havaya can sıkıntısı hakimdi. oturuyorduk.
evde. karşılıklı iki kanepe. müzik yok, ses yok, diyalog, görüntü, göz göze
gelmek.. hiçbir şey.. bacak bacak üstüne atmış, ve havada kalan ayağımı
sallıyordum ben. o ise, tırnaklarını yemekle meşguldü. bacak bacak üstüne
pozisyonundan, iki ayağı da yere basan pozisyonuna geçtim. var mı öyle bir şey,
ya da durumu tarif edebildim mi bilmiyorum.. yeteneksiz bir yazarım zaten. sağ
ayağımı, topuğumu yerden kesmeyecek kadar kaldırıp yere vurmaya başladım bu
kez. bir ritim tutuyor sayılmazdım, ama müzikten anlamayan birine göre, gayet
pek tabii öyle görülecektim ve bazılarımızın sigarayla arasında olan ölümsüz
aşkına inanmayanlar için de elbette para kaybıydı, bu iş. hele ki sigarayı,
bakkaldan içime hazır halde almaktansa, tütün ve kağıt alarak kendiniz
içilebilir hale sokuyor iseniz, bu israfa zamanı da katabilirlerdi. o da öyle
yaptı. o an.. tam elimi, tütün torbasına doğru uzattığım anda
“günde ne kadar zamanını alıyor dersin bu
iş?”
“hangisi? bi saat gidiş bi saat gelişi de
sayarsak on” dedim
“o değil yahu” dedi, eliyle sigara içiyor
gibi bir işaret yaparak
“haa o mu” dedim, “bilmem, hiç düşünmedim
bunu”
“düşünseydin iyi ederdin” dedi, “sürekli
olarak hiçbir şeye yetişemediğini de hesaba katarsak”
“yetişemiyor olmaktan şikayet eder bir
halimi gördün mü benim? ya senin ki? sen onu düşündün mü?” bir elimle tırnak
yemekten bahsettiğimi tariflerken ekledim “can sıkıntısını geçici süre çözmenin
farklı metotları var işte”
bir süre daha konuşmadan oturduk.. ben
sigaramı içerken o, bu kez de, saçları ile oynamaya başladı. sarı ve uzundu.
yeni boyatmıştı daha ve ben sevmemiştim. ve bunu o da biliyordu. ve sevgili
olduğumuzdan bu yana, altıncı kez, tekrar, o aptal soruyu sordu: “ayrılalım
mı?” ve ben, daha önce ki beş keresinde verdiğim cevabı değiştirdim, “olur”.
daha önceki beş keresinde, “sen bilirsin”
demiştim, ama bu kez, “fark etmez” tınısında söylenen bir “sen bilirsin”
değildi, daha çok, “ben istemiyorum ama istediğin buysa sana engel olmayacağım”
anlamını barındıran bir “sen bilirsin” idi. şimdiyse, sadece, “olur” demiştim
ve bu, “bana uyar” demenin kısa versiyonu gibiydi. şaşırmadı. onu uzun zamandır
şaşırtan bir şey yapmamıştım zaten. hoş bunun için uğraşıyor da sayılmazdım,
ansızın eve elinde çiçekle gelmek gibi mesela, ya da telefona alo dediğinde,
pat diye “aşkım” ile lafa başlamak gibi, o sırada herkesin içindeyken hatta,
bir metro yolculuğundayken mesela.. ve o bunu istiyordu. sormuştu hatta, bir
keresinde, onunla beraber metroda iken, bir ön sıradaki elemanın telefonda
sevgilisi ile olan konuşmasına şahit olmuştuk ve kapılar açılıp da, trenden
dışarı çıktığımız anda, bana “gördün mü” dedi, “adam ne kadar rahattı
konuşurken”
“ben de rahatım” dedim, “her zaman hem de”
ve onu orada, istasyonda, sarılarak
üstelik, öpmeye başladım ve bana karşı koyup, birkaç saniye direndikten sonra,
onu, yani dudaklarını serbest bırakınca, “bunu ben istediğim için yaptın” dedi,
“içinden geldiği için değil”
“istediğin şey bu muydu?” dedim, “istediğin
şey buydu. karşılık vermediğin şey de öyle. bana eşlik etmediğin”
“ben öyle söylemesem öpmezdin”
“tamam elif” dedim, “sen haklısın, doğru..
ama ben sıkıldım bu saçmalıklardan”
işte
o gün, ilk telaffuz edişi idi, ‘ayrılalım mı’yı. benim de ilk “sen bilirsin”
deyişim. ve ardından, böyle söylediğim için, o, dudaklarıma yapışmış, bir
öpüşme, üstelik uzun bir öpüşme faslı sonrası, “şaka yaptım” demişti, “manyak,
bi de ben bilirmişim ya. hemen de alınıyorsun”
alınmıyordum oysa, gerçekten bugüne kadar
alınıp kırıldığım hiçbir şey olmamıştı yaşamım da, zannediyorum.. fazlasıyla
rahattım, ve ona batan da, belki, bu rahatlığımdı, herhangi bir sorun
karşısında ki, sorunu büyütmeyen tavrımı o lakaytlık olarak görüyordu. değildi.
