16 Mart 2017

upon zack 1. bölüm


1.
çalışmak enayiliktir. hele ki bir fabrikada çalışıyorsanız, enayinin daniskasısınız demektir. maksimum bir haftada ürettiğiniz işlerden maaşınız çıkar, geri kalan günlerde patrona çalışırsınız. hatta, geçmişte çalıştığım yerlerden birinde, maaşımı bir günün yarısında bile çıkarıyor olabilirim. bunu biliyorum çünkü araştırdım. aklıma düşmüştü, bir keresinde. bir gece vardiyasında bastığım işlerin ben bastıktan sonra –plastik enjeksiyon işiydi- çöküntü yapması ve hurda olması sonucu, şef tarafından azarlanırken ki azarlanmaya gelemem, bu yüzden sikerim işini diyerek, direkt dışımdan karşımdaki azarlayıcıya bunu söyleyerek işi bıraktığım vakidir, her neyse, azar işitirken, neyse parası maaşımdan kesersiniz olur biter, demiştim. şef de, senin maaşın karşılamaz zararını demişti. ben de bir gece herkes yemek molasındayken gizlice muhasebe bölümüne girip, gündüz kesilen faturalara baktım, haklıydı şef, tanesi 80 liraydı o gün hurdaya çıkan işin ve ben bir gecede 1500 adet basmıştım. bizden istenen sayı buydu, ve 1500 çarpı 80, 120 bin lira ediyordu. bastığım işin tanesinden bir lira kar edildiğini bile düşünsek ki bu çok az bir rakam, 1500 lira kar demekti bir gecede, bir vardiyada, tek bir makinede, ve benim maaşım o günlerde 715 liraydı. maaşım karşılamazdı hatalı bastığım işin faturasını, ve her neyse başa dönecek olursak, dediğim gibi, çalışmak enayiliktir ve ben de bu enayiliği 50 yaşıma kadar sürdürmeye karar vermiştim. 35 yaşında bir işe girmiş, sağlam yani maaş günü sekmeyen, çalışma saatleri dışında fazla mesaisi olmayan -ki bu benim işime gelir- bir yerde çalışmaya başlamıştım. ailemle yaşıyor, maaşımın üçte ikisini anneme veriyordum. kalanının çok az bir miktarını harcıyor, bunun için alkolümden kesiyor, tütün içiyor ve haftada bir gün dışarı çıkıyordum, bu şekilde para biriktirerek 50 yaşına kadar çalışacak ve emeklilik için gereken sigorta günüm dolunca da, ellimde doluyordu, istifa edicek, bu şekilde bir istifa ile yani sigorta günümün dolması bahanesi ile tazminatımı da alıp biriktirdiğim paranın üzerine koyarak bir on yıl idare etmeye çalışacaktım. altmış yaşında olacaktım emekli. eğer yaşarsam..

40 yaşıma geldiğimde verdim istifamı. 5 yılda 30 bin lira biriktirmiştim. yeter diye düşünüyordum. intiharı kafaya takmıştım bir kere. yapıcaktım. zamanını kolluyordum. ve artık çalışmak istemiyordum. 3 vardiya bir iş, her biri bir manyak olan iş arkadaşlarının aptal soruları; neden evlenmiyorsun, evini işe yakın bir yer taşısana, şu karıya çakar mısın, hafta sonu maç nolur, halı saha maçı yapıcaz gelir misin, ve dahası bel altı şakalar. ben muhatap olmasam da hiç kimseyle, mutlaka gelip laf atıyorlar, bulaşıyorlardı. sevmiyordum hiçbirini. her neyse, 40 yaşıma geldiğimde, bir bahar günü, nisanın üçünde, verdim istifamı. direkt sabah vardiyasında servisten inip insan kaynaklarını gittim ve işten ayrılmak istediğimi söyledim. çok şaşırdılar, sevilen bir enayiydim çünkü onlara göre, işini hatasız ve eksiksiz yapan, iş yerinde sorun çıkarmayan, nadir bulunan enayilerden…

tazminatımı vermeyi kabul etmediler. eh olsun, açacağım eski kitap işportasından da biraz tırtıklar, intihara hazır olana kadar geçinebilirdim. intiharım bir depresyon intiharı değildi. üzüntülü ve kederli değildim. mutsuzdum evet ama mutsuzluğumun kaynağı çalışmak zorunda olmaktı. istifa ettiğim gün mutsuzluğumda yok oldu. mutlu da değildim ama, çalışmak zorunda olmak dışında hiçbir şeyi umursamıyordum ki istifa da edince de umursancak bir şey kalmamıştı hayatımda.

