29 Ağustos 2008

kayıp edebiyat

ölen şiirler
ölen öyküler
zihinde yaşamına son veren kelimeler
vardiya saatleri arasında
otobüste
serviste
yani demek istediğim
en olmadık yerlerde kapımı çalan
orospu ilham perileri

önemi yok diyorum bazen
tıpkı odamdaki
bazen kaybolan
yırtılan
ya da yanan
ya da üzerine kül döküp
sonra çöpe attığım
kağıt parçaları gibi
çıkması gerekiyor sadece o an
kağıt üzerine olmasa da olur
zihnimden akıp geçmesi yeterli
kelimeler, cümleler
ve öyle bir anda
öyle güçlü bir peri fısıldıyor ki kulağına
yazacağı en güçlü cümle bu gibi geliyor insana
ve öyle bir anda
v.i.p bagajları gelir
gider götürürsün araçlarına
ve adamlar -bir çoğu-
ellerini bile sürmez
onların çantalarını
onların yanı başına
güzelce yerleştirir
hiç konuşmadan geri dönersin
ki ter kokuyorsundur
ve iğrendikleri bellidir yüzlerinden
hatta bir şoförü
"ter kokuyor bu adam" diyerek
araçtan indirdikleri kayda geçilmiştir

böyledir bu işler
kimileri çalışarak
sadece para kazanmazlar
benim gibi piçler ise
şiir kazanırlar daha çok
ya da öykü
ve kayda geçseler bile
kaybederler o kağıdı da
unutup odanın bir köşesinde
zihninin bir köşesinde
dünyanın bir köşesinde
rafların en gerisinde
ucuz
siyah beyaz ve
satın almaya değmeyecek kadar da beleş görünür gözüne
yazı da
baskı da
ruh da
kimse el sürmez ve
ertesi ay kitapevine
hiç satmayan bir yayın için
rafta durma bedeli öder
götünde patlayan kopyaları alır
sokağa çıkar
önüne geçene dağıtırsın
senin yerine onlar olur
karşılarına çıkan ilk çöpe atan



29.ağustos.2008

27 Ağustos 2008

çalışan nehir

işi bırakmaya karar vermiştim. bir anlık öfke denilebilir buna. ama öfkeden çok, bıkmışlık hali idi, bıkkınlık ve yorgunluk.. “bu kadarı yeterli” demiştim.. sadece alkol ve sigara konusunda diyemiyordum bu üç kelimeyi. diğer her ne varsa yaşamın içinde, bir süre sonra mutlaka dolduruyordu limitini. sevdiğim bir müzik grubunun son albümüne göz atmaz duruma gelebiliyordum, ya da bir filmin henüz 27. dakikasında, “bu kadarı yeterli” deyip, es geçebiliyordum geri kalanı, bir kitabın 132. sayfasında mesela... “bu kadarı yeterli”. ve hayatım boyunca, en çok nefret ettiğim şeylerin liste baştı olmuştu “zorunluluk” fiili.. ve aslına bakarsanız, bunun fiil olduğundan bile emin değilim. edebiyat mı? dil bilgisi kuralları mı? yazım kuralları mı? hepsinin ırzına geçiyorum ve farkındayım bunun, ama hitap ettiğim kesim de çakmıyor zaten edebiyattan ve dil bilgisinden, ben anlaşıyorum onlarla, ve onlar da benle, yani iletişim sorunu yaşamıyoruz kendi içimizde, anlıyor musunuz? sadece de-da’lar gibi şeyleri önemsiyorum ben… o yüzden bana, “imlan ve cümle yapın bozuk olduğu için yazmaya devam edemezsin, ben seni anlamıyorum” edebiyatı çeken o çim yakışıklısına şunu söyleyeceğim; ben zaten sana hitap eden bir su hortumu değilim evlat. devam edelim.. en başa dönelim…

