14 Temmuz 2017

drops

drops

ilmeği boğazına geçirdi zack. taburenin üstüne çıktı. aynı anda elinde de bir silah vardı. az önce yüklü miktarda hap içmişti. işi şansa bırakmak istemiyordu. silahı ateşlediği anda taburede devrildi. sesi duyan tuncay girdi odaya, öteki dünyadan koşup gelmişti.

intiharı bir pes ediş değildi, pek çok şeye direnmemişti çünkü bugüne kadar. bir savaş vermiyordu ki pes etmiş olsun. açlık grevlerini de anlayamamıştı zaten bugüne kadar. ister politik ister başka nedenlerle olsun, anlamsız gelmişti ona, kötü bir tavır gibi gelmişti. örneğin sevgilisinden ayrılan birinin açlık grevine girdiğini düşünelim diye düşünmüştü bir keresinde, bu sevgilimiz devlet ya da patron yerine koyduğumuz imgemiz. ee durum değişiyor mu? beni affet. beni işe al. beni geri kazan. beni serbest bırak. dileğimi yerine getir. taleplerimi karşıla. bana geri dön. aşkım bana geri dönene kadar açlık grevindeyim. seni kaale alıyorum, beni kaale al. kötü görünüyordu gözüne bu fikir. bir direniş gibi de gelmiyordu ona. ki direnişten ziyade saldırı olması gerekiyordu herhangi bir politik mücadelenin adı ona göre. çünkü baskı altındaysan, savunmaya geçemezsin, o yüzden sevmiyordu direniş kelimesini. zor şartlar altında yaşam mücadelesi veriyoruz, hayır direniyoruz. hayır bence, bir sendika kurup işçileri intihara teşvik etmeli. tüm işçilerin aynı anda topluca intihar etmesi kadar güzel hiçbir şey olamaz diye düşünüyordu. artık ipliğinizi kendiniz üretin. çünkü çalışmaktan vazgeçmek de intihar sayılacaktı. yaşam alanı bırakmayacaklardı çünkü. bırakmamışlardı. ya kurallarına uyarsın ya da açlıktan ölürsün. tabii bir yan gelirin ya da yaşayabileceğin bir kırsalın yoksa. olanları epey şanslı görünüyor gözüme. diye söylendi tuncay’a gözlerini açınca hastanede zack. uzun süre yoğun bakımda kalmıştı. tuncay’ın yanında refik, onun  yanında seçil oturuyordu. özlem ortada yoktu hala. gözünü açar açmaz söylenmeye başladım.

insanlar seni hayatta tutmaya çalışır. “aynı gemideyiz.” evet ama gemi delik, onarmanın anlamı yok. batalım. çünkü asla kara görünmeyecek.

biri de tutup triple oğlak olmama yorar bu karamsarlığımı, normali, ay burcususu, yükselenininini.. espri mi yapıyor anlayamam. zamanın birinde. espridir diye düşünüp gülerim, ama bir hayli ciddidir.

hayır intihar iyidir. zack etmez sadece. üzerine saatlerce düşünü kurabilir. o ayrı. rahatlatır bir çıkış kapısının bulunması ve kapıyı asla hiç kimsenin kitleyemeyecek olması. bi gün çalıcaktır kapıyı. açanın özlem olduğunu umuyordur. seçil bi siktirip gitsindir kendi cehennemine. bunu duyunca öfkeli gözlerle belirir karşısında. ama hiç konuşmaz. bir süredir hiç konuşmuyordur. mimikleri kalmıştır sadece. bir de her bir anlamı çok net özetleyebilen gözleri.

bu sessizlikte, sessizliğimde, kafayı yiyorum. sürekli içimden konuşuyorum tüm hafta boyunca. ama artık haftasonları da çenem düşmeyecek, biliyorum. çünkü seçil sustu. onun susması, benim suskunluğum. özlem’in intiharı, benim intiharım. tuncay’la refik’in çekip gitmesi, benim çekip gitmem. zamanı var. bekliyorum. bir kişi bile, umuttan ve güzel bir gelecekten bahsederse, yüzüne karşı annemden öğrendiğim tüm küfürleri ederim, biline. seçil bunu biliyor, o yüzden konuşmuyor artık. siz de bilseniz, fena olmaz sevgili dostlarım. hatta aptal saptal konuşmasanız kafi. çünkü bu konuşmalar bana iyi gelmiyor. işe yarar cümlelere ihtiyacım var oysa. bu sessizlikte kaybolucam yoksa. seçil kalkıp gitti. ben yazarken yanı başımda bağdaş kurmuş halıda oturuyordu. onun da bir çözümü kalmadı bu duruma. daha kötü ne olabilir ki? . jori’le konuşçam ben. o beni anlıyor. hep o konuşuyor gerçi ama anlıyor yani. yıllar önce anlamış. önceden almış tedbirini, anlatmış bildiğim tüm gerçekleri bana. yalan gerçekleri ipe diziyorum sanın siz ama kurgularımda, e mi? hafife alın. her şeyi hafife alın siz.

“imdat diye bağırmayacağımı biliyor olmalısınız de” dedi tuncay. az önce girdi odaya.
“sen bağırmadın hiç” dedim.
“beni siktir et dedi, sen bağır” sonra çıkıp gitti. ne dediği belli değil pezevenkin.

odadan çıkıp, bir paket sigara aldım. diğer odadan. dört saatte biter. dört saat sonra uyumuş olurum zaten. sonra iş. neyseki yarın bir mola vericez. iki günlük mola. allah demokrasi şehitlerimizden razı olsun, ekstra bir gün tatil kazandırdılar bana. üstelik pazarla birleşiyor. ne mutlu bana. ne mutlu.


 *başlık this empty flow’un bir şarkısının adıdır. 

13 Temmuz 2017

zack is dead.

zack is dead.

annen gelir ve
yine üst üste sigara içmişsin der
yapma böyle
kendini öldürmeye mi çalışıyorsun sen

farkında değilsindir olan bitenin
hiçbir şeyin farkında değilsindir
kül tablosuna bakar
kendimi öldürmeye çalışmıyorum dersin seçil’e
sadece biraz daha hayatta kalmaya çalışıyorum
o sana öfkeli gözlerle bakarken
ve sigara bu konuda
iyi bir reçete gibi geliyor bana

ve evet yine kendimden bahsediyorum. yersen. geçenlerde, pek tanımadığım, sadece iki kez görüştüğüm bir yazar/şair’in, sigara üstüne kapıldığı öfke nöbetlerine denk geldim sosyal medyada. veryansın ediyordu sigaraya ve içenlerine. tek değil, aynı gün içinde birkaç post atmıştı bu konuda. ses çıkarmadım, takip etmeyi bıraktım sadece kendisini. sevdiğim birkaç paylaşımını da görmeyivereyim dedim, bazı gündeme dair politik olaylara eleştirel bakışı seviyor olsam da, severdim yani, ama sigaraya ve sigara içene düşmansa bir insan, burada saf bir düşmanlıktan bahsediyorum, değeri kalmıyor o kişinin gözümde ve daima sigara içen insanlarla, ama benim gibi içeninden bahsediyorum, bu durumdan memnun olanınından, sigarayla arasında bir savaş verenlerinden, bırakmaya çalışanlarından değil, olucaksa sigaradan öleyim diye düşünüp de bu yüzden de ölmeyeceğine inanlarla, daha iyi anlaştığım su götürmez bir gerçek, hiç sigara içmeyenlerle ya da bıraktıktan sonra sigarayı düşman belleyenlere kıyasla. düşmanım değil çünkü kendisi, sigaraya düşman olanlar düşmanım evet. çünkü özelinde bana düşmanlarmış gibi hissediyorum. ve senin söylediğin gibi bayım, mazoşist falan da değil sigara içenler, zihne bir havalandırma deliği açmak gibi bir şey bu, çünkü kafam bu stresi gerçekten kaldırmıyor, ve eminim senin ve senin gibilerin başında ben de olduğu kadar çok can sıkıntısı yok. yaşam mücadelesinde benimkisi gibi ciddi bir konçerto verdiğinizi de düşünmüyorum, “başka bir sürü eğlence unsuru da var” denmişti bir keresinde bana bu yüzden, o kesim tarafından ki, “ne eğlencesinden bahsediyorsun?” diye sormadım çünkü üzerinde konuşmaya değmezdi, üzerinde konuşmaya değmez sadece, karşılıklı konuşmaya yani, üzerinde yazmaya değer ama, her şey üzerinde yazmaya değer gibi geliyor bana, o yüzden bu kadar çok zırvalıyorum her konu hakkında, ama bu yetmiyor can sıkıntımı doyurmaya. açıklayalım, yeri gelmişken, soranlar oluyor, csns yayınları, csns, can sıkıntısı neşriyat sokağı.. canım fena sıkılıyor çünkü, bu yıllardır böyle, o yüzden var hayaletlerim, akıl sağlığım bu yüzden yerinde değil çünkü zamanında fazlasıyla zorladım zihnimi, bir çıkar yol ararken, sonra pes ettim bu konuda, küçüktüm o zamanlar, epey küçük demek istiyorum, siz trilyonlarca şey okuyup, ardından hazır bilgilerle konuşmaya başladınız, çok az okuyup, sonra okumayı bıraktım. şimdiler de, sadece, kişisel veryansınlar ilgimi çekiyor bir şeyler okuma konusunda, kişisel hezeyanlar diyelim, onlar daha sahici geliyor, sahici olmayanlarını da ayırt edebiliyorum zaten, dikkat çekme isteği ile yapılanlarını yani, içi boş horultuları, ama sizin “çok kişisel kaçmış” diyebileceğiniz samimi ve içten haykırışların hastasıyım. kimseyi ilgilendirmeyen şeylerle ilgileniyorum çünkü, o yüzden herkesin bildiği çoğu şeyde ıskaladım hayatım boyunca. “aa nasıl bilmezsin” en çok duyduğum ebegümeci oldu bu yaşıma kadar. bana da sizin this empty flow’u bilmiyor olmanız tuhaf geliyor ama, ama aslında bilmiyor değilsiniz, sevmiyor olduğunuz kategoriler kısmına giriyor o bu şu.. sonra da tabii taşak geçtiğinizi sanıyorsunuz bir videoda, “abi fanzin işte ya, underground anlıyor musun yeah” diyerek. laf sokma çabanıza hayatım boyunca güldüm.. gülmekle kalmayıp yayınladım onları ürettiğim işlerde. ama sigaraya geri dönecek olursak, bak bunu hiç kaldıramadım, kişisel aldım meseleyi, this empty flow’u kapattırdığınız zaman da kişisel aldım, bana kızabilecek tek kişi seçil çünkü, hayaletlerimden biri yani, yani yine benim. bu yüzden uyarılarınızı dikkate almıyorsam, “bak baban da koah’tan öldü” gibi serzenişlerinizi mesela, aslında bu, çok canımı sıktığınız noktada patlamak yerine sessiz kalma hakkımı kullandığım içindir ki sevdiklerime karşı daima sessiz kalma hakkımı kullandım. batırdıkları oklar karşısında ya da karşımda sevmediğim adamları ya da başkalarını haklı bulduğunuz durumlarda, yüzde yüz eminken kendimden ve dahası bir haklılığa inanmadığım halde. hiç haklı bulunmadım, haklandım daha çok demiştim eski bir şeyde, nedeni buydu. ve. ve sanırım hiçbirinizi dinlemeyip, hepinizden çok yaşayacağım. bana “çok içiyorsun, hem de kırmızı tuborg abi” deyip, erken sarhoş olacağımı düşünüp benden önce sızanlara da ses çıkarmıyorum, neyin mücadelesini veriyorsanız artık…

başta da dediğim gibi, çok canım sıkılıyor ve bu giderek artmakta. bir çözüm yolu yok. daha çok sigara, daha çok alkol dışında. varsa da ben bilmiyorum. aramayı bırakalı çok oldu. pes etmedim, bıraktım sadece. bıraktım karanlıkta gülümseyen ahtapotum daha sıkı yapışsın boğazıma sekiz kolu ile birlikte. annemin de gidişine ne kaldı şurda. daha ne kadar yapışabilir ki? hayır intihardan bahsetmiyorum, daha da salıvermişlikten bahsediyorum. çünkü tek başıma, yapabileceğim en büyük devinim bu olucak.