karataşta oturuyordum, izmirde yani, yeni taşındığım evde, -üç ay önce annem ölmüş, ben de buraya taşınmıştım- ilk özgür günümün partisini verdim kendime. eve gelirken iki tane bir buçuk litrelik şarap biraz da çerez almıştım, iki paket de chesterfield. müziğimi açtım ve kafam da biraz kıyak olunca, öğlenin birinde, şarkılar söyleyerek karşıladım özgürlüğümü… yine de intihar yan cebimden bana göz kırpıyordu. bugün olmazdı. şimdi değil, biraz çalışmak zorunda olmamanın, alarma uyanmamanın keyfini çıkarmam gerekiyordu.

ertesi gün, kitaplığımdan 20 kadar kitap seçip, elimde kalan fanzinlerle beraber evden çıktım. işporta tezgahı açacaktım. ara ara, yani ayda belki en fazla altı gün açıyordum tezgah. fabrikanın ruhumdan emdiğinden kalanı ile ancak bu kadar gün.. ama artık her zaman işportada olacaktım. seviyordum işporta sohbetlerini, iki üç arkadaşla da denk geldin mi, tamamdır. yalnız başına oturmak da keyiflidir, yoldan geçenlere laf atarsın, içersin şarabını, bazen müzik açar bir arkadaşın akıllıdan, ve kaldırımda oturmanın tadını çıkarırsın, hiç iş olmasa da.

her neyse, alsancak kilise sokağına vardığımda yerimin turgut tarafından kapılmış olduğunu gördüm. sevmiyordum turgut’u, işportadaki hiç kimse sevmiyordu. sürekli kavga çıkarıp ona buna bağırır, milleti rahatsız eder, iş de yapamazdı pek, büyük hayalleri olan bir kaybedendi. ben kaybetmemiştim, kazanmamıştım da, yarışa dahil etmiyordum kendimi, turgut yarışın içindeydi, oyunda son hızla koşmaya çalışıyor ama ayağına gelen topları sürekli avuta ya da kendi kalesine gönderiyordu. ben seyirci olmak bile istemiyordum bu oyunda, hiçbir şeyi, ama gerçekten olmuş ya da olacak hiçbir şeyi umursamıyor, kendi dalgama bakıyordum…

ilk gün size anlatabileceğim enteresan bir şey olmadı. sadece, o tuhaf kız gelip bir fanzin daha aldı. hiç konuşmazdı. son bir yıldır, işportama gelir, bir fanzin alır, avucuma üç lira bırakır giderdi. istersen şunu da hediye edeyim, kendi kitabımı vereyim, bak bu yeni çıktı gibi her türlü muhabbet girişimlerime sessizlikle karşılık verdi hep. gözlerimin içine boş boş bakıp, parayı uzatıp giderdi. sesini bir kes bile işitmedim bugüne kadar. ama mutlaka, ben işporta açtığımda, ki işporta açacaksam eğer, bunu mutlaka internetten, işporta için açtığım gruptan duyururdum, oradan görüyordu muhtemelen, ben işporta açtığımda mutlaka gelir ve bir fanzin alırdı. evimde sekiz yüz kadar fanzin vardı ve her işporta açışımda yeni bir fanzin olurdu mutlaka tezgahta. zaten ayın en fazla altı günü açabiliyordum tezgah. ama o gün, evden çıkmadan önce, internetten, artık, aksilik olmadığı sürece her gün tezgah açacağımı duyurmuştum. bakalım, adını bile bilmediğim, bu tuhaf kız, her gün gelicek miydi tezgaha.. o da benim gibi bir tür kaçık sayılırdı.

