25 Şubat 2014

caz (karışık)

havaya can sıkıntısı hakimdi. oturuyorduk. evde. karşılıklı iki kanepe. müzik yok, ses yok, diyalog, görüntü, göz göze gelmek.. hiçbir şey.. bacak bacak üstüne atmış, ve havada kalan ayağımı sallıyordum ben. o ise, tırnaklarını yemekle meşguldü. bacak bacak üstüne pozisyonundan, iki ayağı da yere basan pozisyonuna geçtim. var mı öyle bir şey, ya da durumu tarif edebildim mi bilmiyorum.. yeteneksiz bir yazarım zaten. sağ ayağımı, topuğumu yerden kesmeyecek kadar kaldırıp yere vurmaya başladım bu kez. bir ritim tutuyor sayılmazdım, ama müzikten anlamayan birine göre, gayet pek tabii öyle görülecektim ve bazılarımızın sigarayla arasında olan ölümsüz aşkına inanmayanlar için de elbette para kaybıydı, bu iş. hele ki sigarayı, bakkaldan içime hazır halde almaktansa, tütün ve kağıt alarak kendiniz içilebilir hale sokuyor iseniz, bu israfa zamanı da katabilirlerdi. o da öyle yaptı. o an.. tam elimi, tütün torbasına doğru uzattığım anda

“günde ne kadar zamanını alıyor dersin bu iş?”
“hangisi? bi saat gidiş bi saat gelişi de sayarsak on” dedim
“o değil yahu” dedi, eliyle sigara içiyor gibi bir işaret yaparak
“haa o mu” dedim, “bilmem, hiç düşünmedim bunu”
“düşünseydin iyi ederdin” dedi, “sürekli olarak hiçbir şeye yetişemediğini de hesaba katarsak”
“yetişemiyor olmaktan şikayet eder bir halimi gördün mü benim? ya senin ki? sen onu düşündün mü?” bir elimle tırnak yemekten bahsettiğimi tariflerken ekledim “can sıkıntısını geçici süre çözmenin farklı metotları var işte”

bir süre daha konuşmadan oturduk.. ben sigaramı içerken o, bu kez de, saçları ile oynamaya başladı. sarı ve uzundu. yeni boyatmıştı daha ve ben sevmemiştim. ve bunu o da biliyordu. ve sevgili olduğumuzdan bu yana, altıncı kez, tekrar, o aptal soruyu sordu: “ayrılalım mı?” ve ben, daha önce ki beş keresinde verdiğim cevabı değiştirdim, “olur”.
daha önceki beş keresinde, “sen bilirsin” demiştim, ama bu kez, “fark etmez” tınısında söylenen bir “sen bilirsin” değildi, daha çok, “ben istemiyorum ama istediğin buysa sana engel olmayacağım” anlamını barındıran bir “sen bilirsin” idi. şimdiyse, sadece, “olur” demiştim ve bu, “bana uyar” demenin kısa versiyonu gibiydi. şaşırmadı. onu uzun zamandır şaşırtan bir şey yapmamıştım zaten. hoş bunun için uğraşıyor da sayılmazdım, ansızın eve elinde çiçekle gelmek gibi mesela, ya da telefona alo dediğinde, pat diye “aşkım” ile lafa başlamak gibi, o sırada herkesin içindeyken hatta, bir metro yolculuğundayken mesela.. ve o bunu istiyordu. sormuştu hatta, bir keresinde, onunla beraber metroda iken, bir ön sıradaki elemanın telefonda sevgilisi ile olan konuşmasına şahit olmuştuk ve kapılar açılıp da, trenden dışarı çıktığımız anda, bana “gördün mü” dedi, “adam ne kadar rahattı konuşurken”
“ben de rahatım” dedim, “her zaman hem de”
ve onu orada, istasyonda, sarılarak üstelik, öpmeye başladım ve bana karşı koyup, birkaç saniye direndikten sonra, onu, yani dudaklarını serbest bırakınca, “bunu ben istediğim için yaptın” dedi, “içinden geldiği için değil”
“istediğin şey bu muydu?” dedim, “istediğin şey buydu. karşılık vermediğin şey de öyle. bana eşlik etmediğin”
“ben öyle söylemesem öpmezdin”
“tamam elif” dedim, “sen haklısın, doğru.. ama ben sıkıldım bu saçmalıklardan”

 işte o gün, ilk telaffuz edişi idi, ‘ayrılalım mı’yı. benim de ilk “sen bilirsin” deyişim. ve ardından, böyle söylediğim için, o, dudaklarıma yapışmış, bir öpüşme, üstelik uzun bir öpüşme faslı sonrası, “şaka yaptım” demişti, “manyak, bi de ben bilirmişim ya. hemen de alınıyorsun”

