tekomatik
duruyorum öyle. yapılacak onca
işe rağmen, gerçek anlamda hiçbir şey yapmadan. durup düşünmüyorum bile, sadece
duruyorum. duruyordum.. şimdi başladım düşünmeye.. aslında düşünüyor sayılmam.
sadece şu an, durmamaya başladım. yazıyorum.. hiç olmazsa hala yazabiliyorum.
onca zaman sonra. ama gerçekten düşünmüyorum. taramalı tüfek gibi kullanıyorum
klavyeyi. her bir harf, ruhuma batan iğnelerin, geri çekilişi, ters açıdan.
hala ringdeyim. bir savaş
vermediğimin farkındayım ama. bir savaş vermiyorum. bir savaşın içine istemeden
dahil olduğum için, düşmanımın eskimiş silahını, (çünkü sürekli ekipman
tazeliyor pezevenkler) ona karşı kullanıyorum. kullanmak zorundayım. savaş
karşıtı değilim. barış yanlışı hiç olmadım. ama onların kendi aralarında
düzenledikleri, anlaşmalı maçlara karşı oldum hep.
çünkü onlar anlaşıyorlardı, ya da
anlaşamıyorlardı, paylaşıyor ya da paylaşamıyorlardı, ama hakem bile
olamıyorduk. teknik direktörlüğe bile kabul edilmiyorduk, takımı sahadan
çekeriz diye. sadece, seyirci ve oyuncuyduk, ve oyunu iyi oynamazsak, sakat
kalmamızın hiç bir sakıncası yoktu.. sayımız, bir bölgede, tehlikeli bir
boyutta azalıp çoğalmasın yeter.. gerçi bu sefer de, göç ettirilirdik, dengeyi
sağlamak adına..
ne diyorum? farkında mısın? bir
biz’den bahsetmiyorum, bir siz’den de bahsetmiyorum. birliğin dışındayım, ama
tekil olamıyorum, iznim yok! odamdayım şu an.. hepsi bu.. duruyorum öyle.. yani
saatlerdir duruyordum. beni dururken pek az görürsünüz, sürekli bir
koşuşturmaca içerisindeyimdir, odanın içinde bile. bedensel veya zihinsel
akışlara gebe, bir dramatizasyon bu. müzikli bi draje.
odamdaki gürültü, gün içindeki,
zihnimi işgal eden gürültü kirliliğine karşı, bir tür filtre görevi görüyor.
uzanıyorum. ne gündü ama. adımın sadece, "işçi" olarak tarif edildiği,
ve altına imza atmak zorunda bırakıldığım, ve bunu ret ettiğim için, onlarca
sorgudan geçirildiğim bir gün.
dedim ya, istemeden dahil
edildiği bir savaşta, kendi ruhunu koruma ve kutsama görevini, kendi kendine
verdiği kendi görevini, kayıpsız tamamlamak dışında, başka bir dert edinmeyen,
bir adamın, ninnilerini dinliyorsunuz şu anda..
aslında okuyorsunuz ama dinliyor
da olabilirdiniz, çünkü yazılarım sadece, içimden konuştuğum şeyleri, dil
yerine parmak kullanarak, dışarı aks ettirdiğim, bir tür navigasyon. navigasyon
mu? evet öyle! sağır mısın? ve ayrıca evet, ninniler.. hani çocuklara,
uyumaları için, annelerinin okuduğu şeylerden.. ben uykudayım çünkü. uyanmış
olan sizlersiniz.. sağa sola da, üzerinde "uyanın artık" yazan
etiketler asan sizsiniz.
söz konusu mesele, kendisinin,
kendi varlığının, bir etiket olarak asılması noktasına gelince, ismini
vermekten bile kaçınan.. sürekli olarak toplu hareket halinde olan. topsuz
alanda, formasının üzerindeki numarayı bile sökebilecek kadar, tedirgin, plakasız
araçlar gibiyiz.. işyerinde her konuda itaatkarken, barda isyan ediyoruz her
şeye..
dün danıştaydan aradılar beni..
yani annem öyle dedi.. “senin ne işin var ki danıştay da” dedi. ben de geçen
gün biraz sert gittim yazarken galiba ve birileri birileri ile kulaktan kulağa
oynadı diye düşünüp sevindim. yanılmışım. danıştay değil danışmaymış.. iş
görüşmesi. danışma demişler. ne alakaysa?
annem “kim arıyordu” deyince,
herif, işyerinde çalıştığı bölümün adını veriyor. telefona ben çıksaydım, başka
bir yere bağlayacaktı belki.. ben de o kadar cahilim ki, biri şikayet edilirse,
kim arar bilmiyorum.. danıştay ne ki?
"size bir konuda danışmak
istiyoruz, acaba kürtajı çaktırmadan nasıl yasaklayabiliriz?"
"bi referandum yapın, porno
sitelerinin yasal ve beleş olması gibi bir maddeyi, kürtajın yasaklanması ile
aynı pakete dahil edin, maçın galibi sizsiniz"
"ama o zaman imajımız sarsılır
girdo bey"
"ben düzerim, şey pardon,
düzeltirim, imajınızı, yeni seçimlere ampul yerine çeşme amblemi ve başka bir
isim altında tekrar gireriz"
"isim önerileriniz nedir
acaba efendim?"
