyi çözmüyor artık dilimize bağladığımız düğümler.. ben tüm
dünyanın ağzına sıçmak istiyorum, öyle bir jilet koymalıyım ki, zack'in diline,
cümlelerini okuduğunuzda, beyin sarsıntısından ölün istiyorum, ölün de kurtulun
bu adına postmodern denilen ama bana göre potporiden oluşan zaman diliminden..
gerçekten bunu istiyorum yani.. ama istediğin şeyi yapman için, kuklacı john
amca gibi bir seyirci kitlenin olmaması lazım.. yani anlatabiliyor muyum? yani
olay, tamamen elim sendeye dönüşüyorsa, ve sonra birbirimizin ardından koşmaya
başlıyorsak, bir anlamı kalmıyor bu işin.. giderek daha da dibe düşme korkusu
taşıyorsan o yüzden, bizim elimizden tutmaya çalışma, düşersin aşağı.. biz
aşağı da olduğumuz için değil, senin kendini düşmüş bir hayat yaşadığına iten
düşüncelerin nedeniyle.. çünkü ben aşağı düşmek veya yukarı çıkmak arasında
durulan bir dönme dolap olarak görmüyorum bu hayatı.. dibe düşersin düşmesine,
hepimiz birkaç kere düştük, ama orada kalmaktan hoşnut değilsen, daha da dibe
düşemezsin.. düştüğünü sanırsın ama, bak bu olabilir, herkes her şeyi
sanabilir, ve bir sandalyenin gerçekliğinden gerçek anlamda emin olamıyorsanız,
fotoğrafına bakmanız bile çözmez meseleyi, veya sözlüğe bakıp, oradaki tanıma
uygun bir eşya aramanız evde, hiçbiri meseleyi çözmez dostlar, sandalye
sandalyedir ve üzerinde hiç kimse oturmuyorsa bile, orada durmak zorundadır,
tam karşımda, şu an durduğu gibi, görüyorum onu, odamda bir boş sandalye var ve
bir kez bile oturmadım üzerinde onun, daima ayaklarımı uzatıyorum ona, pekala
pekala, o halde bir kez daha düşünelim şimdi, kelimeler onlara kattığımız
anlamlarla var oluyor olabilir mi? o halde bir sandalyenin anlamı herkese göre
değişebilir değil mi? pekala meseleyi şu hale getirecek olursak: dibe vurmak
adlı efsane konusunda; bir gemi düşünelim, ve onun çapasını denize atmak, o
çapanın dibe vurması, geminin orada karaya yanaşınca yapılması gereken bir
eylemdir öyle değil mi? ama denize açılırken, çaba geri çekilir.. pekala
pekala, dibe vurmak dediğimiz şeyin, sizin için ne anlama geldiğini ben
bilmiyorum, siz de benim kendimi kötü hissettiğimi söylediğim dizelerde, ne
anlatmamaya çalıştığımı bilmiyorsunuz, ne anlatmamaya çalıştığımı, yani skor
anlamlar açısından, eşit. ve dahası, şuraya tekrar dönelim: iki hatun, bar,
fanzinler nedeni ile buluşuldu ve sonra, viski kola içiyorduk, 2007 yılındayız,
alsancak korku parkı istasyonundayız, ve ben fazlasıyla nankör bir adam olduğum
için, hatun bana “ben de kendimi yalnız hissediyorum” dediğin de, “ben de
kedimi yalnız hissediyorum” dedim, “a-a dedi bir kedin mi var?” hayır işte
dedim o yüzden yalnız hissediyorum kedimi, kedim olsaydı yalnız hissetmezdi
kendisini.. gene bir şey anlatamadım ve sıkıldım, sonra ben kalkıyorum dedim ve
bana “yazdıklarını seviyorum” dedi, ben de ona, yazmadıklarımı da sevseydin bir
şansın olurdu belki dedim ve yol aldım, üstelik fanzinleri henüz vermediğim
halde, o bunu bana hatırlatmadı, ve bir daha da aramadı.. fanzinleri unutmuşum
ben gibi.. unutmadı, ilgilenmiyordu, yalnız olmak istemiyordu sadece, ya da
yanında ben yürüyünce kendini yeraltı prensesi hissedicekti.. ve sorun şu ki:
anlamlar arası karmaşaya geri dönecek olursak, ben yeraltı adlı bir şeye de
inanmıyorum. çünkü birşeyin, altta mı üsste mi olduğunu belirlemek için, neyin
altında veya üstünde olduğunu bilmemiz gerekiyor dostlar, ve “yer” diye temin
edeceğimiz zemin eğer piyasa adı ile geçerli olan pamuk ipliği ise, üzerinde
zaten duramazsınız onun, durmaya çalışırsanız o pamuğun sizi taşıyabileceği
şeyler yazmanız gerekir, ve gereken şeyleri yazmaya devam ettiğiniz sürece
gerekmeyen hallere bürünebilirsiniz: gazete röportajları, imza günleri ve
birkaç farklı konsültasyon sonrası sizi iyileştireceğini düşündükleri şey sizi
konstipasyon yapabilir..
meseleyi kapatıcak olursak; uzun zamandır yazmayan bir
insanın yazı yazmıyor olma nedeni, kabızlık olmayabilir ve yazı konusunda ishal
olmaktansa kabız olmayı tercih ederim ve dahası benimle tıp oynamaktan sıkılırsanız,
kaybedersiniz..
pekala pekala, bu yazı, tüm kuklacı
johnlara gelsin..
10ocak2012