işi bırakmaya karar vermiştim. aynı işteki, ikinci işi bırakma deneyimdi bu. ilkinde, fuardaydık. izmir fuarı, stant, eylül başıydı, gecenin on ikisi.. sabah sekiz buçukta ofisi açmış, ve akşam iş çıkışı şirketin açtığı fuar standına çağrılmıştım. gitmek zorundaydım. henüz işi bırakmak istemiyordum. ve gittim. ve fuar çıkışı, ertesi gün için, herkese öğleden sonra gelebileceği söylenmişken, ben yine aynı saatte gelmeliydim, bana öyle söylenmişti, “ha siktir” demiştim, kendi içimden, ofisi açıcam, telefonlara bakıcam, ortalığı süpürücem, çay demlicem, dünden sarkan birkaç faturayı kesicem, ve daha bir dolu iş, ve gecenin ikisinde evdeyim, ve “tamam” dedim, “bu kadarı yeterli”

 ve ertesi gün anahtarı ofise gönderttim annemle, “işi bıraktığımı söylersin” dedim. ben işi bıraktım ama iş beni bırakmadı. bir hafta peşimden koştular. benim gibi bir enayiyi bulamayacaklardı. biliyorlardı bunu. köşeye sıkıştım. paraya ihtiyacım vardı ve öykülerim beş para etmezdi, ben de beş para etmezdim, yani bir erkek olarak başka bir erkek için demek istiyorum, jigolo bile olamazdım hatta, başka bir iş bulamazdım, mesleğim çoktu ama belgem yoktu, kanıtlayamıyordum yapabileceklerimi, ve savaşı uzatmak için ihtiyacım olan nakde sahip değildim.. bir hafta geçmişti.. işi bıraktığım günün üzerinden bir hafta.. evdeydim. sabahın körü. kapı çaldı. bakkal.. annemle bir şeyler konuşuyor, borcu soruyordu. sonra elektriklerimiz kesildi, pat diye üstelik, haber bile verilmeden, balkona çıkıp bu kesinti bölgesel mi bize mi özel diye baktım, ve aşağıda yürüyen memuru gördüm, seslendim, ve fatura, ödemek, para, iş, ölüm, mesai, film şeridi dizildi önümde, sonra buzdolabının üzerine tutturulmuş olan cehennem kadar yakıcı kağıt parçaları ilişti gözüme, bu su, bu elektrik, bu telefon, bu kiradan eksik kalan, bu oraya, bu buraya, ve telefonum çaldı, patronumun kardeşi bana bir şans vermek istediklerini söylüyordu, öğleden sonra ofiste olursam eğer.. bir şans mı? ben mi size bir şans tanıyacağım, siz mi bana yoksa, diye sormak istedim.. soramazdım. yenilmiştim. ve evden yayan olarak otuz beş dakika yürüdüm. ofise girdim. patronun kardeşi vardı. sonra patron geldi. nasıl işi haber vermeden bırakırdım? burası ciddi bir kurumdu. yol parası verilmiyordu, öğlen yemeği olarak yarım ekmek ve bir parça peynir vardı, acemi birliği kahvaltısından daha az, anlayabiliyor musunuz, öğlen yemeği bu… ve sigorta yoktu, ve maaşın içerde kalacaktı çoğunlukla.. ve bir şans verdim kendime. dayanabilirsin koçum dedim. bir iş daha bulana kadar. o sırada birine aşık oldum, ve böylece tüm çözümsüzlükleri göz ardı ederek, işe devam ettim. ve aynı iş yerindeki ikinci dönemim iki ay sürdü.. tekrar işi bıraktım. bu kez emindim kendimden. iki ay boyunca başka bir iş aramış ama bulamamıştım. işi bırakırsam, belki daha fazla boş vakitle daha kolay iş arar, belki de bulurdum… denemek gerekiyordu. riske giriyordum. riske girmek zorundaydım, aksi takdirde kalıcı sinirsel bir hastalık edinecek ya da günde üç paket sigara içip, faturaları ödeyemeden kendimi azraile haciz ettirecektim.. muhasebe, çok sigarayı da beraberinde getiriyordu.. üstelik temizlik yapıyor, çay yapıyor, müşterilerle telefonda ilgileniyor, mal yüklüyor, mal indiriyor ve ufak şirketlerin ofisinde bir patron ne kadar angarya iş yığabilirse başına, iki katı ile cebelleşiyordum. son damla ise, iş yapmadığımın söylenmesi oldu. hayır ben iş yapmıyordum, bütün gün internette geziyordum. ve biriken hiçbir iş yoktu buna rağmen.. ya bir çelişki söz konusuydu, ya da kandırılıyordum. monitörümün yönü, patronumun görebileceği şekilde çevrildi, ve masamın da yeri değişti tabii. köşeye alındı. ofisteki odanın köşesine.. ekranımın, dış kapıdan girişlerde, ve patronun odasından rahatlıkla görülebileceği şekilde bir köşeye.. ve önümde sadece duvar var. iki koca duvar. sarı renkli duvarlar. bir monitör. ve tüm işlerimi zamanında yaptığım ve o an yapacak hiçbir işim olmadığı için, boş boş beklemeye başladım. klavyeye dokunmuyordum. bekliyor ve sigara içiyordum. sigara içerken, bir yandan da sayı sayıyordum