o gün tezgahı saat onda kapatıp, evime geldim. yürüme mesafesinde sayılır evim. alsancak karataş arası en fazla otuz dakika. elde küçük boy bir valiz olunca, işporta çantası, olsun olsun 40 dakika sürsün. otobüse binmekten yeğdir. alkollü olunca biraz sinir bozucu olabiliyor ama artık daha az harcamalıydım. kahvaltıyla duruyordum, dışarda bir şey yememiştim, şu tuhaf kızın aldığı üç liralık fanzin dışında da iş yapmamıştım. alkolde almadım. eve gelip bir güzel ekmek arası ile doyurdum karnımı. telefon çaldı, arayan mustafaydı. yoldayken mustafayı aramıştım. açmamıştı. belki çalışıyordu, bugün tatil günüydü gerçi ama ekstreye çağırmış olabilirlerdi, alsancakta bir barda part time çalışıyor, ailesi ile yaşıyordu kendisi. evimiz yakın sayılırdı, bazı günler bize gelirdi. bu gün de gelebilir miydi diye sormak istemiştim. o nedenle aramıştım. yaklaşık 2 saat sonra döndü geri. açtım telefonu.

“naber moruk müsayit misin?”
“işteyim şimdi, iki de çıkıcam, ne o lan işi naptın her gün işporta açacak mışsın diye yazmışsın nete?”
“istifa ettim”
“iyi bok yedin, napıcan şimdi?”
“hiç.. gelsene gece bize”
“ikide çıkıyorum dedim duymadın mı amcık ağızlı?”
“iki buçuk da bizdesin işte?”
“sahura mı geleyim yani?” ramazan ayındaydık..
“he ya, yarın oruç tutmaya niyetlendim ben de”
“olmaz bugün moruk, yarın işportaya uğrarım, şimdi işe dönmeliyim”
“tamam hadi kolay gele”

mustafa iyi bir çizerdi. fanzinlerime kapak yapar, bazen de içeriye kara kalem bir şeyler döşerdi. güzel sanatlara girmeye çalışmış alınmamıştı. ah o kuralcı sanat kuramlarına tutkun hocalar. hiçbir ders almamıştı mustafa, kendine özgü bir tarzı vardı ama bu tarz, beş denemesinde de yetenek sınavından çakmasına neden olmuştu. dergilere de göndermiş kabul görmemişti. benim yazarlığıma benziyordu onun çizerliği de.. ben de kendi kendimi basıyordum. gerçi benimkisi bir tercihti, beni yayınlayacak küçük bir yayınevi pekala bulabilirdim, ama üzerimden hele hele yazdıklarımdan başka birilerinin para kazanmasını istemiyordum, bana beş kuruş vermeyeceklerdi çünkü. emindim bundan. bir arkadaşımın dört şiir kitabı vardı, iyi de satmıştı ve beş kuruş para alamamıştı yayınevinden. ben de alamayacaktım muhtemelen ama belki bu şekilde adım duyulur sonra büyük yayınevlerine kapak atardım arkadaşlarıma göre. istemiyordum bunu. kendi kendini basmak daha değerli görünüyordu bana. ufak bir kitleye hitap etmek, onlara kitabı kendi işporta tezgahından, elden, onları görerek vermek, gelen parayla bi bira içmek, keyifliydi. huzurlu bir yoldu bu.

dün geceden bir litreye yakın şarap kalmıştı geriye. onu içip yattım.

2.
kahretsin. alarmımı kaldırmayı unutmuşum. her gün sabah işe giderken çalan alarm, istifa ettiğim günün ertesinde de uyandırdı beni. sabahın altısında hem de. hemen kalkıp kendime de bir küfür ederek telefonu duvara fırlattım. susmadı alet. akıllılardan değildi. bir ara akıllıya geçmiş, sonra sıkılıp, eski püskü ikinci el sağlam bir nokia almıştım kendime. tuşlu. 2000’li yılların başından kalma. güç bela bit pazarında bulmuştum aleti. şarj cihazı ile birlikte bi lira. çalışıp çalışmadığından bile emin olmadan aldım. çalışıyordu lanet şey. evet duvara attığım halde susmak bilmemişti. kalkıp kapattım alarmı. kalkınca da uykum kaçtı tabii.. tutup sabah sabah bi tekli sardım kendime. huyum değildir oysa. yılda dört bilemedin beş güne denk gelir toplasan, cigara tükettiğim gün sayısı. yanına da şekersiz sütsüz sert bir kahve yaptım. sabah sabah  punk açtım kendime. cock sparrer. tatlı bir sound ve vokale sahipler, yumuşak geliyorlar bana. çalan müzik eşliğinde, işe gitmiyor oluşumun keyfini sürdüm. bir saat kadar böylece devam etti.

