bir jandarma karakolunda, kazan
dairesindeyiz. kazan dairesi ve valizlik aynı dört duvarın arasında. bizler de
o gece, o dört duvarın arasındayız. çoğu gece gibi, kazan dairesindeyiz, ya da
valizlikte. her ikisi de, aynı mekânın farklı isimleri. bir üçüncü isim daha
icat ettik, gizli bir isim, alkolik askerlerin taktığı lâkap, “havaalanı”
diyoruz oraya. ruhumuzu havalandırıyoruz çünkü. ve “ruhu havalandırmak” iki
anlama gelebilir; ruhu havaya kaldırmak, ruhun hava almasını sağlamak. anti-alkolik
askerler bir üçüncü anlam daha icat etti, “ruhu kalpten uzaklaştırmak”. böyle
söylemişti mahir, “alkol ruhu kalpten uzaklaştırır”. haklı olabilirdi.
nefsimizin kölesi olmuş olabilirdik. ama mahir de, başkalarının nefsine köle
olmuştu. tarikat liderlerinin nefsine, çünkü tüm kelimeleri, bir yerden
alıntıydı, kendine ait bir düşünce tarzı ya da fikri yoktu. kimse haklı
gelmiyordu bu durumda bana; kendi olanlar ve başkasının olanlar vardı sadece..
başkasının olanlar, liderlerinin isteğine göre hareket ediyor ve bunlardan
dindar olanları liderlerinin istediğini “tanrı’nın buyruğu olarak”
görüyorlardı, konumuz bu değildi, konumuz valizlikti, sıcak valizlik, sıcak
kalorifer, sıcak kazan dairesi, sıcak şarap, sıcak zihin, sıcak cehennem, sıcak
cennet, sıcak araf…
bir jandarma karakolunda kazan
dairesindeyiz. şahin, bekir, cumali, ben. cumali, bizim iki üst devremiz ve
aynı zamanda kendisi o gün nöbetçi onbaşı. bizler seksen beşe dördüz. cumali
seksen beşe iki. ben seksen ikiliyim, cumali seksen beşli, şahin seksen beşli, bekir
seksen üçlü. şahin pdrm, ben de pdrm’yim. bekir sıkı içiyor, cumali içince
sapıtıyor ama içerken yanımızda bulunan bir üst devre bize güç veriyor. çünkü
askerlikte, eğer en alt devre iseniz, boğazınızda 3 ay boyunca kopartıp
atamayacağınız bir tasma bağlı demektir. bir alt devreniz geldiğinde, elinize o
en alt devrenin tasmasına ait zincirin ufak bir parçası tutuşturulur ve sizin
zincirinizi tutan sayısı iki devreye düşer. bir alt devreniz daha gelince,
tasmanız çözülür ancak gözaltı süreniz devam eder, teskere altısınızdır.
teskereciler kraldır. en sonunda, teskereci olur ve kral olarak, son üç ayı
yaşarsınız. diğer karakolları bilmiyorum ve kendi yaşadıklarımı anlatıyorum, o
yüzden bu tespitlerime karşı olanlar, lütfen sadece kişisel gözlemlere dayalı
bir felsefe güttüğümü ve kesin konuşmadığımı, kendimce yorum yaptığımı dikkate
alsınlar. pekâlâ, devam edelim.
bir jandarma karakolunda, kazan
dairesindeyiz. en alt devre olarak üç kişiyiz. iki devrem, şahin, bekir ve ben.
bir de iki üst devremiz nöbetçi onbaşı cumali. içiyoruz. şarap. papazkarası. saat
gecenin on biri. bundan birkaç saat önce, hava kararmak üzereyken ve yağmur hâlâ
yağmayı sürdürürken bekir yanıma gelip “gece kaç kaç?” dedi, nöbetimi
soruyordu, “sekiz-on” ve “iki-dört” dedim. akşam sekizde cezaevi nöbetini
teslim alacak, onda bırakacak ve biraz uyuyup, ikide tekrar gidecektim nöbete,
dörtte tekrar teslim edip, biraz daha uyuyup, sabah altıda kalkacaktım. hatta
beş buçukta. koğuşun tuvaletlerini temizleyecektim. mıntıkam orasıydı. “içelim”
dedi bekir, param yoktu ama bunu söylemedim, gerek de yoktu, para daima
bulunurdu, borç alınır, kantinde rütbelilerin hesabına birkaç fazla çay çarpısı
çakılır, ya da koalisyon yapardık. o gece, bekir idi finansörümüz, şahin gözcü,
cumali de bekçi olacaktı, ben de devriye askeri. bu ne demek? bu şu demek.