içimden. önce ondan geriye birer birer, sonra birden ileriye üçer üçer, sonra 157’den geriye dörder dörder, düşünmemek için yapıyordum bunu, zihni uyuşturma ya da avutma yöntemlerimden biridir.. deneyebilirsiniz… ve saate baktım, paydosa sekiz saat vardı muhtemelen. çıkış saatim belirsizdi ama giriş saatimden bir dakika ileride ofisi açarsam, 2 buçuk ytl ediyordu, yanlış duymadınız, geç kalmanın dakikası iki buçuk ytl kesinti iken, geç çıkmak diye bir şey söz konusu olmuyordu, mesai yoktu, tam maaş yoktu, sigorta yoktu, yol yoktu, yemek yoktu, ve buradan yok olmaya karar verdim tekrar. saat dokuzda ofisi kapatıp işten çıktım ve dolmuşta patronumu aradım. aslında, “dokuza kadar geleceğim” demişti, “bekle ve çay hazır olsun” demişti ve geldiğinde konuşacaktım, dokuza beş kala, “çayı dök, sen çıkabilirsin, ben eve gidiyorum” demek için aradı.. ve kapadı. ve daha sonra, ofisi kapatıp durağa çıktım, telefon açtım patron tanrıya, tanrı patrona, açmadı telefonu. ve mesaj yazdım ben de. mesaj yazmayı sevmiyordum. telefonda konuşmayı da sevmiyordum. dünyanın en soğuk icadı olarak nitelendiriyordum telefonu. ama mesajı yazdım, “özverime güvenilmeyen bir yerde çalışamam, işi bırakıyorum, ama yarın, izinli olan..” vs vs vs.. aynı yerde abim çalışıyordu ve ertesi gün izinliydi. ertesi gün son kez işe gidecek, abimin yerine bakacaktım, ama çay vermem demiştim, yük taşımam, temizlik yapmam, telefonlara bakmam… sadece faturaları keser, sipariş listelerini hazırlarım. bunu söyledim. biladerimi bir günlüğüne tanrıdan azat edecektim sadece. sonra ben, kendime başka bir tanrı bulmak için, iş görüşmelerine hız kazandıracaktım. ve ertesi gün işe gittim. ofisi açtım. diğer iki eleman geldi. depocu elemanlar. ve patron gelip, benim ona çay vermeyeceğimi bildiği için, altan’a “bundan sonra sen bakıyormuşsun çay işlerine galiba” dedi, bu şekilde emir veriyordu, istek şarkısı gibi emirler yağdırıyordu, kibar bir kraldı, ama kraldı sonuçta, ve altan gelene kadar ne benden çay istemiş ne de kendine çay koymuştu… krallar daima kendini her işi yapmaktan aciz görüyor olmalılar, aciz olmadıklarını biliyorum, kendilerini aciz görmediklerini de, ama ben öyle görüyorum.. ve öğleden sonra, kesilecek fatura kalmadığı için çıktım, eve gittim. ve iş görüşmeleri geldi ardından. iş yoktu, varsa bile ben uygun değildim, diplomam yoktu, tanıdığım kimse yoktu, tecrübem yoktu, onlar beni arayacaktı, ve aramıyorlardı, kendimi kaybetmeye hazırlanıyordum, üstelik tüm çözümsüz denklemleri göz ardı etmeme neden olan uçan halı sevgilim de yok olmuştu, ve tamam dedim.. yeteri kadar iş aradım. şimdi iş beni arayacak.. ve o sırada telefon çaldı.. bir yer.. görüştüğüm bir yer.. web tasarım elemanı arıyorlardı. form doldurmuş dönüp gelmiştim. beş gün sonra çağırdılar gittim. ve adam, işi anlattı. sigorta yok, yol yok, asgari ücret, yemek cebinden… iş şu: “birkaç arkadaşlık sitemiz var, sen bunlara birkaç tane üyelik açacaksın, hatun isimleri ile, internetten de birkaç fotoğraf bulacak ve profil resmi yapacaksın. ve üyelere, işveli mesajlar atacaksın..”
“başka” diye sordum, çünkü biliyordum bu kadarla kalmayacağını
“ek olarak, çay yaparsın, sabah ofisi temizlersin ve seks shopumuzdan gelen izmir içi acil siparişleri otobüsle gider müşteriye verirsin”
“tamam” dedim. ama yalan söylüyordum.. evimde internetim kesikti o günlerde. ve ilk iş günü, birkaç şey öğrenmem için, bilgisayar başında takılacaktım. zaten öğleden sonra gitmiştim, ve paydos sekizde idi. sabah sekiz akşam sekiz.. her neyse, bende maillerime baktım, ve birkaç siteye daha, sonrasında bu uyanık askerlerin sözünü ettiği arkadaşlık sitelerine göz atar gibi yapmayı sürdürürken, maillerimi cevapladım. ve patron altıda gelip, bana beş milyon verdi, “bununla yarın gelirken bir temizlik bezi alırsın”
“tamam abi” dedim, yol paramı çıkarmıştım şimdiden, kârda sayılırdım ve üstelik bedava bir internet kafe bulmuştum kendime.. akşam sekizde çıkabilirdim. ve akşam sekiz olunca “çıkabilir miyim” dedim. “tamam” dedi “çık” yarın kaçta geleceğimi sordum, “sekizde ofiste ol” dedi, “bezi almayı unutma”