günlerden çarşambaydı. ramazan ayıydı. ve sabah işe giden insanları, işe gitmeyen, işsiz de olmayan bir insan olarak izlemek istedim. evden dışarı çıkıp yürümeye başladım. eşofmanlarla. ben eşofman giyerim. severim eşofmanı. kot gibi sıkıcı ve katı değildir. rahattır. ben de rahatıma bu derece düşkünüm işte.

insanlara baktım. işe giden insanlara. duraklara. otobüs servis dolmuş bekleyen insanlara. ne için bunca çaba dedim. aç kalmamak ve başkasına muhtaç olmamak için sadece. bir de varsa, aileye bakabilmek için. bir aileye bu yüzden sahip olmuyorum. vardı bir ailem, öldüler. kardeşler evlendi. kardeşlerin çocukları evlendi. yeğenlerin bile çocukları oldu. arkadaşlarımın bir kısmı evlendi. vardı bir ailem, artık yok. ve ben yeni bir aile istemiyorum. yalnızlığımı seviyorum, yalnızlığımı hiçbir şeyle, bir kadınla, hele hele bir çocukla değişemem… bu yüzden yalnız yaşıyorum. arada bir eve arkadaşlar gelir, onlar da bir elin parmaklarını geçmez. ve iki gün üst üste kalamazlar, açık açık ertesi gün gitmeleri gerektiğini bildiririm onlara. ve çat kapıda gelemezler. bilirler bu huyumu da darlamazlar beni. böylesi daha iyi. ailem olsaydı çalışmak zorundaydım üstelik. şu an gördüğüm yüzlere bakıyorum, hepsi birilerine bakmak zorunda. bu zorunluluk çalışma zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. mutlu olduklarını sanmıyorum. her biri bitkin çaresiz ve umutsuz görünüyor işe giderken. ve güvensizler. korku da var gözlerinde. görüyorum. uzunca bir süre yürüyorum, ta ki ortalık işe gidenlerden, işsizlere, emeklilere ve gençlere dönüşüne kadar.

sanırım üç saat kadar rotasız ve plansız yürüdüm. evden epey uzaklaşmıştım. geri dönüş yolunda, sahil kenarından, denize baka baka eve geldim. bi şişe bir buçukluk şarap ve ekmek aldım evin aşağısındaki bakkaldan. bakkal ilk zamanlar yadırgıyordu sabahın köründe şarap almamı. gece vardiyasından çıktığımda yapıyordum bunu bazen. zamanla alıştı. hatta bakkala girince, “oo şarapçı dayı napıyon” gibi kendince şakalar yapmaya çalışıyor. ne gülüyor ne cevap veriyorum. sevmiyorum insanları. insanların büyük bir çoğunluğunu sevmiyorum. onların isyan etme güdüsüz pes etmiş halleri sayesinde ben de onlar gibi çalışmak zorunda kaldım hayatım boyunca. teslim olmuştu her biri, teslim olmaktan da öte, sistemle özdeşlik kurmuşlardı. sistemin bir neferiydi her biri, kapitalizmin askeriydiler. bilinçli ya da bilinçsiz böyleydiler işte. uyutulmamışlardı, kendilerini uyutmuşlardı. böylesi daha kolaydı onlar için. çıkar yolları olmadığını düşünüp, bir çocuk yapmak, ve kendini çocuğuna adamak daha kolaydı. kafese kapatılmak ve düşünmeden hayalsiz yaşamak. ben böyle değildim. politik biri de sayılmazdım ama kalbimde sürekli bir kıvılcım vardı, her an parlamaya ve bir yerleri kırıp dökmeye hazır. benim gibi bin kişi bulsam, şehrin büyük bir kısmını ateşe verebilirdim. medeniyetin bir an önce son bulması gerekiyordu bana göre. tekrar geldiğimiz yere, avcı toplayıcılığa dönmeliydik. ve zeka adlı zehri kullanmamalıydık asla. içgüdülerimizle hareket etmeliydik ve konuşma adlı bir şey olmamalıydı. ağzımızdan hiçbir anlamı karşılamayan, sözcük olmayan harfler çıkmalıydı sadece. kelime yok. böylece düşünce de yok. düşünce olmayınca, fikir de yok. ve böylece bir çok sorun çözülmüş olucaktı.