alınmıyordum oysa, gerçekten bugüne kadar alınıp kırıldığım hiçbir şey olmamıştı yaşamım da, zannediyorum.. fazlasıyla rahattım, ve ona batan da, belki, bu rahatlığımdı, herhangi bir sorun karşısında ki, sorunu büyütmeyen tavrımı o lakaytlık olarak görüyordu. değildi. sorunlar daima vardı zaten. her zaman, herkesle, her zaman olabilecek, basit ya da derin sorunlar. ama ‘bakmazsan görmezsin’ adında bir ilke edinmiştim kendime yıllar önce, yaşamı kolaylaştıran bir yöntem. bu elbette, kalbime saplayacağı bir bıçağı elinde taşıyan bir heriften gözlerimi kaçıracağım anlamına gelmiyordu ama, beraber aynı evi, ve belki bir anlamda da, hayatı paylaştığım bir hatunun, en sevmediğim huyunu, değiştirmek için az da olsa bir çaba ve enerji harcayacağım anlamına da gelmiyordu. o saçlarını sürekli bir takım renklere boyuyordu ve bence siyah iyiydi, yani boyasız hali, ama bundan şikayet eder durumda değildim, ya da bazen, özellikle bir ortamda kıskandığı güzel bir hatun varken, bana daha çok sırnaşıp nerdeyse kucağımda oturur vaziyette takılmasına karşı duracağım.. yaptığı hiçbir hareketten rahatsız olmuyordum, bir noktada kıskançlığının evirildiği güvensizlik durumu hariç.. ve bu evirilmeye katkı sağlayan hiçbir hareketim de olmamıştı üstelik.

ikinci seferinde.. “bi dakka izin verir misin” demiştim, “sigara sarmam lazım”
 o sırada evdeydik ve evde, onun burak adında bir arkadaşı, benim de zeynep ve turgut adında iki arkadaşım vardı. elif, sigara sarmama izin vermediği için, zeynep’e, “bi sigara sarsana ya” demiştim, ve bir hışımla kalkıp, mutfağa gitti ben böyle deyince. peşinden gitmedim tabii ki.. “tamam boş ver ben sararım” deyip, tütün torbama uzandım. döndüğünde elimde ki sigarayı görünce, bana, herkesin içinde, “bi gün evlenirsek, nikah şahitlerimiz, çakmakla sigara olsun mu” demişti, “biri bi masada diğeri diğer masa da oturur”
 ben de hiç alınmadan, gayet sakin bir şekilde, “nikah memuru da kül tablası olacaksa uyar” demiştim, herkes gülmüştü, o da.. ama herkes gittikten sonra, yine “ayrılalım mı” dedi, ben de “sen bilirsin” dediğim için tekrar dudaklarıma yapışıp, onun öncesinde, “ben bilmem eşim bilir diyorsun yani” demişti, gülerek. bir anda ciddiyetten geyiğe nasıl dönebildiğini öğrenmek isterdim, yazarken çok işime yarayabilirdi.. aa evet tabii, ben hemen hemen her konuya, yazıma nasıl bir güç verebilir diye bakıyorum, hatta yazdıklarımı okumayan bir hatunla katiyen aynı odada bile beş dakikadan fazla kalamam..

o hiç okumuyordu yazdıklarımı.. elif yani.. ve bu bana iyi geliyordu. gerçekten iyi. belki gizlice okuyor da olabilirdi ama, gündemimize bir parça bile, yazı ve yazmak ve edebiyat girmediği için aslında, onunla beraberdim. beni onunla beraber olmaya ikna eden nedenlerden biri de bu olmuştu. yazan bir insan için, bu eylem, hayatın bütününde yüzde birlik bir kısmın ötesini kapsıyorsa, tehlikeli olabilir. ne demek istediğimi daha sonra açıklarım. yani başka bir seferinde. başka bir yerde. başka bir zamanda.. dağıtmadan devam edecek olursam, üç dört ve beşinci seferlerinde de, benzer süreçler yaşandı. onları da anlatıp öyküyü gereksiz yere uzatmak istemiyorum.. sayfa başına para kazananların işi, o uzun ve gereksiz ve önemsiz detaylar.. bi de lars von amca yapıyor bunu, ama onun ki parayla ilgili değil, daha çok ben ve benim gibiler sıkılıp izlemesin diye.. ki bu konuda başarılı lars, izlemiyorum.

dediğim gibi, havaya can sıkıntısının hakim olduğu bir günde oturuyorduk ve vakit akşamüstünü çeyrek geçiyordu.. ortada hemen hemen hiçbir şey yokken, “ayrılalım mı” dediğinde elif, “olur” demiştim ve telefonum da o sırada çalmıştı ve meşgule atıp telefonu da ona doğru attım. fırlatmadım yahu, öyle değil, oturduğu koltuğun üzerine yani. ayağa kalkıp yürürken, “nereye” diye sordu, “bakkala” dedim, “istediğin bir şey var mı?”
“yok”
“tamam, gelirim iki dakkaya”
“biz şimdi ayrıldık mı” dedi, gayet ciddi bir şekilde,
“evet” dedim. odadan çıktım. holde bir iki dakika, mont ve ayakkabı için oyalanıp, ardından kapıyı yavaşça, tam kapanmayacak şekilde çekip çıktım

döndüğümde evde değildi. ilk biramı açıp, hiç ama hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. televizyonu açmak. hiçbir kanalda bir dakikadan fazla kalmayacak şekilde, yaklaşık olarak iki saat takıldım öyle.. dört bira.

