23 Eylül 2019

female mc's.. playlist

yorumlarda epey bir şey var zamanla da gelecek

sipariş takas elden illettimcilik a.ş

ankara ve istanbul; istediğiniz bir fanzin var ise, iletin fanzinin adını soyadını hangi sayı olduğunu, elden ileteyim geldiğimde.
listem şurede, ve bunların dışında da, elimde bir sürü 1991 #mondotrasho ve #laneth'den bu yana çıkan yerli, bunun dışında bir sürü çokçana yurtdışı her dilde zine var.
sipariş takas elden illettimcilik a.ş sundu

22 Eylül 2019

10. Fanzin Durnesi (Ankara-İstanbul)

son 10 yıldır olduğu gibi, bu sene de, araştırmacı fanzincicilik görevimiz gereği durnemize çıkıyoruz.

24-26 eylül arası Ankara
27eylül-5ekim arası İstanbul (uzayabilir)
6 ekim-12 ekim arası Ankara (uzayabilir)

fanzin takası yapmak ya da fanzin edinmek olmadı bir bira ısmarlamak isterseniz, iletişim: 0536 397 8275

detay: https://www.facebook.com/events/798687353867934/



19 Eylül 2019

Zebelliyat - Kiriş Yazıları (pdf)

Zebelliyat - Kiriş yazıları (bu fanzinden kurtultuk artık- bu bir nevi sahne arkası fanzini) 104 sayfa fanzin.


Online ZokuL : https://issuu.com/girdapzackunthatow/docs/zebelliyat_-_kiri__yaz_lar_

indir: https://drive.google.com/file/d/13i87EtuMZNaz-isAJKFqrFWBfB_HU9g0/view?usp=sharing


Kapak



arka kapak


tarihçe(2000-2019) - (güncellendi)

tarihçe(2000-2019)

    1. girdo ve halüsinasyonetik arkadaşları:
2000 yılı sonbaharındayız.. hava oldukça soğuk ve hafiften yağmur çiseliyor.. yer, alsancak izmir.. çimlerde bağdaş kurmuş, bir daire oluşturmuş, içiyor ve tartışıyoruz. beş kişiyiz.. tuncay, refik, seçil, özlem ve ben.. her şeye karşı yabancıyız.. kendimizi yalnız ve yabancı hissediyoruz. ve çaresiz.. tuncay’ın üç adet kitabı var.. hazır. bitmiş.. kimse basmıyor ama. birçok yayınevi ile görüşmüş, reddedilmiş.. kötü bulunmuş. şu. bu.

“olmayacak bu iş” diyor bize, “artık yazmıcam”,
“hayır” diyorum, “okuduğum en iyi şeyleri yazıyorsun moruk, fikirlerin harika, sadece alışkın değil insanlar bu kadar çıplak bırakılmaya, hepsi bu, tüm safsatalarını, gerzek yaşam biçimlerini yüzlerine vuruyorsun, ve korkuyorlar” diyorum.
“hayır” diyor, “kötü yazıyorum. beş para etmeyen bir hiçim ben.”
hepimiz bir şekilde, bir şeyler yazan, bir şeyler üretebilen insanlarız.. dünyayı havaya uçurabilicek kadar tehlikeli fikirleri var tuncay ve refik’in. ve beş yıldır beraber yaşayan iki sıkı dostlar, her ikisi de uyuşturucu bağımlısı. her ikisi de güç belâ yaşama devam ediyor. seçil, aile kavramını ve burdan yola çıkarak tüm toplumsal değerleri yerle bir edebilicek bir deneyime ve birikime sahip.. özlem, sadece bireysel dışavurumlar ile içindeki acıyı kağıda döküyor.. ben bi bok parçası olarak yanlarında değer görmüşüm. hiç bi sikim yazabildiğim söylenemez, kayda değer..
“tamam” diyor seçil.. “sikmişim yayınevlerini, kendi kendimizi basıcaz.” [kendimiz, kendi ‘kendi’mizi basıcaz-lilith noir] gülüyor tuncay, ama alaycı bir gülüş değil bu, çaresizlik ve umutsuzluk dolu bir gülüş,
“tüm paramızı sarhoş kalmamızı sağlamak için harcarken, nasıl yapıcaz bunu canım?” diyor
“bilmiyorum” diyor seçil, “ama başka şanşımız var mı?”
“zor” diyor, refik, “çok zor, resmi kurumlar, devlet daireleri, biraz resmiyet, ıvır zıvır”
tartışmanın başından beri susan ben, “abi denemek lazım” diyorum, “olur belki ha?” ben onlardan epey küçüğüm, eğitiliyorum o sıralar, yanlarında. pek konuşmuyor, sürekli onları dinliyorum, ve bana çok büyük bir saygı duyuyorlar, haketmediğim kadar çok, ben anlam veremiyorum buna, ben kimim ki diyorum, ne yapabilirim, onlara inanıyorum, onlara tutunuyorum, hepsi bu..


2.girdo ve realitik arkadaşları..
sonra zaman gelip geçiyor.. çoğu öykümden de öğrendiğiniz üzere, grup dağılıyor, ben izmirde tek başıma, piç gibi kalıyor ama yılmıyorum, ”yapıcam” diyorum, “olucak bu iş.. olmalı..”
..sonra bir gün, o dönemlerde bir tür kişisel blogum olan “sokak edebiyatı”nı tekrar açıyorum, o zamanlar sadece benim yazılarım var, ve “sokakedebiyati.i8.com” olarak bedava bir hosting’den yayın yapıyor, ve sadece yazı var içinde, tek kare resim, tasarım, ya da başka bişi yok.. yıl 2000.. sonra, kapatıyorum. çünkü daralıyorum. ve nevrotik gelgitler yaşıyorum, yaşama devam etmek ve etmemek arasında… sonra bir gün, liseden bir arkadaşım ile, göçmen’le yeniden iletişim kuruyor bu esnada da siteyi yeniden açıyorum, bu kez adresi “sokakedebiyati.4t.com” yine bedava hosting, ve yine internet kafeden açılıyor site. ve bu kez farklı bişiler de var.. “yazılarınızı sitemizde yayınlayabiliriz mail yolu ile gönderin” gibi bir duyuru mesela.. her neyse, göçmen, bir müzik grubunun, izmirin ve hatta türkiyenin en köklü rap grubunun bir üyesi, ve onların müzik gruplarına websitesi yapıp yapamayacağı soruyor bu esnada benim sokakedebiyati sitem ile tanışıyorlar.. ve raplik, filo, mesih ve göçmen, bişiler yazıp bana veriyorlar. kağıt üzerinde, el yazısı. ben onları evde pc ortamına aktarıp, diskete atıp, internet kafede siteye koyuyor ve göçmen ile fanzin yapmaya başlıyorum. (ilk fanzin: psycho race) zaman gelip geçiyor.. psikozlar. uyuşturucu. alkol deliliği.. bitmeyen üniversite.. parasızlık.. o. bu.. şu.. (ve hala kopya çektiğimi söylediğiniz bukowski’den haberdar değilim.) her neyse birkaç fanzin çıkıyor.. sonra site biraz daha genişliyor ve 2002 yılında 4. kez kapanıyor.. (4. kez mi? evet arada bazı yerleri es geçiyorum yavrum, 4 oldu bile), sonra emin yıldız ile tanışıyorum, retro adlı bir street fashion türü butiği işletiyor emin abi. fanzinlere, yazılarıma ve bana değer veriyor.. onun mekanına koyuyoruz fanzinleri. çünkü kitapevleri beni uyuz ediyor. hem zaten kimse fanzinlerimi almıyor. emin abi ve tunç abi bize çeviri yapıyor bazen. fikir veriyor. derdimizi sıkıntımızı paylaşıyor. sonra zaman gelip geçiyor. olmuyor işte. bi türlü olmuyor. siteden defalarca, “yazıyorsanız mail ile gönderin” diyorum, “fanzinlerimizi almak isterseniz mail atın, bedava” diyorum. kitapevlerine fanzin bırakıyorum. kimse almıyor.. ve site aşağı yukarı 7. kez kapanmış oluyor. kendimi yeniden uyuşturucuya vuruyorum. yıl 2002 sonu.. bir psikoz. ve hala bitmeyen üniversite boğazıma yapışmış. bu esnada kurşun kalem ile tanışıyorum.. ve bakıyoruzki, aynı şeyi konuşuyor, aynı derdi paylaşıyor, aynı yolda yürüyoruz.. sonra paslı teneke ile izmiryer6 distro’yu kurup izmir’de izmir dışı fanzinleri dağıtmaya başlıyoruz. alan olursa, satan bedava. sonra fanzinler yine çıkıyor, site yine açılıyor. vs vs.. yine kapanıp yine açılıyor. kapanıp açılıyor. kapanıp açılıyor. aç kapa aç kapa artema.. (para aldım bu reklam için evet, itiraf ediyorum haşmet.) her neyse dostlar, sonra yıl 2004 oluyor, aramıza sandi, bayan arıza, ersoy albayrak, thomlovejones, ve ismini şu an hatırlayamadığım bir kaç kişi daha katılıyor, bir sürü fanzin, distro, underground yayınevi, 13 sayı basılan anarşizmir adlı bir yeraltı gazetesi, izmirdeki anarşistlerle diyaloglar, onlarla bir şeyler oluşturma çabası, sonra türkiyenin çeşitli yerlerindeki fanzinci dostlarla sohbetler, şu bu.. zaman akıyor, 2005 oluyor, ve siteye, tozasor ve layne yazıları ile destek oluyor.. kimse henüz olan bitenin farkında değil. sadece yazıyoruz, başka hiç bir şey yapmıyoruz. ama site hergün güncellenip, 5-6 ayda beş yüz yazıya vuruyor ve evimde internet olmadığı için, siteyi ilk açtıgım dönemdeki gibi, net kafeden, disket yardımı ile güncelliyorum. html site, evde sayfaları yapıp, diskete atıyorum. ve bir süre sonra, öyle bir şey oluyor ki, mail adresimiz gelen yazılardan dolup taşıyor, fanzin isteyenler, yazı gönderenler, şu bu vs vs.. herşey kendi kendine büyüme durumuna giriyor.. ama benim kafam bozuluyor ve tecilimi bozuyorum. ve askerlik.. ve uzun bir süre her şeyi rafa kaldırıyoruz. sadece site, tozasor sayesinde, yayın hayatını sürdürüyor, gelen yazılarla o ilgileniyor. ve ben askerde sürekli, sonra ne yapacağımız üzerine notlar alıyorum.. ben askerdeyken, akhylys, yağmurcu ve geppetto da katılıyor aramıza ve her üçü de çok destek oluyorlar bu işe.. ve sonra bitiyor askerlik.. ve birkaç duyuru denemesinden sonra, hiç kimse(selin), duvar dibi, veronika ve gölge bana kulak veriyor.. yaparız bu işi diyorlar.. sonra izmir’den dostlarım, göçmen ve kurşun kalem’de arada toplandığımız zamanlarda, içmek ve paylaşmak için sıkıntımızı; fikirlerimi, ne plandığımı sorup, çok zor, ama yanındayız diyor..  ve akhylys, yazdığı bir mailde, bir çok konuda desteğini gösterip, elinden gelebilicek sayısız şeyi sayıyor.. fenris çizimleri ile destek olabileceğini söylüyor, lilith noir, msn konuşmalarımızda, çeviri ve politik, felsefik anlamda teorik kısımlarda destek sunabileceğini iletiyor. (hepinizi tek tek sayamadığım için çok özür dilerim, ama yazı akıyor, isimler rast gele çıkıyor) sitedeki, ve hayatımdaki, bir çok insan, bir şekilde, nasıl olduğunu bilemesem de, bir şekilde, bir tartışma platformu oluşturuyor.. ve o tartışmalardan gün ışığına çıkan tek somut değer; “olabilir, çalışmak gerek” gerçeği.. yayınevi? çok zor.. ama olabilir.. sonra bir şeyler oluyor o süreçte, bir şeyler patlıyor, çok fazla tartışıp hiç bir şey yapmamaya başlıyoruz, aramıza katılan bazı insanlar samimiyetsiz bencilce ve art niyetli davranmaya, veya başka amaçlar peşinde koşmaya başlıyor. sonra ben kendi şalterimi kapatıp bir süre dinlenmeye çekiliyorum..