eve gelip, ekmek aramı yaptım. içine az biraz peynir domates koydum sadece. yoktu evde başka bir şey. yemekle aram hiç iyi olmadı bugüne kadar. sırf karnım doysun diye yemek yiyordum, ne yediğimin önemi yoktu. ve mümkün oldukça dışardan yemek yemiyordum. on kuruşluk şeyi, on liraya çakarlardı sana. yirmi kişilik çorba fiyatına bir tas çorba içerdin anca…

kalan paramı idareli kullanmalıydım, her gün şarap içmek olası değildi, henüz intihara yakın değildim, ne zamana kadar kalan paramla idare etmem gerektiğini bilmiyordum ve tekrar çalışmak zorunda kalmak işime gelmiyordu. çalışmayacaktım bir daha. bir alarmla uyanıp, o boktan fabrikalarına gitmeyecektim. işçilerden de nefret ediyordum ayrıca. işçilerin yapacağı devrimden cacık olmazdı. her biri sistemin azimli birer neferiydi. bilinçlenmeleri falan gerekmiyordu. bilinç ya da eğitimle ilgili değildi mesele. ben hiçbir şeyi kitaplardan öğrenmemiştim. içimde başkalarının aylaklık ya da tembellik olarak gördüğü bir kene vardı. tembeldim evet. bir tembel olarak on beş senemi fabrikalarına vermiştim ama. eh, bu kadarı yeterliydi.

biraz kestirip, öğleden sonra uyandım. işporta çantamı alıp çıktım evden. sahili takip ederek, denizi de izleyerek alsancak iskelesine vardım. iskelenin tam karşı sokağına girip ilerleyince kilise sokağı çıkıyordu karşıma. hayatımın yarısında içtiğim ve serserilik ettiğim, bazen bana çok paralar kazandıran sokak. ve en büyük acımın yattığı sokak. hayatımın miladına sahne olan sokak. öncesi ve sonrası diye ayırdığım iki ayrı insan olduğum gecenin yaşandığı sokak. vardım sokağa. turgut yoktu. sevindim buna. umarım gelmez diye düşündüm. açtım bölgeme işportamı. bira çekti canım. erteledim. şu sessiz hatun, eğer gelirse, ona, “sana bir bira ısmarlayayım, işportada takılmak istersen” diyecektim. soracaktım bu kez bunu evet. bir çok kez sormak istemiş ertelemiştim. hiç konuşmuyordu. parayı uzatıyor fanzini alıp gidiyordu. hiç sektirmemişti bugüne kadar, her açışımda gelmişti son bir senedir. siyah küt saçları vardı. 25, 26 yaşında gösteriyordu. en fazla yirmi yedi. makyaj yok. çanta yok. bir kot ve mevsime göre bir sweet ile ceket ya da bir tsirth.

içimden, social distortian’a ait bir şarkı söylemeye başladım. dilim döndüğünce. melodisi ile beraber. çok geçmeden geldi bizimki. yeni fanzin yoktu tezgahta. bilerek koymamıştım. baktı baktı baktı. daha önce aldığı bir fanzini aldı eline. tam parayı uzatacakken, “onu daha önce almış olmalısın” dedim, “yeni fanzin yok bugün tezgahta.” bir şey demedi, parayı uzatmayı sürdürdü. “istersen bir bira içelim” dedim, “tezgahta takılabilirsin.” aval aval yüzüme baktı. dilsiz olabilir miydi? ya da sağır. olasıydı. ama sanmıyordum. başka bir şey vardı. “bira” dedim. “ister misin?” elimle bira içer gibi bi hareket yaptım. kafasını salladı en sonunda. “tamam ben alıp geliyorum” dedim. cebinden para çıkarmaya yeltendi, durdurdum, “ben ısmarlıyorum” diyerek. “bekle burda. gelicem.”