“bizi kurtaracak  bir kahraman aranıyor” en sevdiğim fanzin ismi. buldum da onu, iki kez, ikisinde de çuvalladım. kötü zamanlarımdayken çıktılar karşıma ve onlar da fazla üstelemedi. sadece biraz daha zamana ihtiyacım vardı işte, biraz daha zaman, toparlıyorum, toparlıyordum, topalladığım bir dönemde, hepsi bu, biraz daha zaman. bi şans daha istemek gibi değildi bu, ki nefret ederim istenen şanslardan. ben sadece zaman istiyordum. hayatımda en çok ihtiyacım olan şey zaman. şimdilerde daha çok ihtiyacım var buna. şöyle bi iki hafta fabrikadan uzak dursam fena olmucak mesela. ama izin vermezler buna. iki hafta her şeyden uzak kalsam. fabrika beni sokağa çıkmaya zorluyor haftasonları. çalışmıyor olsam evden çıkmayacağım bir dönemdeyim. ve çoğu zaman es geçiyorum yazmayı hatta yazmayı bıraktığımı bile söylemiştim sanırım, son kısa zırvamda. nedeni aynılıktan ziyade, fazla içerde olduğumdu. çünkü yazınca, bu çıkıyor işte. yok başka bir şey. ölü bir yazardan fazlası değilim. üç beş sayfa ya da üç beş kişiden fazlasınca okunmayan. fazla depresif ve karanlık yazıyormuşum bu havayı dağıtsam nasıl olurmuş. böyle bir eleştiri de aldım. ama içerde olan can sıkıntısı, buna gebe. napıcaz be kamil? kamil kim amına koyayım. napıcaz ve tuncay demeliydim, o da peşpeşe bir güzel küfürler düzmeliydi yüzüme. sana küfürler hazırladım. yüzüne yüzüne. ama etmiyorum. çünkü hiç kimseye kızgın olamıyorum.

sigaraya geri dönücek olursak, tüm bu ebegümecinden sonra, bir tane daha yakacağım izninizle. tütün güzel. yağ gibi akıyor boğazından duman. her zaman böylesi denk gelmez. ki ben, chesterfield mavi’yi tercih ederdim. ya da eski kırmızı pall mall’ı, eskisini ama. yoğun dumanlısını. onun da ebesine atladılar. güzel olan her şeyimi elimden alıyorlar, hatun kısmısı da dahil buna, o yüzden tutucuyum fanzin konusunda sanırım ki o da elimizden çıkıyor zamanla, değişiyor, biçim değiştiriyor, algı değiştiriyor, algılanışı değiştiriliyor, süslenip püslendiriliyor, alsancak’ın uçalı çok oldu zaten, logos’tan sonra geriye pek bir şey kalmamıştı desek yerinde, bir ara ionia oldu tek başıma gidip içebileceğim yer, hüseyin abi ebesini sikene kadar, şimdi de tiryaki kedi var, tek başıma takılabileceğim tek yer. kilise sokağı dışında tabii ki onun da eski tadı yok. her şeyin içine edilirken, değişmeden kalıp eskiyoruz. eskidik. hiçbir şeye direnmedik de çünkü anlamı yoktu bunun, su akar yolunu bulur dedik, tepkisizlik değildi bu, değişmemeye direndik sadece, ayak uydurmakta zorlanacağımız her şeye ket vurduk. hepsi bu. birileri geldi birileri gitti. kimse pek gelmiyor artık, ama gidenler çoğalmakta. azalıyoruz. eski ve az. seviyorum bu tabirimi. o yüzden kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor, kafa dengi bir müzik keşfedince, ki çoğu ölü oluyor. biz keşfedene kadar ölmüş oluyor yani. bizi de keşfedene kadar birileri biz de ölmüş olucaz. ben öldüm zaten. spontane bir şey değildi çünkü zack is dead. hepsi bu. nokta.

bir sigara daha yakalım. ablam bize kahve yapsın. kendine de yapıyor çünkü. kimseden hiçbir şey isteyemiyorum çünkü. herkes kendine ne yapıyorsa, bana da ondan yapsa iyi olacak aslında. ama genelde insan kendine reva görmediğini yapar başkasına. iyi ya da kötü anlamda. bazen kendi için asla yapmayacağı bir güzellikte de bulunabilir mesela. ben bulundum. ama çok umarsamazım bir süredir, ve bu iyi bir şey değil, kötü dönemimde olmam bahane olmuyor bu noktada, ya da aldığım tonlarca ilaç bir özür dilekçesi yerine geçip, zaman kazandırmıyor insana.. geçelim.

şimdi izninizle, jori ile başbaşa kalıcam. bir daha yazarsam da yayınlamam, ki sanmıyorum. uzun süre böyle. ölmüyorum. ölü taklidi yapıyorum sadece. çünkü buna mecburum. çünkü kafam bu stresi kaldırmıyor gerçekten. yastığıma sarılıp uyurum en kötü. sabah olur. sonra alarm çalar. sonra iş. sonra ev. sonra tekrar gece. sonra tekrar sabah. alkole gömüldüğün haftasonları. uçup giden zaman. uçup giden para. bazı ender olasılıklar. acı nakli ameliyatı. acı kardeşliği. aynen kan kardeşliği gibi. can sıkıntısı kardeşliği. bazı ender olasılıklar. deneme yanılmalar. denemeden yanılmalar. denemeden yanılmamalar. şans. zaman. her şeyin berisinde, gözlerine bana diken seçil. bir elinde ilmeği atılmış bir ip, diğer elinde yarım ekmek kokoreç. gelmeyen özlem. bitmeyen özlem. ve jori, tam şu anda, see nothing diyor, i see nothing. hoşçakalın. sonra görüşürüz.. umarım.


13 temmuz 2017

23 Haziran 2017

birin öncesi

birin öncesi.

tuncay’la torbacıya gidiyoruz. torbacı kapı komşum. kuruçay’da yaşıyorum o yıllarda. kuruçay izmir’de bir çingene mahallesi. torbacımı tuncay’la tanıştırcam. herifin kanalı iki gündür ortalıkta yok. paket olmuş olabilir. “olmadığı tek bir gün olmadı bugüne kadar” diyor tuncay, “mutlaka başına bir şey geldi.”

sabah evden çıkıp tuncay’lara gidiyorum. annem okula gittiğimi düşünüyor. günlerden pazartesi. pazartesileri tatil yapıyoruz. nedeninin pazartesi sendromu ile alakası yok. çoğunluğun pazartesi akşamları evde olması ile ilintili ki zaten işportacıysanız hafta sonu tatil yapamazsınız. ve evet işportacıların da tatile ihtiyacı olur, tüm kış ya da yağmurlu havalar, tatilden sayılmaz. onlar zorunluluktur. her neyse. sabah evden çıkıyor ve refik’le tuncay’ın kaldığı eve gidiyorum. alsancağa. evde olduklarını biliyorum çünkü günlerden pazartesi, dediğim gibi. diğer günler genellikle işporta tezgahına uğrarım, tabii özlem’de kalmadıysam. özlem o gün evde. bir gün önce ben de evden çıkmamıştım. annem’in doğum günüydü. ve yarın da özlem’in doğum günü. 27 aralık. 2000 yılındayız. özlem bizi gün içinde bulur nasıl olsa. cep telefonu kullanmasak da, evet o yıllar da bu bizim için büyük bir lükstü, şimdilerde kullanıyoruz, her neyse, kullanmasak da, birbirimizi aramadan iletişmeden bulabiliyoruz. takıldığımız mekanlar sınırlı. hala sınırlı. şimdilerde, tiryaki kedi ve işporta tezgahım arasında dönüp duruyorum. o zamanlar da refik’lerin evi, özlem’in evi ve işporta açtığımız sokaklar arasında dönüp duruyorduk. arada kafamızı dağıtmak için gittiğimiz barlarda sınırlıydı, ya da klise sokağı işte, o zamanlar daha iyi olan klise sokağı, daha iyi olan alsancak, ve daha iyi olan izmir. daha iyi olan ben. her neyse.

eve vardığımda, tuncay’ların evini kast ediyorum, evet haklısınız sürekli geriye doğru sararak anlatıyorum hikayeyi, eve vardığımda seçil’le refik evden çıkmaya hazırlanıyordu, tuncay yeni uyanmıştı. sabahın dokuzuydu saat. seçil’e nereye diye sordum, biraz takılcaz refik’le dedi, biz sizi buluruz. hay hay dedim, biliyorsun bugün, biliyorum biliyorum, dün planladık bir şeyler biz, telaşa mahal yok. her günümüz birbirinin aynı olsa da, birbirlerimizin doğum günlerini özel bir kutlamaya dönüştürüyorduk, bu şaşırtıcı olabilir ama ölümün kıyısında yürürken şarampole yuvarlanıp sağ çıktığımız geceleri saymazsak, genel de şenlikli geçerdi gecelerimiz. ama bazı günleri daha şenlikli kılmak da hoş oluyordu doğrusu.

evden iyi niyetler ve dualar eşliğinde salınıyorum. annem arkamdan bakıyor, el sallıyorum ona geri bakıp bakıp. bunu hala yapıyoruz. şimdi de işe salıyor beni iyi niyetler ve dualar eşliğinde arkamdan bakarak. tek fark, şu an işe gidiyor oluşum, o zamanlar okula gitmiyordum. iki sokak sonra, gözden kaybolduktan sonra, yönümü değiştiriyor, durağa doğru yürümek yerine alsancağa doğru yürüyordum. kırk dakika sürüyordu. gerçi okula da yürüyerek gidiyordum canım gitmek istediği zamanlarda, o da kırk dakika sürüyordu. ve zamanında o kadar çok yere o kadar çok kez yürüdüm ki, yürümek içimden gelmiyor artık, ki bunun için çalışıyorum ben, otobüse binmek, alkolü ve tütünümü hesapsız içebilmek ve kalan parayı da ki bir hayli kalıyor, anneme vermek için. o zamanlar işportadan pek para gelmiyor, gelen de tütüne alkole ve uyuşturucuya gidiyordu. bir de hiçbir işe yaramayan fotokopi masrafı. fanzinler için. o zamanlar on kopya basıyordum. şimdiyse seksen. epey gelişme kat etmişim çok sevgili izleyiciler değil mi? bi gün beşyüz basarım belki, giderse, gittiği kadar. gittiği yere kadar demek daha doğru olucak. her neyse, evden çıkıyor ve refik’lerin eve yürüyorum. eve varışımı, tuncay’la nereye doğru yolculuk yaptığımızı anlattım zaten. atlama yapıp oradan devam edelim.

tuncay eve vardığımda, ve seçil’le refik evden çıktığında, “moruk kanal bulmamız lazım” diyor, “bizim ki paket büyük olasılıkla.”
“var bizim mahallede” diyorum.
“bi tüttürek de uçak o zaman. akşama pasta yapıcam özlem’e, kenevirlisinden.”
“vay” diyorum, “süper.”

o bi üçlü sarmaya çalışırken ben de iki kahve yapıyorum kendimize. tabii önce müzik. kasetler arasından, mobb deep’i bulup, murda muzik albümünü, teybe yerleştiyorum. yeni çıktı kaset, altı ay önce. refik bi yerlerden araklamış. ihtiyacımız olan çoğu şeyi araklayarak yaşıyoruz zaten. müzik marketler de hipermarketler de bizim için var. az viski yürütmedik farklı farklı mekanlardan. hep aynı yerden yapmamak önemlidir ki bu konuda yakayı ele veren ya da yakalanıp üstüne çok gidilmeyen çok arkadaşım var, sorun sürekli aynı yere olta atmalarından kaynaklıyor.

her neyse cigaramızı içip evden çıkıyoruz. yine yürüyeceğiz. geldiğim yolu gerisi geri tepip mahalleme dönüyorum. herif, yani kanalım muhtemelen uyuyor. dayanıyoruz kapısına. kardeşi açıyor. on yaşlarında bir velet. “abim uyuyor” diyor beni görür görmez. bu adam evinin önüne sandalye koyup bu işi yapan bi abimizdi. zamanla mahalle ağır bir baskın yedi. ortaokuldaydım o yıllarda. ama hiçbir şey değişmedi, yirmidört saatlik yunus devriyeleri dışında. muhsin de, yani kanalım, her ekibe biraz para koklatıp işini yapmayı sürdürdü. uyandırıyor kardeşi muhsin’i.

“ebeni sikeyim” senin diyor bana kapıya gelip, “bu saatte hizmet vermiyorum ben.”
tuncay lafa giriyor, iş bağlamakta ustadır.

“kardeş ben yüklü müşteriyim, sana yamanayım bundan sonra diyorum, kanalım paket oldu. harman bırakma beni. aylık bi binliğin var benden, ne var sen de?”
“ne ararsan var hacı da bu saatte yapmıyorum o işi, bi daha olmaz bak. silah da var kadın da var, sen ne istiyorsan onu sana buluruz da biz.”
“kadına gerek yok. silah iyiymiş ama. aklımızda bulunsun. bize şimdilik, amfetamin, toz ama. ve ot lazım.”
“tamam ne kadarlık.”

her neyse alıyoruz alacağımızı ve geriye doğru yürüyoruz. yolda bi kuytuda bi üçlü daha sarıyor tuncay. yolda içe içe gidiyoruz. eve varmadan tansaşa girip, yarısını çantaya attığımız yarısının parasını ödediğimiz pasta malzemeleri alıyoruz. tuncay işe koyuluyor. özlem gelmeden halletmesi lazım. ki neyseki biz gelmeden önce gelmemiş. akşam özlem’lere gidicez zaten. biz özlem’le gidicez, arkamızdan ekip gelicek. plan buymuş. ben sonradan öğreniyorum.

her neyse öğlen kapı tekrar açılıyor. aşağı markete, bira almaya iniyorum. tuncay pastayı bitirdi. “bira kapsana” diyor. biraları bakkala yazdırıp arada bir azar azar ödüyoruz işte. ama ödüyoruz yani. bazen iyi iş oluyor refik’in tezgahta, bakkala girişiyor refik. biralar üçüncüdeyken, tuncay söze giriyor, ben dün babamın işten gelirken getirdiği gazeteleri çantamdan çıkarırken, kesicem onları, parça pinçik edicem, kolaj için. babam kahvede çalışıyor ve bana her gün bi dolu gazete getiriyor. kendisi de okuyor bu arada gazeteleri. zamanında o kadar çok kitap okumuş ki, sayısı belirsiz, artık sadece gazete okuyor. bir de yarış bültenini tabii. yarış bültenine boş zamanının yarısını harcıyor ki fazla boş zamanı yok aslında, günde oniki saat çalışıyor, nargile ustası. o yıllardan bahsediyorum, şu yıllarda babamdan bahsedersem sadece mezarından bahsedebilirim size. onun da yerini kendi başıma gitsem bulamam. henüz bu gerçekle yüzleşemedim. yüzleşmek istiyor muyum orası meçhul. babam da hayaletlerimden biri oldu benim için. hala yaşıyor. konuşuyor benimle. ve annem de hayalet olucak bi gün, o gün siki tutucam, şüphesiz. geçelim..

“bu senin elemanı sevmedim” diyor muhsin için tuncay,
“sen zaten kimseyi sevmiyorsun ki” dedim,
“işte bunu da sevmedim diyorum ben.”
“tamam.”

konuşmaya istekli değilim ki o yıllarda daha bi az konuşuyorum, özlem’le başbaşa kalıp sürekli benim bir şeyler uydurduğum, masallar anlattığım zamanları es geçersek.. özlem seviyor uydurduğum  hikayeleri, tek yaptığım o an kalem ve kağıt kullanmıyor oluşum. birinci ağızdan özlem’e anlatıyorum hikayelerimi, kayıt altına alınmıyor, onun biliyor olması yetiyor bana. her şeyi sadece onun bilmesi yeterli geliyor, tek kopya bile basabilirim fanzinleri, hatta bunu yapmıştım, engel olmuştu, on yapalım şunu demişti, fotokopicideyken biz, oraya da zorla götürmüştü beni, ben orjinali ona vermiştim, o da saçmalama basalım bunu demişti, o zaman bi kopya basalım sen oku demiştim, ya da en çok dört, sen abin seçil tuncay. böyle kandırmıştı beni, dört basalım tamam, deyip on yapmıştı fotokopicide sayıyı. altısı elimizde kaldı. şimdilerde gidiyor gerçi, sekseni de tükeniyor, üstüne takviye baskılar yapıyorum, ama tatmin oluyor muyum? hayır. çünkü özlem yok. hem de uzun zamandır. her neyse.