ve 2008 yılının sonlarında tekrar çalışmalar başlıyor.. bu kez daha yavaş, daha emin adımlarla. bu esnada yeni katılan veya eskiden beri işin içinde olup artık sessiz kalmayı bırakan bir çok insan da  geliyor aramıza bu yeni süreçte; cenin, güzedüşen, haldun, cocteau twins, xsatanjagerx, stigma, khaine, twwly, puncover, ölüdeniz, demir kafes, alican ökmen, courtney, fukowski, henry lee, sacri, .. ve unuttuğum niceleri.. sonra “sokak edebiyatı”nı aylık olarak basmaya karar veriyoruz, ve “psycho race” isimli müzik ve sinema üzerine olan eski bir fanzin de aylık olarak çıkmaya başlıyor. sonra izmir’de “kes yapıştır kopyala” adı ile aylık toplantılar düzenliyor, o toplantılarda fanzinleri katlıyor dağıtıyor ve fikir alışverişi yapıyoruz. istanbul ve ankara’da da bir toplantı düzenlemeye karar veriyoruz. istanbul toplantımızda oluşuma bir şekilde az veya çok destek olan 33 arkadaşımızla buluşuyoruz. ve broşür içerisinde de görebileceğiniz çoğu projelerle, acele etmeden ve her şeyi akışına bırakarak, yaşamaya devam ediyoruz. ancak, ben bu yaşayışa bir süre daha ara verip, 2009 ağustostan, 2011 ağustos’a kadar, gökkuşağına doğru kaçıyorum.. yaklaşık 2 yıllık devinimsiz geçen zamandan sonra, tekrar, en azından yayın hayatımıza kaldığımız yerin az ilerisinden devam ediyoruz, 2011 ağustosu ile beraber..

ardından, hala benimle beraber yola devam etme gücü ve zihni koruyabilen arkadaşlarla, dahası yeni tanıştığımız meltem buzkıran sayesinde, onun öncülüğünde cafe quartet’te ilk fanzin sergimizi düzenliyor, bu esnada, hala ve hala sınırsız ve sonsuz destek sunan belma kesebir ile tanışıyor ve o günden sonra tüm etkinliklerimizi cafe quartet’te yapma kararı alıyoruz (her ne kadar 2016 ocak-2018mart arası bir süre arada tiryaki kedi cafe’de de yapsak, daimi elçiliğimiz olan cafe quartet’te hem fanzinlerimiz bulunuyor hem de biz çay-kahve içip mekandaki yan masa sohbetlerine dahil oluyoruz.) sonrasında, sergi de tanıştığımız gökmen ve inci sayesinde, bir belgesel çekmeye karar veriyor ve belgeseli de kendimizce güzel şekilde kotarıp, bu süreçte, jazztral, cem unutmuş ve izmarit adam ile tanışıyor, onların da katkıları neticesinde, yolumuza devam ediyor, 2012 eylül’de, her ne kadar devamı gelmese de, ionia cafe de belgeselimizin lansmanı için birinci geleneksel sokak edebiyatı gecesini düzenliyoruz. ardından girdo alsancak’ta uzun süre ionia cafe’de ve sonrasında mekanın bir çalışanı olan mustafa nereye çalışmak için geçerse oraya salça olmaya başlıyor.
sonrasında 2013 ekim ayında, jazztral ve girdo, uzun zamandır düşlenen home office türüne dönüşebilecek bir ev tutuyor, karataşta ve bunun öncesinde de sıfır adam (efe tuşder) ile tanışılıyor ki, kendisi oluşumumuzun son beş yıl içinde ki en çok çalışkan adamıdır. ev günlerimiz de, duygu veritas ile tanışıyoruz ve bir süre bu ev beş-yedi kişiden oluşan ev ahalisi bir takım yüksek kafalarda şiir okumaları, müzik geceleri, radyo yayınları, fanzinler ile gününü gün ediyor.

2011-2014 arası, etkinlikler ve fanzinlerle geçerken ve her yıl bir istanbul-ankara turnesi yaparken, yıllardır çok uzun yıllardır yol arkadaşlığımız süren solucan fanzin’den aşkın yücel seçkin’in önderliğinde ve tabii ki çoğu işi khaine’nin kotarması sayesinde bir ikinci uluslarası fanzin festivali düzenliyor, peşi sıra da, girdo karataştaki karargah adı verilen yuvaya geri dönüp, üç ay sonrasında, 13 gün kapalı kaldığı bekleme odasından çıkınca, her şey kayboluyor, her şey ve herkes…
ardından girdo bey, yine de yılmadan bir takım duyurular, seslenişler ile geriye dönme ve insanları da döndürme çabasına girişse de, sonuç alamıyor ancak bu esnada eski dost, paslı tenekeden cafer karaçıban, yeni adı ile mehmet ali bakunin adıyla 11 yıl aradan sonra, aramıza geri dönüyor ve 2015 yılında 3. uluslarası fanzin festivalimize efe, baku ve girdo birlikte gidiyor, orada, bize tekrar enerji kazandıracak etrafi ile tanışıyoruz. istanbul çıkartamamızdan bir süre sonra, etrafi de şehrine, şehrimize, izmir’e geri dönüyor ve girdo&etrafi çetesi kuruluyor. akabinde, 2016 ocak ayında pinero tükkan’ın temelleri atılıyor ve esnada tiryaki kedi ve dolayısıyla, bize çok büyük destek sunan esin yılmazer ile tanışılıyor. dükkanımızda tiryaki kedi’nin bir yanında ki minicik dükkan idi zaten. dükkan maceramız malesef beş ay sürse de, işporta maceramız 20 yıldır olduğu gibi devam ediyor ve işlerimizin suratına pek kimse bakmadığı, bir kısım kıskanç ve bencil iftiracı depolitik andavalların da tekme atma istenci içerisine girdiği için, etrafi ile, izmir’in her yerine bir takım yapıştırmalar, boyamalar ve uyarı levhaları ile donatıyoruz. bu şehir bizim der gibicesine.. sonrasında, yıl 2018 yazına vurunca, etrafi’de girdo’nun 2009 ortası yaptığı gibi bir istirata çekiliyor ancak bunun öncesinde girdo’ya iki yıldır verdiği enerjinin tavan yapması neticesinde, bir süredir, uzun bir süredir, 2014 ortasında girdo’nun bilinçaltındaki karışıklıkların neden olduğu vites yavaşlatma nedeni ile ağır aksak ilerleyen işler, 2019 başında tekrar alev almaya ve en nihayetinde, şu aralar, eski günlerine geri dönüyor. ama girdo tekken. tekken, mortal kombat ve street fighter’i yapay zekaya karşı oynamak zevkli değil biliyon mu hacı? jeton vereyim mi size?

ve evet.. her şey yıllar önce, alsancakta, çimlerde içen birkaç deli arasında, sarhoş kafalarda patlak verdi, ve başka birkaç deli tarafından yapılan toplantılar ile somutlaşıyor. ve bloğa giren, görüş belirten, mail atan, face denen zırtapozluğu açtığımda selam, işler ne durumda, yapabileceğim bişi var mı? diye soran, bir çok insan, harikulade bir ruh, ve 20 yılın sonucu olarak, artık asla kapanmayacak bir girdo, geri adım atmayacak bir oluşum ve hiç bi vuruş karşısında yıkılmayacak bir duruş var.. ve bu arada sizlere kısaca özet geçtiğim şu süreç, o sıkıntılar, sinir krizleri, maddi olarak çok büyük bir kayıp, ve manevi olarak büyük acılar, boşa değilmiş diyebilmek, en azından kendi adıma, beni iyi hissettiriyor.. oluşumumuza destek olan ve adı burada geçen veya geçmeyen, ama bir şekilde sıkıntımızın bir ucundan tutup, çekip çıkarmaya çalışan, tüm o insanlara, (tek tek saymak gereksiz) teşekkür ediyor ve diğer bir konuya geçiyorum.

mesele nedir?
sokak edebiyatı, bakıldığında çok basit duran, kolay hazmedilir, herkesin anlayabileceği basit ama sade bir dil ile yazılan edebi ürünlere yer veren, bir e-zine ve fanzin olmasına rağmen, aslında, arka planında çok daha derin ve yıkılmaz bir değer taşıyan, bir oluşum, ve belki de tek mutluluğumuzdur, -genellikle iç sıkıntımızı yansıtmasına rağmen..-

ve şu an bu oluşuma destek veren, yazan, çizen, içen ve biraz kafadan sakat insanlar  bizi hiçbir yayın bu şekilde kabul etmeyecek anlaşılan diyerek, kendi kendilerine bir infoshop açma hazırlığı içerisindeler.. daha sonra, eğer bu işi sürdürelebilir bir maddi geri dönüşüm elde ederlerse, yola devam edicekler, çünkü  “csns yayınları”nın tek bir problemi vardır, o da maddidir.. çoğumuz, işsiz güçsüz, yada üç kuruş için günde 10-12 saat çalışıp, veya öğrenci olup gereksiz bilgilerle kafası şişirilen insanlarız.. buna rağmen, izmiryer6 distro’nun ticari bir kaygısı bulunmamaktadır. paranızı sokağa atın. çocuklarınıza birşey kalsın..