gittim ve geldim. birayı uzattım ona. normalde işportada ayakta takılmayı sevmem. yere oturmak ve insanları kaldırımdan izlemek güzeldir. ama şu an, bu hiç konuşmayan ve tepki vermeyen insanla ne yapacağımı düşünüyordum. ne diye ona bira ısmarlamıştım ki. amacım neydi. duygusal bir şey hissetmiyordum. hikayesini merak ettiğim falan da yoktu. hiç kimsenin hikayesini merak etmem ben. anlattıkları ile de ilgilenmem.. kendim bir hikaye uydururum onlar hakkında. ama bu kız hakkında herhangi bir hikaye uyduramamıştım. yeni insanlarla tanışmaktan haz etmeyen ben, ne diye bu kıza bira ısmarlamıştım bilmiyordum. yapmıştım işte. ve ne konuşacağımı da bilmiyordum. o da hiç konuşmuyordu. adın ne diye sordum. cevap vermedi. kafasını başka yöne çevirdi sadece. bu beni duyduğu anlamına geliyordu. sigara ister misin, diyerek tütün torbamı çıkardım. ben sarmaya hazırlanırken, o da bir kağıt çıkardı kendine, tam sarmayı biliyor demek ki diye düşünürken kağıdı incelediğini gördüm. “ben sararım bilmiyorsan” dedim. kafasını salladı. sardım iki tane. yaktım sigarasını. ilk dumanda öksürdü. oysa hafif bir tütündü. hafif seviyordum çünkü çok içiyordum, nerdeyse yarım saatte bir. fabrikadayken bile saat başı tuvalete gider sigaramı içerdim, karışmıyordu şef bana, işi aksatmıyor herkesin bastığından daha fazla iş çıkartıyordum. ama artık özgürdüm dilersem on dakikada bir de sikebilirdim ciğerlerimi, kimse karışamazdı.

sigara içmeyen birinin, ilk defa sigara içen birinin öksürmesine benziyordu bu öksürük. eğer öyle ise, yani onu sigaraya başlatan ben olursam, üzülmezdim. bin defa dünyaya gelsem, sigaradan ölücek de olsam, yine sigaraya başlar, yine başlardım. sigara içmemek büyük bir eksiklik bana göre. doğanın ham lezzetlerinden birini almıyorsun demektir bu. her neyse, birayı öne doğru uzattım çitong yapalım diyerek ve ilk yudumu aldım. o da aldı bir yudum, yüzünü ekşiltti. acaba birayı da mı ilk defa tadıyor diye düşündüm. ve yine içimde en ufak bir üzüntü hissetmedim. alkol de, doğanın bize bahşettiği işlenmiş zevklerinden biridir.

boş gözlerle bakmayı sürdürdü hatun bana. muhabbet açmayı pek beceremeyen biriyimdir. genellikle açılan muhabbetlerde, geyik yapan tarafımdır. pek ciddi konulara da hiç gelemem. soru sormayı da bana soru sorulmasını da sevmiyorum üstelik. nerede oturuyorsun, ne iş yapıyorsun kaç yaşındasın, falan filan, bana göre değil. isim bile sormam genelde. söylense de aklımda tutamam zaten, simaları bile unutuyorum ara sıra. işportaya biri geliyor bir süre takılıyor, muhabbet ediyoruz, bir ay sonra tekrar geliyor ve ben önceki konuşmayı da yüzü de unutmuş oluyorum. unutmayı seviyorum da ayrıca. geçmişin yükünü taşımak bana göre değil. geleceğin sorumluluğunu da. hoş bu sorumluluğu az biraz taşımıyor olsaydım, şimdi işi bırakıp günün bu saatinde sokakta bira içiyor olamazdım. bu sayede, para biriktirerek, sağladım bunu. ama bu da, sorumluluktan ve gelecek kaygısından ziyade, özgürlüğüme düşkün oluşumdan kaynaklanıyor. bir an önce çalışma hayatından sıyrılmak için biriktirildi o para. plan elliydi, ama ruhum buna dayanamadı. plan elli ve doksan bin liraydı. kırkımda otuz bin lira ile planı terk ettim. bunu, ellime kadar yaşamama kararı aldığım için yaptım. intihar yan cebimden göz kırptı gene bana. çektim fermuarını cebimin. kapalı kalsın orada intihar. ölmesin ama beni de şimdi öldürmesin. zamanı gelince çıkarıp cebimden elime alıcam onu, kalbimi deşip çıkarak yerinden, ruhumu bilinmeyene doğru yolculuğa çıkartacak, başka bir galaksiye, başka bir hikayeye, masallar diyarına belki de, belki de orta dünyanın ortasında bir hobbit olucam öldükten sonra. bilemiyorum. asla bilemezsiniz. ispatlayamazsınız da. bir inanç ya da histen öteye gitmez öldükten sonrasına ait fikirler. hiç olmamasını yeğliyorum ama bana var gibi geliyor. tanrı bizi öyle başı boş bir yok oluş huzuruna terk eylemez, bırakmaz peşimizi. yanlış anlamayın bir cennet ya da cehennemden bahsetmiyorum. bu daha çok, zemt galaksisine olan inancımla ilgili, ve bu da benim boktan psikozlarımla ilgili başka bir mesele, buranın konusu değil. belki başka zaman anlatırım. biz edna’ya dönelim.

