1.
çalışmak
enayiliktir. hele ki bir fabrikada çalışıyorsanız, enayinin daniskasısınız
demektir. maksimum bir haftada ürettiğiniz işlerden maaşınız çıkar, geri kalan
günlerde patrona çalışırsınız. hatta, geçmişte çalıştığım yerlerden birinde,
maaşımı bir günün yarısında bile çıkarıyor olabilirim. bunu biliyorum çünkü
araştırdım. aklıma düşmüştü, bir keresinde. bir gece vardiyasında bastığım
işlerin ben bastıktan sonra –plastik enjeksiyon işiydi- çöküntü yapması ve
hurda olması sonucu, şef tarafından azarlanırken ki azarlanmaya gelemem, bu
yüzden sikerim işini diyerek, direkt dışımdan karşımdaki azarlayıcıya bunu
söyleyerek işi bıraktığım vakidir, her neyse, azar işitirken, neyse parası
maaşımdan kesersiniz olur biter, demiştim. şef de, senin maaşın karşılamaz zararını
demişti. ben de bir gece herkes yemek molasındayken gizlice muhasebe bölümüne
girip, gündüz kesilen faturalara baktım, haklıydı şef, tanesi 80 liraydı o gün
hurdaya çıkan işin ve ben bir gecede 1500 adet basmıştım. bizden istenen sayı
buydu, ve 1500 çarpı 80, 120 bin lira ediyordu. bastığım işin tanesinden bir
lira kar edildiğini bile düşünsek ki bu çok az bir rakam, 1500 lira kar demekti
bir gecede, bir vardiyada, tek bir makinede, ve benim maaşım o günlerde 715
liraydı. maaşım karşılamazdı hatalı bastığım işin faturasını, ve her neyse başa
dönecek olursak, dediğim gibi, çalışmak enayiliktir ve ben de bu enayiliği 50
yaşıma kadar sürdürmeye karar vermiştim. 35 yaşında bir işe girmiş, sağlam yani
maaş günü sekmeyen, çalışma saatleri dışında fazla mesaisi olmayan -ki bu benim
işime gelir- bir yerde çalışmaya başlamıştım. ailemle yaşıyor, maaşımın üçte
ikisini anneme veriyordum. kalanının çok az bir miktarını harcıyor, bunun için
alkolümden kesiyor, tütün içiyor ve haftada bir gün dışarı çıkıyordum, bu şekilde
para biriktirerek 50 yaşına kadar çalışacak ve emeklilik için gereken sigorta
günüm dolunca da, ellimde doluyordu, istifa edicek, bu şekilde bir istifa ile
yani sigorta günümün dolması bahanesi ile tazminatımı da alıp biriktirdiğim
paranın üzerine koyarak bir on yıl idare etmeye çalışacaktım. altmış yaşında
olacaktım emekli. eğer yaşarsam..
40
yaşıma geldiğimde verdim istifamı. 5 yılda 30 bin lira biriktirmiştim. yeter
diye düşünüyordum. intiharı kafaya takmıştım bir kere. yapıcaktım. zamanını kolluyordum.
ve artık çalışmak istemiyordum. 3 vardiya bir iş, her biri bir manyak olan iş
arkadaşlarının aptal soruları; neden evlenmiyorsun, evini işe yakın bir yer
taşısana, şu karıya çakar mısın, hafta sonu maç nolur, halı saha maçı yapıcaz
gelir misin, ve dahası bel altı şakalar. ben muhatap olmasam da hiç kimseyle,
mutlaka gelip laf atıyorlar, bulaşıyorlardı. sevmiyordum hiçbirini. her neyse,
40 yaşıma geldiğimde, bir bahar günü, nisanın üçünde, verdim istifamı. direkt
sabah vardiyasında servisten inip insan kaynaklarını gittim ve işten ayrılmak
istediğimi söyledim. çok şaşırdılar, sevilen bir enayiydim çünkü onlara göre,
işini hatasız ve eksiksiz yapan, iş yerinde sorun çıkarmayan, nadir bulunan
enayilerden…
tazminatımı
vermeyi kabul etmediler. eh olsun, açacağım eski kitap işportasından da biraz
tırtıklar, intihara hazır olana kadar geçinebilirdim. intiharım bir depresyon
intiharı değildi. üzüntülü ve kederli değildim. mutsuzdum evet ama
mutsuzluğumun kaynağı çalışmak zorunda olmaktı. istifa ettiğim gün
mutsuzluğumda yok oldu. mutlu da değildim ama, çalışmak zorunda olmak dışında
hiçbir şeyi umursamıyordum ki istifa da edince de umursancak bir şey kalmamıştı
hayatımda.