"asalet ve bandırma partisi
olsun"
"bandırma nedir efendim?"
"balıkesirde bir yer,
balıkesir bilinçaltımda derin acıların eşkenar merkezlerinden biri"
"ülkenin güvenini
bilinçaltınıza teslim etmemiz sizce doğru mu efendim?"
"verdiğiniz kararları, zaten
bilinçaltımızdakileri çözmek üzerine şekillendiriyorsunuz, sorun olmaz, işin
içine bilinç katarsanız bitersiniz, o kelimeyi lügatınızdan silin, kimse
hatırlamasın bile, sizin dışınızda kimsenin bilinci yerinde olmamalı"
sonra telefonu kapattık. işe
alınmadım kısaca.. kısaca, işe alınmıyorum, işten atılmıyorum, ve her şey
olağan hızıyla devam ediyor. ne bir artma ne de azalma, sabit, stabil.. sonra
işe gidiyorum, pazar günü işi ektiğim için, bu arada bizim işyerinde hafta
pazartesi değil pazardan başlar ve hafta tatili yoktur, ve kimsenin bu konuda
şikayet ettiği de yoktur. siz insanlara yediyüz lira maaş verirseniz, ve onlara
“günde onaltı saat çalışır mısınız” derseniz, hemen “evet” derler, ek para kazanacaklardır,
ve para her şeydir. para her şeyi satın alamaz, ama herkesi satabilir, açık ve
net mi? benim saatim 2buçuk küsur lira şu an.. kol saatim değil, bir günümün
yirmidörtte biri. kol saatimin yirmibir yıllık geçmişi vardı kolumda, ta ki..
neyse, küfretmicem. devam edelim.
sonra işe gidiyorum. pazar günü
işi ektiğim için bana, cumartesi işe gitmemişim gibi, bir tutanak düzenleniyor.
tarih cumartesiye ait. çakıyorum mevzuyu ama çaktırmıyorum.
“ben pazar gelmedim burda tarih
yanlış” diyorum
“ne önemi var ya ha cumartesi ha
pazar” diyorlar
“olsun” diyorum, “düzelttir
imzalarım”
aracı eleman, “ya
abi imzala geç, işim gücüm var daha” diyor
“imzalamam” diyorum, yukarı
çağrılıyorum, yukarı, yani aynı miraç gibi, geçiyorum bir bir katları, tanrı katındayız,
soruyor:
“senin sorunun ne?”
bu arada, arada kaynayan mevzuyu
çaktınız mı? hata yapmadılar, pazar çalışmıyor onlar, resmi kağıtlar üzerinde..
çünkü haftanın yedi günü işe giden bir insana, adı batasıcalar cemiyetine mensup olan üst düzey düzenbazlar,
yedinci gün için çift yevmiye gibi bir kıyak geçmişler, sağ olsunlar.. sağ olsunlar
mı? yapılan hiç bir kıyak karşılıksız kalmaz! çeliştim gene.. onlar hiç
çelişmezler, bir madde, başka bir maddenin sıvası olabilir bazen.. hepsi bu.. o
yüzden adı anasaya olabilir. içerisinde iki olumsuz takı var, a ve na adında,
anormal, namüsayit. a-na-yasa. kendilerini çifte korumaya almışlar, tanrı
katında.
neden hep tanrı katında diyorum? çünkü
onlara göre, şöyle bir algı var; ve bu algıyı, kendi kümelerine dahil ettikleri
bazı civcivlere de kanıksatmışlar:
"bir işçi işten kaytarıyor
ve ona söylenen günlük çalışma temposunu yerine getirmiyorsa, kazandığı para
haramdır ve öte alemde sorgusu ağır olur"
"iyi ama, ben de hak ettiğimi
kazanmıyorum ki" dersin, derim yani, benim dışımda başka bir enayi, böyle
bir cümle kurmazdı. bunun gibi binlerce cümlem var. "sendika gelsin
mi" sorusuna da "evet" diyen tek tük hıyardan biri de benimdir,
koca işyerinde. ne güzel ne güzel, devam edelim. güzel bir sokağa çıkartıcam
sizi. sağdan düz gidip, sonra sola dönücez, az ilerden gene sağa, falan filan,
bakıcaz ki, ne yöne dönersek dönelim, hep aynı yola çıkmışız..
devam edelim. edelim mi? ben
ediyorum. açmazlarınızı, kapamak zorunda kalarak üstelik. kağıdı çok iyi
karmışlar, falım çıkmadı hiç. ama hep değişik yerde tıkandığımız algısı
üzerine, çok güzel bir emprovize resim yutturmuşlar bize. gerçi arada resmi,
revizyonist bir algıyla, açmazdan çıkmaza sokabilecekler de olur. olmadı değil;
post-post-post-post anarkia. (ben ordayım, sen hala yüz yıl geride misin
girdo?)
onbin yıl gerideyim amına
koyayım. ve geriden gelmiyorum. orada kalmayı seçtim. durdum yani. hala hiçbir
şey değişmedi. din yerine demokrasiyi transfer ettik insanlık olarak, hepsi bu.
her şey hala aynı!
ne diyordum gonzales?