evet, edna koydum adını bu hatunun. biramdan bir yudum daha aldıktan sonra, “sana edna diyebilir miyim” dedim, “büyük olasılıkla ismini tekrar sorsam da söylemiceksin.” kafasını salladı. “anlaştık” dedim, “ben de zack. ama başka bir şey de söyleyebilirsin, içinden ne gelirse, konuşmak istersen yani.” olur anlamında başını salladı. “oturalım mı” dedim, “ayakta durmayı sevmiyorum.” oturduk. saat altıya geliyordu. telefonu çaldı ednanın. demek bir telefonu vardı. meşgule attı telefonu ve mesaj yazdı. geri mesaj geldi. bir mesaj daha yazdı. mesajlaşma on dakika kadar sürdü. konuşmuyor ama mesajlaşıyordu demek. garipti.

işportaya kimse gelmiyor, göz ucuyla bile bakmıyordu ve saat altıya geliyordu. biraları tazeledim. para vermek istedi, almadım. hiç konuşmuyorduk. biramızı ve tütünümüzü içip, öylece, arada bir göz göze gelerek oturuyorduk kaldırımda. yan tezgahtan ibo geldi yanıma, “kağıt var mı, tütüncüye gidemedim şimdi, zor geldi” dedi, “var” dedim, açılmamış bir tane verdim ona, “bu çok” dedi, var mı sen de”
“var var”
“eyvallah”
“istifa ettim” dedim, “artık her gün burdayım”
“iyi yapmışsın” dedi, “ben sana hep diyorum abi, sokakta her zaman para var, ekmek çıkar burdan”
“bit pazarına gidicem her pazar, yeni kitaplar falan, fanzindi oydu buydu, yapıcaz bişiler” dedim
“olur olur” dedi, bu sırada meto seslendi yan tezgahtan ibo’ya. tezgaha biri bakıyordu, geçti o da tezgahına. ben de edna’ya döndüm, “ibo ile meto sağlam çocuklar” dedim, “on yıldır tanırım adamları, tanıdım tanıyalı sokaktalar, benden öncesi de var tabii, ben aptallık ettim bunca yıl çalışmakla, enayilik düpedüz fabrika hayatı, kendi işini bile yapsan devlete bi ton vergi vererek enayilik ediyorsun aslında. ama yok başka çıkar yolu. altı gün ölüm bi gün hayat. ya da intihar. intihar en güzeli de, zamanını kolluyorum” dedim. sözümü kesti edna, ilk defa konuştu
“ben üç kez ettim” dedi, “her defasında kurtardılar, artık denemiyorum”

ürkek bir ses tonu vardı. ve ilk kez konuştuğu için,  nihayet konuştun diyebilirdim, ya da benim yerimde başka biri olsa kesin bunu derdi, ama yüzüne vurmak istemiyordum bunu, kimsenin yüzüne yüzüne bir açığını ya da tuhaflığını vurmam ben. seviyorum tuhafları ve kaçıkları. ama çalıştığım fabrikadaki türlerini değil, onlar sakatlar, tuhaf değiller, kafalarında değil sakatlık, ruhlarında, ruhen özürlülüler, hatta bir ruhları olduğu bile söylenemez, tanıştıklarımın çok azında vardı ruh.