“seni de sevmiyorum” diyor tuncay.
“biliyorum bunu” diyorum tuncay’a, “konuşmuştuk.”
“bi daha konuşalım amına koyayım. sen neden bizle takılıyorsun bunu bile anlamıyorum. bitiğiz olm biz, özlem hepimizden daha ölü, okulunu bitirsene sen.”
“ilk üçe de gireyim mi?” diye soruyorum, ilk üçe girersem amerikaya burslu gidicem, dünya bankası okula yardım yapmışta falanmış filanmış, böyle bi kampanyası vardı o yıllarda dokuz eylül’in iki yıllık bölümlere. benimkisi makine ressamlığı.
“gir tabii olm” diyor, “hayatını kurtar. hayatını yaşa.”
“yaşıyorum zaten” diyorum. tuncay aslında bunları düşünmüyor ve beni çok seviyor, oyun oynuyor kendi hesabınca. sabahtan beri kaçıncı üçlüyü döndüğümüzü sayamadım ama bir tane daha sarıyor. sararken de konuşmaya devam ediyor tabii,
“bak o yazdıkların var ya” diyor, “bi boka yaramaz onlar, sana diim ben, medet umma onlardan.”
“ummuyorum zaten” diyorum ki bu bir yalan. o yıllarda çok umutluyum şu yazarlık mevzusundan, yazar olucaktım ben, hayatımı bununla idame ettirecektim, çok küçük saf ve salaktım. gerçi farklı bir tarzda yazsam yapardım ki yazabilirdim de, istemiyorum sadece, hepsi bu.
“iyi” diyor elindeki yeni sardığı cuvarayı bana uzatırken, “sen yaksana, özlem de seni terk edicek söyliim sana, bütün kadınlar beni terk etti biliyorsun.”
“biliyorum abi” diyorum, “anlatmıştın.”
“ona da umut bağlama yani. hatta mümkünse hiçbir şeye umut bağlama”
“ya okul. ona da mı umut bağlamayayım.” bilerek diyorum bunu, çünkü az önce okuldan dem vuran kendisiydi.
“okulu sikeyim. ona da bağlama. umut bir safsatadır. çoktan ölmüş olarak yaşamak iyidir. bu şekilde, hayatın tadına varabiliyorsun. umut, beraberinde düş kırıklığı getirir. beklentisiz bir hayat, bir şeylerin tadına varabilmeni sağlar.”

yakıp bir duman alıp, uzatıyorum elimdekini. kapı açılıyor. gelen özlem. saat iki. pastayı çok iyi sakladı tuncay. görmesine imkan yok. gelip yanıma oturuyor hiç konuşmadan. hayır karşıyakadan yürüyerek gelmedi, kullandığımız tek toplu ulaşım aracı vapur. elimdekini uzatıyorum ona, bi nefes alıp, “abimler nerde” diyor.
“bilmiyorum, ben gelirken çıkıyorlardı, bulurlarmış bizi akşam.”
“siz naptınız?”
“hiç. içiyoruz işte.” diyorum, gazeteleri kesmeye devam ederken. özlem kestiğim kağıt parçalarını incelemeye başlıyor. tuncay kalkıp mutfağa gidiyor, üç bira ile geri dönüyor. yerde oturup bir süre sessizce müzik dinliyoruz. genellikle yaptığımız gibi yani. sessizce müzik dinleyip kendi kafamızı yaşamak. özlem çantasından benim için arakladığı iki dergiyi çıkartıyor, okumak için değil canım, keseyim diye. hiçbir şey okunmak için yoktur hayatımda, pek okumam, çok iyi keserim, kitaplar dahil. ansiklopedi bile kestim zamanında. özlem sadece kollarını kesiyor. “bak bunu dün yaptım” diyor gülerek, “yakışmış mı?” canım acıyor ve bunun o da farkında, bu yüzden göstermiyor ama, bir şey yapmış koluna, bi harf yapmış, harf değil de, bi şekil, ne olduğunu söylemeyeceğim.

“dün seni yalnız bırakmamalıydım” diyorum,
“olsun” diyor, “annen için önemliydi. tamam ben tanışamıyorum ama selamımı söyledin değil mi?” kendisi tanışmak istemiyor, utanıyormuş.
“elbette. o da sana söyledi.”
“eyvallah. çıkmıyor muyuz dışarı?”
“çıkalım.” diyorum.
“ben kalıcam” diyor tuncay, “sonra gelirim.”

özlem’le klise sokağına çıkıp, bi şişe şarap alıp, kaldırıma oturuyoruz. saat dört. arada bir insanlar geçiyor ve direk gözlerinin içine bakıyoruz insanların, göz göze gelince hemen kafalarını çeviriyorlar, bilerek yapıyoruz bunu, rahatsız etmek için değil, rahatsız ettikleri için, sesleri ile, giyim tarzları ile, yürüyüşleri ile, boşlukları ile,

“seri katil olmama ramak kaldı” diyorum özlem’e.
“eşlik ederim” diyor. ve bir oyun oynamaya başlıyoruz. yoldan geçenler hakkında. nasıl öldürelim oyunu. boğarak, bıçakla, karnına iki darbe, yüksek dozda eroin basarak damarlarına, kafasını keserek, asarak, ayağına taş bağlayıp körfeze atarak, sokak ortasında tarayarak, patlatarak. bi saatti yiyoruz böylece. arada bunu öldürmem diyoruz aynı anda aynı tipe. zamanla bu, bunu öldürmeyelime evriliyor. seçil’le refik geliyor ardından. bağırarak, bunları birbirlerine öldürtelim diyoruz aynı anda, şaşırıyorlar. anlatıyoruz hikayeyi, kahkahalarla gülüyorlar. oyuna onlarla beraber devam ediyoruz bi saat daha. bu arada bi şişe bi buçukluk daha bitiyor. tuncay geliyor ardından. oturmaya devam ediyoruz. ta ki gece onikiye kadar. içiyor ve geyik çeviriyoruz.

özlem’e “sana gidelim bugün” diyorum.
“olur” diyor hiç itirazsız.
“hadi kalk o zaman” diyorum.
“hay hay” diyor, “biz kaçıyoruz gençler.”

tuncay şaşırmış gibi yaparak, “hoppala” diyor, “daha takılıyorduk.” oysa plan bu. belli.

“beyimiz yalnız kalmak istedi” diyor özlem. birbirimize karşı her isteğimizi her zaman kabul ediyoruz zaten.. ama genellikle birbirimizden herhangi bir istekte de bulunmuyoruz aslına bakarsan. bakmayalım.

eve  varıyoruz ve bizden yarım saat sonra seçil tuncay refik geliyor. kapı çalıyor. bilerek çalıyorlar kapıyı. anahtarları var. saat gecenin biri.

“oha kapı çalıyo lan” diyor özlem, “ilk kez kapım çalıyor. kim ki bu.”
“bilmem” diyorum, “ben bakayım mı?”
“dur ben bakarım” diyor, ben de hareketleniyorum kapıya, açıyor, ve ellerinde mumları yanan bir pasta ile karşılaşıyor.
“amına koyayım sizin” diyor, “bunun için miydi erken ayrılmak istemeler falan” diyor bana dönerek, “ölüm dönümlerimde de istiyorum bunu.”
“sikerim ölümünü, bugün yaşamı kutluyoruz” diyor tuncay, “yaşamı bebek, ve kendimizi.”

içeri giriyorlar, yeşil halılı oda, kırmızı gece lambası. gece boyu içip laflıyoruz. epey de eğleniyoruz aslında. tuncay erken ayrılıyor, dört gibi, kafası bir şeye atıyor, bizle ilgili değil. ve hikayenin başladığı yere geri dönüyoruz. hatırlıyor musunuz? ilk kitabın girişini?

beş yıl önce. karşıyaka’da, bir evdeyim. ev, üçüncü katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir üçlü ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani.

“hey, geçirsene şu boku bana artık adamım” diyor özlem, elimi uzatıyorum ona, ama kafam sabit. yerdeyim ve yanı başımdaki sehpada bir gece lambası var, hemen dibimde, ve lambanın sıcaklığını hissedebiliyorum, o derece yakınım. lambanın rengi kırmızı.

“bi şey söylesene be” dedi özlem. iki saat önce bir şey sormuştu, ve ben hiçbişi dememiştim. yarın sabah beşte beraber çıkacaktık evden, havaalanına götürecektim onu, bir daha dönmemek üzere gidenlerin ilki. ya da… bi saniye. kafam karıştı.

sorduğu soru. “birine aşık oldum” dedi bana, “herif bristolde yaşıyor, yanına gidicem, bu sabaha bilet aldım. hey iyi misin sen?”

sabah bilet almakla uğraşmıştı. bu yüzden geç gelmişti tuncay’lara. sormamıştım neden geç kaldığını. hiç soru sormazdım zaten ben. o anlatırdı hep, geç de olsa. her neyse, nedenini bilmiyordum, bir anda yaptı bunu. her şey bir anda oldu. her şey daima bir anda oldu. başladı ve bitti. bitti ve yeniden başladı. ama daima bir anda. başlaması da bitmesi de. ilki özlem’di. ve birine falan da aşık olmamıştı aslında. yalan söylüyordu. gitmek istiyordu sadece. hepsi bu. ve gitti. ve hep kalan, aslında hiç gitmeyen, bu yüzden geri dönmeyen de oydu. bir hayalet olarak ruhuma yapışan. hikayenin kalanını biliyorsunuz. koca bir kitap bahşettim buna. bu kalanın başlangıcı. bir de burdan görün istedim. hepsi bu. başlangıcın öncesi. ve sonrası.

23 haziran 2017.



15 Haziran 2017

geriye dönüşler 3: zack4evalution - bölüm2

bölüm 13
sanırım yine kendimi tekrar edeceğim, 'kimine göre'
ya da en fazla o kocamen kibrimle, kendimden bahsederim, 'kimine göre'
ya da en kötüsü kötü yazıyorumdur her zaman ki gibi daima sonsuza dek 4eva, daha fazla uzatmadan bahse gireyim.. anti-girdap timini ekarte ettiğimize göre. (sanırım bir gün anlayacaksınız neden arada bu tip girizgahlar ya da ara sekanslar verdiğimi, duvar örmeden edebiyat yapmama engel olan kara dehlizlerim somurtuyor ara ara.. )

on üç bin yıl sonraydı, tam olarak onbeşbinikiyüzonsekiz yılı, zentelânga mevsimi idi dış gezegenlerin, bizim olduğumuz kısmında, zemt galaksisinde. merkez gezegen o devasa hacmi ile yine ışıltılı gökdelenleri ile yanıyordu karşımızda. ay ışığı yerine minik dev adını verdiğimiz merkez gezegenin ışığında özlem ile kendi ürettiğimiz şarabı içiyorduk. kendi çadırımızda. seks yoktu ve hiç olmamıştı. öpüşmemiştik bile. daha önemli macellanlarla güreşmek zorunda kalmasak, sanırım yörüngemizi iç açılarımızın ruhani ekseninden bedensel arzularımıza kaydırırdık.
refik az önce burundan höpürdettiği toz helva sayesinde ormana çıkmış, yeni ufuklara merkez gezegenin boyunduruğundan kurtarmak için yıldız tozu döküyordu.

seçil girdi, elinde limonata diyebileceğiniz, ama zemt galaksisinde indezeltah adı verilen, limonlu vişneli ve elmalı bir karışımla.

“çocuklar başımız belada” dedi girer girmez, durakladı, panik halindeydi. ikimizde, yani özlem’le ben aval aval yüzüne bakıyorduk, duraksadı duraksadı, duraksadı, sonra müthiş bir kahkaha patlatarak, “ikinci savunma sistemleri de çözüldü” dedi, içeri girmemize bir duvar kaldı. duvar dediği, sizin bildiğiniz gibi öyle tuğladan taştan değil, zirzeh adını verdiğimiz ateşten oluşan, merkez gezegenin içeriği girişimizi engellemek için son ürettiği kalkandı.

içeride, yani merkez gezegende son derece katı, uzlaşılmaz ve aşırı güçlü bir diktatörlük vardı, liderleri tayyip’ti. ölüm yoktu, merkez gezegende, ölüp ölüp dirilme vardı, çünkü asıl cehennem, ve asıl, yani gerçekte, yani göremediğimiz ama varlığını hissettiğimiz gerçek tanrı’nın gerçek cehennemi, merkez gezegen idi ve ibadete göre değil, ne kadar varlıklı ya da fakir olduğun değil, ne kadar şu veya bu olduğun değil, hislerinin, zihninin ve ruhunun ne kadar temiz kaldığı ile ilgiliydi dış gezegenlere mi, merkez gezenemi mi düşeceğin zemt galaksisinde..

merkez gezegen bizim ördüğümüz ışıktan duvarın dışına asla çıkamıyor ancak insanları, uzaya ot gönderdik, bok gönderdik diyerek kandırıyor hatta uzaylılar olarak bizi gösteriyor ve korkmamız gerektiğini tembihliyordu. bizim ışıktan yapılma bedenimizin de içeriye girip fiziksel varlığımızla insanları uyarmamıza engel olmak için sürekli teknolojik yeni kalkanlar geliştiriyordu. orada teknoloji üst düzey olsa da, geliştirdiğimiz ruhani zintequella’larla kalkanlarını deliyor ve içeri sızıyorduk. bizde teknoloji yerine, yıldızların ışığında yetişen bitkilerden elde ettiğimiz, ruhumuzu fiziksel bedenimizin kafesinden çıkarıp, merkez gezegene iniş yapmamızı sağlayan ve orada tekrar fiziksel bir varlık haline gelmemizi sağlayan karışımlar vardı, bunlardan çay tütsü ve gıda elde ediyor arada meyve kabukları ile karıştırıp ekiyor ve yeni ağaçlar elde ediyorduk. kimi ağaçlar değişik mahsüller verirken kimi ağaçlarda sadece süs olarak duruyordu. ağaçlardan çeşitli takılar ve giysiler yaratıyor ve bunları kendi aramızda paylaşıyorduk. panayırlar ve pazarlar düzenliyor, yine de büyük toplantılarda merkez gezegenin insanlarına verilen son şansı değerlendirmeleri için uyarıcı mesajları konuşuyor ve mücadeleden vazgeçmiyorduk. merkez gezegenden yükselerek kaçmak dışında başka bir şansları yoktu.

bu arada bir not, anti girdap timinin ağzını kapatmak için itiraf edelim, bolo bolo mülksüzler ve matrix’den çaldım hikayeyi doğru, kendi başıma oturup da yazamayacak kadar yeteneksizim. böylece gelecek yorumları ekarte ederek seçile geri dönelim. geriye dönemeyişler kumpanyası askıda kaldı.

seçil, ikinci savunma sistemleri de çözüldü dedikten sonra, özlem elini yukarı kaldırak bir zafer işareti yaptı ve diğer elini, bana bir “çak moruk” diyerek havaya kaldırdı. “bi sigara at” dedim seçile..