paraları bekir çıkacak, şahin öncelikle dışarı kaçtığım tellerin önünde sonra
da nizamiye kapısında gözetmen olacak, cumali de “nöbetçi astsubay uyuyor mu?”
diye bakacak, uyanırsa da odasından aşağı inmemesi için onu oyalayacak bir
şeyler uyduran bir bekçi olacaktı. bir şeyler yapacaktık işte. arka tellere
yaklaştım parayı alarak. eşofmanlarla elbette. akşam sekiz on nöbetinden
gelmiştim. kamuflajları çıkarmış ve eşofmanları giymiştim. cumali herkesi
koğuşa soktu, “nöbetçi astsubayın emri, yat sayımı var, herkes koğuşa, aşağı
inmek yasak”. nöbetçi astsubay dokuzda vurmuştu kafayı. adını söylemeyeceğim
adamın. ama o nöbetçi iken, daima içiyorduk. erkenden uyuyor ve hiçbir şeyle alâkadar
olmuyordu, belki o da odasında gizlice içiyordu, kim bilir? her neyse, devam
edelim, cumali yalandan bir sayım yaptı ve sonra koğuştan çıktık, biz, cumali,
bekir, şahin ve bir de bizle alâkası olmayan birkaç teskereci. bizimle içmek
isteyenler vardı ama güvenmiyorduk onlara, sıkı içiyorduk ve sıcaktı valizlik,
sarhoş olup başımızı derde sokabilirlerdi, her ne kadar aralarında bizden de
sıkı içen alt devreler olma ihtimali varsa da, henüz güvenemezdik. kendimize
bile güvenmiyorduk. cumali’ye de güvenmiyorduk. ama o olmadan da içemezdik.
otuz milyon verdi bekir. “15 bira al” dedi. dört kişi. “yeter mi?” diye sordum.
takviye gerekiyordu, “votka yapalım” dedi şahin. “şarap” dedi cumali. benim
oyum, sonucu belirleyecekti, kıllık olsun diye “viski” diyebilirdim ve berabere
kalırdık. ama “iki şarap, geri kalanla bira?” dedim. anlaşmayı imzaladık:
“tamam”,
“tamam”,
“tamam”,
“pekâlâ” dedim, “herkes görev yerine.” cumali
ana binaya çıktı, nöbet yerine. bekir otuz kâğıdı cebime soktu ve valizlikte
askerlerin çantalarından dekor yapmaya başladı. şahin ile tellere doğru
yürüdük. etrafta birkaç teskereci vardı ama zarar gelmezdi onlardan. sorun olan
trafikçilerdi. aperiyoduk saatlerde karakola gidip geliyordu gece ekibi, ben
karakolun karşısındaki tekel bayisinde iken, aniden nizamiyede bitebilir ve
beni elimdeki suç delilleri ile görebilirlerdi. bu riske değerdi. her türlü
riske değerdi. ve çöpün üzerinden duvara, oradan da tellere tutunup kendimi
arkaya salladım. şahin nizamiyeye gidip, okey çekti ve ara sokaktan ana
caddeye, oradan da karşıya geçtim. şahin bir okey daha çekince, ilk el açıldı.
okey dışarı atmıştık trafik ekibine karşı. tekel bayiinin içinde, şimdilik
güvendeydim. beni tanıyordu adam. ilk gidişimde,
“sen asker misin?” diye sormuştu, çekinerek
itiraf etmiştim,
“sorun olmaz değil mi?”,
“biz de asker olduk koçum” dedi. lazdı
kendisi üstelik, rize’deydim, doğaldı laz olması, lazlar iyi insanlardı,
tartışmaya girmediğiniz ya da kızlarına yan gözle bakmadığınız sürece de iyi
olmaya devam ederlerdi. ben de onlarla aramı iyi tutmaya çalışıyordum, kızları
ile ilgilenmiyordum zaten, ama tartışmaya girmeye de gerek yoktu.
“üç yıldır kimse gelmiyor askerlerden
geceleri” demişti adam, “ilk gelen sensin”. ilk gidişimde de demişti bunu,
“hadi ya” dedim, alkolik bir devreydik ve üç yıl sonra sezonu açmıştık. ve o
gün,
“şarap” dedim, “şarap alacam”. ikinci elin
taşları dağıtılmış oldu böylece.