“beraber deneyebiliriz hala niyetliysen” dedim, “bir ara yani, var kafamda öyle bir şey”

olumsuz manada kafasını salladı ve yine sessizliğe büründü. telefonum çaldı bu sırada, mustafaydı arayan.

“napıyon lan at yarrağı”
“işportadayım. gelsene. çalışıyon mu?”
“he ya. yedide çıkçam bugün. damlarım”
“tamam görüşürüz”
“hadi eyvallah, işe döneyim”

saat altıyı çeyrek geçiyordu. biramız bitmek üzereydi. içer miyiz birer tane daha dedim. para çıkarmaya yeltendi edna. bıraktım çıkarsın. kendini mahcup hissetmesin. iki bira parası verdi bana. “bitsin gidiyorum” dedim. “mustafa gelcek, rahatsız olmazsın sanırım, klas adam, seversin.” olur anlamında başını salladı.

mustafa geldiğinde saat yedi buçuğu geçiyordu ve biz de şaraba dönmüştük. bi pet bardak da fazladan almıştım mustafa için. “nerde kaldın” dedim mustafaya, “ebenin amında” dedi, “yemek yedik herhalde, çalışıyoz biz, senin gibi boş beleş adam değiliz”
“iyi ki bi istifa ettim” dedim, “artık yüzüme vurursun her gün çalışıyor oluşunu, işporta işten sayılmıyor ya”
“yok sayılmıyor, oturup bekliyon burda, napıyon amına koyayım başka”
“tanıştırayım edna, mustafa”
“ney?”
“edna”
“memnun oldum” diyerek elini uzattı mustafa edna’ya, edna başını salladı, tokalaştılar.

sekize kadar, biz mustafa ile geyik yaptık, edna dinledi sadece. sekizde klisenin çanı ile beraber edna’nın telefonu çaldı. meşgule attı edna. mesaj yazdı. bana döndü, “gitmem gerek, ailem” dedi. kalktı. ve başka hiçbir şey söylemeden alel acele uzaklaştı.

“kim bu” dedi mustafa
“edna” dedim, “arkadaşım”
“ilk defa görüyorum ben”
“yok lan gördün daha önce, işportaya gelip fanzin alıyordu”
“hatırlamıyorum. hiç konuşmadı ya la.”
“öyle o. bilmiyorum. üstüne gitme kızın bir daha görünce.”
“ha bir daha görücen yani. manitamı yapıyon kendine  göt”
“yok lan öyle bir şey değil. bir yıldır her tezgah açışımda gelir fanzin alır. bugünde bira içelim mi diye sordum öyle yani.”
“iyi tamam. hadi kalk eve gidelim.”
“dur daha erken ya.”
“iş yaptın mı hiç?”
“hayır”
“bu saatten sonra da olmaz zaten, gidelim hadi”

mustafa böyledir, sevmez işportayı, benim hatrıma çeker. kafası iyi olunca da yoldan geçen insanlara laf atar durur, işportayla ilgili. bu sayede çok iş yaptığımda oldu. ama bugün karın ağrısı başka onun, belli.

“bize mi geliceksin” dedim
“yok eve gidicem” dedi, “yarın sabah bira gelcekmiş, onda barda olmam lazım.”
“yarın tatil değil mi sana”
“iş yüklediler, ondan bugün yedide çıktım zaten, gidiyoz mu?”

“iyi hadi gidelim” dedim. kalkıp tezgahı topladık. giderken ibo ile metoya seslendim eyvallah anlamında. yürümeye başladık mustafa’yla. yine sahil yolunu kullanarak. yolda mustafa, işten istifa etmekle iyi yaptığımı, işi sıkı tutup işportadan geçinebileceğimi söyledi.
“denicem” dedim. “başka şansım yok.”
“ben de sözüm ona part time çalışıyom” dedi, “paso ekstre yüklüyorlar.”


benim evimin üstündeydi yolu. eve varınca “gelsene oturak biraz” dedim ama istemedi. vardı bir karın ağrısı. edna ile ilgiliydi belki de. bilemiyorum. beni eve bırakıp yoluna devam etti. ben de eve girince bi yarım saat uzanayım dedim, şarabın etkisiyle sızmışım.