karataşta
oturuyordum, izmirde yani, yeni taşındığım evde, -üç ay önce annem ölmüş, ben
de buraya taşınmıştım- ilk özgür günümün partisini verdim kendime. eve gelirken
iki tane bir buçuk litrelik şarap biraz da çerez almıştım, iki paket de chesterfield.
müziğimi açtım ve kafam da biraz kıyak olunca, öğlenin birinde, şarkılar
söyleyerek karşıladım özgürlüğümü… yine de intihar yan cebimden bana göz
kırpıyordu. bugün olmazdı. şimdi değil, biraz çalışmak zorunda olmamanın,
alarma uyanmamanın keyfini çıkarmam gerekiyordu.
ertesi
gün, kitaplığımdan 20 kadar kitap seçip, elimde kalan fanzinlerle beraber evden
çıktım. işporta tezgahı açacaktım. ara ara, yani ayda belki en fazla altı gün
açıyordum tezgah. fabrikanın ruhumdan emdiğinden kalanı ile ancak bu kadar
gün.. ama artık her zaman işportada olacaktım. seviyordum işporta sohbetlerini,
iki üç arkadaşla da denk geldin mi, tamamdır. yalnız başına oturmak da
keyiflidir, yoldan geçenlere laf atarsın, içersin şarabını, bazen müzik açar
bir arkadaşın akıllıdan, ve kaldırımda oturmanın tadını çıkarırsın, hiç iş
olmasa da.
her
neyse, alsancak kilise sokağına vardığımda yerimin turgut tarafından kapılmış
olduğunu gördüm. sevmiyordum turgut’u, işportadaki hiç kimse sevmiyordu.
sürekli kavga çıkarıp ona buna bağırır, milleti rahatsız eder, iş de yapamazdı
pek, büyük hayalleri olan bir kaybedendi. ben kaybetmemiştim, kazanmamıştım da,
yarışa dahil etmiyordum kendimi, turgut yarışın içindeydi, oyunda son hızla
koşmaya çalışıyor ama ayağına gelen topları sürekli avuta ya da kendi kalesine
gönderiyordu. ben seyirci olmak bile istemiyordum bu oyunda, hiçbir şeyi, ama
gerçekten olmuş ya da olacak hiçbir şeyi umursamıyor, kendi dalgama bakıyordum…
ilk
gün size anlatabileceğim enteresan bir şey olmadı. sadece, o tuhaf kız gelip
bir fanzin daha aldı. hiç konuşmazdı. son bir yıldır, işportama gelir, bir
fanzin alır, avucuma üç lira bırakır giderdi. istersen şunu da hediye edeyim,
kendi kitabımı vereyim, bak bu yeni çıktı gibi her türlü muhabbet girişimlerime
sessizlikle karşılık verdi hep. gözlerimin içine boş boş bakıp, parayı uzatıp
giderdi. sesini bir kes bile işitmedim bugüne kadar. ama mutlaka, ben işporta
açtığımda, ki işporta açacaksam eğer, bunu mutlaka internetten, işporta için
açtığım gruptan duyururdum, oradan görüyordu muhtemelen, ben işporta açtığımda
mutlaka gelir ve bir fanzin alırdı. evimde sekiz yüz kadar fanzin vardı ve her
işporta açışımda yeni bir fanzin olurdu mutlaka tezgahta. zaten ayın en fazla
altı günü açabiliyordum tezgah. ama o gün, evden çıkmadan önce, internetten,
artık, aksilik olmadığı sürece her gün tezgah açacağımı duyurmuştum. bakalım,
adını bile bilmediğim, bu tuhaf kız, her gün gelicek miydi tezgaha.. o da benim
gibi bir tür kaçık sayılırdı.
o
gün tezgahı saat onda kapatıp, evime geldim. yürüme mesafesinde sayılır evim.
alsancak karataş arası en fazla otuz dakika. elde küçük boy bir valiz olunca,
işporta çantası, olsun olsun 40 dakika sürsün. otobüse binmekten yeğdir.