telefon çaldı sonra. tekrar. zeynep’ti arayan. daha önce de o aramıştı. meşgule attığım sırada.. bu kez açtım.
“alo”
“napıyorsun”
“hiç ya zeynep.. sen?”
“ya şey, şu elife almak istediğin şeyi buldum ben, fiyatı biraz tuzlu da, ayarlatırım elemana bir şeyler, dükkan arkadaşımın zaten”
“o hediye için çok geç” dedim
“çok mu geç” dedi
“evet” dedim, “ayrılmışız biz, yani, galiba, bilmiyorum da, öyle herhalde, her neyse, sağ ol gene de, uğraştırdım seni de”
“önemli değil de, iyi misin sen?”
“he ya” dedim, “televizyon izliyorum”
“iyisin yani, televizyon?”
“evet, bitti mi? kapatıcam”
“geleyim istersen diyecem ama gene sorun yapacak seninki”
“görüşürüz”
“hıhım”

telefonu kapattığım anda odada bir sandalye hareket etti ve masanın altından elif çıktı. şapkadan tavşan çıkartmak daha kolay olmalı, masa altından sevgili çıkartmakla kıyaslarsak

“şimdi ayrıldık işte” dedim ona, “az öncesine kadar emin değildim ama şimdi tamamdır”
“ya özür dilerim.. ama.. ben..” dedi
“bakkala gittiğimde kimin aradığına baktın öyle değil mi” dedim
“evet” dedi, ağlıyordu
“sonrasında ben bu sikik eve tekrar geldiğimde, neyle meşgul olduğumu da gördün öyle değil mi?” dedim
“evet” dedi, “televizyon izliyordun”
“izliyordum yani. öyle mi?”
“yani aslında, seni televizyon izlerken ilk kez gördüm ama”
“izliyordum yani”
“pek izliyor sayılmazdın”
“ardından sikik hediyen için yapılan telefon konuşmasına kadar hiçbir şey seni o masanın altından kalkman için ikna etmedi ama”
“ya ben” dedi, “sanmıştım ki...”
“insanlar, bazen, bazı şeyleri sanarlar.. ip nerde kopar biliyor musun, sandıkları şeyin peşinden gitmekten vazgeçmeleri için, gerçeğin güneş gibi parlamasını beklediklerinde..”
tekrar özür diledi. ve tekrar. ardından bir tekrar daha.. ve bu anı, ikinci kez yaşayışımızdı. özürler ve üzgünümler.. bu arada, ilki, beşinci tekrar kısmından sonrasındaydı. ve evet, klişe bir konuyu zenginleştirmek için araya un da serpebilirdim ama, yapmadım, gerçekten can sıkıcı bir günde, başka bir can sıkıcı günü anlatmaktan başka, yapacak bir şey gelmedi elimden.. ve eğer, bir kez daha, bana, iki ay boyunca sevgili olmamız için diretirse biri, teslim olup denemeyi kabul etmeden önce ondan sigaraya başlamasını isticem. zaten sigara içiyorsa, boktan meseleler için iki ay diretmez, sigara yaşamın rutnini dengeleyen bir panzehirdir çünkü. her şey olabilir sigara, her şeye karşılık gelebilir, bir türk dünyaya bedel mi bilmiyorum, ama sigaranın bin hatuna bedel olduğunu söyleyebilirim.. ayrıldık tabii ki, “sana sigaranı ben sararım” dediği halde üstelik, o gün, evden çıktım, ve bi daha da dönmedim. onun eviydi. benim evim olsaydı, televizyonun ne işi olurdu ki zaten?

not: başlık, jazztral'ın, bu öyküyü yazdığım sırada bana açtığı fonlardır.. başlık bulamayan adamın hüzünlü öyküsü de olabilir ya da bu notun da başlığı..


25.şubat.2014

20 Şubat 2014

test

berbat bi gece geçirdiğimi söyledim ona
“nasıl berbat bir gece geçirirsin” dedi
“berbat bi geceyi, nasıl geçirirsin?” dedim. o, sözümü kestiğimin farkında olmayarak konuşmaya devam ederken, şıkları saymaya başladım:
a) üst üste sigara içerek
b) bu arada, duvarları izleyerek
c) bu ikisi ile birlikte, bir şişe viskiye sek olarak tek başına girişerek
d) bu üçünü de…

“ne diyon sen ya” dedi
“sen ne diyon ya” dedim
“beni dinlemiyormuşsun” dedi
“her ikimiz de birbirimizi dinlemiyorduk ama, kadınlar her zaman haklıdır” dedim. bu sırada sigaramı yakıyordum. çakmak sesi efekti
“üf ya” dedi
“noldu” dedim
“sigara mı içiyorsun sen?”
“evet”
“hani bırakacaktın”
“izin vermiyorlar”
“kim izin vermiyor ya?”
“sen”

bu arada, evet, belirtmeyi, unutmuşum, telefonda konuşuyorduk, ve telefonu yüzüme kapattı. geçmişte defalarca olduğu gibi. ama bu kez, kendimden emindim, iyi bilirdi, haksız olsa bile karşısındakini suçluluk psikolojisine sokmayı. hazırlıklıydım, hazırlıklıydım çünkü… kötü bir gece geçirdiğimi söylemiş miydim bu arada? unutmuş olabilirim. bi hatun, bazen, insana her şeyi unutturabilir, sonrasında onu unutmak için, geriye kalan ne varsa hatırlamakta zorlanırsın. çok mu arabesk oldu? severim

bekledim. saatler geçti ve gece işe gitmem gerekiyordu. noldu dersiniz? demezsiniz ama. şu sikik öyküyü, sonrasını merak ederek okuyabilecek ve tamamlayacak insan sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyeceği için, onlara da zaten sonrasını, daha önce, geçmişte, bir arkadaş sohbetinde anlatmış olabileceğim için. için, için, için efendim. bendeki şarap

birkaç saat sonra bir mesaj geldi: “napıyosun?”
“hiç” dedim, “sigara içmeye devam ediyorum, ya sen?”
“okuldan çıktım, eve yürüyorum, konuşalım mı?”