“kaç tane?”,
“ne var?” saydı ellerindekini, fiyatları
ile beraber,
“papaz karası yedi mi demiştin.” diye
sordum, izmir’e göre fiyatlar uçuktu şarap konusunda, ya da biz ucuz yerleri
öğrenemeden askerliği bitirdik.
“evet, yedi”,
“iki papaz karası, kalanı ile bira”,
“otuz mu var demiştin koçum?”,
“evet otuz”.
“iki şarap, 8 bira?”,
“anlaştık, aa şey, sigara bir de”,
“sigara da benden olsun koçum”,
“eyvallah abi”.
askerleri seviyorlardı, yemek ısmarlıyor,
içecek ısmarlıyor, ramazanda sigara içersen peşine takılıyor ya da kızlarına
asılırsan duvara asıyorlardı seni. seviyordum lazları, bana ters gelen adetleri
olsa da, samimi buluyordum birçoğunu. özellikle cezaevinde nöbet tutarken
konuştuğum mahkûmları.
“ha bu siktiğimin silahını” demişti bir
keresinde bana bir mahkûm, “ben pazarlayınca suçluyum ama amerika ekonomisini
silahla kuruyor”,
“haklısın abi” demiştim. haklıydı. silah
üretmek konusunda değildi haklı oluşu, çifte standarttaydı söz konusu haklılığı.
tekel bayiine dönüyoruz tekrar.
alacaklarımı aldım, kapıda durdum. şahin bir okey daha çekti ve ara sokağa
saptım. ikinci eli de kazanmıştık trafik ekibine karşı. son ele başladık.
tellerdeydim. elimde iki torba ile bekliyorum.
şahin nizamiyeden ağır adımlarla geliyor ve bekliyor. kısa dönem imam var, etrafta
gezinen. adı mahir. aslında adı mahir değil ama adını unuttum ve ona duyunca
kıl olacağı bir isim koydum. adı mahir olan imam, kısa dönem askerlik yapan bir
ispiyoncu. o varken elimdekilerle telden giremem. ama girmek zorundayım. cumali’nin
yanına gidiyor şahin. nöbeti devralıyor cumali’den. cumali nöbetçi onbaşı
olarak sahip olduğu tüm hakları kullanıp bahçeye iniyor ve imam’a fırça
kayıyor.
“sen koğuş nöbetçisi değil misin? bahçede
ne işin var?”.
biraz tartışıyorlar ama sonuçta kolluk
kazanıyor ve ben de tellerin üzerinden uçup valizliğe iniş yapıyorum torbalarla
birlikte. üç - sıfır. oyun bitti.
2.
saat on bir. anlattığım her şey, buraya
kadar anlattığım her şey, yarım saat içinde olup bitti. ve valizlikte,
kalorifer borularının arasında, çantalara oturup, şarapları açarak, biralarla
karıştırarak, ufacık bir kapalı alanda sigaraya abanıp duman altı olarak,
içiyoruz. cumali, şahin, bekir, ben…
birkaç bardak sonra cumali sapıtmaya
başlıyor. biz ondan hızlı gidip, alkolü tüketiyor ve koğuşa çıkıyoruz. saat on iki.
on iki - iki nöbetçileri gidecek. kimin götüreceğini bilmiyoruz. çünkü cumali’yi
sarhoş olarak valizliğe terk edip kapıyı üzerine kilitledik. o orada sızdı. ve
koğuş nöbetçisi imamda nöbet tutmak yerine, koğuşta uyumayı seçmiş biz
valizlikte içerken. herkes uyuyor, biz sarhoşuz. on iki - iki nöbetçileri
nöbete gitmek zorunda. biz uyandırırsak her şeyi çakarlar. cumali uyandırırsa,
cezaevi nöbetine götürmek yerine denizden dökebilir sıradaki nöbetçileri. kimseyi
uyandırmaz ve biz de uyursak, saatleri dolan ve değişmeyi bekleyen nöbetçiler,
cezaevi nöbetçi astsubayını uyandırır, sonrası kıyamet. düşünüyoruz. “bu boku
içmeden önce düşünseydiniz” diyor santral. santraldeyiz, ona fikir danışıyoruz,
çünkü o bizim üst devremiz. ordu’lu, kendi halinde bir tip. kıyak insan. “siz
santralde kalın, ben nöbetçileri uyandırıp hemen gelicem, kendileri gitsin
nöbete pezevenkler” diyor santral. “tamam” diyoruz. bekliyoruz. santralin yan
odasında karakol nöbetçi astsubayı uyuyor. cezaevi kapısının girişinde bir
odada, cezaevi nöbetçi astsubayı uyuyor. kendimizi “dikkat köpek var” yazılı tabelalar
arasında buluyoruz. tehlike! daha önce de yaşadık bunları. ama bu kez her şey
karıştı ve üstelik benim gece nöbetim var. şahin sadece gündüzleri nizamiyede
karakol nöbeti tutuyor. silahı yok. p.d.r.m ve a.s.k raporu işe yaramış.