“merzana zintilengah” dedi, merzana zemtçe’de, toplandıktan sonra kurutulmaya bırakılan tütüne verilen isimdi. zintilengah ise, bizim ürettiğimiz bir şifreydi, tuncay gelirken getirir’in kısaltmasaydı. çünkü tuncay sürekli gelirken bir şey getirirdi herifin otuzsekizbin dönüm tarlası vardı ve dış gezegenlerin, ki sayısı yediyüzseksenyedi tane idi, ozwagingah adında bir tanesinde oturuyorduk. aslında sadece ortak lisanda konuşuyorduk zemt galaksisinde, ancak size nakletmem için türkçe anlatmak zorundayım. maalesef. herkes zemtçe öğrenene kadar da türkçe yazmaya devam edeceğim aşikar. devam edelim..

dilin yapısı, yani zemtçe’nin, ispanyolca fransızca ve arapça karmasaydı. ve direktoman zemte gelince öğreniyorduk. ya ölünce gelirdin zemt’e ya da dünya hayatında bir takım ulvi tezgahlar sonrası gelirdin.

her neyse, tuncay geldi ve elinde ki torbayı kafama atar gibi uzattı, “al lan piç, tütün sormuşsun.”

sen nerden duydun dememe gerek yoktu, aramızdaki tüm konuşmaları istediğimiz an duyabilirdik, bunun için telefona ya da televizyondan canlı yayına ihtiyacımız yoktu. bu arada, merkez gezegenin televizyon sinyallerine son üç aydır giremiyor ve maalesef haberleri kesip kendimizi gösteremiyorduk. üstelik merkez gezegendeki üssümüz de basılmış, ve cehennemde yaşayan, dünya hayatından oraya düşen ama sonradan yükselip bize katılan insanların merkez üssü basılmış bir çoğu hapse tıkılmıştı. ancak nihayet merkez gezegenin ikinci savunma kalkanı da aşılmıştı özel karışımlı tütsümüz sayesinde. geriye tek bir kalkan kalmıştı. onu da aşınca, hapisteki kardeşlerimizi kurtarabilecek, merkez üssümüzü tekrar inşa edebilecektik..

ikinci bölümün sonu..

4 Haziran 2017

zam isteme, fabrikayı yak

zam isteme, fabrikayı yak
. 
balkondayım. sabahın sekizinde. bir pazar sabahı, sabahın sekizinde. ister istemez, geleceği düşünüyorum. çalışmak istemiyorum mesela. ama böyle diyince ben, hep bir ağızdan, “kimse istemiyor ki canım” diyorsunuz, “ama buna mecburuz.” yok ya? harbiden mi? kim koymuş bu mecburiyeti. hepimiz birlikte karar vermiş gibiyiz sanki. el birliğiyle çalışmaya mecbur olduğumuza kendi kendimizi ikna etmişiz ve bunun veya dişli çarkların herhangi birisinin zıttına dönmeye çalışan herhangi birini de hemen sisteme adapte etmeye çalışıyoruz. kaçaklara izin veremeyiz. bir baba bile oğlunu sisteme adapte olması için yetiştirir. çünkü başka bir çıkar yol yoktur. aileden multi milyarder doğanları hesaba katmıyorum. onlar çalışmasa da olur. ama ben de çalışmasam olurdu yani, diye bir cümle kuramıyorum. ama annem ölünce işe gidebilecek miyim bilmiyorum mesela. hoş annem ölünce hayatta kalabilecek miyim onu bile bilmiyorum ya. neyse.. bulursun bir yolunu diyenler vardır şimdi. “kendini bırakma.” bayılıyorum bu lafa. “kendini bırakma.” ulan mesele bu değil ve ki herkes kendini bıraksa ne kadar güzel olur biliyor musunuz? herkes salsa bi şöyle. devrim mücadele ile değil de salınımla gelse.. hiçbir şey yapmasak yaşamak için. hiçbir şey ama. faturaları ödemeyerek başlasak. kesilirse kesilsin elektrik ve su. ama mesele bu değil. bir şeyler üretme dalgasına veya evrak işlerine bi beş gün bakıvermesek.. adına da grev demesek mesela. fenalardayım desek. bak bu aralar çok kötüyüm üstüme gelmeyin olur mu, desek. şöyle bi onbin kişi, politik düzlemden uzak bir şekilde bunu deyiverse.. ben bu cümleyi her gün anneme söylüyorum mesela. güne her gün, “anne ben bugün işe gitmesem olur mu” ile başlıyorum. otuz beş yaşında hala, işe gitmemek için patronumdan önce annemden izin alıyorum. o yüzden diyorum, annem ölünce işe gidebilecek miyim, bilmiyorum. mesela birisi, aylık beş yüz lira verse işi hemen bırakırım. alkol ve tütüne kafi bu rakam benim için. fanzin basmayıveririm olur biter. diye düşünüyorum. düşünüyorum sadece. balkondayım ve bir pazar sabahı, işe gitmiyor oluşumun şerefine içiyorum kahvemi. çünkü o kadar çok pazar sabahı işe gittim ki, sayısını unuttum. ve bir o kadar çok, cumartesi gecesi gittim işe, pazar sabah evdeydim. ama en çok sevdiğim şey, işten kaytardığım sabahlarda balkonda sigara içmek. işe gidenlerin yüzlerine bakmak. tek bir mutlu yüz göremezsiniz sabahları. muhafazakarından en radikaline kadar tek bir mutlu yüz. on yıldır fabrikalardayım, bırak da o kadarını bileyim hikmet. ve ne yazık ki, hala işçi sınıfından medet umuyor, hayatlarında bir kez olsun bir fabrika kapısından içeri adım atmamış andavallar. onlardan cacık olmaz. biliyorum. biliyorum çünkü 10 yıldır içlerindeyim. çok fabrika gezdim. daha bir tane, maaşına gelicek zam için mücadele etmek dışında herhangi başka bir şey için mücadele edicek bir işçi görmedim. vardır belki, ben görmedim sadece. ve maaşına ya da işyerindeki pozisyonuna, veya işin yapılış şekline gelicek iyileştirme için mücadele etmek bana kalırsa fazlasıyla fasa fiso bir mücadele. bütün fabrikaları yakmak için verilen mücadele en afillisi. ama buna yanaşamayız. yoksa ayfonlarımızı kim üreticek de mi ama. ya da peynir tenekelerimize kim marka basıcak. sahi onlar bir yerlerde basılıyordu değil mi? ya da elektronik sayacımızı kim üreticek. onu da birileri yapıyor. ya da ya da, malboromuzun kutusunu kim yapıcak. onu da biri. ya da kim uçağımıza bagajımızı yükleyecek. ben. hepsini yaptım çünkü. ve daha fazlasını. ve çoğumuz birkaç şeyi yaptı.. yapmaya da devam edicez. çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz. nokta.

dediğim gibi, ben, bireysel olarak, işin içinde bencillikte var, çünkü isyandan umudunu kesmiş biriyim, devrime de inanmıyorum, devrimden önce isyana gönülden bağlıyım, ama yok öyle bir ivme, ve hiç olmayacak, ufak kıvılcımlar dışında bir halta yaramayacak bağırışlarımız, o yüzden, birazda bencilce, kendi çalışmadan yaşama alanımı oluşturmaya çalışıyorum. deniyorum yani bunu. planlarım var. ya tutarsa. tutmazsa, dilenciliğe başlarız tanrısını satayım. bulunur bir yol. zengin bi hatun kafalarız bakarsın. hoş hiç bi hatunu kafalayamadım o kadar uzun süre. maksimum bir buçuk ay. sonrasında bana karşı olan tutku ve hevesleri son buluyor. kızmıyorum onlara. bu kadarlığım. biliyorum bunu. alıştım artık. mesele bu değil. mesele aslında politik falan da değil biliyor musunuz? ve ben ve etrafi, hiç de öyle sandığınız gibi, birileri sanıyor bunu, biliyorum, anarşist falan değiliz, politik hiç değiliz. yani sizin olan politikliğiniz biz de bir öğürtüye neden oluyor. özellikle solcuysanız, bu öğürtü yerinde duramayıp kusma şeklinde son buluyor. sokaktayız sadece. ve kimseyi umursamıyoruz. polis de dahil buna. içeri alınma kaygısız işler yapıyoruz. yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. ama işe yaramayacak olduğunu düşündüğümüz eylemlerinize, destek olmuyoruz. bizim derdimiz daha çok kendimizle. büyük bir buhranın içerisindeyiz. devletten önceki düşmanımız insan. devlet ikinci planda kalıyor. insan neslini yok edebilirsek eğer, herhalde hayvanlar da bir devlet kurmazlar başımıza diye düşünüyoruz ki insan nesli, tükenme tehlikesi yaşarsa, bu tehlike bertaraf edilmesin diye ilk biz destek oluruz intihar ederek. öyle değil mi etrafi? hatta giderken bir canlı bomba olup, götürebildiğimiz kadarını götürmeye meyilliyiz. ama bunlar hayal sadece. gerçeklere dönersek, dişli çarkın arasına sıkışan bir toz parçası olmaktansa, çalışmamayı yeğliyoruz. başaramıyoruz orası ayrı. en azından ben başaramıyorum. ve tüm sizin algısal dünyanızda depresyon adını verdiğiniz, canhıraş yatışlarımda bu yüzden ileri geliyor. çalışmak istemiyorum. hem de hiçbir şekilde. tarlada falan da çalışmak istemiyorum. o yüzden seviyorum avcı toplayıcı dönemi. çünkü bana çalışmak gibi gelmiyor o dönem. anlatabilir muyum? tabii ki hayır. çünkü politik terimler kullanmıyorum. felsefenin veya siyasetin peygamberlerinden alıntı yapmıyorum. en çok da aydınlanma dönemi çıkarmıştır peygamber. bütünüyle karşıyım o döneme. başımıza tüm bu çorapların örülmesine vesile oldular sağolsunlar. ha ne diyordum? hiç bişi efendim. şöyle bi beş gün, toplu halde işe gitmeyip, adına da grev değil, fenalardayım desek, fena olmucak. hepsi bu. sonra gene, bir kolu çekip bir tuşa basarız. sorun değil. bu aralar sadece. anne, tamam anne, olmaz, biliyorum, işten atarlar, biliyorum iş bulamam bu yaştan sonra, tamam anne, gidicem..


4 haziran 2017.