“ben de hak ettiğimi
kazanmıyorum"
"ama sen anlaştın, adam sana
maaş şu kadar dedi, kabul ettin"
o noktada, mavi ekran veren
zihnimi deniz zannedip hülyalara dalıyorum. sonrasında, evet sonrasında:
saatlerdir hiçbir şey yapmadan
duruyorum. düşünmüyorum bile. hiç düşünmedim. mantık, duygu barındırmadığı
sürece, işinize yarar. duygularım, mantığı hesaba dahil etmediği için, işe
yaramaz bir hale geldim. özet bu. devam edelim..
sonrasında, tanrı katına
çıkıyorum işte, ara basamaklarda, imzayı ret edip. ve soru, aslında bin asrın
sorusu olup, güneşin üzerine yazılmalıydı ki, her sabah hatırlayalım dünyaca:
"senin sorunun ne?"
herkesin bir sorunu var. ve
herkesin bir sorunu olduğunu, anca facebook ve twitter hayatımıza girince
keşfettik. tek sorunumuz; "ben burdayım böyleyim ben de varım yaşıyorum
beni fark edin halelo kız naber" demekmiş. ya da asıl sorunlarımızı
unutmak adına suni gündemlere kapılıyoruzdur.
ister boyalı basın, ister
alternatif basın üretsin, gündemler sunidir çünkü hiç değişmezler. sen haber
paylaşmak veya takip etmek ve sonra sokağa çıkıp “holale devrim özgürlük
halole” diye bağırmak ve arada birkaç banka camı kırıp biraz gaz solumak
yerine, gidip ağaç kesen bir makineyi sabote etseydin, işe yarar bir eylem
yapmış olurdun. anladın mı beni devrimci sülalenin en asil biladeri. tartışmaya
kapalı bu bir konu benim açımdan, ALF-ELF ve bilimum benden yana olan
primitivist yapılması gerekeni yapıyordur, nokta!
ne diyordum jessika?
yalnız olmaktan nefret eden, yalnız
duramayan, insan ırkı. odamızdaki sessizliğin çözümünü bulunca, rahatladık..
ekrana bi kaç insan monte ediyoruz, işlem tamam.
"aa ama" diyor bana,
"ihtiyaçlar yönlendiriyor teknolojiyi, günümüz dünyasında, değişen
dünyada, modern dünyada, nasıl ki, cep telefonu gerekliydi, şartlar bunu mecbur
kıldı, bugün işinden evine gelen ve yalnızlaştırılmış insanların nefes alma
dertleşme konuşma ihtiyacını gideriyor sosyal paylaşım ve..." herif,
sürekli evinde net üzerinde birileriyle konuşunca, nefes alıyormuş.. biyolojiye,
onlinetasyon adında bir solunum sistemi ekleyelim.
odamdayım. hiçbir yerde
olamıyorum. işyerinde işte değilim. evde, evde değilim. nette, nette
değilim. kimseyle konuşamıyorum.
kendimle konuşuyorum. ona da kulak misafiri olan yok. bu durum, giderek,
giderek, iç çarpımlarımının deklanşörüne
daha seyrek basmama neden oluyor; hiçbir
şey görüp duymamaya, zamanla hiçbir şeyi algılayamamaya doğru gidiyorum. hani
bazen keşfediyorsunuz ya, sizler, balta girmemiş ormanlarda ilkel topluluklar,
ben de zihinsel devinimde ilkel sınıfına dahil edilebilirim yakında, onlar
nasıl ki uçağa ok yolluyorsa yani.. ya da boyalı basının kamerasını anlamıyorsa
kendi dünyalarında bir yere koyamıyorlarsa.. sa..
anlaşılamamaktan şikayetçi
insanlık.. anlayamamaktan şikayetçi olması gerekirken..
sonra sen, üç yaşındaki çocuksun
abi, elinde bir uçan balon, ve büyüyorsun ama balon hep elinde, bilmem kaç sene
geçiyor, sana sürekli büyüdüğün hatırlatılıyor ama balon hep elinde yani,
sımsıkı tutmuşsun, bırakmıyorsun, ama bırakıcaksın, sadece tek başına izlemek
istemiyorsun onu uçarken, giderken, bir yerlere, gökyüzünde kaybolurken, sonra,
sonra gelip, "a, gel beraber izleyelim" diyor biri.
bırakıyorsun balonu. aynı anda
patlatıyor. daha ip elindeyken. ve elinde patlamış mısır var bu sahnede
diğerinin. elindeki patlamış uçan balondan sapan yapıyorsun sonra işte. yok
başka yapacak bir şey.. kayışı kopardın.. intiharı aştın. seri katil olma
yolunda ilerliyorsun.
22.haz.2012 – 06:30