alkollü olunca biraz sinir bozucu olabiliyor ama artık daha az harcamalıydım.
kahvaltıyla duruyordum, dışarda bir şey yememiştim, şu tuhaf kızın aldığı üç
liralık fanzin dışında da iş yapmamıştım. alkolde almadım. eve gelip bir güzel
ekmek arası ile doyurdum karnımı. telefon çaldı, arayan mustafaydı. yoldayken
mustafayı aramıştım. açmamıştı. belki çalışıyordu, bugün tatil günüydü gerçi
ama ekstreye çağırmış olabilirlerdi, alsancakta bir barda part time çalışıyor,
ailesi ile yaşıyordu kendisi. evimiz yakın sayılırdı, bazı günler bize gelirdi.
bu gün de gelebilir miydi diye sormak istemiştim. o nedenle aramıştım. yaklaşık
2 saat sonra döndü geri. açtım telefonu.
“naber
moruk müsayit misin?”
“işteyim
şimdi, iki de çıkıcam, ne o lan işi naptın her gün işporta açacak mışsın diye
yazmışsın nete?”
“istifa
ettim”
“iyi
bok yedin, napıcan şimdi?”
“hiç..
gelsene gece bize”
“ikide
çıkıyorum dedim duymadın mı amcık ağızlı?”
“iki
buçuk da bizdesin işte?”
“sahura
mı geleyim yani?” ramazan ayındaydık..
“he
ya, yarın oruç tutmaya niyetlendim ben de”
“olmaz
bugün moruk, yarın işportaya uğrarım, şimdi işe dönmeliyim”
“tamam
hadi kolay gele”
mustafa
iyi bir çizerdi. fanzinlerime kapak yapar, bazen de içeriye kara kalem bir
şeyler döşerdi. güzel sanatlara girmeye çalışmış alınmamıştı. ah o kuralcı
sanat kuramlarına tutkun hocalar. hiçbir ders almamıştı mustafa, kendine özgü
bir tarzı vardı ama bu tarz, beş denemesinde de yetenek sınavından çakmasına
neden olmuştu. dergilere de göndermiş kabul görmemişti. benim yazarlığıma
benziyordu onun çizerliği de.. ben de kendi kendimi basıyordum. gerçi benimkisi
bir tercihti, beni yayınlayacak küçük bir yayınevi pekala bulabilirdim, ama
üzerimden hele hele yazdıklarımdan başka birilerinin para kazanmasını
istemiyordum, bana beş kuruş vermeyeceklerdi çünkü. emindim bundan. bir
arkadaşımın dört şiir kitabı vardı, iyi de satmıştı ve beş kuruş para
alamamıştı yayınevinden. ben de alamayacaktım muhtemelen ama belki bu şekilde
adım duyulur sonra büyük yayınevlerine kapak atardım arkadaşlarıma göre.
istemiyordum bunu. kendi kendini basmak daha değerli görünüyordu bana. ufak bir
kitleye hitap etmek, onlara kitabı kendi işporta tezgahından, elden, onları
görerek vermek, gelen parayla bi bira içmek, keyifliydi. huzurlu bir yoldu bu.
dün
geceden bir litreye yakın şarap kalmıştı geriye. onu içip yattım.
2.
kahretsin.
alarmımı kaldırmayı unutmuşum. her gün sabah işe giderken çalan alarm, istifa
ettiğim günün ertesinde de uyandırdı beni. sabahın altısında hem de. hemen
kalkıp kendime de bir küfür ederek telefonu duvara fırlattım. susmadı alet.
akıllılardan değildi. bir ara akıllıya geçmiş, sonra sıkılıp, eski püskü ikinci
el sağlam bir nokia almıştım kendime. tuşlu. 2000’li yılların başından kalma.
güç bela bit pazarında bulmuştum aleti. şarj cihazı ile birlikte bi lira.