2 Haziran 2017

christopher lydon

christopher lydon işportadayız. refik’le. refik dün ufak bi kasetçalar yürüttü dükkanın tekinden. pilli. cypress hill çalıyor. alkole ihtiyacımız var. ama hiç paramız yok. öyle ki, biri bir şey alsa, para üstü bile veremeyiz. işportada, refik’in takıları ve benim fanzinler var. her ikimizde kasvetliyiz. refik kendine bi tekli sarıyor. ben bıraktım. yılda bir iki üç kez takılıyorum. alkolü ise abartıyorum. sabahlıycaksam on onbir oniki şişede sabah oluyor zaten. olmasa devam edicem. sigaraya da abanıyorum. iki üç dört paket. mütamadiyen her gün ayran içiyorum. annem vücudumu temizlediğimi söylüyor böylece. sigara ve alkolü dengeliyormuşum. belki de bu yüzden içiyorum. bilmiyorum. bi çok şeyi bilmiyorum. yaptığım çoğu şeyi sorgulamadan yaşıyorum. özlem gittiğinden beri bu böyle. yerine koyabileceğim hiç kimse yok. olur gibi olanlar oldu sadece. hatta bir tanesi, 2007 sonunda, her şeyin yerine geçmişti. dördünün de. kısa bi süre. gerçeğe bağlamıştı beni. sonra yine hayaletlerime döndüm. gerçeklerle aram iyi değil. gerçek insanlarla. çoğunda çuvallıyorum. ama ihtiyacım var gerçek hislere. gerçekten bir şey hissetmeye ya da. çoğu şeyi bilemiyorum. nedenler ve sonuçların arasında sıkışmışım, ikisinden de bi haber olarak.. biri geliyor işportaya. bi hatun. dün benden kitabımı almıştı. refik’i görmüyor tabii. “bayıldım” diyor, “kahkahalarla güldüm bazı yerlerinde”. kahkalarla gülünecek bir şey yazdığımı düşünmüyorum. ama bunu demiyorum. onun yerine, “eyvallah” diyorum. çoğu zaman, çoğu kişiye, eyvallah demekle yetindim. iyiye de eyvallah, kötüye de. muhtemelen bitirince bana aşık olucak falan diye düşünüyorum. çoğu zaman başıma gelen şey bu çünkü. ve egomu falan okşadığı yok bu durumun. oldukça sıkıcı hatta. çoğunu elimin tersiyle itiyorum. çoğu hatunu. çoğu herifi. çoğu şeyi. yalnız kalmak istediğimden falan değil. azıyla yetinmek istediğimden. az insan. keşke hiç anlatmasaydım hayaletlerimi size. bunları ben uydurmuyorum. kurgu falan yok ortada. gerçekten görüyorum. gerçekten duyuyorum. gerçekten konuşuyorum. onların söyledikleri şeyleri uyduruyor falan değilim. çoğu öykümü uydururum, tamam kabul. ama onları ve bi kaç şeyi daha, değil. değil olmak istiyorum aslında. değil olmak. anlatabiliyor muyum. tabii ki hayır. kadın oturmuyor neyse ki. refik’le başbaşa kalmaya ihtiyacım var. maaşım dört gün sonra yatıcak. etrafi götünü kaldırıp gelemedi bugün. geçen hafta bi gecede 200 lira yedim. yarısını ben yedim, yarısını ısmarladım. bugün bana bira ısmarlayabilecek kimse yok. refik çantasından bir kaset çıkartıyor. hiç konuşmadan müzik dinliyoruz işportaya geldiğimizden beri. o arada bir kendine bi tekli sarıp içiyor. çıkardığı kaset the dresden dolls. “onu nerden buldun amına koyayım” diyorum. “cd’den çektirttim.” refik doksan sonrası gelen her şeye karşı. bunu biliyor muydunuz? hayır bunu ilk kez söylüyor olmalıyım ama şu an uydurmadım. ne diyordum? refik sadece müzik konusunda, o da çok azına, doksan sonrası için tahammül edebiliyor. film ya da kitapla bile ilgilenmiyor yani. doksanaltı da kıyametin koptuğuna inanan biri. o günden sonra kalanlar dünyaya sıkışmış durumda. ölüp ölüp tekrar dünyaya geliyorlar. diğerleri çoktan cennet ya da cehenneme ya da diğer dinlerde ne varsa öldükten sonra, ya da yoksa, olan ya da olmayana, göçüp gitti. ona göre. bi kere ağzından zemt’i kaçırdı sadece. sonra, bir dakika bundan sana bahsetmemeliyiz diyerek kapattı çenesini. ben de üstelemedim. ileri sarıyor kaseti. oldukça ileri. arada durup, başlatıyor. sonra aradığı yere gelmediğini fark edip ileri sarmaya devam ediyor. neyi aradığını biliyorum. christopher lydon’u arıyor. şarkının adı bu. ya da adamın. ne fark eder ki. bazı şarkılar kişilik sahibidir. ben neyi aradığımı bilmiyorum. bazen bulduğumu sandığım zamanlar dışında, boşlukta slalom yapıyorum. aşağı ya da yukarı doğru değil. yön duygusundan azadeyim. bu yüzden biriyle buluşucaksam ve buluşacağım kişi mekanı bilmiyorsa gider bildiği bi yerden alırım. tarif etme ve tarif bulma konusunda oldukça yeteneksizim. görsel hafızam yüzde sıfır. çoğu yüz unutulur tarafımdan. varsa eğer öyle bir şey, dilsel hafızam da sıfır. konuşulan çoğu şeyi de unuturum. unutarak yaşıyorum. unutmadığım şeyler de, ağzıma sıçmakla mükellef hissediyor kendini. refik buluyor şarkıyı. son ses dayıyor. sikko aletten ne kadar ses çıkabilirse işte. çok değil. ama bize yetiyor. bitince başa almak uğraştırcak bizi.. ama seçil kotarıcak bu işi bizim için. üst üste tek bir şarkıyı kasete çektiğimiz çok oldu. seçil halletti bu işleri. yüzlerce kasetimiz vardı 2000 yılında. çoğunda tek bir şarkı kayıtlıydı. kasetin a ve b yüzünde tüm kaset boyunca tek bir şarkı vardı demek istiyorum. boşluk yok. boşlukları müzikle tamamladık daima. müzik hafızamız oldu. çoğu anım müzikle eşleniktir. çalan ya da söylenen şarkıya göre hatırlarım olayları ve insanları. şarkı bittikçe başa sarıcak refik. bugün işi bu. rutin işleri çok seviyor. saatlerce hiç durmaksızın takı yapabilir. saatlerce hiç durmadan bir kolu çek bir tuşa bas türü şeyler yaptığın işlerde çalıştım. bu sefer ki öyle değil ve bu yüzden oldukça sıkıcı. düşünmeni gerektiren hiçbir işi sevmiyorum. düşünmeni gerektiren insanları da. düşünmeyi sevmiyorum çünkü. hiç düşünmeden ve aklımdan hiçbir şey geçmeden saatlerce durabiliyorum ben. bir şeyler düşünmemi gerektiren insanlardan da, olaylardan da hazzetmiyorum o yüzden. o yüzden özlem’den sonrası, olmadı. özlem’le akışına göre yaşıyorduk, ve daima açıktık birbirimize karşı. kavgalarımız bile sonuçsuz kalmazdı. hiçbir şeyi ucu açık bırakmazdık. tamamlamazdık da belki ama havada da kalmazdı. askıda yani. sonrası bu yüzden olmadı. bi anda gittiler çünkü. sihirbazlık gösterisi gibi. özellikle aslı. hepsi bir günde değişti. ama aslı bir saatte. ve nedenleri düşünmek zorunda bırakılmak kötüydü. açıklamaların günler sonra gelmesi ya da hiç gelmemesi bir şeyi değiştirmezdi. anlık yaşıyorum çünkü. öncesiz ve sonrasız. bu akışımı bozan şeyler can sıkıcı. refik “öyle değil” diyor. “ne öyle değil amına koyayım” diyorum. “bunu, şurdan geçireceksin moruk. kızmana gerek yoktu” “he tamam.” diyorum. bana takı yapmayı öğretiyordu da. bu sırada. kendisi bi tekli daha sarıyor. hiç satış yapamadık. üç saattir oturuyoruz. refik arada müziği değiştiriyordu. şu ansa tek yaptığı, şarkı bitince başa sarmak. biri geliyor tezgaha. fanzinlerle ilgileniyor tabii ki. refik’in siktiriboktan takılarını kim ne yapsın. ilk işi tezgaha on lira bırakmak oluyor. sonra, hiç izlemediğim ıssız adam adlı filmin senaristlerinden biri olduğunu söylüyor. ilgilenmiyorum. böyle işlere çok saygı duyduğundan çok sevdiğinden falan dem vuruyor fanzinlerden bahsederek. inceliyor bir kaçını. hiçbir şey almadan gidiyor. hiç almadan on lira attı. abi fanzin vereyim diyorum. almıyor. hangisi daha kötü bilmiyorum. fanzin almaya parası olmadığı için, işportaya gelememek ki, hiç fanzin almadan on lira vermek mi. ilki tabii ki.. ilkine kitabımı hediye ettim, ikinciye kanımı bile bağışlamam. hoş benim kanım da ne temizdir ya. refik, “yeter lan biraz da sen başa sar” diyor. “seçil” diyorum, “seçil alsın.” “o akşam gelicek” diyor, “çalışıyor biliyorsun.” “işi bırakıp gelsin.” “bırakamaz, paraya ihtiyacımız var.” “ben işi bırakıp geleyim?” “o da olmaz. annen var.” “bak birilerinin işi bırakması gerekiyor tamam mı? işportayı bırakıp gidelim.” “karşı kaldırıma geçelim moruk” diyor, “bakalım nolucak. biri sorarsa da, sahipleri nerde diye, ilgilenmeyiz.” diyor. “iyi fikir” diyorum. “bekle az. şarap alıcam.” “on lira yetmez.” “biliyorum yetmeyeceğini. bekle sen.” gidip, meto’dan 12 buçuk lira alıyorum. neyseki o iş yapmış. hayrına almıyorum bu parayı. şarabı bölüşücez. şarabı alıp, bir pet şişeye metonun payını aktarıp, refik’in yanına dönüyorum. bu sırada biri fanzinlere bakıyor. ilgilenmiyorum. refik’in yanına oturup, bardaklara şarabı dolduruyorum. herif bana dönüp, “sahibi nerede buranın” diyor. “bilmiyorum” diyorum, “ben buranın yabancısıyım.” bok yabancısıyım. 20 yıldır içtiğim sokak. miladıma sahne olan sokak. bana bıçak çekilen sokak. üzerime taş yağan sokak. zabıtalarla kavga ettiğim sokak. öleceğim sokak. dirildiğim sokak. ben buranın yabancısıyım. ha burada okul sokağınızın amına koyayım.. yeri gelmişken.. adam iki üç fanzini inceleyip gidiyor. ben şarabıma eşlik etsin diye bi sigara sarıyorum. refik şarkıyı başa sarmaya devam ediyor. “akşam size geleyim mi” diyorum refik’e. “şimdi gidelim moruk” diyor. “seçil yarım saate işten çıkıyor. para vardır onda. tezgahı toplucak mısın? “yo hayır. böyle kalsın.” tezgahı toplamadan, şarabımızı yanımıza alıp, meto’ya eyvallah deyip gidiyoruz. *başlık the dresden dolls’un bir şarkısının adıdır. 2 haziran 2017

31 Mayıs 2017

lost in the cliff

lost in the cliff

işten yeni gelmiştim. gecenin birinde. oldukça yorucu bir gün ve haftaydı. hemen yatıp uyumak istiyordum. odama girdiğimde, seçil’i buldum karşımda. “seni bekliyorum saatlerdir adamım” dedi.
“bir yıl oldu” dedim, “ne saatleri. yoksunuz ortada.”
“olur öyle” dedi, “hadi kalk gidiyoruz.” kalkıp, evde giydiğim eşofmanımı çıkarıp diğerini giydim. nereye diye sormadım. hazırlandım sadece. o beni dışarda bekleyeceğini söylemişti. kapının önünde. evden çıkarken, anneme izmarit’le buluşçam dedim, bucadayım, geç kalkmam. alkol almıcam.” annemi teskin etmek için kuruluş sihirli kelimelerdi bunlar. başka türlü başa çıkamıyordum kendisi ile. 35 yaşında hala annemin otoritesi ile baş etmek zorunda kalıyordum. aşırı endişeliydi her konuda. sadece benim için değil, her konuda. ama ona psikiyatriste çıkalım diyemezdim. bi kez ablama dedim bunu, tartıştık. söz konusu ailede, tek hasta ben olmalıydım. fazlasını kaldıramıyorlardı. her neyse, seçil’i elinde iki sigarayla buldum. yanık. biri benim içindi. yürümeye başladık. nereye gittiğimizi bilmiyordum. üç dakika sonra anladım. sığınağıma. 17 yıllık sığınağım. buca eski tren istasyonu. giderken, “para var mı üstünde” dedi, “şarap alalım.”
“var ama bi süre içmemeye karar verdim” dedim. “psikozum tetikleniyor bu aralar, biliyorsun.”
“bişicik olmaz” dedi, “beşincisine girersin psikozunun olur biter. girer çıkarsın. girer çıkarsın.”
“o değil mesele” dedim. “işimi kaybetmek istemiyorum. bu yüzden.”
“o halde paso ekip durma. şarap istiyorum ben.”
“sana alayım o zaman” dedim.
“ikimize de canım.”
“peki. tütün var mı?”
“var var.”

beni bakkalın önünde bekledi. girip iki şişe bir buçuk litrelik aldım markasına bile bakmadan. anca keserdi. biri ona biri bana.

oturduk. banklara. karanlıktı sığınağım. ve neyseki kimse yoktu. genellikle kimse olmazdı zaten. ne insan ne araba. ne de ışık. belki bazen bir iki kedi.

oturduk. şarapları açtı o. ilk yudumdan önce iki sigara sardım. sigara güvende hissetmemi sağlayan bir şeydi. saatlerce içmesem bir şey olmazdı ama içmek istediğim anda yanımda bulunmalıydı. o yüzden yedeksiz çıkmazdım asla.

“anlat” dedi, “gene noldu?”
“yok bi şey” dedim, “bundan bahsetmeyelim. refik napıo.”
“iyi” dedi, “neden geldim sanıyorsun?”
“neden gittiğini bilmiyorum ki” dedim.
“sen de gittin ama” dedi, “bir yıldır ortalıkta yoktun.”
“evet” dedim, “işleri zack’e teslim etmiştim.”
“o nerde?”
“gezegenine gitti gündüz. uzun bi süre gelmez. kafam rahat.”

zack’in gezegeninde hiçbir şey yoktu. ne herhangi bir insan, ne de hayvan. bitki bile yoktu. sadece taş ve kum. bazen oraya gider ve günlerce gelmezdi. ben de kafamı dinlerdim.

“iyi bare” dedi. “sen napıyosun?”
“hiç” dedim. “iş güç. fanzin ve fabrika.”
“fanzin fabrikası.”
“ehehe.” dedim. “tuncay napıyo?”
“iyi” dedi. “bak bi kez daha sormucam. noldu?”
“sen anlat” dedim.
“soru işaretleri olmasın” dedi, “canını sıkan?”
“olabilir” dedim, “bilirsin, sevmem soru işaretlerini.”
“bu yüzden her birini bir ünlemle tamamlamak ister ama yapmazsın.”
“boşuna soru işareti ünlem demedik fanzinin adına” dedim. güldü. şarabından bi yudum aldı. ben de ikişer sigara daha sardım. bi süre sessizce oturduk. yaklaşık yarım saat kadar. bu süre içinde defalarca göz göze geldik. her seferinde, gülümseyerek göz kırptı bana. ardından, “özlem napıyo” diye sordum.
“iyi” dedi. “hala anlatmıcak mısın?”
“hiçbir şey bilmiyorum ki” dedim, “neyi anlatayım.”
“olan biteni” dedi.
“biliyorsun zaten” dedim.
“bi de senden dinleyelim” dedi.
“geçelim. sen napıyosun?
“iyiyim” dedi, “bi yere gitmicem uzun süre merak etme. bi süre sendeyim. gerçi odandaki diğer yatağı kaldırmışsınız ama.”
“eskimişti” dedim. “attılar.”
“beraber yatarız artık.”
“sırt sırta.”
“aha güzel fikir. bi özlem değilim gerçi ama.”
“onu çok özledim” dedim.
“o da seni” dedi. “ama biliyorsun. yani. bilmiyorsun da.”
“bilmiyorum” dedim. “hiçbir şeyi bilmeyen bir fareyim ben.”
“kedilere dikkat et o zaman” dedi.
“kedilerle aram iyi” dedim. “canımı sıkan insanlar. hiçbiri beni evine alıp besleme taraftarı değil.”
“ya biz?”
“siz sürekli gidiyorsunuz.”
“geri de dönüyoruz ama.”
“benim kalıcılığa ihtiyacım var.”
“sen de kalıcı sayılmazsın” dedi, “bir yıldır yoktun ortalıkta.”
“işleri zack’e devrettiğimi söylemiştim. ve o sıçıp batırdı.”
“neden anlaşamıyorsun onunla?”
“bak bunu biliyorsun tamam mı?” dedim, bağırıyordum. “her şeyi biliyorsun sen. soru sorup durmayı kes lütfen. sen anlat. refik napıyo.”
“iyi” dedi. “sigara sarsana.”
“sıra sende” dedim.
“sırası olduğunu düşünmüyorum bunun.”
“hiçbir şeyin sırası yok. sırası değil. sırası değildi. bak bu mesele uzun tamam mı. bir yıllık bir dava. ve fazlasıyla karışık. anlatmak istemiyorum. o yüzden eskilerden bahsedelim. keyfimden bi yıldır yoktum ortada herhalde. tuncay napıyo?”
“iyi dedim ya canım. tekrar tekrar sorup durmaktan vazgeç. burada bizden değil senden bahsediyoruz. hep öyle oldu. ve daima öyle olucak.”
“eski günleri özledim” dedim.
“biz de öyle.” dedi. bi yarım saat kadar daha hiç konuşmadan arada bir göz göze gelip, sık sık sigara sararak geçirdik. o her seferinde bana gülümseyerek göz kırptı. ben tepki vermedim hiç. kafamda birkaç soru işareti vardı ve bunları kendim tamamlamak zorundaydım. ve bu durumdan hiç hazzetmiyordum. yığınla olasılık silsilesi ile başa çıkmak yorucuydu. en sonunda ve her seferinde, böyle durumlarda, kendimi seçil’le buluyordum. hiçbir şeyi çözmüyorduk birlikte. hiçbir şey tamamlanmıyordu. ama biriyle konuşmaya ihtiyacım olduğunda o geliyordu. daha çok kendimle. ve hiç kimseyle konuşmak istemiyordum hiçbir şeyi. hatta uzun süre sessizliğe gömüleceğimden emindim. seçil başkaydı. can kurtaranımdı benim. son zamanlarda iyice zayıflamıştı. bitkin görünüyordu. ailesi ile başı hala beladaydı. ama artık onların zincirinden kurtulmuştu. eve çıkmışlardı refik’le, anladığım kadarıyla. anladığım kadarıyla diyorum çünkü yarım yamalak anlatıyordu. yarım cümleler kuruyor, cümleden cümleye atlıyordu. takip etmek zordu. ve onun anlattıklarını size anlatmak istemiyorum. aramızda. benim ona anlattıklarımı da size anlatmayacağım. o da aramızda. her şey aramızda tanrısını satayım. bu beş kişinin arasında. olan bitenin çok azına şahit oldunuz ve daima da öyle olucak. ve daima kapalıydı anlatılanlar. bir noktadan sonra daima duvar ördüm. duvarlar. bir sürü duvar. ve onları aşıp gelmek isterseniz, kapı açık. ama kapının yerini bilen biri için geçerli bu. biliyorsa, sonrasını pekala kendi de yazabilir. ama bunu da yarıda kesebilirim. özeller çünkü. hiç kimseye bağışlamam onları. siz göremez konuşamaz ve duyamazsınız. bu böyle. nokta.