mesele bu kadar basitken, olayı bir takım güven üzerine sözler vererek uzatmanın anlamı yok. 20 yıldır hayatını hacılatan girdo, bi 200 yıl yaşasa, gene bu konuda cepten yemeye devam eder.. sokak edebiyatı 20 yıldır buradadır.. 20 yıldır “do it yourself” (yada ‘do it killself’) demekte, ve hiçbir ticari kaygı ile aptalca işlere bulaşmamaktadır! sokak edebiyatının tek derdi, içinizdeki sıkıntıyı, üzerine ikinci bir kalem değmeden açığa çıkarmak, ve “sözü olduğu gibi söylemek”tir.. kapımız, yayın formatımıza uyan her türlü öykü, şiir, düz yazı, deneme, çizim, fotoğraf, musiki, film, silah, patlayıcı, çiçek, böcek, kamblumbağa vs vs açıktır.. yeterki, samimi, açık, anlaşılır, ve kendinden emin bir uslubu olsun. evet, kendinden emin..

biz burdayız.. ister uzaktan izler, ve “çok zor olm, yapamazsınız lan, çok zor bir şeye kalkışıyorsunuz” deyip bizi hafife alır, ve kendi içinizde kapana kısılarak bir takım üzerinizde kalem oynatıcak dergilere, yayıncılara bel bağlar, ya da bizimle birlikte, sokaktaki insanın, en yalın hali ile resmediliği bir ifade tarzı ile; küfrün, sarhoşluğun, aşkın, duvarları tekmelemenin, bi yerlerini kanatmanın, intiharın, odada tek başına oturup saatlerce müzik dinleyip sessizce ağlamanın çok doğal karşılandığı, ve üzerinizde de tek bir hafife almanın barınmadığı bir ortamın içinde olursunuz.. biz 20 yıldır burdaydık, bi 20 bin yıl daha ortadan kaybolmaya niyetimiz yok.. çünkü bizden önce, bizim gibiler  daima vardı, ve bizden sonra da olucak..

izmiryer6 distro tayfası adına;
girdap.. (yada siz her ne derseniz işte.. ismin bi önemi yok..)
not: lilith noir’e, metne yaptığı düzeltmeler ve katkılardan dolayı teşekkür ederim.

zebelliyat no 30 (final) içerik özeti

#spoiler zebelliyat no 30 (final) içerik özeti

genel yayımcı cerrahı: dr. donete | Son dOkumacı: sanchez
dizen: esçûmênto | muhalif kişilik bozguncusu: Upon Zack
Yılan (hayvan adı değil): Girdo | tek eşlilik algıcısı: özlem
ekmek arası çorba: seçil | toz amfetamin çizicisi: tuncay
dj işleri: refik | içki servis: idil | açık seçik webcam şowcu: rüya
bir nevi şowmen: virtual cosmos be rodrigo
eş dost takipçiyi haberdar etme : la Espiridion Del Pueblo
baskı: baskın basanındır fotokopicilik ltd şti agz mlz şrt
dağıtırım burayı: izmiryer6 diSSosman | telif: yörü git işine..
İçErik:
- giriş/sunuş yazısı: Girdo
- vasiyet: Esat Cavit Başak
- Kolaj 1: Tuğba Karaduman
- köpek-mudu'dan ayrı düşmek -Batuğ Evcimen
- perşembe - Batuğ Evcimen
- Bana Binaen - Altuğ Orgun
- aşk - Ersoy Albayrak
- Yolculuk - İbrahim Şimşek
- Örnek Bükrek - Ömür Özçetin
- Gerilemiş Dört - Kemal Gökçay
- Fiyasko Mahkumluk - Abdul Can İnal
- tabuttaki sik - Girdo
- # No-name'in de bi lezzeti var - Tuğba Karaduman
- çeviri: "iskeletsel geçmiş - mark lanegan" - Efe Tuşder
- çizim 1: Deniz Pelin Wilson - Oludeniz
- çünkü bu ben değil - Eren Burhan
- çizim 2 - Efe Tuşder
- kafeye kastırılmıştır adına - @duygu veritas
- küçük kurallar evreni - üç kural - Damla Koruk
- birinci süre - eren burhan
- oygu - eren burhan
- çizim 3 - eren burhan
- MalAklar Topluluğu – ön hazırlık - The Zack
- son söz - virtual cosmos be rodrigo
bitti.. tekrarı yok..
ZONKSAL KETYA ADRESLERİMİZ
not: Takibe takip atılmazsa darılmayın. Minimal bir zonksal ketya algımız var.

18 Eylül 2019

zebelliyat no30 / son söz


son söz


son söz
aslında bu fanzini sonlandırmak istemezdim. içim acıyor gerçekten. çünkü, yola çıkarken, 16 haziran 2000 yılında, websitemin adını “sokak edebiyatı” koymuştum ve bu ismi, “street punk” isimli bir şeyden uyarlanmış idim. bu ismi de, punk’la tanıştıktan sonra, yani 1996’da kodum kendi zırvalarımın üst başlığı olarak. sonra 2000 yılı 16 haziranında internet kafeden websitemi açtım. yazılarımı yayınlamak için. o zamanlar ne yeraltı edebiyatı diye bir uydurma terim dönüyordu ortada, ne de doğru düzgün edebiyat fanzini vardı. hatta doğru düzgün fanzin olduğu bile söylenemez. sosyal medya mı? bloglar bile yoktu lan daha. internetten bir mp3 indirmek için bir saat beklerdik. whatsup yerine irc ve icq vardı misal. güzel zamanlar mıydı? nostalji sevmem ben. ama evet güzel zamanlardı. şimdi ki zamanlar da güzel. benim için. içinde bulunulan her anın tadından faydalanmak gerek. “anı yaşa” safsakaramelinden bahsetmiyorum. elbette geçmişe göre kötü zamanlar yaşıyoruz ve giderek de kötüleşmekte. sadece ülkeye (ülkemize değil!) bir baş gargamel ve avanesi dadandığı için değil, tüm dünya daha da kötüye gitmekte.
yerel bak, global düşün / global bak yerel düşün.

ama güzel şeyler de var be abi. mesela hala soulseek adlı gezegenim kapatılmadı. 18 yıl oldu la. eroinim soulseek benim.

sonuç olarak, bu fanzinimizin ilk sayısının kapağındaki gibi, kendini alkole ve depresyona vurmanın manası yoktu ve bilinçli bir ironi için almıştım ilk sayının kapağına onu. her sayının kapağını bilinçli aldım. arkadaşlarım yapmış olsa bile bazılarını, eğer o an, içinde bulunduğum anın ve dünyanın benim mikroskopumdan görünen halinin ve ekibin iç doğasının ruhsal menfezlerine uyum sağlamasaydı almazdım.
depresyon, gelir insana. sorun değil. ama orada kalmak insanın kendi tercihidir. bundan da adım gibi eminim. e noldu abi? bir kısmımız için hayat bok gibi, bir kısmımız evli mutlu çocuklu, bir kısmımız çok çalışıyor hem de çok (yalan) bir kısmımız da akademicurcunai veya beyazlı yakalı kariyerik peşine düştü, yani büyüdük. büyüdükçe, bireysel arzular şelalasinde yıkanma faslı başladı kimimiz için. kimimiz de o şelalin aktığı nehri boşverip, nehrin döküldüğü denizde boğulmaya yeltenmekle uğraşıyor. ölmezsiniz, bi bok olmaz.. yaşama dair arzularınız da asla sona ermez.
girdo aynı nehirin kenarında piknik yapıp, balıkları izlemekle meşgül. çünkü efenim, gelecek kaygısı, zihinsel aygıtlarımızı ve duyu organlarımızı köreltir ve “daha iyi” “daha rahat” bir yaşam sevdası, depresyonların da, anksiyetenin de, sinir krizlerinin de temel sebebidir..
var mısın iddiasına?

zemt galaksisinden sevgilerle
yeni ve bireysel işlerde, görüşmek dileğiyle.
hala yazılarınızı yayınlayabilirim, ancak toplu tek dosya
onu da doğru düzgün atarsanız.

izalable vendi meriênte
esrîquvanzâ / esrîquvanzê


zebelliyat no #30 / arka kapaktan önceki son sayfa..
La Espiridion Del Pueblo yayıncılık hizmetleri, keder içinde sundu.

kağıttan kadromu kurdum.

ilk kez Underground Poetix FEST.'te görücüye çıkacak olan 18 adet yeni işim
1) Miguel Pİnero - Aşağı Doğu Yakası Şiiri (zineup ve yüzde doksan türkçe de ilk)
2) Owurluud - Grotesk Günlükler #1 (yeni seri-zineup)
3) Zebelliyat #30 (son sayı, final sayısı, bir daha böyle bir işle uğraşmayacağım)
4) Zebelliyat - Kiriş Yazıları (special sayı - 116 sahife)
5) ?! #10 (kişisel fanzinim yani zineup)
6) Araklamasyon Mirante #3: Su Davşanı
7) UNPZ Broşür ver.10 (tamamen yenilendi, gıcır gıcır)
8) Fuckbook #3
9) faceup #1 (yeni seri, bir diğer kişisel fanzinim, neymiş efendim, zineup))
10) italyan fanzin mafyası - newsletter #1
11) U.A.E.W #7: geriye Dönüşler 1 part 2 (remaster serimize göre u.a.e.w no 2)
ilk on bir tamam..
remaster serimiz
U.A.E.W 1: Geriye Dönüşler 1 part 1
U.A.E.W 3: Geriye Dönüşler 2 part 2
U.A.E.W 4: See Nothing part 1
U.A.E.W 5: Kendimden feragat part 1
U.A.E.W 6: Şiir Değil Bu part 1
U.A.E.W 7 - yaşanan her şey yaşandığı anda gerçektir - part 1
U.A.E:W 8 - öyk part 1
u.a.e.w: useless and empty wordz
this empty flow isimli galaksiler ve boyutlar arası dolaşmak için kullandığım trenin, usuless and empty songs isimli 111 adet limitli e.p'sinden araklanan bir isim olup limitli basılmaz ama onbir baskıyı bile zor görür.
not: zineup, fankit saçmalığına karşı üretilmiş italyan fanzin mafyasının uydurduğu bir terimdir.
not2: hepsini azar azar basçam. bazısı 3 bazısı 5 bir tanesi 10 kopya.
illa ben bunları almak istiyorum diyorsan, önceden sipariş ver, ona göre basayım. hayır ayıramam. senin için fazla basabilirim. ve evet, ücretli. fanzin dediğin beleş olur diyorsan, bas şunları da bi kardeşlik yapıp, ben beleş dağıtayım hacı. razıyım..