çalışıp çalışmadığından bile emin olmadan aldım. çalışıyordu lanet şey. evet
duvara attığım halde susmak bilmemişti. kalkıp kapattım alarmı. kalkınca da
uykum kaçtı tabii.. tutup sabah sabah bi tekli sardım kendime. huyum değildir
oysa. yılda dört bilemedin beş güne denk gelir toplasan, cigara tükettiğim gün
sayısı. yanına da şekersiz sütsüz sert bir kahve yaptım. sabah sabah punk açtım kendime. cock sparrer. tatlı bir
sound ve vokale sahipler, yumuşak geliyorlar bana. çalan müzik eşliğinde, işe
gitmiyor oluşumun keyfini sürdüm. bir saat kadar böylece devam etti.
günlerden
çarşambaydı. ramazan ayıydı. ve sabah işe giden insanları, işe gitmeyen, işsiz
de olmayan bir insan olarak izlemek istedim. evden dışarı çıkıp yürümeye
başladım. eşofmanlarla. ben eşofman giyerim. severim eşofmanı. kot gibi sıkıcı
ve katı değildir. rahattır. ben de rahatıma bu derece düşkünüm işte.
insanlara
baktım. işe giden insanlara. duraklara. otobüs servis dolmuş bekleyen
insanlara. ne için bunca çaba dedim. aç kalmamak ve başkasına muhtaç olmamak
için sadece. bir de varsa, aileye bakabilmek için. bir aileye bu yüzden sahip
olmuyorum. vardı bir ailem, öldüler. kardeşler evlendi. kardeşlerin çocukları
evlendi. yeğenlerin bile çocukları oldu. arkadaşlarımın bir kısmı evlendi.
vardı bir ailem, artık yok. ve ben yeni bir aile istemiyorum. yalnızlığımı
seviyorum, yalnızlığımı hiçbir şeyle, bir kadınla, hele hele bir çocukla değişemem…
bu yüzden yalnız yaşıyorum. arada bir eve arkadaşlar gelir, onlar da bir elin
parmaklarını geçmez. ve iki gün üst üste kalamazlar, açık açık ertesi gün
gitmeleri gerektiğini bildiririm onlara. ve çat kapıda gelemezler. bilirler bu
huyumu da darlamazlar beni. böylesi daha iyi. ailem olsaydı çalışmak
zorundaydım üstelik. şu an gördüğüm yüzlere bakıyorum, hepsi birilerine bakmak
zorunda. bu zorunluluk çalışma zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. mutlu
olduklarını sanmıyorum. her biri bitkin çaresiz ve umutsuz görünüyor işe
giderken. ve güvensizler. korku da var gözlerinde. görüyorum. uzunca bir süre
yürüyorum, ta ki ortalık işe gidenlerden, işsizlere, emeklilere ve gençlere
dönüşüne kadar.
sanırım
üç saat kadar rotasız ve plansız yürüdüm. evden epey uzaklaşmıştım. geri dönüş
yolunda, sahil kenarından, denize baka baka eve geldim. bi şişe bir buçukluk
şarap ve ekmek aldım evin aşağısındaki bakkaldan. bakkal ilk zamanlar
yadırgıyordu sabahın köründe şarap almamı. gece vardiyasından çıktığımda
yapıyordum bunu bazen. zamanla alıştı. hatta bakkala girince, “oo şarapçı dayı
napıyon” gibi kendince şakalar yapmaya çalışıyor. ne gülüyor ne cevap
veriyorum. sevmiyorum insanları. insanların büyük bir çoğunluğunu sevmiyorum.
onların isyan etme güdüsüz pes etmiş halleri sayesinde ben de onlar gibi
çalışmak zorunda kaldım hayatım boyunca. teslim olmuştu her biri, teslim
olmaktan da öte, sistemle özdeşlik kurmuşlardı. sistemin bir neferiydi her
biri, kapitalizmin askeriydiler. bilinçli ya da bilinçsiz böyleydiler işte.
uyutulmamışlardı, kendilerini uyutmuşlardı. böylesi daha kolaydı onlar için.
çıkar yolları olmadığını düşünüp, bir çocuk yapmak, ve kendini çocuğuna adamak
daha kolaydı. kafese kapatılmak ve düşünmeden hayalsiz yaşamak. ben böyle
değildim. politik biri de sayılmazdım ama kalbimde sürekli bir kıvılcım vardı,
her an parlamaya ve bir yerleri kırıp dökmeye hazır. benim gibi bin kişi
bulsam, şehrin büyük bir kısmını ateşe verebilirdim. medeniyetin bir an önce
son bulması gerekiyordu bana göre. tekrar geldiğimiz yere, avcı toplayıcılığa
dönmeliydik. ve zeka adlı zehri kullanmamalıydık asla. içgüdülerimizle hareket
etmeliydik ve konuşma adlı bir şey olmamalıydı. ağzımızdan hiçbir anlamı
karşılamayan, sözcük olmayan harfler çıkmalıydı sadece. kelime yok. böylece düşünce
de yok. düşünce olmayınca, fikir de yok. ve böylece bir çok sorun çözülmüş
olucaktı.