ofisten çıktığım anda her şeyi unutmuştum. eve geldim, ve iş aramak istemiyorum bir süre dedim. bu işe de gitmeyeceğim yarın. ve sonra, iş beni buldu. şans.. bir tanıdık. havaalanı. form. torpil. olmuştu işte. güzeldi. on ay sözleşme. yüzde seksen, on ay sonra yine işsiz kalacaktım. düşünmüyordum ama.. nasıl olsa on ay içinde ben işten sıkılacak ve başka bir işe yatay geçiş yapmayı planlayacaktım. hâlâ bunu planlamıyorum gerçi.. ama, sıkıldığımı hissediyorum. her iş, eninde sonunda boktanlaşır.. para karşılığı yapılan hiçbir şey zevk vermez, seks bile.. yazmak bile.. sanat işe dönüştüğü zaman sanat olmaktan çıkar. ve yaşamı, her anlamda, bir tür sanat olarak görenler, mesela  “crispin sartwell”, “bulaşık yıkarken bile, bir sanat eseri ortaya koyduğunuzu hayal edin” diye öğütler bana, o yüzden, herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için çalışmak yerine, tao’ya kapılmak, ve “hiçbir şey yapma, her şey olur” demek, en azından boşuna stres yapmanızı engelleyecektir.. iş aramıyorum, iş beni bulur. yayınevi aramıyorum. biri kitabımı basar. kadın aramıyorum. bir gün denk gelir.. nehire bırakmak kendini. balıklar yüzer. yüzmemek nehirde.. kendi akıntın nereye gidiyorsa.. ve, daima, güzel bir okyanusa açılırsın böylece, ben henüz nehirdeyim, ve nehir benim içimde, chuang tzu gibi konuştuğumun farkındayım ama, kendini, içindeki rüzgara bırakmak, ve dışarıda geriye kalan her ne varsa, onları da kendi hallerine bırakmak, neyse cümleyi kesiyorum burada.. bir kişisel gelişim kitabı yazmıyoruz. kişisel gelişimden de, toplumsal gelişimden de hazzetmiyoruz.. o halde, tekrar en başa dönelim… çimlerde imlamı bozuk bulan tip ne demişti;