17 Eylül 2019

Zebelliyat - sokak edebiyatı 1 - pdf (2005)

NETTE İLK. 
Zebelliyat (eski adı ile sokak edebiyatı) ilk sayı. PDF
çıkış yılı: 2005. tabii ki CSNS Yayımları. by The GZU


izmiryer6distro  < U.N.P.Z < Z.E.M.T Galaxy'Zzz not: telefonda açamayan varsa ses etsin, linux kullanıyorum ve pdf'leri de jpegden döndürüyorum. sorunu bilemiyorum ama çözmeyi denerim. ben de sorun yok ve android kullanmıyorum, param olunca mobile'e geçicem linux'e zaten. android de ise sorun Tolga Kaçmaz çözer. kaçmaz ama harbiden çözer yani.

13 Eylül 2019

ikinci el kitaplar... part 1

zaman içinde hepsini eklerim. kitapların çoğu kendi kitaplarımdır ve tertemizdir.. açıklamada mevcut detaylar. kışı böyle geçirelim de, sonrasına sonra karar veririk..
https://www.facebook.com/media/set/?set=oa.2434074253530901&type=3

12 Eylül 2019

wu tang: an american saga dizisinin kendi hayatım üzerinden düşündürdükleri...


henüz dört bölüm oldu. hayatımın tamamına, yüzde yüzüne, doğrudan etki eden bir müzik türünü icra eden ve yaşantıma da zihnime de, en çok damgasını vuran iki gruptan birinin, bir nevi biyografi dizisi. diğer grup da the psycho realm. son 13 yıldır keny arkana’nın da derinlemesine ilham ve güç verdiğini eklemesem olmaz. her neyse.

burada, diziden değil, daha çok kendi başıma gelenlerden bahsetmek istedim. dizi orada, isteyen izleyebilir. grup da orada, isteyen dinleyebilir. hatta ingilizcesi olanlar, haklarında yayınlanmış ya da grup elemanlarının yazdığı kitapları okuyabilir. mesele o değil. mesele, benim, maalesef, üzgünüm, o yüzden ilginizi çekmiyorsam, dağılabilirsiniz. hiç dert değil benim için tiraj, sıfır dinleyiciye 4 yıl radyo yaynı da yaptık zamanında, gerçekten sıfır!

kendim için kendime yazıyorum. anı mahiyetinde. düşüncelerimin metinsel olarak anısı. ilk yayınlarımdan birinde, “kendi üzerime yazılıyorum ve kimse farkında değil bunun” demiştim, önemli olan da birinin farkında olup olmaması değildi. insan, kendinin, kendi 'kendi'nin, kendi varlığının, varoluş nedenlerinin, farkında ise, gerisi hava civa.. kitle de, çevre de, dünya da.. geçelim..

kuruçay da büyüdüm, izmir’de. yani çingene mahallesi. yani bir nevi getto. yani bir nevi, uyuşturucunun, kadın ticaretinin (ki bu tanımlamayı sevmiyorum ama durumun tabiri literatürde bu), silah ticaretinin, hırsızlığın, hiç sebepsiz yere adam vurma ya da yaralamanın, her gün istisnasız her gün çıkan kavgaların; kuruçay’ın dışında da, hilal, boğaziçi, levent, tepecik, zeytinlik, gültepe, toros, mersinpınar, vs vs geniş bir alana yayıldığı bir bölge de.

çocukluğumda, galiba babamın beni yetiştiriş tarzı nedeni ile ve annemin dominantlığı aşan korumacı ve kaygılı yapısı nedeni ile, “pisliğe” (!) geç battım. çok geç sayılmaz aslında, on altı. öncesinde, başlama yaşı beş altı yediye kadar düşen alkole de sigaraya da bulaşmadım. arkadaşlarım ortaokulda biraları götürürken, ilkokulda tuvalette sigaraları içerken; ilk biramı onaltı yaşımda, lise ikide, 1998’de, alsancak kilise sokağında, ilk sigaramı da, lise bittikten sonra, dayı zoru ile dershaneye gönderilirken içtim, 1999’da. sonrası peşi sıra geldi. geldi çünkü futbolcu olmaya kafayı takmıştım. olamadım. oldurtmadılar. ailem de, sporculuk sistemi de. gezmediğim kulüp kalmadı izmir’de, beş yaşımdan 15 yaşıma kadar. hepsinde çok beğenildim. ileriye dönük sağ bek. en son bucaspor genç kadrosuna alınacak oldum, lisanslı olarak. okulumdaki dersler -meslek lisesi, çınarlı e.m.l- akşam 17’de bittiği ve antremanlar da çok daha erken bir saatte, öğleden sonra başladığı için, olamadı. okulu bırakıp seneye yarım gün bir liseye başlasaydım olucaktı. ailem izin vermedi.

iyi mi oldu kötü mü? hayatımı bu şekilde değerlendirmedim hiç. geçmişe bakarak kıyasladığım hiçbir şey olasılık olmadı. tek bir şey dışında keşke dediğim hiçbir şey de olmadı ve o keşke de çok kişisel olan, hayatımın yönünü de zerre değiştirmeyecek bir mesele.

sonra, had safhada parasızlık süregiderken, cigarasından, kimyasalına da bulaşmışken, bir yandan da fanzin basmaya çalışırken, okula yayan gidip gelmeye başladım. sadece okula değil, her yere, aklınızın alabileceği her yere. uzak ilçeler hariç. iki saat yürüme mesafesine kadardı zaten takıldığım en uzak yerler. gidiş geliş yol parası, on, on beş kopya fanzin yapıyordu o dönemlerde. çünkü ailemin kimi zaman sabah çayına şeker alacak parasının olmadığı günler geçiriyorduk, hala geçiriyoruz, değişen bir şey yok. sonra okulda, torbacılığa başladım. rahattı. 4 yıl boyunca, hiç kimse bilmese de, el altından, eczaneden aldığım bir takım ucuz ve kafa yapan hapları, hollandadan geliyor diye, minik bir poşete koyup, fahiş fiyata sattım, bu konuda çaylak olan tiplere. 2002 sonbaharı, tüm kimyasal ve cuvara kullanımıma, çok ağır bir psikoz atlatmam nedeni ile son vermiş olsam bile, hap ve cigaraya meyilli tiplere, el altından satışa devam ettim. benim kullandıklarımı satmıyordum, çünkü onlar zihinsel yapının ebesini sikiyordu ve eczane fiyatı da, mahalledeki torbacı arkadaşlarıma göre fiyatı da pahalıydı. ucuzları satıp pahalıları aldım. uyuşturucuları ve uyarıcıları bırakınca da, o parayla fotokopiksel faaliyetlerimin baskı sayısını çoğalttım. çoğalttım ama çoğu baskı elimde patladı. 100 kopya işi, üç kişi para ödeyip alırsa, patlar.

sonra? sonra askerlik. sonra geliş, iş hayatı. gelen parayı evime fotokopi özelliği olan yazıcı, kesmek biçmek için bir sürü yayın, pc, ve alet edavat ile fotokopiye harcadım. sonuç? 80 bastığım iş, ücretli olarak 2-3 kopya gidiyor, sonra elimde patlayanları yolda ona buna beleş veriyor, ya da kafelerin masasına otobüs vapur koltuklarına bırakıyordum.

sonra zaman geçti. kafam fabrika hayatını kaldırmamaya başladı. bir buçuk yıldır kaldırmıyor. iş aramıyorum. bu anlattığım süreç içerisinde de, 20 yıldır hemen hemen her sene, fırsat buldukça, işporta tezgahı açıyorum. fanzinler anlamında o da boktan. o kadar boktan ki, kendi işlerimi alan yok. başka fanzinler gidiyor arada, benimkiler beleş değilse, ıh ıh.. beleşse de, okuduklarını düşünmüyorum, öyle bir göz atıp geçiyorlar. yüzde doksan dokuz böyle yapıyor. hatta eve dönüş yolunda bir yerde unuttuklarına da çok şahit oldum. ionia cafede masa da, tiryaki kedi cafe de, masada, işporta dönüş yolumda beleş verdiğim insanların sokağa attığını bile gördüm. hem de defalarca. eve dönüş yolumuz aynıymış demek ki, bir saat sonra ben topluyorum tezgahı, bi bakıyorum eve giderken, kağıtlar orada burada. hani zımba kullanmıyorum ya ben yıllardır. bunu da sorun eden yığınla insan çıkıyor ya karşıma. nedenlerim çok derinlerimde saklı. zımbayı sikeyim.

her neyse. şimdi, mesele neydi? mesele falan yok ortada.. paylaştığım işportamızın koruyucusunun, (gerçekten iki yıldır öyledir) fotoğrafına, ürettiğim işten çok daha fazla ilgi geliyorsa, bugüne kadar (98 yılından beri işlerimi internette yayınlarım) tek bir insan hariç, ücreti mukabilinde sipariş vermedi ise, işportayı netten görüp tek bir insan hariç tezgaha gelen olmadıysa, yayınladığım pdfleri, işleri, şunları bunları, tek bir insan basılı olarak talep etmedi ise, üzerine sub press’den basılan, kardeşim efe tuşder ile ortak yazdığım öyküme bile, beş altı kişi, “abi pdf’si varsa atar mısın” dedi ise.. ki cevap bile vermedim onlara. çünkü; mottolarımızdan biri, “pdf isteyene mdf veriyoruz, kafaya kafaya” idir.

o yüzden, zaman zaman, işlerimi, korku parkı istasyonunda, zaman zaman cafe quartet ve kabuk kitap evinde bulabilirsiniz. böylece gerçek hayatın içinde de yüz yüze gelip gözlerimizin içine bakabiliriz.

ve evet, hiçbiri beleş değil. çünkü yenilerini basmam için, en azından fotokopiciye benim de, ödemem gereken, atanızın kafasının resmi olan kağıtlara ihtiyacım oluyor. ya da tütün almaya. ya da biraz zihinsel gevşeme yaşayabilmem için, arada sırada biraz alkole. git çalış mı diyorsun? 12 yıl fabrika da çalıştım yavrum, yeterli. sonra bakarız bir şeylere. işporta da bir iş bu arada, ve sizin sandığınız gibi öyle dünyanın en kıyak ve rahat işi falan değil.

ve evet, hiçbir şey yapmasam bile, balkonumda sigara içip yoldan geçen insanları izlerim, gene zamanı öldürürüm. zamanını öldürmeyi seviyorum, inatçıyım bu konuda, bana 16 yaşımda "boşa zaman harcama" diyen dayıma karşı bu inatım! bunu ve bu kadar şeyi, niye yazdığımı anlamanız için, diziyi izlemeniz lazım. izleyin lütfen. sonra gelip eleştiri sunabilirsiniz. ha umursar mıyım? tabii ki hayır.

o yüzden, hoşçakalın, sevgiler..

girdap zack unthatow
a.k.a esçûmênto donete sanchez
a.k.a la espiridion del pueblo
a.k.a virtual cosmos be rodrigo
ya da kısaca girdo
daha da kısaca gzu

ya da hiçbir şey demeseniz de olur, zaten sağırım ben, 24 saat müzik dinliyorum, o yüzden duymazsam da mazur görün.. ; )



THE LAST DEAD

işporta'mızın 20. sezonu kapanmıştır. (hayatımın en kötü sokak yılı olduğundan erken kapandı) şubat ortası 21. sezonda, görüşürüz.  adres belli, denkleşilir. eyvallah..