eve
gelip, ekmek aramı yaptım. içine az biraz peynir domates koydum sadece. yoktu
evde başka bir şey. yemekle aram hiç iyi olmadı bugüne kadar. sırf karnım
doysun diye yemek yiyordum, ne yediğimin önemi yoktu. ve mümkün oldukça
dışardan yemek yemiyordum. on kuruşluk şeyi, on liraya çakarlardı sana. yirmi
kişilik çorba fiyatına bir tas çorba içerdin anca…
kalan
paramı idareli kullanmalıydım, her gün şarap içmek olası değildi, henüz
intihara yakın değildim, ne zamana kadar kalan paramla idare etmem gerektiğini
bilmiyordum ve tekrar çalışmak zorunda kalmak işime gelmiyordu. çalışmayacaktım
bir daha. bir alarmla uyanıp, o boktan fabrikalarına gitmeyecektim. işçilerden
de nefret ediyordum ayrıca. işçilerin yapacağı devrimden cacık olmazdı. her
biri sistemin azimli birer neferiydi. bilinçlenmeleri falan gerekmiyordu.
bilinç ya da eğitimle ilgili değildi mesele. ben hiçbir şeyi kitaplardan
öğrenmemiştim. içimde başkalarının aylaklık ya da tembellik olarak gördüğü bir
kene vardı. tembeldim evet. bir tembel olarak on beş senemi fabrikalarına
vermiştim ama. eh, bu kadarı yeterliydi.
biraz
kestirip, öğleden sonra uyandım. işporta çantamı alıp çıktım evden. sahili
takip ederek, denizi de izleyerek alsancak iskelesine vardım. iskelenin tam
karşı sokağına girip ilerleyince kilise sokağı çıkıyordu karşıma. hayatımın
yarısında içtiğim ve serserilik ettiğim, bazen bana çok paralar kazandıran
sokak. ve en büyük acımın yattığı sokak. hayatımın miladına sahne olan sokak.
öncesi ve sonrası diye ayırdığım iki ayrı insan olduğum gecenin yaşandığı
sokak. vardım sokağa. turgut yoktu. sevindim buna. umarım gelmez diye düşündüm.
açtım bölgeme işportamı. bira çekti canım. erteledim. şu sessiz hatun, eğer
gelirse, ona, “sana bir bira ısmarlayayım, işportada takılmak istersen”
diyecektim. soracaktım bu kez bunu evet. bir çok kez sormak istemiş
ertelemiştim. hiç konuşmuyordu. parayı uzatıyor fanzini alıp gidiyordu. hiç
sektirmemişti bugüne kadar, her açışımda gelmişti son bir senedir. siyah küt
saçları vardı. 25, 26 yaşında gösteriyordu. en fazla yirmi yedi. makyaj yok.
çanta yok. bir kot ve mevsime göre bir sweet ile ceket ya da bir tsirth.
içimden,
social distortian’a ait bir şarkı söylemeye başladım. dilim döndüğünce.
melodisi ile beraber. çok geçmeden geldi bizimki. yeni fanzin yoktu tezgahta.
bilerek koymamıştım. baktı baktı baktı. daha önce aldığı bir fanzini aldı
eline. tam parayı uzatacakken, “onu daha önce almış olmalısın” dedim, “yeni
fanzin yok bugün tezgahta.” bir şey demedi, parayı uzatmayı sürdürdü. “istersen
bir bira içelim” dedim, “tezgahta takılabilirsin.” aval aval yüzüme baktı.
dilsiz olabilir miydi? ya da sağır. olasıydı. ama sanmıyordum. başka bir şey
vardı. “bira” dedim. “ister misin?” elimle bira içer gibi bi hareket yaptım.
kafasını salladı en sonunda. “tamam ben alıp geliyorum” dedim. cebinden para
çıkarmaya yeltendi, durdurdum, “ben ısmarlıyorum” diyerek. “bekle burda. gelicem.”