“haftasonu yeni evimize gelmek ister misin?” dedi seçil. yarım saat suskunluktan sonra.
“işporta açıyorum” dedim. “olmaz.”
“özlem de olucak ama” dedi.
“yalan söylüyorsun” dedim. “olmucak.”
“tamam kabul. yalan söylüyorum. şansımı denedim.”
“deneme” dedim. “işim var. fabrika ve işporta.”
“işporta fabrikası.”
“bu uymadı” dedim. gülüştük. “özlem napıyo?”
“iyi. sıkıldım ama. sorup durma dedim sana de mi? bi şeyler yiyelim mi. şarap bitiyor. çok güzel kokoreççi biliyorum.”
“ben de biliyorum da aç değilim.”
“sen biliyorsun zaten. yeriz.”
“olmaz” dedim. en sonunda, şaraplar bitince, birer kokoreç yiyip eve döndük. yanyana yatma fikri aptalcaydı. eve girer girmez çıkıp gitti hemen.

31.05.2017







26 Mayıs 2017

yayıncılık ve yazarlık üzerine

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. 3 kitabı olan bir yazardı kendisi. ilk iki kitabı tükenmiş, üçüncüsü yeni çıkmıştı. adını söylemeyeceğim çünkü unuttum. bilsem söylerdim. bilen bilir, gerçek karakterlerden ve gerçek isimlerden hiç kaçınmadım. ama hayaletlerimi daha çok seviyorum. ne diyordum. “arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. eski sevgilim göndermişti yazdıklarımı ona. adamı tanımıyordum. hiç kitabını okumamıştım. eski sevgilimin arkadaşıydı. o kadar da söyledim gönderme diye. belki yayınlanmana yardımcı olur demişti. istemiyordum yayınlanmak falan. o dönemden bu yana bu bakış açım pek değişmedi. aslında isteyebilirdim ama ben seçmeliydim onu da. yani neresi olduğunu. hangi yayınevi. bu önemli olmalıydı bir yazar için. bazen fanzine yazılar gelirdi. e-postaya. adam tüm dergi ve fanzinlere aynı anda göndermişti. adres satırında bir dolu dergi fanzin ismi ile beraber gelmişti yazı. iyi olsa bile basmazdım bu tip şeyleri. sevmiyordum yayınlanma derdine fena kafayı takmış insanları. seçici olmak gerekiyordu. ben de denemiştim bunu. ilk olarak parantez’i istemiştim. siklenmedim. sonra, kaan’ı sevmesem de, şenol’un hatrına altı kırkbeşi denedim. siklenmedim. denemek istemiyorum artık. birileri teklif etsin istiyorum. ki o zaman bile seçici olacağım. farz-ı misal doğan yayınları gelse, sekiz kitabıma, ödeyemeyecekleri bir mebla isterim. kabul ederlerse, gelen parayla bir dokuzuncu kitabımı bandrolsüz basarım. yöntem bu. yerse. yemiyor ama. ki ben de bu durumu siklemiyorum. kendim basıyorum zaten. ne gerek var. ne diyordum?

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye başladı söze. buluştuk bir barda. eski sevgilim buluşturdu bizi. kendisi işteydi. buluştuk. yazdıklarımı öncesinde e-postayla göndermişti sevgilim. her neyse, o yıllarda güvenmiyordum yazdıklarıma, ne diyeceğimi bilememiştim, pek eleştiri almamıştım o güne dek, şimdiyse eleştirinin biri bin para. daha çok bok atmalar şeklinde gerçi onlar da. her neyse her neyse. bi türlü anlatamadım tanrısını satayım. tekrarlıyorum.

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze, bilen bilir, hiç noktasız yazardım eskiden, pek az nokta bol virgülle bölerdim heceleyerek betimlediğim karabasanlarımı. 12 yıl önceydi söz konusu hikaye ve ben “bilmiyorum” dedim, “yazıyorum işte.”
“zihin halim adlı şey iyi bir öykü bak” dedi, “ama diğerleri bir şey anlatmıyor sanki. yayınlamazlar.”
“yayınlanmak gibi bir amacım yok” dedim, “ben kendim basıyorum zaten.”
“e ne diye gönderdin bana yazdıklarını?”
“yasemin’in fikri. o attı.”
“anlamadım” dedi, sert bir şekilde.
“abi ben seni tanımıyorum, hiç okumamışım, yanlış anlama, bir önyargım da yok, buluşmak istemişsin, buluştuk, ama olay bundan ibaret.”
“okudun ve biliyorsun, o yüzden gönderdin sanıyordum.”
“dediğim gibi ben göndermedim.”

 o sırada biralar geldi. imdadıma yetişti garson kardeş resmen. sıkı bir yudum alıp rahatladım.

“nesi kötü geldi sana yazdıklarımın” dedim
“kişisel meselelerden bahsediyorsun” dedi, “başına gelenlerden.” haklıydı. fazlasıyla kişiseldi tarzım. ama olması gerekenin bu olduğuna inanıyordum. hiç tanımadığım aysu’dan ve onun hayatından neden bahsedeyim ki size? ki kendimden bahsetmiyorum. hayaletlerimden bahsediyorum çoğu zaman. öyle değil mi şöbi?

“olabilir” dedim, “benim de tarzım bu.”
“tarzın oturmamış henüz.” dedi. bak bu konuda haksızdı işte. ama üstelemedim. şimdi olsa, muhabbeti uzatmam bile, cevap bile vermem yani, anlıyor musunuz? evet evet küstağım. söz konusu yazarlıksa benden küstahını bulamazsınız. bi bukowski bi ben. bakın gene küstahlaştım kendimi buk ile eş değer görerek. böyle diyorum, çünkü bugün anti-girdap timinden böyle bir eleştiri alıcam. onlardan önce davranıp onları susturayım bare kendi kendime batırarak oku.

“olabilir abi” dedim, “deniyorum işte.”
“virginia woolf’tan çok etkilenmişsin belli.”
“hiç okumadım.”
“inanmıyorum. bariz etkilenmişsin.”
“okumadım ama.”
“tuhaf”

tuhaf geleceğini biliyorum ama, hala okumadım. az okurum. çok yazarım. genellikle fanzin ve teorik şeyler okuduklarım. ve şiir sevmem. edebiyata pek bulaşmam. yüzde doksanı boktur çünkü. kesin ve net. çok azın içinde de tanrım ambjörnsendir. ben müzikle ilgiliyim daha çok. müzikteki ritmi yazıya aksettirmek gibi bir derdim var. akıcı olmak yönünde. akış. buz üstünde kayıyormuşçasına hızlı akmalı cümleler. ki yazarken bunu yapıyorum. tek oturuşta yazarım. üzerinde hiç düşünmeden ve duraksamadan. fondip. okunurken de böyle olsun isterim. bunu becerebiliyor muyum bilmiyorum gerçi, okuyanlara sormak lazım. ne dersin izmarit?

yanında denyomatriks arkadaşımız son kitabını getirmişti, yeni çıktığı için henüz almamış olduğumu düşünüyordu sanırsam. imzaladı bir de üstüne, kendi kendine. ben benden imza istenmediği sürece hiçbir şeyi imzalamam. imza günü de biraz para kazanalım kafaları çekelim hesabı. açığım bu konuda. okuyucuları da siklemiyorum. ne düşünecekleri üzerine düşünerek eğip bükmüyorum harfleri. hiç kimse okumasa da olur. yıllarca kimse okumadı zaten. ben yine de devam ettim, büyük bir ısrarla yazmaya. çünkü kendime yazıyorum. kendime yazılıyorum. yazarken keyif alıyorum çünkü. çünkü bu durum, kendi psikolojim için en iyi terapi. sonrası hiç. ama yayınlamayı ve bu sayede bir iletişim kanalı oluşturup kafa dengi insanlarla tanışmayı seviyorum. fanzin çıkarmaktaki tek amacım kendi tarzımda bir merhaba diyebilmek insanlara. gerisi onlara kalıyor. selamı alıp almamak yani. alıp karşılık verip vermemek. verilirse de, kendimce bazen devam ediyorum sohbete, bazen kısa kesiyorum. bu sayede edindim dostlarımı. fanzin fanzinin dostu değildir. fanzin sayesinde kazanılan dostluklar vardır. nokta.

ilk biralar bitmişti. kitabını imzaladı. hala okumadım. bi ara deneyip sıkıldım. hiç kişisel değildi. ikinci biralar geldi. ve bana büyük edebiyatından dem vurmaya başladı. aha sikildik şimdi dedim. konuştukça konuştu. nasıl yazdığını kimleri okuduğunu falan söyledi. anlattıkça anlatıyordu. susmak bilmiyordu adam. ben hiç konuşmadan dinliyordum. sevgilimin hatrı olmasa diyeceğim ama hatır gönül işlerine inanmam. o zamanlar daha yumuşaktım insanlara karşı. anlamaya çalışıyordum. anlamak istemiyorum artık. alacağımı aldım bu dünyadan yana. verme tarafındayım. dünya barışına bir katkım olsun diye yazıyorum ben diyecek oldum sustum. geyik yaptığımı anlamazdı muhtemelen, ciddiye alırdı ve muhabbet uzadıkça uzardı. o konuştukça ben biraya yumuldum. dördüncü biradan sonra sarhoş oldu kahramanımız. o dönemlerde ben de çabuk sarhoş oluyordum. hala çabuk sarhoş olurum. sadece, sarhoş olduktan sonra da içtiğim bira sıra sayısı arttı hepsi bu. ikimizde sarhoş olmuştuk ve ben fazlasıyla sıkılmıştım. kalkamıyordum. dostoyevski ve kafka’dan bahsetmeye başladı bana. birer kitabını okumuştum her ikisinde de sadece. hala öyle. sevmediğimden değil canım. o kadar da küstahlaşmam. ki bu komik olur. iki koca tanrı’dan söz ediyoruz burada. tek kitapları yetmişti tanrı olduklarını anlamama. edebiyat’ın tanrıları olduğuna inanırım. bazıları sahte gerçi. kendilerini öyle sanıyorlar. her neyse. ne diyordum. ben de ona  crispin sartwell’den bahsetmek istiyordum ama yapamazdım. muhabbet uzardı.

her neyse dostlar, yakın arkadaşlarım ve saygı değer anti-girdap timi, muhabbetin sona bağlanacağı yoktu. “abi benim kalkmam lazım” dedim,
“daha erken ama” dedi. erken buluşmuştuk.
“çok sarhoş oldum, gidip yatacağım” diye bi yalan söyledim.
“hay hay” dedi, “tekrar görüşelim. kitabımı okuyunca bi geri dönüş yaparsın.”
“olur” dedim. okumadım. yapmadım. bi daha görüşmedim. o ara sevgilimden ayrıldık zaten. ve isabet oldu bu. sonrasında bu tip adamlar sürekli karşıma çıkmaya başladı. sürekli ama. büyük yazarlıklarından dem vuran ama tek kitapları olan, onu da arkadaş ilişkisi sonucu basabilmiş olan, edebiyata tapan, övülmekten zevk duyan, kitap fuarlarından çıkamayan, ve yazmayı çok ciddiye alan. ben uzağım hepsinden. o yüzden yerimde sayıyorum. “o yüzden onlar orada / ve bizde burdayız.”

kapatalım artık bu bahsi. başka konulara geçmek isterdim ama işim var. fanzin tarayacağım. tararım fanzininizi. de hade eyvallah.