öyküyü burada sonlandırıp, size, karşılığında çam sakızı çoban armağanı verilen bir soru sorabilirim, “onu aradım mı, aramadım mı?” gibi. ama. düşününce. son radyo yayınımızda, jazztral ile beraber, o kadar çok hediyeyi, oturup kendimiz tüketmek zorunda kaldık ki, bir daha, insanlara, yaptığımız herhangi bir işle ilgili, herhangi bir yerde, herhangi bir soru, sormama kararı aldırmaya kadar gitti, bu mesele. dinliyor musunuz? o halde devam edelim

aradım. tam iki saat sonra. bu kez de ben sordum, aynı lanet soruyu:
“napıyorsun?”
“hiç. ödev. sen?” güzel sanatlarda bilmemne bölümü okuyordu. okuyabilir. ben işe çalışıyordum ve işten atılmama ramak kalmıştı ve bu onun nerdeyse umurunda bile değil sanıyordum
“sigara içmeye devam ediyorum” dedim
“özür dilerim” dedi

bu, genellikle, ya benim de özür dilememi gerektiren konularda, ya da benim de özür dilememi istediği zamanlarda kullandığı bir cümleydi. özür dilerim. a ben de özür dilerim. üzgünüm. ben de üzgünüm. barışalım mı?

bazense, yani ilk zamanlarda, saatlerce zorlardı beni, lanet telefonu açmak, ya da bir cevap yazmak için. öğrenmiştim ama. zamanla tüm burçların kadınsal algoritmasını çözücem, sırayla gidiyorum ve evet başak, üzgünüm ama sıranın sana gelmesi için daha çok burç var sırada, ve başak dediğim bir burç değil, isim, hatunun ismi başak, burcu koçak.. ne diyordum?

“ne için?” dedim, üzerine gitmektense
“kötü bir gece geçirmişsin, anlayamamıştım”
“ve gece işe gidicem”
“gitmek zorunda mısın?” dedi, tahminen bu arada dudaklarını büzüyordu
“hı hı” dedim
“gitmesen olmaz mı?”
“işten atarlar”
“daha iyi bir iş bulsana”

bu teklifi, hayatı boyunca hiç çalışmamış veya bi süre işsiz kalsa da durumu kotarabilecek durumda olan insanlar, rahatlıkla kullanılabilir

“beynimi düzecek bir işten bahsediyorsun yani?” dedim, ve araya girmesine fırsat vermeden ekledim “o tip işlerin ağzına sokayım”
“kaba konuşma benimle” dedi
“kaba?” dedim
“cinsiyetçi” dedi
“pardon ama hangi kısmı cinsiyetçi bunun? bir işin ağzına vericek oluşum mu? bir beynim olduğunu kabul edişim ve onun düzelecek olması mı?”
 “madonna seni anlıyor olmalı” dedi. madonna diyordu, aramda hiçbir şekilde çekimsel bazda minimal düzeyde bile ivme kazanmamış ve kazanmayacak olan bir hatuna. madonna diyerek hakaret ettiğini düşünüyordu, ama madonna da fena değilmiş hani bi zamanlar

zamanın birinde onu delirtmiş olmam, arkadaşım olan hatunun tekine bu lakabı takmasına neden olmuştu.  ve lakabını madonna koyduğu hatun da aslında fena sayılmazdı. en azından türkçe bilmediği ve benim çat pat ingilizcemle anlaştığımız madonna, kafamı düzemiyordu
“madonna seni anlıyor olmalı” dedi
“anlamıyor” dedim, “türkçe bilmiyor o”
“sen ingilizce biliyorsun ama”
“hayır bilmiyorum”
“evet biliyorsun, bir keresinde bana bildiğini söylemiştin”
“bi çok keresinde de bilmediğimi”
“üf ya” dedi. bunu o kadar çok sık söylerdi ki, alışmıştım artık ve bu arada, sayın seyirciler, sayın dinleyenler, sayın okuyucular, sayın sayınlar, o kadar çok kez o kadar çok aynı muhabbete şahit olduğum için, sıkılmıştım gerçekten. bu kez, noldu diye sormayı tercih etmektense, “evet” dedim, “sigara içiyorum”
çakmak sesi efektini almıştı çünkü ahizeden
“hani bırakacaktın” dedi
“madonna izin vermiyor” dedim bu kez. ve gene telefonu yüzümü kapattı. ve ben de, telefonu komple kapatıp, duvara fırlatarak, uykuya dalmıştım. bunu söylediğimden eminim, daha önce, size, ama tekrar edeyim: gece işe gidecektim

uyandım. telefonu yanıma almadan işe gittim ve ertesi sabah eve geldiğimde, baktım, telefona, duvara çarpma sonucu dağılmış halini toparlayarak

bir dolu. bir şeyler bir şeyler. sabah. eve gelirken bi şişe şarap almıştım. divino. black. bir buçukluk. ve bi öyküyü yazmaya başladım, telefonu, evin ücra bir köşesine iterek, sonra öykü bitti, ona gönderdim, telefona baktım, gelenleri hatmettim. konuştuk, sonra uyudum, ve sonra işe gittim