gittim
ve geldim. birayı uzattım ona. normalde işportada ayakta takılmayı sevmem. yere
oturmak ve insanları kaldırımdan izlemek güzeldir. ama şu an, bu hiç konuşmayan
ve tepki vermeyen insanla ne yapacağımı düşünüyordum. ne diye ona bira ısmarlamıştım
ki. amacım neydi. duygusal bir şey hissetmiyordum. hikayesini merak ettiğim
falan da yoktu. hiç kimsenin hikayesini merak etmem ben. anlattıkları ile de
ilgilenmem.. kendim bir hikaye uydururum onlar hakkında. ama bu kız hakkında
herhangi bir hikaye uyduramamıştım. yeni insanlarla tanışmaktan haz etmeyen
ben, ne diye bu kıza bira ısmarlamıştım bilmiyordum. yapmıştım işte. ve ne
konuşacağımı da bilmiyordum. o da hiç konuşmuyordu. adın ne diye sordum. cevap
vermedi. kafasını başka yöne çevirdi sadece. bu beni duyduğu anlamına
geliyordu. sigara ister misin, diyerek tütün torbamı çıkardım. ben sarmaya
hazırlanırken, o da bir kağıt çıkardı kendine, tam sarmayı biliyor demek ki
diye düşünürken kağıdı incelediğini gördüm. “ben sararım bilmiyorsan” dedim. kafasını
salladı. sardım iki tane. yaktım sigarasını. ilk dumanda öksürdü. oysa hafif
bir tütündü. hafif seviyordum çünkü çok içiyordum, nerdeyse yarım saatte bir.
fabrikadayken bile saat başı tuvalete gider sigaramı içerdim, karışmıyordu şef
bana, işi aksatmıyor herkesin bastığından daha fazla iş çıkartıyordum. ama
artık özgürdüm dilersem on dakikada bir de sikebilirdim ciğerlerimi, kimse
karışamazdı.
sigara
içmeyen birinin, ilk defa sigara içen birinin öksürmesine benziyordu bu
öksürük. eğer öyle ise, yani onu sigaraya başlatan ben olursam, üzülmezdim. bin
defa dünyaya gelsem, sigaradan ölücek de olsam, yine sigaraya başlar, yine
başlardım. sigara içmemek büyük bir eksiklik bana göre. doğanın ham
lezzetlerinden birini almıyorsun demektir bu. her neyse, birayı öne doğru
uzattım çitong yapalım diyerek ve ilk yudumu aldım. o da aldı bir yudum, yüzünü
ekşiltti. acaba birayı da mı ilk defa tadıyor diye düşündüm. ve yine içimde en
ufak bir üzüntü hissetmedim. alkol de, doğanın bize bahşettiği işlenmiş
zevklerinden biridir.
boş
gözlerle bakmayı sürdürdü hatun bana. muhabbet açmayı pek beceremeyen
biriyimdir. genellikle açılan muhabbetlerde, geyik yapan tarafımdır. pek ciddi
konulara da hiç gelemem. soru sormayı da bana soru sorulmasını da sevmiyorum
üstelik. nerede oturuyorsun, ne iş yapıyorsun kaç yaşındasın, falan filan, bana
göre değil. isim bile sormam genelde. söylense de aklımda tutamam zaten,
simaları bile unutuyorum ara sıra. işportaya biri geliyor bir süre takılıyor,
muhabbet ediyoruz, bir ay sonra tekrar geliyor ve ben önceki konuşmayı da yüzü
de unutmuş oluyorum. unutmayı seviyorum da ayrıca. geçmişin yükünü taşımak bana
göre değil. geleceğin sorumluluğunu da. hoş bu sorumluluğu az biraz taşımıyor
olsaydım, şimdi işi bırakıp günün bu saatinde sokakta bira içiyor olamazdım. bu
sayede, para biriktirerek, sağladım bunu. ama bu da, sorumluluktan ve gelecek
kaygısından ziyade, özgürlüğüme düşkün oluşumdan kaynaklanıyor. bir an önce
çalışma hayatından sıyrılmak için biriktirildi o para. plan elliydi, ama ruhum buna
dayanamadı. plan elli ve doksan bin liraydı. kırkımda otuz bin lira ile planı
terk ettim. bunu, ellime kadar yaşamama kararı aldığım için yaptım. intihar yan
cebimden göz kırptı gene bana. çektim fermuarını cebimin. kapalı kalsın orada
intihar. ölmesin ama beni de şimdi öldürmesin. zamanı gelince çıkarıp cebimden
elime alıcam onu, kalbimi deşip çıkarak yerinden, ruhumu bilinmeyene doğru
yolculuğa çıkartacak, başka bir galaksiye, başka bir hikayeye, masallar
diyarına belki de, belki de orta dünyanın ortasında bir hobbit olucam öldükten
sonra. bilemiyorum. asla bilemezsiniz. ispatlayamazsınız da. bir inanç ya da
histen öteye gitmez öldükten sonrasına ait fikirler. hiç olmamasını yeğliyorum
ama bana var gibi geliyor. tanrı bizi öyle başı boş bir yok oluş huzuruna terk
eylemez, bırakmaz peşimizi. yanlış anlamayın bir cennet ya da cehennemden
bahsetmiyorum. bu daha çok, zemt galaksisine olan inancımla ilgili, ve bu da
benim boktan psikozlarımla ilgili başka bir mesele, buranın konusu değil. belki
başka zaman anlatırım. biz edna’ya dönelim.