"Olmaz işte ertelicen her şeyi
İzmir gibi yerde yaşıyorsan bir de neyse bir
Boşver iki siktir et üç hüzünü dolayacaksın dile yok
Yapacaksın ile zor, gelir ise çabalamak"
"Hiçbir işe yaramayacak isyan misyan etmek
Sanat burada olmaz moruk İstanbul'a gitcen
Gidemiyorum hiçbir yere ben aşıkken İzmir'e
Zorba da bıktı artık çağırmaktan merline
"Albüm nerde?" diye sorma bana çok bunaldım
Hatta boğuluyorum artık bağırıyom herkese
Arıyorken ters köşe ve bulamazken her gece
Kasvet çöktü üstümüze saçmasapan işlere"
"Moruk yaşım ilerliyor sıkılıyor canım buna
Çabalıyor birileri baktığımda aynı hayat
Sana bir şey diyeyim mi o iş yalan her defada
Başladığın yerdesin bak, en sonunda kalk
Toplan git boktanlığa son vermek için
Çözüm gibi durur ama çok yanacak için
Maalesef ki bir de temiz değil sicil
Bana pasladığın o işi ben yapamazdım içip"

10 Eylül 2019

yorumlu repost - gürültü ve ritim

(10 sene önceki bir metin, özel gündemim bunu gerektirdiği için tekrar paylaşam, girizgah yeni)
girizah: kendini filozof zanneden zizek çakması, ürettiği sözsüz ve "anlamsız" gürültü ve bu tip soundların muhaliflik taşıdığını iddia edip, ritmin gücünü yok sayabilir. ama bence, herkesce anlaşılabilir sade metinlere ve iyi bir his barındıran, enerji ve güç veren ritimlere ihtiyaç var. -depresyona sokan tınılara ya da fabrikalarda 12 yıldır çektiğim makine/insan miksi gürültüsünü sound diye kakalayanlara da ihtiyaç yok. yaptığınız şeyi yazdığınız metni, ürettiğiniz müziği medya ya da iktidar anlamıyor doğru, ama insanlar da anlamıyor, onu napıcaz baby? dünyada ki tüm politik eylemlerde dinlenilen müzik ağırklı olarak rap punk ve metaldir. hayatta ki tek eylemi, okumak ve yazmak olup, sokağı da, tanımayanlar, atıp tutmakta da serbest tabii.. sanat (!) tapıcıları....
evet aşağıdaki uzun bir metin, doğru. hele ki içinde bulunduğumuz dönem olan "ayna çağı" için.
ayna çağı diyorum çünkü minik ekranlara hapsolup o ekranda da sadece kendimize bakıyor, profillerimizin rakamsal fonksiyonları ve değeri ile ilgileniyoruz, beğeni / takip / fotoğrafta nasıl çıkmışım şu bu şu bu..
fanzinci bazı tiplerin bile dillendirip, kapıldığı -ki fanzincinin hız ile işi olmamalı kanımca- "hız çağı" denilen dönemde, uzun metni geç, filmi olan şeylerin kitabına bile ayıracak zamanımız yok. ki hatta kendimiz dışında herhangi bir şeye ayıracak zamanımızın olduğunu dahi düşünmüyorum. hatta bazı arkadaşlarım kendini "geliştirmeye" o kadar kaptırıp, gidiyorlar. bir kısmıda konformizme tabii. 20 sene önce tanıdığın insanların değişimini ve sistem direğine daha sıkı yapışmalarını anlamlandıramıyorsun tabi.. sonra kendi anlamsız uğraşları içinde debelenirken de, anksiyete, depresyon krizleri geliyor. bana hiç bu tip şeylerin gelmeme nedenini anlatamadığım için, kafam sikiliyor üzerine. kendi derdini çözülemez bahşedip, sistem çubuğundan tatmin olmaya çalışıp, üzerine de asıl benim tercih ettiğim hayat ile mutsuz olacağımı düşünür ve bunu da bana söylersen, yolun açık olsun. her neyse.

neyse ki, e-kitap okumaya ekonomik mecburiyetlerden alıştım da, sorun etmiyorum uzun metinleri. okumayı kast ettim. uzun metin yazma konusunda ultra tecrübem var zaten. repost yapacağım öykü mü denir deneme mi düz yazı mı (türlerler ilgilenmiyorum) benim için normal şartlarım da kısa bile.

telefondan instagram dahil, bir şey paylaşmak dışında hemen hemen hiç zonksal medya kulanmıyor ve o esnada denk gelirsem de uzun metinlere, kaydedip (bunun her platformda kısa yolları var) evimdeki 21 inch ekrandan bakıyorum. evet benim aynam epey büyükmüş. ama yaklaşık 12 yılını fabrikalarda dolaşarak, kimisinde bir gün kimisinde üç ay, sadece bir tanesinde üj buçuk sene kalınca, paranı da ihtiyaçların doğrultusunda harcaaman doğal. bunu, üç liralık şeylere yürümek zor geldiği veya canı çok çektiği için on lira veren arkidişim özelinde herkese söyleyeceğim ama, ikisi hurda olan 4 fotokopi özelliği olan yazıcımın, üçü de artık işimi zar zor gören iki laptop bir desktopumun olmasının, ve hatta sayısız boya kalemi, normal kalem, marker, her türden kalem kısaca; gazete dergi ansiklopedi kitap -kitaplar 300 tane kaldı sata sata- olmasını ve kitaplar dahil kesip biçebiliyor olmamı şaşkınlıkla karşılayanlara, söylüyorum. "internet kafe gibi evin var." ofis olarak kullandığımdan olabilir mi oda mı güzel kardeşim? metne geçelim:
--

-sunulan hayatlardan muaf olmak-

1.
şimdi. düşününce. ortada bir sorun yokmuş gibi geliyor insana. işte, ne bileyim, oturuyorsun evinde, güzel, sigaran var, pekala, paran da gelecek yakında, son iş yerinden alacağın son maaşın da olsa bu, ona da eyvallah, ve her ne kadar kesintiye uğrayacak da olsa bu süreç, düşününce üzerinde, güzel gibi geliyor, içinde bulunduğun zaman dilimi.

güzel zamanlar. yo hayır, elbette hayatımın en güzel dönemi diyemem ama, şimdilik idare eder. kendini yenileyebilecek bir düzeyde akan, aylaklık hali. sabahlamak. istemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamak. yaptığın her şeyi, isteyerek yapıyor oluşun. falan filan falan filan. buraya kadar her şey normal akışında seyrediyor, yani her şey normalmiş gibi geliyor sana. hep böyle gidebilirmiş de, gidemeyecekmiş gibi. çünkü sonuç olarak, insanların yaşaması için paraya ihtiyacı var. çünkü, paran yoksa, mesela, ne bileyim, örneğin karnın acıktığında, hatta günlerce yemek yiyemediğinde, evin içinde açlıktan ölebilirsin. dilenemezsin yani sen. anlayabiliyor musun? o yüzden dostum, çalışman gerekiyor. yani bir iş buldun sonuçta. gerçeği kabullen ve anın tadını çıkar bir süre. ne bileyim işte, geleceğe yatırım olarak harcama mesela, içinde bulunduğun anı! bırak aksın. düşünme bile 23 gün sonra neler olacağını. ne olabilir ki? insan kalabalığı sadece. daha fazla insan kalabalığı. sana hayatın hakkında soru sormadıkları, veya “sen neden hiç konuşmuyorsun” demedikleri sürece, bir problem oluşturmayan insan kalabalığı. deniz, kum, güneş. turist, tatil, sıcak. Boş ver yani. Bi defa Boş vermek zorundasın da! çünkü çalışmazsan yaşayamazsın ve yaşamazsan o aklında ki naneleri gerçekleştiremezsin. anlaştık mı girdo? olasılıkları siktir et! daha kötü ne gelebilir ki başına? hâlâ hayattasın ve her şey hâlâ aynı. can sıkıcı hâlâ her şey ve yine de hiçbir şeyi ciddiye almayıp gülebiliyorsun sonuçta, öyle değil mi? o halde boş ver, siktir et tamam mı? tüm olasılıkları siktir et, en alt basamaktasın ve daha kötüsünü bile görsen yılmayacaksın, öğrendin artık bunu, kendini öğreniyorsun sonuçta, o halde pes etme bir daha, gerekirse sıkı bir yumruk at aynaya ama kimseye de kapılma, biliyorsun sonuçta olan biteni, öğrenmiş olman gerekiyor artık yani, salak değilsin, salak olma, kendine gül ve kendi kendine, kendine ağla…

***

ha pardon geldiniz mi, ben de siz gelene kadar kendi kendime telkinlerde bulunuyordum (okuyucularımla konuşuyordum da sayın redaktörüm, aradan çekilir misin? biliyorum “da” ayrı). bugün sizlere bir öykü yazacağım, çünkü saygıdeğer ve (gerçekten saygıya değer) beni seven redaktörüm, benden bir öykü yazmamı istedi. bana dedi ki; “uzun zamandır öykü yazmıyorsun”, ben de ona dedim ki; “sana ne bundan, sen otur boya kalemlerinle oyna.” yok hayır, böyle demedim tabii ki, yazarım bir gün dedim. ve galiba, o gün, bu gün. pekala pekala, öykü şu:

2.
evde oturuyordu. evde tek başına. oturuyordu. adının bir önemi yok ama, karakterlerime isim vermezsem içim rahat etmiyor. resimlerine isim vermezse içi rahat etmiyordu! bir düşünelim, stelya desek? “yok beğenmedim.” angelika? “onu daha önce kullanmıştın!” mary? “onu da kullandın.” hmm, bak şimdi buraya takılıp kalırsak öykü akmayacak. “bana bir isim ver lanet olası.” pekala pekala. biraz daha düşünelim. gerçek ismini kullanabilir miyim? “ahaha, hayır asla!” hmm, tamam öyleyse... “son cinsel deneyimini ne zaman yaşadın sen?” hmm, bir dakika benden değil senden bahsedeceğiz öyküde. “iyi işte, sen ismimi bulana kadar senden bahsedelim.” neden merak ediyorsun? “senin hakkında bir magazin programı yapacağım.” ben de senin hakkında bir fanzin yayınlarım. “benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun ama.” anlat o zaman. “ne anlatayım sana, sor söyleyeyim.” hiçbir şey merak etmiyorum ki ben, ne önemi var geçmişte olan biten ebegümecinin, yaşadığın an içinde varsındır, nokta. “sen ismime karar verdin mi?” seni tanımlamakta güçlük çekiyorum. “beni ne kadar iyi tanıyorsun?” tanımaya inanmıyorum ben. kimse kimseyi tanıyamaz. anlattığın kadarını biliyor, bildiğim kadarını seviyorum. sesim geliyor mu? “bi’ saniye, ben geleceğim.” pekala.