madonna sordu, “hayırdır, geçen gece iyi değil miydin?”
çat pat ingilizcemle, anladığım kadarıyla konuştuk onunla. ve bana, tahminen, neden işten atılmak üzere olduğumu sordu, ve ben de ona, tahminen, durumu anlatabildim. çünkü, sonrasında, bana, o aynı, aptal cümleyi, kurmamıştı: “başka bir iş bulursun”

seviyordum hatunu, avusturyalıydı, ve orada yaşıyordu. erasmus muhabbetine izmire geldiği vakit tanışmıştık onunla. ve her ortamda, herkes hakkında herkesin her şeyini şapdadanak ortaya dökebilecek olan bir arkadaşım, şu bizim güzel sanatlar güzelinin yanında, madonna’yı sormuştu bana. “o napıyo?” diye. orda kopmuştu kıyamet. ardından benim telefonumdan madonna ile olan konuşmalarımızı okumuş, ve her telefon konuşmasında, adını anmaya başlamıştı. göndermelerle birlikte. gerçekten sıkıldığım bir noktada, onunla, son derece tatlı bir akşam sonrası, işe gitmiş, ve sabahında, kötü bir gece geçirdiğimi söylemiştim ona.. olabilirdi.. bir işyerinde her an her şey olabilirdi, hele ki alt kademeden bir işçiyseniz, ki ben, sınıf kavramından bile münezzeh bir insan olarak, diyebilirim ki, herhangi bir yer de, her an, herkesin, başı, sıkışabilir. bizim güzel sanatlar güzelinin bile.. ama o, bunu, anlayamamıştı

gece, ilk ihtar tutanağını imzalamıştım, ve üçüncüsün de, tazminatsız işten atılabilirdim. ve sormadı. ve söylemedim. ve sonra. bi gün. bitti. bazen biter. bazen bitmesini istediğin için olur bu. bu sefer öyle bir şeydi.. ve, ona, iki şey dışında sözünü verdiğim her şeyi yerine getirmiştim. ufak bir ev. pekala. daha çok yazmak. pekala. falan filan falan filan. pekala

eve geldim. şarap aldım. bi kaç saat önce ikinci ihtarımı da aldım, ve bunu, madonna’ya söylediğimde,  bana dedi ki: “amına koyyim onların”

güzel sanatlar güzelinin güzelliğine veda ettikten sonra ise, yerine getirdiğim bi söz daha vardı, ona bir dövme makinesi almak.. çalışıyorum ben.. aldım.. ayrıldığımız halde bir hediye gönderdim ona

ha bu arada, d şıkkı ise, “bu üçünü de yapamazsınız çünkü iştesinizdir” idi

20 şubat 2014

16 Şubat 2014

static

buluştuk. bir barda. iki sıkı dost olmamıza rağmen, önemli sorunlarımız vardı. anlaşamıyor sayılmazdık aslında, birlikte harika zamanlar da geçirdik, ta ki, o evi tutana kadar. ufak bir ev. o bulmuştu. “eve çıkalım abi ya” demişti, “olmaz mı?”
“olur” dedim ben de, “ama nasıl yapıcaz, ailemizle yaşarken bile parasal anlamda fasolu ilerliyoruz”
“deneriz” dedi. denedik

sonra, yani birkaç ay sonrasında, bir barda buluştuk. bana, napmak istediğimi sordu. ona, çok klasik bir şekilde, “yapmak istediğim hiçbir şey yok” yanıtını verebilirdim ama, bu da çok salakça ve bukowski vari olurdu ve salakça girişilen bukowski pozları eğretiydi, hem yazı da hem de gerçek hayatta. ve dahası, benim yapmak istediğim şeyler de vardı üstelik ve yapıyordum da.. en azından istediğim ve tek başıma yürütebileceğim her şeyi yapıyordum.. küçük şeyler olabilir bunlar, ama beni tatmin ediyordu, büyük beklentiler içinde olmadım hiçbir zaman, büyük işlere kalkıştığım doğru, zaman zaman, ama onlar bir beklenti ve umuttan yoksun, ve yine de büyük bir hırsla girişilen deneylerdi. giderek insanı yılgınlaştıran, duvarda bir delik açma çabaları. gençken.. nefesin tıkanmıyorken ve 3 birayla kafayı bulabiliyorken. ve geriye dönüp baktığında, pişman olduğu hiçbir şey olmaması bir insanın, işte asıl önemli olan buydu bana göre, yoksa herkes ister, iyi ya da daha doğrusu ‘sıkıntısız’ ve ‘yorucu’ olmayan bir hayat, ama bunun için katlanılması gereken fedakarlıklardan ziyade, kendi ruhundan azat edeceğin ödünleri düşününce, ‘boş ver’ demiştim yıllar önce, yıllar içerisinde, birkaç kare, “boş ver.. böyle iyi”