26 mayıs 2017

25 Mayıs 2017

vedat

vedat.

vedat’tı adı. o gelmeden önce uyarılmıştık hepimiz. sabah iştimasında, yoklama alındıktan sonra, bölük komutanı, herkes esas duruştayken, anlattı hikayeyi. karakolumuza yeni bir asker gelicek yarın dedi, kendisi sivil hayatta gasptan hapis yatmış bir insan, önceki görev yerinden sürgün yedi. eşyalarınıza sahip çıkın, sonra ağlamayın bana gelip dedi. mesaj alınmıştı. emredersiniz komutanım dedik hep bir ağızdan. ben demedim gerçi. hatta bu yüzden yerde süründürülmüşlüğüm de vardı acemi birliğinde. usta birliğindeydim artık. az zamanım kalmıştı. azaldıkça çoğalıyordu meret. şafak saymıyordum gerçi ama sayanlardan haberimiz oluyordu. dört ay kalmıştı. bir ay sonra teskereci olucaktım. ve iyice sıkılmıştım bu emir komuta zincirinden. ilk günlerimde, sürekli olarak total red ile yattım geceleri, koğuş kalk ile uyandım, güç bela çıktım yataktan. sorunum neydi bilmiyorum ama bitirecektim askerliği, ve bana iyi gelicekti, askerlik iyi değildi, birileri askerden kaçarken, ben askere kaçmıştım bir şeylerden. uzaklaşmam lazımdı ve param ve kalıcak kimsem yoktu izmir dışında. makul bir fikir gibi görünmüştü gözüme askerlik ve 11 ay geçmişti. son dört ayım. vedat gelicekti yarın. yeni biriyle daha tanışacaktım.

ve vedat geldi. selamını almadılar vedat’ın, hiç kimse almadı, benim dışımda. ilk birkaç gün, yalnız başına yemekhanede ve bahçede oturdu. benim de içmekten ve nöbetten –günde sekiz saatti- ve devriyeden iflağım sikiliyordu o sıralarda. vedat’ın silahı olmadığı için gündüz kapıda gece koğuşta nöbet tutuyordu. hem adama hırsız damgası vurmuşlar hem de koğuş nöbeti yazmışlardı. baştan sonra tutarsızlıklarla doluydu militarizm ve bu çok klişe bir cümle oldu biliyorum. geçelim.

bir süre sonra sadece, koğuşa çıkan merdivenlerin altında, merdiven altında oturmaya başladı vedat. bi gün yanına gidip, “selam” dedim, “sigara içer misin?” parası yoktu, sigara alamıyordu, biliyordum bunu. sigara içtiğinden adım gibi emindim. “valla süper olur babol” dedi, doğuluydu ama istanbulda yaşıyordu. her neyse. bu selamla konuşmaya başladık. onu aradığımda nerede olacağını biliyor, sigara içek babol diye giriyordum söze. onun ağzından konuşmak hoşuma gidiyordu. sevmiştim adamı. zamanla güvendi bana. fena güvendi. çay ısmarladım ona bir gün. sanırım karakola geldiğinden beri hiç çay içmemişti, sabah kahvaltısında ki ücretsiz olanlar dışında. ki ücretli olanı daha lezzetliydi. farklı kişiler demliyordu, ücretli olanı ve kahvaltı için olanı.

her neyse, hiç soru sormadım ona. hem de hiç. bi gün, kendiliğinden, sivil hayatta işlediği suçları anlatmaya başlattı. “gece iniyorduk ıssız bi caddeye babol, saklanıyorduk üç kişi, bi kişi arabanın önüne atıyordu kendini, araba çarptı çarpacak, durunca araba, ve açılınca kapısı, çıkıyorduk ortaya. ellerimizde bıçaklar, allah ne verdiyse alıyorduk. bazen arabayı da aldığımız oluyordu. ama sor bi bana, neden diye. sen sormucan gerçi. anladım ben seni. ama sor bi hele çekinme sor, herkes merak eder bunu. hakim bile sordu hani.”
“neden” diyebildim güç bela, benim merakım bu konuda değildi.
“zevkliydi be babol, parasında değildik işin anlıyon mu, risk alıyorduk, büyük risk, ama zevkliydi, çalıntı arabayla benzin bitene kadar gezmek gibisi yok. benzinin bittiği yerde bırak arabayı. o zamana kadar para da bitmiş olurdu çoğu zaman. sonra tabanvay. ya da yeni bir iş.”

bir keresinde bir adamın boğazını kesmesine ramak kaldığından dem vurdu bana. az kalsın yapıyormuş. satırla üstelik. kavga esnasında falan da değildi. yine bir gasp sırasında anasına küfretmiş şöför. dayamış satırı boğazına arabaya dayayıp, adamın ödü bokuna karışmış, gözlerinden o korkuyu anlamış vedat, kendi de korkmuş, ama yapıcakmış, kanatmış azcık herifin boğazını, sonra derin nefesler verip vazgeçmiş bundan.

“şimdi burda bana kimse selam vermiyor ya” dedi vedat, “ben kızmıyom kimseye, haklılar, ben kendime bile selam vermiyorum yıllardır, aynaya baktığımı gördün mü sen benim hiç, söyle bi hele gördün mü?”
“tuvalette traş olmuyorsun”
“aynasız oluyorum traş. ya. sor bile hele neden. sor bi.”
“boşver vedat” dedim, “kimse selam vermesin. içek mi bu akşam”
“nasıl yapıcaz babol, senin içki ortakları beni istemez.”
“senle içicem” dedim, “ekicem onları.”
“he tamam babol, ama ben de para yok biliyon mu?”
“para soran mı var ulan hergele, hele bi sor bana hiç para lafını yaptım mı ben?”

utandı ben böyle diyince. “buradan çıkayım” dedi, “sana bir dolu sahte para göndericem. gerçeğinden ayırt edemezsin haa. tıpatıp gerçeği gibi.” sorun şu ki, vedat çıkamıyordu oradan. üç yıldır askerdi. sürekli kavga ediyordu, tepesinin tasını arttıyordu ya komutanlar ya erler, sürekli kavga edip duruyor, ardından askeri cezaevine giriyordu. orasını da anlattı uzun uzun. ama ben kısa kesiyorum. fena içtik onunla askerde. içtikçe açıldı. onun mekanında. merdiven altında içiyorduk gece yarısı buluşup. ben çıkıyordum içkileri almaya.

bi gün bi başçavuş ayağa kalkmadığı için şınav pozisyonu almasını istedi bundan. almadı vedat şınav pozisyonu falan. al, almıcam, al almıcam, derken bir tekme atmaya kalkınca başçavuş, çekti ayağını başçavuşun bu, başçavuş çat yere. üstüne çıkıp yumrukladı. zor ayırdılar. dört ay daha sabredebilse, beraber teskere alıcaktık. o gittikten sonra daha sıkıcı geldi askerlik bana. konuşulcak doğru dürüst bir adam bulmuştuk, onu da elimden almışlardı. ben de daha çok içmeye, daha çok nöbette sızmaya başladım. nasıl oldu bilmiyorum ama kurtulmuştum eski halimden. askere kaçmıştım, kendimden kaçmıştım, ve kendime yüzümü döndüm orada, yüzleştim bitmeyen nöbet saatlerinde. en çok da vedat kendime getirdi beni. ikimizde kaçamamıştık bu işkenceden. o belki hala bitirememiştir askerliği. bi daha ulaşamadım ona. ne telefon numarası kaldı, ne adresi. bi gün karşılaşırız belki, şöyle zincirsiz iki tek atarız. kim bilir.. belki gasp’a bile çıkarız birlikte.


25.05.2017

yeni roman yolda..

upon zack adlı pek bi süperkahramanlı, cinayetli minayetli, seri katilli, şirin mi şirin romanım, doğuzuncu kitabım olabilir, araya başka meseleler girmezse, belki de on olur, yazılır efendim, geriye dönüşler adlı ilk kitabıma 10 yılımızı verdik, bu da bi beş yıl alır götürür bizden. her neyse, arada yazdıkça, flashbackli flashforwardlı, zamansal algıda belli bir güzergah izlemeyip kısa öykülerle hayalperestliğimi naklettikçe, paylaşırım ordan burdan.. polisiye değil ama, katili belli polisiye mi olur, merak da uyandırmıyor, okuyana bir vaati de yok, bir şey de vermiyor.. pek yakında, azar azar..

14 Mayıs 2017

eczaneye deneyleri..

eczane deneyleri..

nerden bulmuştuk hatırlamıyorum ama daze ile elimize, bir kimyasal listesi geçmişti. üç farklı renkle kategoriye bölünmüştü liste. altına renklerin anlamını açıklayan bir not yazmışlardı. kırmızı renkli olanlar, en tehlikeliler ve ölüm veya bağımlılık riski en yüksek olanlardı. çoğu yeşil veya normal reçeteye tabiiydi. sarı renkli olanlar orta derece risk taşıyordu. gri renkli olanlar en masumlarıydı. ikinci bir not, irc server adı ve nicki yazan bir nottu. “nasıl kullanacağınızı bilmiyorsanız, danışın.” crown’du adamın nicki. danışmana hiç başvurmadık. bulabildiğimiz kadarını denemeye ant içmiştik nerdeyse daze ile. üniversitenin ilk yılının ikinci dönemiydi. zaten, not ortalamamın en yüksek olduğu dönem, ilk dönemdi. bir nokta altı. giderek düştü, düştü ve okuldan şutlanırken, ortalamam sıfır nokta dört idi. sürekli olarak devamsızlıktan sınıfta kalıyor, bir üst sınıfa bir türlü geçemiyordum. topu topu iki yıl olan okulun, birinci sınıfında, üstün bir başarı sergileyerek dört sene üst üste kalmayı becerdim. aslında okula gidiyordum gitmesine, ama derse, sadece boş zamanlarımda, yani kampüste takılcak kimse bulamayınca giriyordum.

her neyse, okulun iki kapısı vardı. a kapısı diye nitelendireceğim kapının karşısında iki eczane, diğerinde bir eczane vardı. eczane isimlerini kafadan atacağım bu öyküde, çünkü hatırlayamıyorum çok sevgili sayın okuyucular. onyedi yıl geçti aradan, ve o zamanlar tarihin amortisi sıfırı gösteriyordu. ikibin yılı şubat ayında daze ile tanıştım. tanıştığımız günü hiç unutmuyorum. okulda bir hiphop kulübü kurmaya çabalıyordum. ve okulun duvarlarına, kafelere, oraya buraya, izinsiz bir şekilde afiş asmak yasaktı. bense okulun ikinci ayında, her yere afiş basmaya başlamıştım. fanzin afişleri. ardından, okulda tutunmama, yani gidivermeme, yardımcı olucak, bahaneyle derslere de girmeme katkı sunacak bir plan geldi aklıma. kulüp kurmak. okulda, yöneticilerinin alayı black metal dinleyen bir rock kulübü vardı. ben de hiphop kulübü kurmaya karar verdim. kıllık olsun diye değil, ve şimdi olsa eminim yüzlerce kişi bulabileceğim bu kulüp için, kurulması için gereken yedi kişiyi bile üçüncü yılımda zar zor buldum ki her neyse konumuz bu değil, kulüp meselesini başka bir öyküde uzun uzadıya anlatmıştım ve konumuz daze ve ben ve hap üçgeninde şekillenicek.

daze ile nasıl tanıştığımızdan bahsediyordum. kulüp kurmak için gerekli olan yedi kişiyi arıyordum ve ilki daze oldu. üzerinde wu tang tsortü vardı. direkt yanına gidip, “merhaba, sanırım rap dinliyorsun” diye sordum ve tanışmış olduk. tanışma faslını kısa keseceğim. ilerleyen zamanlarda daze bana akineton verdi. akıl hastanesine düştüğümde de vermişlerdi akineton ama daze’in verdikleri kadar güzel gelmemişti o günlerde. elindeki son tabletlerdi. bölüştük. ikisini eve sakladım. kesmemişti ama. 18 yaşının verdiği merak ve daha fazlasını isteme arzusu, bizi listede yazanları denemeye zorluyordu. aslında, evinin önüne sandalye koyup iş yapan bir torbacım vardı ama, elinde sadece piyasa uyuşturucuları vardı. hepsini denemiştim. lsd’den roj’a kadar. hiçbirinin bağımlısı olmadan, bir iki üç defa kullanmış, sadece bir defa gelen toz amfetamin dışında hiçbirini beğenmemiştim. o günlerde genelde küflü cigara takılıyordum. hemen hemen her gün. torbacım mahallemde oturuyordu. torbacıların çoğu mahallemde oturuyordu, çünkü ben kuruçayda oturuyordum. çingene mahallesinde. ki bu da başka bir öykünün konusu ve onu da yazmıştım bir yerlerde.. konumuza dönelim.

daze ile beraber ilk eczaneye girişimizde ne alacağımızı bilmiyorduk. önceden bir hapın adını ezberlemiştik ama alıp alamayacağımızı bilmiyorduk, reçeteli mi değil mi onu bile bilmiyorduk. sorduk. aldık. önce üçer, ardından pek bir şey olmayınca yedişer tane içtik. koca paketi, (içinde yirmi tane vardı), bir saatte bitirmiştik. pek bir şey olmamıştı. üzerine çay da içmiştik. hapın üzerine çay iyi giderdi. ya da sadece daze ve bana öyle geliyordu. ertesi gün aynı eczaneye ritalin sordu daze, satmadı piç. ben bir saat sonra gidip, antiem aldım, elimizde tek kesin çözüm, önceden bildiğimiz, fakir hapı kalmıştı. antiem ucuzdur ama kafası bok gibidir. aslında bok gibi midir bilemedim şimdi. her şey herkes size rüyadaymışsınız gibi gelir. aşırı uykunuz vardır ama uyuyamazsınız, yine de kendinizi rüya görüyormuş gibi hissedersiniz. hareketleriniz yavaşlar, eklem yerleriniz uyuşur, ve yaklaşık bir kilo işersiniz.. yirmilik tableti bir günde bitirdik ve çalmaktan başka şansımız olmadığını düşünüyorduk o sıra, bu listede yazan hapları.