***

çakmak-çakmak-çakmak… hayatım çakmak aramakla geçti sevgili okuyucularım. ne kadar itici bir kelime bu. okuyucu! ne demek gerekiyor bilmiyorum. bu, hesap etmediğim bir şeydi. başlangıçta yazılar yazıyordum. ilk yazımı eniştem ölünce yazdım. 14 yaşında olmalıyım. eniştem öldü ve ben bir öykü yazdım onun hakkında. sonra da sobaya attım öyküyü ve o’na söylemek istediğim her şeyi de yakmış oldum böylece. ona söylemek istediklerimi yazmıştım çünkü öyküde. ama, o öldü. o halde, öykü de ölsün dedim. aynen bu şekilde başladı hikaye. alkolikti eniştem. ve kamyon şoförüydü aynı zamanda. teyzemin kocası. bi’ sabah telefon geldi, benim gibi kekeme olan kuzenim arıyordu ve “babam” dedi, “babamı kaybettik, tuvalette ölüsünü bulduk.” şoke oldum o an. ilk kez bir insanın ölüm haberini telefonda alıyordum, hatta ilk kez tanıdığım bir insanın ölümü ile karşılaşıyordum ve üstelik on iüç yaşında olmalıyım. ya da on dört. sonra? sonra ona söylemem gerekenleri yazdım ve yaktım. ve sonra, bu yazıp yakma süreci devam etti zaman içinde. yazdım ve yaktım. yaktım ve yazdım. ilk aşamada yakıp yazmak var aslında. sonra yazdığımı yakıyorum. bu ne demek? bu, şu demek: öncelikle hayatımda ve ruhumda bazı yanıklar meydana geliyor, sonra ben bunları yazıyorum. sonra zaman içinde bu yanıklar beni ölesiye güldürecek kadar komik bir forma dönüştüğü için, bu konuda yazdıklarımı yakıyorum. bir nevi iç boşalma o zamanki yazı serüveni. çünkü konuşabileceğim bir tao’nun parçası, şey pardon allah’ın kulu görünmüyor etrafta. insanların gözlerine bakıyorum sık sık. gözlerinden içeriye. ve hiçbir şey göremiyorum biliyor musunuz? beni dinleyebileceklerini hissettirebilen hiçbir şey göremiyorum. konuşmaya başladığım zaman kekeliyorum (artık kekelelmiyor olsam da o gözler aynı kaldı) ve sonra, ya susuyorum ya da “istersen yaz” istemi ardından, yazmaya başlıyorum. ve dediğim gibi, konuşamıyorum. konuşamıyorum, çünkü kekemeyim. çünkü 2 yaşındayken peşimden bir köpek koştu. ben de korktum. ve sonra dilim tutuldu. sonra ben, on dört yaşımda eniştemi kaybettim. ve devam ettim kaybetmeye insanları. başlangıçta önemsiyordum bu durumu. insanları yani, seviyordum lan ben seni ey insan ırkı... sonra? sonra nefret etmeye başladım. kendime olan nefretimi onlara yöneltip, onlara olan sevgimi içime hapsettim. ve bir de baktım ki, benden nefret eden herkes, beni sevmeye başlamış. neler oluyor böyle? pekala pekala. yazarlık serüveni böyle başladı yani. geçenlerde sormuştu biri, ben de, belki başkaları da sorabilir bir gün diye, yazı içinde cevap verdim o arkadaşa.

***

“geldim.” hoş geldin. “n’apıyorsun sen?” hiç. “gene kendinden bahsediyorsun değil mi?” sıkılıyorsan susabilirim. “bozulma hemen.” bu bozulmak lafından nefret ediyorum, ama zamanla öğreneceksin beni neyin sinir edebileceğini. “sahi ne sinir eder seni?” sigarama karışılması mesela. “başka?”. odamdaki eşyalarımın içine karışan yabancı maddeler. “yani?”. yani odamdaki herhangi bir şeyin yeri değişirse veya benim dışarıdan çekip sokmadığım bir şeyi odamda bulursam, ya da benim haberim olmadan odamdan bir şey dışarı çıkarsa, kızarım! “vaow, kızarsın. kızdığın zamanlarda nasıl davranıyorsun?”. hey bak, burada yazar olan benim, tamam mı? senin hakkında bir öykü yazmaya çalışıyorum, susar mısın biraz! “hayır efendim, tanıdığım girdap kendisi dışında kimseye başrolü kaptırmaz bir öyküsünde, o yüzden benim üzerimden kendini anlatman yerine, sorularımı cevaplamaya devam et. çünkü biliyorum ki yine kendinden bahsedeceksin.” bir başkasını bu kadar iyi tanısaydım, kendimle ilgili bu kadar çok konuşmazdım, demiş thoreau ki ben kendimden ya da başıma örülen çoraplardan yola çıkarak bir takım durumları anlatıyorum. Her neyse pekala, sor o halde. “kızdığın zamanlar n’aparsın?” bir drakulaya dönüşüp beni kızdıran insanları ısırırım. “bunun gerçek olmadığını biliyoruz oğlum, kıvırma.” pekala. kızdığım zamanlar öfkelenmem. “nasıl yani?”. yani delirmem, agresifleşmem, sana gerçek hayatın içinde aşırı sakin olduğumu söyleyebilecek ve bu yüzden de beni eleştirebilecek otuz kadar arkidişin telefonunu verebilirim. sadece olayı anlamaya çalışırım. beni kızdıran şeyi ve bunun bir tekerrür olup olmadığını. “tekerrür derken?” yani bir kişinin, bana yapmasını istemediğim bir şeyi, ikinci kez yapıp yapmadığı durumu. “hmm, tekerrür ediyor diyelim ki.” o halde, bu durumun farkında olunarak meydana gelen bir eylem olup olmadığına bakarım. “hmm, anlıyorum, devam et.” sıkıldıysan kesebilirim. “seni ben bi’ keserim şimdi, anlat işte oğlum, dinliyoruz, sıkılırsak söyleriz herhalde.” pekala, eğer bilerek ve kızıp kızmayacağım önemsenmeyerek yapılıyorsa, gerçekten o zaman patlarım, çünkü benim yaşama alanım içinde hiç kimse hiçbir şeyime karışamaz. “büyük konuşuyorsun.” son işimi bırakmamın tek bir nedeni var. o da, sorumlu bir herifin ‘geleceksin işe-izin yok’ demesi.. üstelik, izinli olmam gereken bir günde bana mesai yazıldığından dolayı, izinli günüme izin istediğim için. “bu kadar ani kararlar almamak gerekiyor bence.” ben ani kararlar almam, kızma evresindeki olayı değerlendirme sürecimi baştan anlatmamı ister misin? bu sürecin de, zihnimde hızlı bir şekilde sonuçlandığını ekleyeyim ayrıca. “tamam tamam, anladım, bir saniye geliyorum ben.” pekala..