en sonunda da yıllardır düşünü kurduğum bir işe kavuşmuştum işte. her işte olabilecek türlü sıkıntı ve iç bunaltılarına rağmen, kafa sikmeyen türde olanlarından, bir kolu çek bir tuşa bas gibi yani. böyle bir iş. böyle bir işi düşlediğimde onyediydi yaşım, ulaştığımda 29. fena sayılmaz.. 12 yıl. kendi adıma, isteyerek başardığımı söyleyebileceğim, ki orada ki başarı kelimesinin yerine ‘ulaşmayı’ kullansak doğru olacaktı, her neyse, isteyerek höpürdettiğim diyelim, bi çok şeyin gerçekleşmesi, uzun yıllar aldı, ve en sonunda, bundan birkaç on trilyon gün önce, tamam demiştim, oldu, oluyor, olmaya devam edicek, zaman içinde, sadece birkaç asrı daha neşterledikten sonra, ölmeye devam etmekten başka bir hiçbir şey yapmadığının farkına varmalı herkes, ve bundan şikayet ediyorsak, yani ben etmiyorum da, siz ediyorsanız, başınız büyük belada demektir, sorunların ardı arkası kesilmez çünkü ve işin içinden çıkamazsınız.. ben çıkmadım. çünkü işin içine burnumu sokmamaya kararlıyım. neden mi bahsediyorum? hiç… koca bir hiç.. hayatın özünü kavrarsanız, geriye hiçbir şey kalmaz.. hepsi bu.. ama siz, bunun farkına varamayıp, hep, daha fazla, ya da daha ötesi, ya da bir adım daha, diye, debelenir durursanız, “hayırlı işler niyazi” demekten öte diyecek bir şeyim olmaz, su akar yolunu bulur demişler, bunu büyük tao ihtişamından araklamış da olabilirler, ama gerçek olan şu ki, hayatta ki en büyük mürşit ölümdür.. ve öldükten sonra anılma sevdası, yavşaklıktan öte bir şey değildir çok affedersiniz.. affetmez misiniz? ebenizin amı o zaman.. ne diyordum? mühim olan, dişli çark mücadelesinde bir eksen kayması oluşturmuş olmaktır, bunu ölümünüzden sonra da gerçekleştirmiş olabilirsiniz üstelik.. yapanlar var.. bazı insanlar için bazı insanlar çok şeyi değiştirmiş ve mutluluğun anahtarını vermektense huzurun kapısını tarif edebilmişlerdir.. ve bunu yapmanın en kestirme yolu sanatsal bir takım aktivitelerle, düşünceyle birlikte oluşan duygu nakli operasyonudur.. bunu ona anlatamamış mıydım, ya da o anladığı halde, ki anladığından eminim, içine mi sindiremiyordu, bilemiyorum, bana tekrar, her şeyi, her şeyimi, her şeyimizi, en başa döndüren o soruyu sordu: “napmak istiyorsun?”

bir bardaydım efendim en son, sıkı bir dostumla, unutmadınız değil mi? hani eve çıkmıştık falan da.. sordu ve ben de ona, “varmak istediğim bir yer olup olmadığını sorsaydın daha net konuşabilirdim” dedim, sordu. vardığımı söyledim ben de. “varıyorum da aynı zamanda” diye ekledim. “yani ilerliyorum, geri sarıyorum, bazen duruyorum, bazen hiçbir şey yapmak istemez canım, bazen de çok şey yaparım, ki bunları biliyorsun”
“hayallerin vardı senin” diye ekledi
“yo hayır yoktu” diye verdim cevabı “var olan şeylerin yok da olabildiğini kanıksadığında hayal kurmayı bırakıyorsun biliyon mu” dedim
“biliyorum” dedi, işaret parmağı ile sol burun deliğini kapatıp, burnunu çekerek.. bunu yapmamış da olabilir ama.. ben hikayeye derinlik katmak için eklemişimdir belki.. gelen eleştiriler sonucunda biraz daha fazla tasvir ve betimleme yapmaya ve boş konuşmalarımı azaltmaya karar verdim. öyle yaparsam olurmuşum, satarmışım yani, ya da okunurmuşum, okunabilirmişmiş, falan filan falan filan.. okunabilirlilik? ne diyordum angelica?

burnu kalkık biri ile kendinden emin biri arasındaki yedi farkı bulursanız, tekrar konuşalım bu konuyu

burnunu çekti ve, ardından, “güzel bir hayatımız olabilirdi” dedi
“zaten güzel bir hayatımız var” dedim
“gecenin köründe işe gidiyorsun, üç kuruş için götünden ter akıyor, bu mu güzel olan” dedi
“üçbinaltmışyedi kuruş için nöronlarımdan da ter akmasını istemezdim” deyip masadan kalktım. tuvalet için

döndüğümde telefonunu kurcalıyordu, “var mı bi gelişme” diye sordum, “yok” dedi, “aynı şeyler işte”
“tamam”
“yürümüyor”
“bazen yürümez moruk”
“bana moruk deyip durma”
“yaşlandık kızım” dedim, “mortluyoruz işte”. bu sırada sıkı dostumun hatun olmasına şaşıran bir dostum, “oha” diyecek, “benden bahsediyorsun sandım” geçelim.
“ya abi ne istiyorum biliyor musun?” dedi hatun. adı buket bu arada..
“biliyorum” dedim, “daha iyi bir hayat”
“ya hayır, öyle değil, sorunlarımızla ilgili”
“sorunlarımız evle başladı farkında mısın?”
“ya tamam, evet, aynı evde yaşamaya başlayınca daha iyi tanıyormuşsun insanları, onu anladım”
“biz aynı evde yaşamıyoruz” dedim, “ben bi evde yaşıyorum, sen o eve ayda üç gün geliyorsun, geri kalan günlerde de nerde olduğunu merak etmiyorum artık. ne istiyorsun? daha iyi bir başka bir şey. daha iyi bir buket istiyorsun sen hatta. ve daha iyi bir girdap”
“kendimi sevmiyorum, hiçbir konuda yeteri kadar iyi değilim, hiçbir şeyi yeteri kadar iyi yapamıyorum, bugün çay taşırken tepsi elimden düştü gene, bi ton fırça yedim”
“ben fırça yemiyorum biliyorsun değil mi?”
“sen başkasın, işin başka, bi çok şeyin başka işte”
“değil de.. işi bıraksan artık?”
“para?”
“çalışıyorum ya işte”