karakola gelen vatandaşları, ana binada gitmek istedikleri yere götürüyor
üstlerini arayıp. sabah sekiz, akşam altı tutuyor nöbeti. güneşte, yağmurda,
asla izin yapmıyor hafta içi. “memurum lan ben asker değilim” diyor bize. bekir
kantinci olduğu için, nöbetleri akşamları oluyor bazen. onu da koğuşta tutuyor.
boka sapan benim. ama hayatımı daima ince bir ipin üzerinde düşme korkusu
taşımadan cambazlık yaparak harcadım. alışkınım. santral geliyor. nöbetçiler
gidiyor. nöbetçiler geliyor. şahin ve bekir’le beraber valizliğe iniyor, cumali’yi
uyandırıp bahçede bir banka oturtuyoruz. ayılması gerekiyor. ve banyoya
sokuyoruz onu, sonra gözlerini açıp, “bana nöbetçi astsubayı getirin, dövücem
onu” diyor. bekir ve şahin sızıyor. cumali ile baş başa kalıyor ve saate
bakıyorum. bir buçuk. iki - dört nöbetim var. hâlâ sarhoşum. ama kendimdeyim.
yani kendimde olduğumu söylediğim için, sarhoşum demektir. basit alkolik
mantığı. cumali nihayet kendine geliyor, nöbetçileri güç bela uyandırıyor ve
nöbete gidiyoruz. ben ne doldur boşalt yapıyorum ne de bot giyiyorum. eksik
kamuflajlarla ve şarjör almayı unutarak, boş mp5’le, ikinci kuledeyim. nöbetçi
astsubaya en uzak kule. birinci kuleye geçecek olan tipe, “karakolda nöbetçi
astsubay kim?” diyorum, söylüyor, tim komutanımmış ve tim komutanımın nöbetçi
astsubay olduğunu bilseydim, ona da bir şişe götürürdüm diye düşünüyorum. ya da
daha çok içerdim. ama yapmadım. iki birayı çöpe attık. ama dış çöpe. boş
şişelerle birlikte. gizlice. orayı anlatmayı es geçtim ve hâlâ es geçiyorum.
ikinci kulede, not defterime bir şeyler karalayıp, kulenin içinde sızıyorum.
tahtanın üzerinde. dört olunca gelip değiştirirler nasılsa diyorum. dört-altı buçuk
nöbetçileri gelir değiştirir. mahkûmlardan da kaçan olmaz. her şeyi, şansa
havale ediyor ve sızıyorum. ve altı buçukta dürtüyor beni cumali, hava
aydınlanmış.
“sabit bıraktım seni nöbette” diyor cumali,
“kaldıramadım”.
“boşver” diyorum, “mıntıkadan
kurtuldum”.
dört – altı buçuk
nöbetçisi kısmen mıntıkadan kurtulurdu. karakola gelir, tıraş olur, kahvaltı
yapar ve içtimaaya çıkardı. böyleydi bizim oralarda. bazen mıntıka yaparlardı
ama yerine yapacak kimse bulunamamışsa ve her neyse dostlar, iki dört nöbetini,
iki altı buçuk yaparak, karakola döndüm, kahvaltı yaptım, bir sigara yaktım, tıraş
oldum, içtima için sıraya girdim. tim komutanım geldi, o gece cezaevinde
nöbetçi astsubay olan tim komutanım yanıma geldi. beni köşeye çekti ve bir
sakız verdi, naneli, “al bunu çiğne, hayatını sikicem senin, göt” dedi,
gülüyordu, gülüyordum…
27ağustos2008