“ben gelişim ve teknolojiden yanayım, ilerlemek insanları güzel bir yere götürür, iletişim önemlidir”..

tekrar en başa dönelim ve ilkel insanların hayatları ile günümüzü karşılaştıralım. gelişimin ne menem ve boktan bir şey olduğunu fark etmiyorsak, faturalarla, iş aramalarla, ve sırtımıza binip “hadi koçum, çalışan kazanır” diyenlerle el ele, ama onların diğer eli cebimizde iken, yaşamaya devam edebiliriz, ya da birilerini yaşatmaya.. yaşama içelim.. başka alternatifimiz de yok, ama içine sokulduğun boka “tadı güzelmiş, sen de gel” demek ile, “bokun içindeyim, çıkamayacağımı da biliyorum, devrim yok, ütopya yok, ama hoşnutta değilim” demek arasında, bir fark var sanırım. tıpkı seninle benim aramda bir fark olduğu gibi.. “neden fanzinlerde gerçek isimlerinizi kullanmadınız”. gerçek isimler? what is the gerçek isimler? gerçek; insanların bakış açılarına göre değişebilen, ve gerçekliği ispatlanamaz bir kavramdır. o yüzden, ve daima, ve her yerde, ve hiçbir şey olarak, tao vardır. ne gerçek, ne de yalan.. inanıyorum da.. inanmıyorum da.

ying ve yang  ;ve; da ve da


27.ağustos.2008

ardeşen - 2. bölüm

bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. kazan dairesi ve valizlik aynı dört duvarın arasında. bizler de o gece, o dört duvarın arasındayız. çoğu gece gibi, kazan dairesindeyiz, ya da valizlikte. her ikisi de, aynı mekânın farklı isimleri. bir üçüncü isim daha icat ettik, gizli bir isim, alkolik askerlerin taktığı lâkap, “havaalanı” diyoruz oraya. ruhumuzu havalandırıyoruz çünkü. ve “ruhu havalandırmak” iki anlama gelebilir; ruhu havaya kaldırmak, ruhun hava almasını sağlamak. anti-alkolik askerler bir üçüncü anlam daha icat etti, “ruhu kalpten uzaklaştırmak”. böyle söylemişti mahir, “alkol ruhu kalpten uzaklaştırır”. haklı olabilirdi. nefsimizin kölesi olmuş olabilirdik. ama mahir de, başkalarının nefsine köle olmuştu. tarikat liderlerinin nefsine, çünkü tüm kelimeleri, bir yerden alıntıydı, kendine ait bir düşünce tarzı ya da fikri yoktu. kimse haklı gelmiyordu bu durumda bana; kendi olanlar ve başkasının olanlar vardı sadece.. başkasının olanlar, liderlerinin isteğine göre hareket ediyor ve bunlardan dindar olanları liderlerinin istediğini “tanrı’nın buyruğu olarak” görüyorlardı, konumuz bu değildi, konumuz valizlikti, sıcak valizlik, sıcak kalorifer, sıcak kazan dairesi, sıcak şarap, sıcak zihin, sıcak cehennem, sıcak cennet, sıcak araf…

bir jandarma karakolunda kazan dairesindeyiz. şahin, bekir, cumali, ben. cumali, bizim iki üst devremiz ve aynı zamanda kendisi o gün nöbetçi onbaşı. bizler seksen beşe dördüz. cumali seksen beşe iki. ben seksen ikiliyim, cumali seksen beşli, şahin seksen beşli, bekir seksen üçlü. şahin pdrm, ben de pdrm’yim. bekir sıkı içiyor, cumali içince sapıtıyor ama içerken yanımızda bulunan bir üst devre bize güç veriyor. çünkü askerlikte, eğer en alt devre iseniz, boğazınızda 3 ay boyunca kopartıp atamayacağınız bir tasma bağlı demektir. bir alt devreniz geldiğinde, elinize o en alt devrenin tasmasına ait zincirin ufak bir parçası tutuşturulur ve sizin zincirinizi tutan sayısı iki devreye düşer. bir alt devreniz daha gelince, tasmanız çözülür ancak gözaltı süreniz devam eder, teskere altısınızdır. teskereciler kraldır. en sonunda, teskereci olur ve kral olarak, son üç ayı yaşarsınız. diğer karakolları bilmiyorum ve kendi yaşadıklarımı anlatıyorum, o yüzden bu tespitlerime karşı olanlar, lütfen sadece kişisel gözlemlere dayalı bir felsefe güttüğümü ve kesin konuşmadığımı, kendimce yorum yaptığımı dikkate alsınlar. pekâlâ, devam edelim.

bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. en alt devre olarak üç kişiyiz. iki devrem, şahin, bekir ve ben. bir de iki üst devremiz nöbetçi onbaşı cumali. içiyoruz. şarap. papazkarası. saat gecenin on biri. bundan birkaç saat önce, hava kararmak üzereyken ve yağmur hâlâ yağmayı sürdürürken bekir yanıma gelip “gece kaç kaç?” dedi, nöbetimi soruyordu, “sekiz-on” ve “iki-dört” dedim. akşam sekizde cezaevi nöbetini teslim alacak, onda bırakacak ve biraz uyuyup, ikide tekrar gidecektim nöbete, dörtte tekrar teslim edip, biraz daha uyuyup, sabah altıda kalkacaktım. hatta beş buçukta. koğuşun tuvaletlerini temizleyecektim. mıntıkam orasıydı. “içelim” dedi bekir, param yoktu ama bunu söylemedim, gerek de yoktu, para daima bulunurdu, borç alınır, kantinde rütbelilerin hesabına birkaç fazla çay çarpısı çakılır, ya da koalisyon yapardık. o gece, bekir idi finansörümüz, şahin gözcü, cumali de bekçi olacaktı, ben de devriye askeri. bu ne demek? bu şu demek. paraları bekir çıkacak, şahin öncelikle dışarı kaçtığım tellerin önünde sonra da nizamiye kapısında gözetmen olacak, cumali de “nöbetçi astsubay uyuyor mu?” diye bakacak, uyanırsa da odasından aşağı inmemesi için onu oyalayacak bir şeyler uyduran bir bekçi olacaktı. bir şeyler yapacaktık işte. arka tellere yaklaştım parayı alarak. eşofmanlarla elbette. akşam sekiz on nöbetinden gelmiştim. kamuflajları çıkarmış ve eşofmanları giymiştim. cumali herkesi koğuşa soktu, “nöbetçi astsubayın emri, yat sayımı var, herkes koğuşa, aşağı inmek yasak”. nöbetçi astsubay dokuzda vurmuştu kafayı. adını söylemeyeceğim adamın. ama o nöbetçi iken, daima içiyorduk. erkenden uyuyor ve hiçbir şeyle alâkadar olmuyordu, belki o da odasında gizlice içiyordu, kim bilir? her neyse, devam edelim, cumali yalandan bir sayım yaptı ve sonra koğuştan çıktık, biz, cumali, bekir, şahin ve bir de bizle alâkası olmayan birkaç teskereci. bizimle içmek isteyenler vardı ama güvenmiyorduk onlara, sıkı içiyorduk ve sıcaktı valizlik, sarhoş olup başımızı derde sokabilirlerdi, her ne kadar aralarında bizden de sıkı içen alt devreler olma ihtimali varsa da, henüz güvenemezdik. kendimize bile güvenmiyorduk. cumali’ye de güvenmiyorduk. ama o olmadan da içemezdik. otuz milyon verdi bekir. “15 bira al” dedi. dört kişi. “yeter mi?” diye sordum. takviye gerekiyordu, “votka yapalım” dedi şahin. “şarap” dedi cumali. benim oyum, sonucu belirleyecekti, kıllık olsun diye “viski” diyebilirdim ve berabere kalırdık. ama “iki şarap, geri kalanla bira?” dedim. anlaşmayı imzaladık:

“tamam”,
“tamam”,
“tamam”,

“pekâlâ” dedim, “herkes görev yerine.” cumali ana binaya çıktı, nöbet yerine. bekir otuz kâğıdı cebime soktu ve valizlikte askerlerin çantalarından dekor yapmaya başladı. şahin ile tellere doğru yürüdük. etrafta birkaç teskereci vardı ama zarar gelmezdi onlardan. sorun olan trafikçilerdi. aperiyoduk saatlerde karakola gidip geliyordu gece ekibi, ben karakolun karşısındaki tekel bayisinde iken, aniden nizamiyede bitebilir ve beni elimdeki suç delilleri ile görebilirlerdi. bu riske değerdi. her türlü riske değerdi. ve çöpün üzerinden duvara, oradan da tellere tutunup kendimi arkaya salladım. şahin nizamiyeye gidip, okey çekti ve ara sokaktan ana caddeye, oradan da karşıya geçtim. şahin bir okey daha çekince, ilk el açıldı. okey dışarı atmıştık trafik ekibine karşı. tekel bayiinin içinde, şimdilik güvendeydim. beni tanıyordu adam. ilk gidişimde,
“sen asker misin?” diye sormuştu, çekinerek itiraf etmiştim,
“sorun olmaz değil mi?”,
“biz de asker olduk koçum” dedi. lazdı kendisi üstelik, rize’deydim, doğaldı laz olması, lazlar iyi insanlardı, tartışmaya girmediğiniz ya da kızlarına yan gözle bakmadığınız sürece de iyi olmaya devam ederlerdi. ben de onlarla aramı iyi tutmaya çalışıyordum, kızları ile ilgilenmiyordum zaten, ama tartışmaya girmeye de gerek yoktu.

“üç yıldır kimse gelmiyor askerlerden geceleri” demişti adam, “ilk gelen sensin”. ilk gidişimde de demişti bunu, “hadi ya” dedim, alkolik bir devreydik ve üç yıl sonra sezonu açmıştık. ve o gün,
“şarap” dedim, “şarap alacam”. ikinci elin taşları dağıtılmış oldu böylece.
“kaç tane?”,
“ne var?” saydı ellerindekini, fiyatları ile beraber,
“papaz karası yedi mi demiştin.” diye sordum, izmir’e göre fiyatlar uçuktu şarap konusunda, ya da biz ucuz yerleri öğrenemeden askerliği bitirdik.
“evet, yedi”,
“iki papaz karası, kalanı ile bira”,
“otuz mu var demiştin koçum?”,
“evet otuz”.
“iki şarap, 8 bira?”,
“anlaştık, aa şey, sigara bir de”,
“sigara da benden olsun koçum”,
“eyvallah abi”.

askerleri seviyorlardı, yemek ısmarlıyor, içecek ısmarlıyor, ramazanda sigara içersen peşine takılıyor ya da kızlarına asılırsan duvara asıyorlardı seni. seviyordum lazları, bana ters gelen adetleri olsa da, samimi buluyordum birçoğunu. özellikle cezaevinde nöbet tutarken konuştuğum mahkûmları.

“ha bu siktiğimin silahını” demişti bir keresinde bana bir mahkûm, “ben pazarlayınca suçluyum ama amerika ekonomisini silahla kuruyor”,

“haklısın abi” demiştim. haklıydı. silah üretmek konusunda değildi haklı oluşu, çifte standarttaydı söz konusu haklılığı.

tekel bayiine dönüyoruz tekrar. alacaklarımı aldım, kapıda durdum. şahin bir okey daha çekti ve ara sokağa saptım. ikinci eli de kazanmıştık trafik ekibine karşı. son ele başladık.

tellerdeydim. elimde iki torba ile bekliyorum. şahin nizamiyeden ağır adımlarla geliyor ve bekliyor. kısa dönem imam var, etrafta gezinen. adı mahir. aslında adı mahir değil ama adını unuttum ve ona duyunca kıl olacağı bir isim koydum. adı mahir olan imam, kısa dönem askerlik yapan bir ispiyoncu. o varken elimdekilerle telden giremem. ama girmek zorundayım. cumali’nin yanına gidiyor şahin. nöbeti devralıyor cumali’den. cumali nöbetçi onbaşı olarak sahip olduğu tüm hakları kullanıp bahçeye iniyor ve imam’a fırça kayıyor.