iki gün sonra, önce ben girdim eczaneye. aynı eczaneye, gül eczanesi diyelim. kekemeydim ve kekemeliğim ile adamı meşgul ederken, tek kişi duruyordu öğlen saatlerinde eczanede, boşuna karşı kaldırıma çöreklenip iki gün kesmedik eczaneyi, her neyse, ben adamı meşgul ederken, daze listedeki bir hapı çaldı. adını söyleyemeyeceğim ki siz de çalmayın. kötü emellerinize alet olmak istemiyorum, ama o liste hala bende duruyor, dileyene fahiş bir fiyata satabilirim. yaklaşık bin adet ilaç ismi yazmakta. biramda tuzunuz olursa, ölümünüzde tuzum olur. her neyse, günler bu şekilde geçerken, adamı oyalamak için her gün aldığım antiem’i beş gün sonra alamadım gül eczanesinden. adam, “bu ilaç artık reçete ile satılıyor” demişti bana. ben de hemen yan eczaneye, papatya eczanesi diyelim, kaydım ve aynı oyalama taktiği ile bir paket antiem aldım. daze’in çaldığı ilaçlarla geçiniyorduk, antiem birikiyordu. böbrek ilacıydı bu kez çaldığı. içtikten kırk dakika sonra fena halde başım dönmeye başlamıştı. düşücek gibi olduğum için hemen yere oturdum. daze de yanıma oturdu. kalkamıyorduk. kampüsün ortasında yere oturmuştuk. ne kadar sürdü bu durum bilmiyorum, gelip geçen bize bakıyordu. en sonunda kalkabildik, ve doğruca tuvalete kusmaya gittik. berbat bir ilaçtı. listede çarpı işareti koyulmayı hakkediyordu.
o günlerde, daze, güzel sanatlardan üç eleman kafaladı. yurtdışından geldiğini iddia ettiğimiz, tehlikesiz ve reçetesiz bir hapı, elemanlara kalaladık. poşetin içine koyduk tek tek kutusundan çıkarıp hapları. güzel de bir para aldık karşılığında. o parayla da gidip bi güzel rakı içtik. ertesi gün elemanlar, “abi bu süpermiş ya, kafamız süper oldu” gibi laflarla geldi yanımıza, biz de biraz daha sattık. üç ya da dört kez yaptık bunu. her seferinde de, ya cigara ya da alkol aldık gelen parayla. daha sonra da, elemanlara, “gelmiyor artık, biz de bulamıyoruz” deyip savdık başımızdan. güzel para geliyordu ama işin cılgı çıkabilirdi. korktuk mu, korktuk.

her neyse, kovulduğum üç eczaneden sonra, üçüncüsünün adına da, kardelen eczanesi diyelim, kovulduktan sonra, onlardan başka en yakın eczanede epey uzak olduğundan, işimize, cigara ve şarapla devam etmiştik. ben bazen mahalledeki eczaneden antiem ve torbacımdan bazı şeyler almayı sürdürdüm. antiem’e parasız kalınca başvuruyorduk ki dediğim gibi, bok gibiydi. ama ucuzdu. bilen bilir.

sonra bir gün, hiçbir şey kullanmadığım yaz tatilinin sonunda, üniversitenin ikinci yılının sonundaki yaz tatilinin sonunda, psikoza girdim. bir hafta boyunca, onca zaman kullandığım kimyasalların hiçbirinin gösteremeyeceği derecede feci halüsinasyonlar. tanklar gördüm evin arka balkonundan görünen manzarada. mancınık gördüm kendimi ortaçağda sanıp. bilmediğim bir dilde bağıran simitçi gördüm. gecenin karanlığında duvarda parıldayan ışıktan arapça allah yazısı ile w karışığı bir yazı gördüm. yeğenimin halüsünasyonunu gördüm. gerçeklikle bağım kopmuş, bambaşka fikirlere gark olmuştum. bir daha da, sanıyorum, herhangi bir kimyasal kullanmadım. daze de memleketine gitti zaten. biz de kuruçaydan taşındık. böyle yani. bu kadar.. isteyene, gerekli talimatları verebilirdim, ama yapmayacağım. nasihat da etmiyorum. kim ne bok yerse yesin. ama etken maddesi risperidon olan her türlü maddeden uzak durun demekle yetineceğim. tabii robot olmak ve donuklaşmak istiyorsanız başka…


14 mayıs 2017

9 Mayıs 2017

upon zack - 2. bölüm

hastaneden taburcu olduğu günün akşamına buluştuk onunla, tiryaki kedi’de. alkol komasına girmişti. çıkar çıkmaz da en yakın tekel bayiinden bir bira almış, yolda içe içe yanıma gelmişti. akşamüstü saat beşti zaman. bu isimde bir fanzin de var, çok severim. akşamüstü saat beş. ikibinon sonrası çıkan çoğu fanzin sikkodur oysa. fanzini alternatif bir yayın organı olarak görmek de dangalaklığın hadsafhası bana kalırsa. alternatif kelimesine kılım çünkü. özellikle fanzinleri, dergilerin “alternatifi” olarak görmek, böyle yola çıkmak, saçmalık. fanzin, yıkıcı bir unsur olarak, karşı olduğu bir şeyin nasıl oluyor da alternatifi olabiliyor, anlam verememekle birlikte, tiryaki kedi’ye geri dönmek istiyorum. 

geldi. bi bira söyledim ona. cebindeki son kalan bozukluklarla bi bira alıp yolda bitirmişti.

“ölseydim keşke” dedi.
“saçmalama” dedim, “daha yaşayacak güzel zamanlarımız var.”
“biliyorum” dedi, “özellikle şu süper gücünü hesaba katarsak.”
“onu hesaba katmasak da güzel zamanlarımız var.”


“sokağa çıkalım.” dedi. çıktık. kilise sokağı. günlerden haftaiçiydi. tek tük işporta tezgahı vardı. hatfasonları doluyordu sokak. bense bugün tezgah açmamıştım. pazartesileri tatil yapıyordum. şarap aldık. şişeden yudumluyorduk.

karşımıza üç adam oturdu. dolu şarap şişesini üzerlerine fırlattı adamların. “gidin lan bu sokaktan” diye bağırarak. birinin kafasını sıyırıp kilisenin duvarında patladı şişe. adamlar “tamam abla, gidiyoruz, özür dileriz.” diyerek, apar topar kalkıp uzaklaştılar. neye uyuz olmuştu bilmiyorum. sormadım da. sorun çıkacak olmasını da dert etmedim. gidip bi şişe daha aldım hasan abimin dükkanından. hasan abi ölmüştü altı ay önce. kanserden. çocukları bakıyordu dükkana. oğlu ve kızı. iyi insanlardı. tuvalet de vardı mekanda. hoş pek kullanmıyordum. trafoya işemek daha keyifliydi. ve alkol alınca tuvalete sık gidenlerdendim. mesanem küçüktü sanırım. böyle durumlarda, “amma çok gittin işemeye bilader” derse biri, “mesanem slikonlu değil” derdim, pek anlaşılmazdı bu esprim. her neyse, “bıçak vardı birinin belinde” dedi, rüya. “belki, kritik bir bölgeme sokar da, öldürür” diye düşündüm. “aptalım biliyorum. aptalca bir plan. uyuz oldum işte napayım.” cevap vermek yerine şişeden sağlam bir yudum aldım. rüya bende kalmaya başlamıştı. ben adamı öldürdükten sonra yani. bunu daha sonra anlatacağım. karışık zaman algım var. bunu yazdıklarıma yansıtmak hoşuma gidiyor.

rüya hiç konuşmuyordu başlarda. ağzından tek harf çıkmıyordu. zamanla açıldı. özellikle başında belayı toprağa uğurlayınca, üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. polis olayı kapsamlıca incelmiş, ama izimi bulamamıştı. mustafa ile beraber girişmiştik cinayete ki dediğim gibi, bunu daha sonra anlatıcam. pardon, “anlatacağım” diye yazmalıydım. sevgili eleştirmenlerim öyle istiyordu. öldüler herhalde, ya da sıkıldılar, uzun zamandır yoklar ortada. ben de ortada değilim ama. sağ da ya da solda da değilim. tamamen yokum oyunda.

sokağın başından zabıtaları görüp bi ıslık çalmasını istedim rüyadan. meto’ları uyarmak için. ben ıslık çalamıyorduk. beceremediğim bi çok şey var hayatta. yazmayı becerebiliyor muyum, onu da bilmiyorum. domuz gibi biliyorsun diyor şimdi birileri. duyuyorum. meto tezgahı topladı iki dakkada. geçip gittiler sokaktan. bi yarım saat sonra tekrar açtı.

başlayalım mı dedi rüya. olur dedim. kast ettiği şey, zamanı durdurabilme yeteneğimdi. bakın bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ama böyle özel bir yeteneğim var benim. zamanı durdurabiliyorum. yani o an, insanlar, elektronik otomatik bilgisayarlı sistemler. mesela mobeseler. kayıt cihazları. dünyanın dönüşü. her şey ama her şey duruyor. cinayeti de bu sayede kolayca kotarmıştık zaten. bir anda başladı bu şey. zamanı durdurabiliyor oluşum, işi bıraktıktan iki ay sonra, bir gün, bir anda, dondu her şey, sonra, bunu dilediğim zaman yapabildiğimi fark ettim, parmağını şıklatmak kadar kolayca. ve bunu çok az kişi biliyor. ben de bu durumda, süper kahraman oluyorum. anti süper kahraman. büyük planlarımız rüya ile. bankaları soyup, tüm paraları yakmak gibi. ve bunu kayda alıcaz. yüzümüz görünmücek elbette. sonracıma, polislerle ilgili de komik fikirlerimiz var. henüz planı tam olarak geliştirmedik. ve dahası, dokunduğum kişi, eğer istersem, yani her dokunduğum kişi için değil, istediğim kişiye, dokunursam, o da kendine geliyor. donmaktan kurtuluyor. ama şöyle bir sorun var ki, zamanı tekrar başlattığım sırada, dondurmadan önceki yer ve pozisyonumda olmam gerekiyor ki, benim bi işler çevirdiğim fark edilmesin. ve bugün yapacağımız eylem, turgut ile ilgili. sevmiyordum herifi hani, hatırladınız mı?

zamanı durduruyor, ve rüyayı uyandırıyorum. turgut’un yanına gidiyoruz. işporta tezgahını topluyor, çantasına koyuyor, sonra tekrar yerimize dönüyor, unutmamak için ayrıntıları ile hafızamıza kazıdığımız pozisyonu alıyoruz, ve zamanı yeniden başlatıyorum. turgut şaşıyor bu duruma. halini görmelisiniz. kahkahalar atmak istiyoruz, atamıyoruz. mustafa uyarmıştı, ben gelmeden başlamayın diye ama sabremedik. telefonum çalıyor, “at yarağı nerdesin” diye giriyor söze direkt olarak mustafa. “sokak” diyorum. kapatıyor telefonu. beş dakika sonra yanımızda bitiyor. turgut meto’ya dert yanıyor. ne dediğini duyamıyoruz ama olayı anlatıyor olmalı. biraz yakındı tezgahları. açıyor tezgahını tekrar. tam işi bitip de yerine geçicekken, numaramızı tekrarlıyor, yerimize oturuyoruz. binbir türlü küfürle birlikte ki etti mi yüksek seslerle eder küfürlerini turgut. ki biraz da bu yüzden yapıyoruz bu numarayı ona ama asıl nedenimiz bu değil. onu bu sokakta istemiyoruz. onun yüzünden zabıta daha çok sıkıştırmaya başladı bizi. o sokağa geldi geleli rahat yüzü görmedik. ondan önce, karışmazlardı pek. civar sakinleri sürekli olarak, onun yüzünden şikayet ediyor bizi. sürekli kavga çıkarıyor. ya yanına gelen arkadaşları ile, ya da müşterilerle. adam her şeye karşı. kendi varlığı dışında her şeye. hatta bir keresinde şöyle bir sözü bile işittik kendisinden “ben nüfüs cüzdanı bile taşımıyorum lan, en büyük anarşist benim.” aynen bunu dedi adam ki anarşistlerin çoğunu sevmem. komünistlerin de çoğunu sevmem gerçi. aslında, insanlığın çok büyük bir bölümünden haz etmiyorum. sevgi kelebekleri, ve herkesle iyi geçinen, ortayolcular ile ise ciddi sorunlarım var. etrafi’nin de vardı aynı sorunları. piç, yirmiyedisinde kendi canına kıymasaydı keşke. engel olmaya çalışmadım ona. son konuştuğu bendim. kendindeydi. depresyonda falan değildi. gayet mutluydu. kafa karışıklığı yoktu. net bir tavırla yaptı bunu. intiharı, suni teneffüse ihtiyaç duyulan bir ruh halinde gelmedi yani. yalnızlık bunalımları ile de alakası yoktu. kimse beklemiyordu. bir anda yaptı. pat diye. ve yarın, ölümünün birinci yıl dönemi. o zamanlar zamanı durduramıyordum. beş altı ay önce kavuştum bu süper yeteneğe. o zamanlar, böyle bir yeteneğim olsaydı, kullanır mıydım bilmiyorum. yani, o ölmeden önce yetişip engel olur muydum, zamanı durdurup… sanmıyorum. ölmek isteyen kimseye, eğer verdiği karar, bir depresyon sonucu gelmiyorsa, yani bunu görebiliyorsam, engellemem. depresyon intiharları sonucu direkten dönmeler pişmanlıkla sonuçlanır daima.

her neyse, zannediyorum onuncu denememizde, turgut tezgahını da alıp defolup gitti. sokaktaki diğer iki işportacı olayın şaşkınlığı içerisindeydi. bunu her turgut tezgah açtığında gerçekleştirecektik. turgut evine dönerken, bu kadar eziyetten sonra, bi kıyak yapalım diye, çantasına, zamanı durdurup, bi şişe şarap koydum. şarabı da sikko bakkaldan çaldım. zamanı dondurarak tabii ki. bunu rüya ve mustafa bilmiyor. onları uyandırmadan yaptım işimi.. diğer tüm dondurmalarda, yani turgut’un tezgahı ile uğraşırken, uyanıklardı. bakın, kimsenin ekmeği ile oynamak istemeyiz, ama ekmeğimizle oynayan bir adamın köküne kibrit suyu sıkmak farz olmalı. şu altkültürel mecralarda ya da politik ortamlarda dönüp duran dayanışma faslına pek kafam basmıyor. dayanışalım dayanışmasına ki dayanışıyoruz da zaman zaman birileri ile. ama herkesle dayanışmak, ayırt etmeksizin, örneğin fanzincilik de, her fanzinle dayanışmak, bu bana doğru gelmemekte. yaptığım işin altına dinamit koyan fanzincincilerle neden dayanışabilecekmişiz ki. her neyse.

sanıyorum o gün kaydadeğer başka bir şey de olmadı. diğer zamanları, öncesi ve sonrası ile, zamanı dondurmadan, daha sonra anlatırım. belki de şu an dondurmuşumdur, ve tekrar başlattığımda, siz aradaki kesintiyi fark etmeden, yaşamınıza devam ediyorsunuzdur, kimbilir.


9 mayıs 2017.