sorunlar daima vardı zaten. her zaman, herkesle, her zaman olabilecek, basit ya
da derin sorunlar. ama ‘bakmazsan görmezsin’ adında bir ilke edinmiştim kendime
yıllar önce, yaşamı kolaylaştıran bir yöntem. bu elbette, kalbime saplayacağı
bir bıçağı elinde taşıyan bir heriften gözlerimi kaçıracağım anlamına gelmiyordu
ama, beraber aynı evi, ve belki bir anlamda da, hayatı paylaştığım bir hatunun,
en sevmediğim huyunu, değiştirmek için az da olsa bir çaba ve enerji
harcayacağım anlamına da gelmiyordu. o saçlarını sürekli bir takım renklere
boyuyordu ve bence siyah iyiydi, yani boyasız hali, ama bundan şikayet eder
durumda değildim, ya da bazen, özellikle bir ortamda kıskandığı güzel bir hatun
varken, bana daha çok sırnaşıp nerdeyse kucağımda oturur vaziyette takılmasına
karşı duracağım.. yaptığı hiçbir hareketten rahatsız olmuyordum, bir noktada
kıskançlığının evirildiği güvensizlik durumu hariç.. ve bu evirilmeye katkı
sağlayan hiçbir hareketim de olmamıştı üstelik.
ikinci seferinde.. “bi dakka izin verir
misin” demiştim, “sigara sarmam lazım”
o
sırada evdeydik ve evde, onun burak adında bir arkadaşı, benim de zeynep ve
turgut adında iki arkadaşım vardı. elif, sigara sarmama izin vermediği için,
zeynep’e, “bi sigara sarsana ya” demiştim, ve bir hışımla kalkıp, mutfağa gitti
ben böyle deyince. peşinden gitmedim tabii ki.. “tamam boş ver ben sararım”
deyip, tütün torbama uzandım. döndüğünde elimde ki sigarayı görünce, bana,
herkesin içinde, “bi gün evlenirsek, nikah şahitlerimiz, çakmakla sigara olsun
mu” demişti, “biri bi masada diğeri diğer masa da oturur”
ben
de hiç alınmadan, gayet sakin bir şekilde, “nikah memuru da kül tablası
olacaksa uyar” demiştim, herkes gülmüştü, o da.. ama herkes gittikten sonra,
yine “ayrılalım mı” dedi, ben de “sen bilirsin” dediğim için tekrar dudaklarıma
yapışıp, onun öncesinde, “ben bilmem eşim bilir diyorsun yani” demişti,
gülerek. bir anda ciddiyetten geyiğe nasıl dönebildiğini öğrenmek isterdim,
yazarken çok işime yarayabilirdi.. aa evet tabii, ben hemen hemen her konuya,
yazıma nasıl bir güç verebilir diye bakıyorum, hatta yazdıklarımı okumayan bir
hatunla katiyen aynı odada bile beş dakikadan fazla kalamam..
o hiç okumuyordu yazdıklarımı.. elif yani..
ve bu bana iyi geliyordu. gerçekten iyi. belki gizlice okuyor da olabilirdi
ama, gündemimize bir parça bile, yazı ve yazmak ve edebiyat girmediği için
aslında, onunla beraberdim. beni onunla beraber olmaya ikna eden nedenlerden
biri de bu olmuştu. yazan bir insan için, bu eylem, hayatın bütününde yüzde
birlik bir kısmın ötesini kapsıyorsa, tehlikeli olabilir. ne demek istediğimi
daha sonra açıklarım. yani başka bir seferinde. başka bir yerde. başka bir
zamanda.. dağıtmadan devam edecek olursam, üç dört ve beşinci seferlerinde de,
benzer süreçler yaşandı. onları da anlatıp öyküyü gereksiz yere uzatmak
istemiyorum.. sayfa başına para kazananların işi, o uzun ve gereksiz ve önemsiz
detaylar.. bi de lars von amca yapıyor bunu, ama onun ki parayla ilgili değil,
daha çok ben ve benim gibiler sıkılıp izlemesin diye.. ki bu konuda başarılı
lars, izlemiyorum.
dediğim gibi, havaya can sıkıntısının hakim
olduğu bir günde oturuyorduk ve vakit akşamüstünü çeyrek geçiyordu.. ortada
hemen hemen hiçbir şey yokken, “ayrılalım mı” dediğinde elif, “olur” demiştim
ve telefonum da o sırada çalmıştı ve meşgule atıp telefonu da ona doğru attım.
fırlatmadım yahu, öyle değil, oturduğu koltuğun üzerine yani. ayağa kalkıp
yürürken, “nereye” diye sordu, “bakkala” dedim, “istediğin bir şey var mı?”