evet,
edna koydum adını bu hatunun. biramdan bir yudum daha aldıktan sonra, “sana
edna diyebilir miyim” dedim, “büyük olasılıkla ismini tekrar sorsam da
söylemiceksin.” kafasını salladı. “anlaştık” dedim, “ben de zack. ama başka bir
şey de söyleyebilirsin, içinden ne gelirse, konuşmak istersen yani.” olur
anlamında başını salladı. “oturalım mı” dedim, “ayakta durmayı sevmiyorum.”
oturduk. saat altıya geliyordu. telefonu çaldı ednanın. demek bir telefonu
vardı. meşgule attı telefonu ve mesaj yazdı. geri mesaj geldi. bir mesaj daha
yazdı. mesajlaşma on dakika kadar sürdü. konuşmuyor ama mesajlaşıyordu demek.
garipti.
işportaya
kimse gelmiyor, göz ucuyla bile bakmıyordu ve saat altıya geliyordu. biraları
tazeledim. para vermek istedi, almadım. hiç konuşmuyorduk. biramızı ve
tütünümüzü içip, öylece, arada bir göz göze gelerek oturuyorduk kaldırımda. yan
tezgahtan ibo geldi yanıma, “kağıt var mı, tütüncüye gidemedim şimdi, zor
geldi” dedi, “var” dedim, açılmamış bir tane verdim ona, “bu çok” dedi, var mı
sen de”
“var
var”
“eyvallah”
“istifa
ettim” dedim, “artık her gün burdayım”
“iyi
yapmışsın” dedi, “ben sana hep diyorum abi, sokakta her zaman para var, ekmek
çıkar burdan”
“bit
pazarına gidicem her pazar, yeni kitaplar falan, fanzindi oydu buydu, yapıcaz
bişiler” dedim
“olur
olur” dedi, bu sırada meto seslendi yan tezgahtan ibo’ya. tezgaha biri
bakıyordu, geçti o da tezgahına. ben de edna’ya döndüm, “ibo ile meto sağlam
çocuklar” dedim, “on yıldır tanırım adamları, tanıdım tanıyalı sokaktalar,
benden öncesi de var tabii, ben aptallık ettim bunca yıl çalışmakla, enayilik
düpedüz fabrika hayatı, kendi işini bile yapsan devlete bi ton vergi vererek
enayilik ediyorsun aslında. ama yok başka çıkar yolu. altı gün ölüm bi gün
hayat. ya da intihar. intihar en güzeli de, zamanını kolluyorum” dedim. sözümü
kesti edna, ilk defa konuştu
“ben
üç kez ettim” dedi, “her defasında kurtardılar, artık denemiyorum”
ürkek
bir ses tonu vardı. ve ilk kez konuştuğu için, nihayet konuştun diyebilirdim, ya da benim
yerimde başka biri olsa kesin bunu derdi, ama yüzüne vurmak istemiyordum bunu,
kimsenin yüzüne yüzüne bir açığını ya da tuhaflığını vurmam ben. seviyorum
tuhafları ve kaçıkları. ama çalıştığım fabrikadaki türlerini değil, onlar
sakatlar, tuhaf değiller, kafalarında değil sakatlık, ruhlarında, ruhen
özürlülüler, hatta bir ruhları olduğu bile söylenemez, tanıştıklarımın çok
azında vardı ruh.