***

öhöm. var olmayan bir karakteri yaratmak kolaydır sevgili okuyucularım. bu arada size “okuyucu” diyorum diye kızıyor musunuz? ama “okuyucu” yerine, daha güzel bir kelime bulamadım henüz ve ben de örneğin geppetto’nun sıkı bir okuyucusuyum, o da benim sıkı bir okuyucum. bu beni rahatsız etmiyor, ama rahatsız olan varsa, ya şimdi konuşsun ya da ömrünün sonuna dek sussun. geçmişe dair sonradan dile getirilen rahatsızlıklar çok can sıkıcı olabiliyor çünkü. ne diyordum? var olmayan bir karakteri yaratmak kolaydır. saçının rengini belirlersin, işte ne bileyim, ağzına bir sigara koyarsın, kepçeydi dersin, falan filan falan filan. sorun olan şey, gerçek bir karakteri, öyküde kullanmak. mesela henry’yi ele alalım. henry isimli karakterimi. onu kurgulamak kolay oldu. sünepe, çekingen ama bencil bir herif. herkesin nefret edebileceği kadar bencil, ama aynı zamanda acıyabileceği kadar da zavallı. gerçek hayatta, çevremde böyle bir herif olsaydı, onu da yazardım elbette, ama sonra o kişi ile aramdaki ilişki ne yöne doğru kayardı bilmiyorum. yani o insan, öyküdeki kendisini okuduktan sonraki evrede demek istiyorum. ki bu şekilde kaybettiğim insanlar da oldu. yeliz mesela. gerçek adı gonca. yok lan gonca değil şaka yapıyorum, gerçek adını siktir edin bence. yeliz diyelim biz. yeliz bir gün telefon açtı ve “siteye eklediğin öykümü okudum” dedi, öykümü dedi yani, o’nunmuş gibi, ağzıma sıçtı ve hayatımdan çıktı. ben de rahat bir nefes aldım böylece, çünkü yapışkan insanlardan hazmetmiyorum, onları nasıl kovabileceğimi de bilmiyorum. yazıyorum haklarında üç beş gerçek boyası, kendileri çıkıp gidiyorlar. yazı, güçlü bir silah yani. özellikle sıkı bir hayran kitleniz ve şizofren bir ruhunuz varsa, göründüğünden çok daha güçlü etkiler doğurabilir yazı. mesela ambjörnsen, hakkınızda, ne kadar adi ve şerefsiz bir iki yüzlü olduğunuzu anlatan bir roman yazsa, haliniz n’olur? yani yakın çevrenizde yaşayan bir yazar, yine yakın çevrenizde yaşayan bir insanla ilgili yaşadığı aşk hikayesini, gerçekçi bir dil ile anlatsa, neler olur… yazı dünyanın en güçlü silahıdır. ama şimdilik kapitalizm, uçaklarla ve medyayla ve ekonomiyle saldıra dursun. yakın gelecekte, dipten çok güçlü ve organize bir isyan doğmayacak olsa bile, partikül halinde meydana gelen isyan dalgaları, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor bize. palahniuk için, “iyi ama o çok popüler” diyorlar. lan yarak kafalılar, adam daha çok kişiye derdini anlatabiliyor işte, daha ne istiyorsunuz? ha bunun sonucunda biraz daha fazla para mı kazanıyor, biraz daha rahat bir yaşam mı sürüyor? size ne bundan, hala zihinleri değiştirebilecek cümleler kurabiliyor mu? (gelecekten edit: artık kuramıyor-2019) hissettirebiliyor mu yaşadığımız topluma olan öfkesini? siz ona bakın. çünkü öfkeyi hissettirebilmek önemli. dünyanın içinde bulunduğu durumdan rahatsız olduğumuzu dile getiren öfkeyi. öfke önemli. öfkelenmezsek, kapitalizm bizi öldürmeye devam edecek. belki bu savaşı kazamayacağız, ama bize önerdikleri gibi diğer yanağımızı da çevirmiş olmayacağız. çünkü cennet diye bir yer yok. çünkü tanrı diye bir şey yok. çünkü sadece insan denen bir varlık var ve mantık denilen olgu, eğer bencillik ve açgözlülükten arındırılmazsa, hayatta kalma şansımız gittikçe azalacak. azalacak, azalacak, ve bir gün, öncelikle hayvanların nesli tükendiği için, sonra bizim de neslimiz tükenecek. peki çok mu önemli, diyebilirsiniz bana, insan soyunun devamı? bunu bilmiyorum dostlarım. bu kapitalist düzenekte devam edeceksek daima, ben bir uzaylı istilasına razıyım. çünkü sonuçta bu şekilde devam ederek kendi dünyamızı istila etmekten başka bir bok yemiyoruz. sonuç olarak, evet, insan denilen olgu önemli, ama bu soru, “nasıl bir insan” ön takısı ile sorulunca anlamlı olabilir. ütopya, dediğinizi duyar gibiyim. ama düşününce, bu şekilde yaşıyor olmaktan da hoşnut değilim. çalışmak, çalışmak, boktan işlerde hayatını harcamak, boktan insanlarla muhatap olmak zorunda kalmak, merhaba demek, nasılsın demek, cevap alamamak, otobüste bir tipin ter kokusu ile burun buruna gelip bağıramamak, her gördüğü kediye taş atan bir çocuğa karışamamak, karıştığın anda camdan kafasını sarkıtan annesinden azar işiten taraf olmak, sonra bir ineğin makineleştirilmesi mesela, seri üretim halinde hayvan imal etmek, sonra onları seri bir tüketim bile yapmadan pişirip çöpe atmak, sonra mesela, örneğin bir kaplanın derisini soğuktan korunmak için değil de gösteriş için harcamak, sonra bir kuşu odanda ötüp dursun diye yakalamak, vesaire, vesaire, vesaire.. örnekler çoğaltılabilir, anlattığım şeylerden dolayı bir gün bana dava da açılabilir. ya da beyaz bereli bir denyo beni sırtımdan vurabilir. ama bu kadar basit değil diye düşünüyorum hâlâ, bu kadar basit değil hiçbir şey.. hrant dink bizi izleyip ağlamamalı diyorum mesela, gittiği tarafta, o taraf denen şey de eğer varsa, diğer taraf yani.. var mı acaba? bu neyi değiştirir söyler misiniz? diğer taraf? ölüm sonrası? neyi değiştirir? diyelim ki size bir kral, “80 sene götümü yalayacaksın, sonra sana sonsuz ve harikulade bir hayat vereceğim” diyor, eee? yalayacak mısınız yani? ben yalamazdım! görünmez kahramanlar ürettiler bize daima. günün birinde gelecek olan kurtarıcılara inanmamızı istediler. mesih gibi mesela. ama yok öyle bir şey. yok, çünkü ben biliyorum olmadığını tamam mı? burada anlaşalım! öncelikle bu noktada anlaşmamız lazım, bir kurtarıcının gelmeyeceği konusunda. 1900’lerin başlarında şekillenen yeni sistemi, tek bir kurtarıcının alt etmesi mümkün görünmüyor. o halde n’apalım? kendimiz olmakla başlayabiliyoruz olaya. kendimiz olmak, bize başkalarının da kendisi gibi olma hakkını tanımamıza yol açar bir defa, ütopya olarak nitelenen özgürlüğün temeli de bu noktada başlar zaten. ben çok fazla kitap okumadım, teoriyi konuşmuyorum size, yaşamsal deneyimlerimden yola çıkıyorum, hepsi bu, ve terimsel veyahut ansiklopedik bilgiler konusunda tamamen çuvallayabilirim ama, gerçeğim gerçek olarak kalmaya devam eder daima, 14 yaşındaydım sigortam yandığında! anlamıyor musunuz hala? On dört yaşında bir çocuk neyi nasıl bilebilir ki? ama sigortam yandı işte. sonra da ben yazıp yakmaya, sonra da yakmayıp yayınlamaya başladım. sonra başkaları yakmaya çalışır, ne de olsa, dedim. dedim ve şimdi bir sigara yakacağım. siz de içebilirsiniz eğer isterseniz, sigara kapitalizmin “bug” olan tüketim nesnelerinden biri. yani bizi çalışamaz duruma getirdiği ve onlara maliyet anlamında, göründüğünden daha pahalıya patladığı için, diyorlar ki; sigara içmek öldürür. hayır efendim! kapitalizm öldürür. nokta!

***

“hah, geldim” hı hı.. “nerde kalmıştık?” ben de. “ne diyordun en son” ne bileyim yahu. “ben bi’ sigara içip sonra film izleyeceğim girdap.” nasıl istersen. “tamam. ismimi buldun mu bu arada?” yok hayır, düşünmekteyim hâlâ. “düşün bakalım.” buldum lan, büyücü diyeceğim sana. “tamam, bu olur, ben bi’ film izleyeceğim, sen yaz, okurum sonra.” keyifli izlemeler sana. “sana da kolay gelsin, hoşça kal.” görüşürüz sonra, hoşça kal..

***

nerde kalmıştık pek sevgili okuyucularım? geyik yapıyorum, ciddiye almayın, ben de yazar değilim aslına bakarsanız, yazıyorum sadece, aklıma ne eserse. siz de okuyorsunuz. siz yazıyor olsaydınız, ben de okurdum sanırım. ama biraz problemlerim var internetten bir şeyler okumak konusunda. özürlüyüm yani. benim gibi monitörden okuma özürlüler için de fanzin yapıyorum işte. sonra n’oluyor? hiç. hiçbir şey olduğu yok, her şey aynı sıradanlığında, hatta gittikçe sıkıcılaşan, sıkan sıradanlığında sürüyor. değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş. değişim denilen olgunun nasıl bir şey olduğu konusunda bazı fikirlerim var, ama onu da sonra anlatırım. karakterimizin adını bulduğumuza göre, dilerseniz, söz verdiğim gibi, öykümüze başlayalım.

3.
büyücü adında bir kadın. insanlarla konuşmuyor. adı büyücü ve insanlarla konuşmuyor. ağzı dikili. kimin diktiğini bilmiyoruz. sadece dikili olduğu bilgisi geçilmiş kayıtlara. dikmek zorunda da kalmış olabilir birileri, zorla dikmiş de olabilir. ilk kısım daha doğru gibi geliyor bana. küsmüş olmak belki. yo hayır, küsmemiş ama korkmuş. kendini ele vermekten korkmuş. ve dikmiş ağzını. konuşmuyor. insanlarla konuşmuyor. sadece hayvanlar. sadece hayvanların o’nu anlayabildiğine inanıyor. zack’in dişi versiyonu bir nevi. zack kim mi? post-girdap, zack olabilir. umarım olmaz ama. neyse, biz girdap’ı siktir edip büyücümüze geri dönelim. büyücü bir kadın. ama öyle sihirli iksirleri falan yok bu kadının. kafasında kukuletası da yok, cadılar gibi. son derece sade giyinen ve pek fazla makyaj yapmayan bir büyücümüz var. “sade giyinen” kısmını, değişik varyasyonlarda algılayabilir zihnimiz. sadece giyinen diyelim biz. sevdiği şekilde giyinen, sevdiği şekilde davranan, sadece sevdiği insanlarla konuşan, evinden zorunlu olmadıkça çıkmayan ve genellikle kedilerle konuşan bir büyücü söz konusu. ama aslında büyü yaptığı falan yok. sonra bu büyücü, internet üzerinden, çalışmalarına değer verdiği bir sürü insanın, kendisi tarafından takdir edildiğini fark etmesi için, birkaç tuşa basıyor bazen. hatta arada sırada, konuşmadan, iç dünyasını gösteriyor bazı alanlarda. sonra o insanlardan bazıları, bu büyücüye, çalışmaları ile ilgili geri bildirim mesajları atıyor. bu mesajların bazılarını cevaplıyor büyücümüz, bazılarına da zamanı kalmadığı için yetişemiyor. sonra sonra, bu büyücümüz evde tek başına yaşıyor. başka bir insan yok evde. arada bir gelip giden iki üç insan dışında, evine kimse giremiyor, çünkü sevmiyor insanları. sevmemekte haklı da aynı zamanda, çünkü insanlar çok düşüncesiz ve sorumsuz olabiliyor. çünkü insanlar pis olabiliyor, çünkü insanlar başka insanların evlerinde, kendi yaşama alanındaymışçasına sapıtabiliyor ve bazı insanlar gerçekten ölmeli. hepsi değil, ama çoğu ölse veya kısırlaştırılsa iyi olur. hayvanlar yerine insanlar kısırlaştırılmalı bana kalırsa. yani kendime tutuyorum mikrofonu şu anda, girdapoza, girdapolog diyor ki: “insanlar iki türdür ve birinci tür çoğaldığı için kapitalizm hüküm sürüyor.” sonra bir tane denyo diyor ki: “girdap sen faşist misin?”, ne alakası var lan. başka bir denyo, “girdap kapitalist bir pezevenksin” diyor. pezevenk olduğum doğru, her ne kadar orospu olmasa da zihin akışım, ben onu satıyorum insanlara, başka satacak bir şeyim de yok aslında ama… bir de zamanımı pazarlayıp çalışmak zorunda olduğum için diyorsan kapitalistsin diye, eyvallah diyor ve büyücüme geri dönmek istiyorum ben. hakkımda yalan yanlış yorumlar yapan insanlara, ne düşündüğümü özel diyaloglarla açıklama taraftarı değilim çünkü. on bin küsur sayfa şey yazdım bugüne dek, bir de üzerine bire bir diyalog kurup laf satamayacağım. üzgünüm. büyücü demiştik. büyücümüz aynı zamanda bir hayvansever, ateist ve aynı zamanda sosyalist. yani tam da bu toplumun nefret edip, üzerine basmak istediği insan türlerinden. o yüzden evden dışarı çıkmıyor olmalı? yok hayır, nedeni bu değil. korkmuyor yani düşüncelerini açığa vurmaktan aynı zamanda da. cesur bir büyücümüz var elimizde. c

devam edelim. büyücümüz geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyor ve…