“yok”
“tamam, gelirim iki dakkaya”
“biz şimdi ayrıldık mı” dedi, gayet ciddi
bir şekilde,
“evet” dedim. odadan çıktım. holde bir iki
dakika, mont ve ayakkabı için oyalanıp, ardından kapıyı yavaşça, tam
kapanmayacak şekilde çekip çıktım
döndüğümde evde değildi. ilk biramı açıp,
hiç ama hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. televizyonu açmak. hiçbir kanalda bir
dakikadan fazla kalmayacak şekilde, yaklaşık olarak iki saat takıldım öyle..
dört bira.
telefon çaldı sonra. tekrar. zeynep’ti
arayan. daha önce de o aramıştı. meşgule attığım sırada.. bu kez açtım.
“alo”
“napıyorsun”
“hiç ya zeynep.. sen?”
“ya şey, şu elife almak istediğin şeyi
buldum ben, fiyatı biraz tuzlu da, ayarlatırım elemana bir şeyler, dükkan
arkadaşımın zaten”
“o hediye için çok geç” dedim
“çok mu geç” dedi
“evet” dedim, “ayrılmışız biz, yani,
galiba, bilmiyorum da, öyle herhalde, her neyse, sağ ol gene de, uğraştırdım
seni de”
“önemli değil de, iyi misin sen?”
“he ya” dedim, “televizyon izliyorum”
“iyisin yani, televizyon?”
“evet, bitti mi? kapatıcam”
“geleyim istersen diyecem ama gene sorun
yapacak seninki”
“görüşürüz”
“hıhım”
telefonu kapattığım anda odada bir sandalye
hareket etti ve masanın altından elif çıktı. şapkadan tavşan çıkartmak daha
kolay olmalı, masa altından sevgili çıkartmakla kıyaslarsak
“şimdi ayrıldık işte” dedim ona, “az
öncesine kadar emin değildim ama şimdi tamamdır”
“ya özür dilerim.. ama.. ben..” dedi
“bakkala gittiğimde kimin aradığına baktın
öyle değil mi” dedim
“evet” dedi, ağlıyordu
“sonrasında ben bu sikik eve tekrar
geldiğimde, neyle meşgul olduğumu da gördün öyle değil mi?” dedim
“evet” dedi, “televizyon izliyordun”
“izliyordum yani. öyle mi?”
“yani aslında, seni televizyon izlerken ilk
kez gördüm ama”
“izliyordum yani”
“pek izliyor sayılmazdın”
“ardından sikik hediyen için yapılan
telefon konuşmasına kadar hiçbir şey seni o masanın altından kalkman için ikna
etmedi ama”
“ya ben” dedi, “sanmıştım ki...”
“insanlar, bazen, bazı şeyleri sanarlar..
ip nerde kopar biliyor musun, sandıkları şeyin peşinden gitmekten vazgeçmeleri
için, gerçeğin güneş gibi parlamasını beklediklerinde..”
tekrar özür diledi. ve tekrar. ardından bir
tekrar daha.. ve bu anı, ikinci kez yaşayışımızdı. özürler ve üzgünümler.. bu
arada, ilki, beşinci tekrar kısmından sonrasındaydı. ve evet, klişe bir konuyu
zenginleştirmek için araya un da serpebilirdim ama, yapmadım, gerçekten can sıkıcı
bir günde, başka bir can sıkıcı günü anlatmaktan başka, yapacak bir şey gelmedi
elimden.. ve eğer, bir kez daha, bana, iki ay boyunca sevgili olmamız için
diretirse biri, teslim olup denemeyi kabul etmeden önce ondan sigaraya
başlamasını isticem. zaten sigara içiyorsa, boktan meseleler için iki ay
diretmez, sigara yaşamın rutnini dengeleyen bir panzehirdir çünkü. her şey
olabilir sigara, her şeye karşılık gelebilir, bir türk dünyaya bedel mi
bilmiyorum, ama sigaranın bin hatuna bedel olduğunu söyleyebilirim.. ayrıldık
tabii ki, “sana sigaranı ben sararım” dediği halde üstelik, o gün, evden
çıktım, ve bi daha da dönmedim. onun eviydi. benim evim olsaydı, televizyonun
ne işi olurdu ki zaten?
not: başlık,
jazztral'ın, bu öyküyü yazdığım sırada bana açtığı fonlardır.. başlık bulamayan
adamın hüzünlü öyküsü de olabilir ya da bu notun da başlığı..
25.şubat.2014