yüzünü ekşitti, gene aynı hikaye der gibi. iyi bir iş bulmamı da istiyordu aynı zamanda, kendine istedikleri yetmiyormuş gibi, benim için de bi ton ‘ona göre’ iyi olan şey isteyip duruyordu. sevgili gibiydik, ya da değil gibi, her ikisi de.. bazı geceler sevişir, bazı geceler nerde uyuduğumuzu önemsemezdik.. hayatında benden başkası olmadığını biliyordum, ama ben onun hayatında mıydım emin değilim.. ve sorun da etmiyordum açıkçası.. ona, bulunduğum noktaya gelmesi için girmesi gereken ‘çıkış’ kapısını göstermiştim, ve o inatla, ve bir umutla, ve de korkuyla, geri çekilmişti, deniycekti, bir şeyleri değiştirmek için, yaşanmaz olduğunu düşündüğü hayatını yaşanılır kılmak için, hayat içinde bir şeyler yapıyor olmak için, bir şeyler yapıyor olduğunu hissetmek için, bir şeyleri iyi yaptığından emin olmak için hatta.. ama “hep daha iyi” çabası, kum torbasını yumruklamaktan farksızdır dostlarım, hazır olmadığını ve kaybedeceğini bile bile o ringe çıkmalı ve dövüşmelisin, birkaç nakavt sonrası kum torbasından vazgeçiyor insan.. duvarla veriyor mücadelesini.. duvarlarla.. yeni birkaç duvar daha örme uğraşıyla.. ben ördüm.. ve o aşmıştı, tüm duvarlarımı üstelik, ben izin vermiştim aşmasına, açılmasına, açılmamıza, sonrasında, içiçe geçen benlik savaşı, bizi birlikte olmaya çevirmek yerine, birbirimizi kendimize dönüştürmeye yol açmıştı. ben hoşnut değildim bu durumdan, onun da hoşnut olduğu söylenemez, ama sorun şu ki, ben buket’ten hoşnuttum. o benden olmadı. ve çekiştirilmeye gelemiyordum. yaşadığım bir hayat vardı. dolanıp duruyordum işte. o ise debelenip duruyordu. seviyordum bu halini.. en azından girdiği mücadelelerde, daha en başında hükmen yenik olduğunu görsem bile ona destek oluyordum, deniyordu hiç olmazsa, ben denemeyi bırakmıştım.. o da bırakmış olsaydı, birlikte çok iyi bir hayatımız olabilirdi. boktan diye tabir edebileceğiniz, benim için dört çarpı dört duvar evimizde, bir şeyler bir şeyler, kovalarken bir şeyleri, dünya dönüp dururken hem kendi hem de güneşin etrafında, bizim de onunla beraber yol aldığımızın ama varmak istediğimiz noktayı belirlediğimiz anda bu keyifli döngüden çıkıp sürekli yeni bir hedef belirleme ve ilerleme telaşına tutuşacağımızın, ve dahası bunun sadece bizi değil, bizim de birbirimizi yememize yol açacağının, farkına varması olanaksız gibiydi buketin. birer bira daha söyleyip havadan sudan konuştuk sonra. o bana dün işe başlayan elamandan bahsetti, ben salak işimde personel eksikliğinden dolayı tekrar belirsiz bir süre günde oniki saat çalışma ihtimalimin olduğundan.. gözü parlıyordu elamandan bahsederken.. benim gözüm parlamadı hiç. gözünün kısa aralıklarla yanıp sönmesine yol açtıklarım dışında da bir süre parlatabildiğim kimse olmamıştır.. aslı hariç. sonra mı? sonrası yok. hesabı ödeyip kalktık. ardından bir daha, o gece ki kadar yakın olmadık hiç. son kez beraber uyuyup, sabah farklı saatlerde uyandık. ben işe gittim. bir pazar sabahı. o bulaşıkları yıkamış, sonra bana bir not yazıp, çıkmış.. kötü hissetmedim kendimi.. kötü hissetmek için, öncesinde iyi olmak gerekir.. en son iyi olduğumda 31 aralık iki bin yediydi.. yedi de harbiden.. böyle iyi dedim.. hemen ardından. böyle iyi. iyiyim. iyiydim.. sonra gelip giden, bi kaç parça ruh çalkantısı dışında, hiçbir şey için koşmadım, koşmayı denediğim zamanlarda da düştüm zaten o çalkantılar esnasında. mecazi anlamda değil. gerçekten düştüm.. dizim kanadı. ve ben kanadığını üç gün sonra yara izini görünce fark ettim. bazen olur. bir şeylerin farkına çok geç varırsın.. buket için de geçerli bu. ama tekrar kapıyı çaldığında, evde olacağımın garantisini veremem ona.. ya da daha önce ki gibi yelkenleri suya indirebileceğimin.. bi kaç kez denersin.. sonrasında.. denemekten vazgeçtiğinde.. bu kez olacağını ya da olduğunu bilsen bile, yerinden kalkmak yerine sigara paketine uzanırsın sadece.. hepsi bu. şimdi uyuyacağım. sabah işten geldim ve gece iş var. bugün pazar mıydı? eyvallah o zaman..