“beraber
deneyebiliriz hala niyetliysen” dedim, “bir ara yani, var kafamda öyle bir şey”
olumsuz
manada kafasını salladı ve yine sessizliğe büründü. telefonum çaldı bu sırada,
mustafaydı arayan.
“napıyon
lan at yarrağı”
“işportadayım.
gelsene. çalışıyon mu?”
“he
ya. yedide çıkçam bugün. damlarım”
“tamam
görüşürüz”
“hadi
eyvallah, işe döneyim”
saat
altıyı çeyrek geçiyordu. biramız bitmek üzereydi. içer miyiz birer tane daha
dedim. para çıkarmaya yeltendi edna. bıraktım çıkarsın. kendini mahcup
hissetmesin. iki bira parası verdi bana. “bitsin gidiyorum” dedim. “mustafa
gelcek, rahatsız olmazsın sanırım, klas adam, seversin.” olur anlamında başını
salladı.
mustafa
geldiğinde saat yedi buçuğu geçiyordu ve biz de şaraba dönmüştük. bi pet bardak
da fazladan almıştım mustafa için. “nerde kaldın” dedim mustafaya, “ebenin
amında” dedi, “yemek yedik herhalde, çalışıyoz biz, senin gibi boş beleş adam
değiliz”
“iyi
ki bi istifa ettim” dedim, “artık yüzüme vurursun her gün çalışıyor oluşunu,
işporta işten sayılmıyor ya”
“yok
sayılmıyor, oturup bekliyon burda, napıyon amına koyayım başka”
“tanıştırayım
edna, mustafa”
“ney?”
“edna”
“memnun
oldum” diyerek elini uzattı mustafa edna’ya, edna başını salladı, tokalaştılar.
sekize
kadar, biz mustafa ile geyik yaptık, edna dinledi sadece. sekizde klisenin çanı
ile beraber edna’nın telefonu çaldı. meşgule attı edna. mesaj yazdı. bana
döndü, “gitmem gerek, ailem” dedi. kalktı. ve başka hiçbir şey söylemeden alel
acele uzaklaştı.
“kim
bu” dedi mustafa
“edna”
dedim, “arkadaşım”
“ilk
defa görüyorum ben”
“yok
lan gördün daha önce, işportaya gelip fanzin alıyordu”
“hatırlamıyorum.
hiç konuşmadı ya la.”
“öyle
o. bilmiyorum. üstüne gitme kızın bir daha görünce.”
“ha
bir daha görücen yani. manitamı yapıyon kendine
göt”
“yok
lan öyle bir şey değil. bir yıldır her tezgah açışımda gelir fanzin alır. bugünde
bira içelim mi diye sordum öyle yani.”
“iyi
tamam. hadi kalk eve gidelim.”
“dur
daha erken ya.”
“iş
yaptın mı hiç?”
“hayır”
“bu
saatten sonra da olmaz zaten, gidelim hadi”
mustafa
böyledir, sevmez işportayı, benim hatrıma çeker. kafası iyi olunca da yoldan
geçen insanlara laf atar durur, işportayla ilgili. bu sayede çok iş yaptığımda
oldu. ama bugün karın ağrısı başka onun, belli.
“bize
mi geliceksin” dedim
“yok
eve gidicem” dedi, “yarın sabah bira gelcekmiş, onda barda olmam lazım.”
“yarın
tatil değil mi sana”
“iş
yüklediler, ondan bugün yedide çıktım zaten, gidiyoz mu?”
“iyi
hadi gidelim” dedim. kalkıp tezgahı topladık. giderken ibo ile metoya seslendim
eyvallah anlamında. yürümeye başladık mustafa’yla. yine sahil yolunu
kullanarak. yolda mustafa, işten istifa etmekle iyi yaptığımı, işi sıkı tutup
işportadan geçinebileceğimi söyledi.
“denicem”
dedim. “başka şansım yok.”
“ben
de sözüm ona part time çalışıyom” dedi, “paso ekstre yüklüyorlar.”
benim
evimin üstündeydi yolu. eve varınca “gelsene oturak biraz” dedim ama istemedi.
vardı bir karın ağrısı. edna ile ilgiliydi belki de. bilemiyorum. beni eve
bırakıp yoluna devam etti. ben de eve girince bi yarım saat uzanayım dedim,
şarabın etkisiyle sızmışım.