***

“girdo orda mısın?” hı hı, yazı yazıyorum, film bitti mi? “tamam yaz sen, bitti evet.” ara verdim şimdi yazıya. sonra devam edeceğim. “hmm, devam edebilecek misin?” bu kez devam ederim, parça parça yazıyorum, şarkı ve sigara molalarını uzatarak balkonda, sorun olmaz yani. “yalan söylüyorsun, ama neyse.” kurduğum cümleler için yalan söylediğimin düşünülmesi beni üzen bir şey. “sahi, seni ne üzer bu hayatta?” türümü düzen her şey üzer. “türünü mü? ben insan değildim, unuttun mu? türüm ne ise, o’nu, o türe özdeş tüm canlıları yani. tüm hayvanlar ve insanların çok az bir kısmı bu türü kapsıyor. “vaow, güzelmiş bu.” güzelimdir, evet. “kendini çok önemsiyorsun değil mi?”. bu nerden çıktı şimdi? “sürekli kendinden bahsediyorsun.” bu tavrından sıkıldım ama... kendimle oyun oynuyorum ben, kendi zihnimin içinde bir lunapark var, ve o lunaparkta dolaşmak beleş olsa da, herkes eğlenemiyor. “hı hı”. çünkü herkes arzularına kapılıp gitmiş bir durumda ve menfaatleri dışında bir şeyi önemsemiyorlar. “insanlar gerizekalı abi ya.” evet haklısın, gerizekalılar. körler de aynı zamanda. gerçek olan her şeyden korkuyor insanlar. düşünsene, ben öykümde mastürbasyon yapışımı anlatıyorum diye, “midem bulandı okuyunca” diyor bir herif. bu ne lan, sen hiç aletini eline alıp sıvazlamıyor musun? bunun neresi mide bulandırıcı. gerçek bu, iç organlar gerçek, iskeletler gerçek, kafadan vurulup öldürülmüş insan cesetleri gerçek, kolu bir bombanın etkisi ile koptuğu için sakat kalmış insanlar gerçek, çocukken amcası tarafından tecavüze uğradığı için intihar eden kızlar gerçek, konuşabileceği bir fare bile bulamadığı için intihar mektubu yazıp dördüncü kattan atlayanlar gerçek, gaz odaları gerçek, idamlar gerçek, savaşlar gerçek, asgari ücret gerçek, homoseksüeller gerçek, transeksüeller gerçek, fahişeler gerçek, hırsızlar ve katiller gerçek, tecavüz gerçek, ensest gerçek, çocuk tacizi gerçek, kadın düşmanlığı gerçek, kadın cinayetleri gerçek, hayvan katliamları gerçek, insan katliamları gerçek, küfür etmek gerçek. öfkelenmek, kızıp bağırmak, ağlamak, duvarları tekmelemek, bir odada tek başına saatlerce ağlayıp sonra da sızıp kalmak gerçek, neyinden rahatsız oluyorsunuz gerçek olan şeylerin? gerçek olabilecek her şeye neden “ütopya” deyip pes ediyorsunuz? kurgusal gerçeklik mi mutlu olmak için tercih ettiğiniz şey? bu durum sizi tatmin ediyor mu gerçekten?

televizyon, evet. orası, bize sattıkları kurgusal gerçekliğin bir parçasını oluşturuyor. televizyonda gerçekler olamaz, mesela çocukların ruh sağlığı açısından küfür edilemez televizyonda, ama stadyuma 18 yaşından küçükler girebiliyor. çok güzel kandırılıyoruz ve bunu hak ediyoruz biliyor musun? çünkü aptalız. aptalız çünkü, kandırılmaya doymadığımız için gidip aynı manyaklara bir daha oy veriyoruz. umut etmek, düş görme süresini uzatır. bu kadar basit. o yüzden, gerçek olan her şeyi yazıyorum ben. çünkü bir defa, ben gerçeğim. “neden sürekli başına gelenleri yazıyorsun girdap” diyor bir denyo. çünkü başıma gelen her şey gerçek. anlıyor musun? gerçekleri yazıyorum ben. ah evet, çok klişe bir slogan oldu bu. ama slogan falan değil o bebeğim. sloganlara ihtiyacımız yok. sokak edebiyatı’nın bir slogana ihtiyacı yok. sokak edebiyatı’nın, gerçek ve samimiyet dışında hiçbir şeye ihtiyacı yok. layne gidip, bok içinde kültürlenebilir! ama girdap, onu hapsettikleri zihinsel tünellerinden çıkıp, bildiği her şeyi anlatacağına dair yemin etti. o yüzden, sokak edebiyatı popüler olursa mutlu olacak girdap. çünkü popüler olabilen işlerin, arada sırada alt kültürlerden yükselmesi gerekiyor. ama, bu popülerleşme esnasında, sistemin kancalarına takılıp, kendini pazarlamaması gerekiyor. anlayamadığınız şey bu sizin! daha bi’ seksen bin sayfa da yazsam anlamayacaksınız. o yüzden gidip, simitçi hurşit’e turşunuzu satmaya çalışın. ama bu esnada, benim işime de burnunuzu sokmayın! çünkü, burada her ne kadar zihinsel bir akış da olsa, aynı zamanda zihinsel bir bütünlük de var! ve o bütünlük, bütün olarak suratınıza patlarsa, kalıcı etkilere neden olabilir. hatta bu etkiler, çevrenizdekiler tarafından fark edilebilir de olabilir. hatta, hayatınız boyunca onaramayacağınız şekilde, özgüveniniz yok olabilir. o yüzden gidip bir şey üretmeye çalışın önce, sonra dilerseniz gelip küfür etmeye, ardından da pişman olup götümüzü yalamaya devam edebilirsiniz. sorun değil, ben gerektiği zamanlarda sağır, dilsiz ve kör taklidi yapabiliyorum, ve böyle zamanlarda duvara konuşuyor olmanız mümkün. çünkü girdap dilerse, duvar gibi bir yüz ile donuklaşıp, saatlerce susabilir. kusura bakma ya büyücü, kaptırıp gittim ben, orda mısın? “dinliyordum ben, devam et.” bitti. “söylediklerinde çok haklısın.” haklanmalıyım öyleyse.. “ehaha.” neden gülüyorsun bakayım? “sana ne oğlum.” peki, tamam bana ne. “ehah, hemen de küsüyorsun.” Küsme huyum yok benim.. “ben yatacağım girdap”. ben de yatacağım. var mı diyeceğin bir şey? “yok ya, bi’ sigara daha içip yatıyorum.” ben de bir sigara içip yatayım, zaten başka bir şey yapmıyoruz, çay-sigara-çay-sigara. mide kanserinden ölen insan sayısı kaç acaba? “kendine dikkat etmelisin.” artık ediyorum biliyor musun? “hı hım. Güzel.” evet güzel. “hadi yatalım artık, sabah oldu.” oldu evet, öyleyse görüşürüz sonra. iyi uykular sana büyücü. “sana da iyi uykular girdap, hoşça kal.” hoşça kal…

***

ne diyordum? kısaca.. yani kısaca.. demek istediğim, kısaca… hayatınızın içine edebilirler, sizi ölümle tehdit edebilirler ve bunu yapmaya hakları olmasa bile, hak anlayışını bile tersine çevirebilecek kadar güçlüler. websiteleriniz engellenebilir. Kitaplarınız toplatılabilir. Ne giyeceğinizi ne yiyeceğinizi ne zaman kiminle ne kadar süreliğine görüşebileceğinize karışılabilir. günün birinde yaşamanızı bile engelleyebilirler. ama düşününce, yaşanılmasına izin verdikleri alanın, yaşam olarak görülemeyeceği de ortada. üniversiteye giderken, bir sınavda, hocasına tilt olduğum bir dersin sınavında, test kağıdına “seçmek istediğim cevap, hiçbir zaman şıklar arasında olmadı. ben de hiçbir zaman bana sunulan şıklar arasından bir şey seçip, buna da şükür demedim.” yazıp çıktım. inanmıyorsanız okul arşivine veya hocanın evine baskın düzenleyebilirsiniz. duruyor mudur o kağıt parçaları hâlâ? hiç kimse için değerli olmayan bir şey, yine de size değerli geliyorsa, peşinden gitmek gerek sanırım o değerin. o yüzden müzik yapmaya, resim yapmaya, yazı yazmaya, veya bütünüyle yaşamaya, çıkar gözetmeksizin devam etmek gerekiyor bence. sadece bence böyle bu.. kimseye öğüt verecek değilim. ben böyle yapıyorum, “bence böyle” diyorum. size gerizekalı gibi görünüyorsam, gülüp geçiyorum. sonuçta ben de size gerizekalı diyorum, siz de gülüp geçiyorsunuz.. anlatabildim mi? şimdi gidip uyuyalım.. ama önce bir sigara içmeliyim, zihnim bu stresi başka türlü kaldırmıyor. umarım akciğerlerim dumanımı daha 40 yıl kaldırır. eyvallah!

8 nisan 2009





not: başlık, “farazi&kayra” isimli rap grubunun, “şevket hamdi tan” isimli şarkısından türetilmiştir… şarkıdaki şu kısımdan: “inanmadım, mümkünatı yok inanmadım, hayatlarıyla geldiler de yine de bıkmadım, çünkü ben, nemli bir tavan dikizledikçe, hayattan hep muaftım!”