* başlık “no clear mind” adlı grubun bir şarkısının adıdır


16.şubat.2014

5 Şubat 2014

plastik enjeksiyon kalemi

bu gece
yeni bir şeyler yazmaya
başlamanın zamanını aştım
çünkü yarın
olan iş
erken kalkmayı
gerekli kıldığı için
onbirden sonra
başlanılan heceleme çabaları
ertesi günün telaşıyla
yarım bırakılabilir

oysa, “önemli olan yazmaktır”
diyebilir şu an biri
“çalışmaktan ya da paradan daha önemlidir de”
diye ekleyebilir hatta başka biri
her şeye tercih edilebilir zannederler
yazmanın
yani bir şeyler yazabiliyor olmanın
yarattığı sahte çekiciliği

oysa bu gece
ben
bedeli
hayatım boyunca hiçbir şey yazmamak olan
bir anlaşmaya imza atıp
sonucunda hiç çalışmamayı
tercih edebilirim

sadece bu gece değil
hayatımın herhangi bir evresinde
yazmaya tercih edebileceğim
bir çok şey olabilir moruk
o kadar da önemli değil bu

mesela şu an
yani az sonra
yazının başından kalkıp
işeyeceğim
ah evet
geçmişte yazdığım
bir saçmalığı
farklı bir düzeyde
tekrar ettim
bir dakika geliyorum

geldim
ne diyordum?
işedim…
mesela abi
hayatımdaki tüm sıkıntıların
bertaraf edildiği vakit
sadece karnımı doyurma telaşından
mustarip olmayacağım gün değil
bu yüzden hiçbir canlının
fiziki veya ruhani
bir katliama maruz bırakılmayacağı an da
yazmaya karşı
bir gereksinim hissetmeyebilirim

herhangi bir ağaçtaki
meyveyi koparma
özgürlüğüne sahip olsak
yani onu aşılamak
ya da tohumunu satmak için
kafa yormak zorunda bırakılmazsak
neden bahsedelim ki
yazıyla bu buhranî
meselelerin getirdiği
angarya sıkıntılardan


gerçekten angarya ama
çektiğimiz çoğu sıkıntı

sıkıntının bizzat kendisi
burada, angarya olan
mantıksız
çalışmak
bizim gibi çalışanların
ürettiği materyallere ve masallara
geçici ya da kalıcı
sahiplik belgesini
hak etmek için

hak etmek mi, dedim?
o ne ki?
kim uydurdu?
çok güzel sayaçlarım var
plastikten
plastikten düğmelerim
fırınlarda kullanılanlarından
ve plastikten her ne varsa
basıp verebileceğim
makineleri kullanma bilgim
var yani
o yüzden gerekiyor
sabahın sikinde
hatta sabahın ereksiyonundan da önce
uyanıp bir yere gitmem
bu bir yer, iş abi
fabrika
paprika adında bir film var bu arada
15 yaşındaydım onu izlediğimde
onaltı yaşından sonra girebileceğiniz
bir salonda görmüştüm
içeri girmeden önce bakılan kimliğimde
bir oynama yapılmadığı halde üstelik
gişedeki elemana
iki yerine dört vermeyi
teklif edince liseden bir arkadaşım
lisedeydim yani
film, erotikti
ben değildim
hiç olmadım
bizim iş yeri çok erotik ama
hatta pornografik abi
hatta tüm işyerleri öyle
hatta işin içinden
grafiği atabiliriz
direk porno bir şey, çalışmak
patronla orgy yapıyoruz
hepimize karşı tekler

nerden nereye
öyle değil mi?
demiştim ama
daha en başında demiştim
bir şeyler yazmak için
saat bir hayli geç
ertesi günün telaşı
işin içine karışıp
bir yılan gibi tıslayabilir


oysa moruk
bildiğim bu
plastik enjeksiyon kamışı
size her şeyini bedelsiz
sunabilecek bir adamın
hiçbir şeyi, para hesabını yapmadan
alamamasına yol açar
hatta çağrıldığın hiçbir yere
saat ve gün hesabı yapmadan
gidememene ve
zamanla
beleşe verdiğin harf kırıntılarını
satsam, para eder mi düşünc…
dur dur, bi dakika…
hayır! asla!
gerçekten asla!
hiç öyle düşünmemiştim miydim?

yarın iş var
gideceğim muhtemelen
ve bu kelimeleri yazmak için
uykumdan çaldığım dakikalardan
daha ucuz olsaydı
sekiz ile dört arasını kapsayan
yarın ki saatlerim
sizin için oturup
sabaha kadar
bu sikik modernizmin
ve post’unun ve pre’sinin
çok ötesinde ve berisinde
bir zamanı anlatan
hikayeler yazabilirdim
“gerçek mi?” diye
şüphe duyabileceğiniz

ama
dediğim gibi dostlar
yarın iş var ve
artık uyku vakti geldi
ve çalışmak yerine yazmayı tercih etme
lüksüne sahip olan
ve bu edebi bokları
bir takıntı haline getirip
amaçsallaştıran hıyarlara
dileyebileceğim
hiçbir iyi gece olmayacak

gündüzlerinin sona ermemesi için
güneşlerimizi kapatanlara karşı
bizimle beraber olup
kalemlerinin de kırılmasından
endişe duymadıkları sürece


5.şubat.2014 – 23:45