“sen koğuş nöbetçisi değil misin? bahçede ne işin var?”.

biraz tartışıyorlar ama sonuçta kolluk kazanıyor ve ben de tellerin üzerinden uçup valizliğe iniş yapıyorum torbalarla birlikte. üç - sıfır. oyun bitti.

2.
saat on bir. anlattığım her şey, buraya kadar anlattığım her şey, yarım saat içinde olup bitti. ve valizlikte, kalorifer borularının arasında, çantalara oturup, şarapları açarak, biralarla karıştırarak, ufacık bir kapalı alanda sigaraya abanıp duman altı olarak, içiyoruz. cumali, şahin, bekir, ben…

birkaç bardak sonra cumali sapıtmaya başlıyor. biz ondan hızlı gidip, alkolü tüketiyor ve koğuşa çıkıyoruz. saat on iki. on iki - iki nöbetçileri gidecek. kimin götüreceğini bilmiyoruz. çünkü cumali’yi sarhoş olarak valizliğe terk edip kapıyı üzerine kilitledik. o orada sızdı. ve koğuş nöbetçisi imamda nöbet tutmak yerine, koğuşta uyumayı seçmiş biz valizlikte içerken. herkes uyuyor, biz sarhoşuz. on iki - iki nöbetçileri nöbete gitmek zorunda. biz uyandırırsak her şeyi çakarlar. cumali uyandırırsa, cezaevi nöbetine götürmek yerine denizden dökebilir sıradaki nöbetçileri. kimseyi uyandırmaz ve biz de uyursak, saatleri dolan ve değişmeyi bekleyen nöbetçiler, cezaevi nöbetçi astsubayını uyandırır, sonrası kıyamet. düşünüyoruz. “bu boku içmeden önce düşünseydiniz” diyor santral. santraldeyiz, ona fikir danışıyoruz, çünkü o bizim üst devremiz. ordu’lu, kendi halinde bir tip. kıyak insan. “siz santralde kalın, ben nöbetçileri uyandırıp hemen gelicem, kendileri gitsin nöbete pezevenkler” diyor santral. “tamam” diyoruz. bekliyoruz. santralin yan odasında karakol nöbetçi astsubayı uyuyor. cezaevi kapısının girişinde bir odada, cezaevi nöbetçi astsubayı uyuyor. kendimizi “dikkat köpek var” yazılı tabelalar arasında buluyoruz. tehlike! daha önce de yaşadık bunları. ama bu kez her şey karıştı ve üstelik benim gece nöbetim var. şahin sadece gündüzleri nizamiyede karakol nöbeti tutuyor. silahı yok. p.d.r.m ve a.s.k raporu işe yaramış. karakola gelen vatandaşları, ana binada gitmek istedikleri yere götürüyor üstlerini arayıp. sabah sekiz, akşam altı tutuyor nöbeti. güneşte, yağmurda, asla izin yapmıyor hafta içi. “memurum lan ben asker değilim” diyor bize. bekir kantinci olduğu için, nöbetleri akşamları oluyor bazen. onu da koğuşta tutuyor. boka sapan benim. ama hayatımı daima ince bir ipin üzerinde düşme korkusu taşımadan cambazlık yaparak harcadım. alışkınım. santral geliyor. nöbetçiler gidiyor. nöbetçiler geliyor. şahin ve bekir’le beraber valizliğe iniyor, cumali’yi uyandırıp bahçede bir banka oturtuyoruz. ayılması gerekiyor. ve banyoya sokuyoruz onu, sonra gözlerini açıp, “bana nöbetçi astsubayı getirin, dövücem onu” diyor. bekir ve şahin sızıyor. cumali ile baş başa kalıyor ve saate bakıyorum. bir buçuk. iki - dört nöbetim var. hâlâ sarhoşum. ama kendimdeyim. yani kendimde olduğumu söylediğim için, sarhoşum demektir. basit alkolik mantığı. cumali nihayet kendine geliyor, nöbetçileri güç bela uyandırıyor ve nöbete gidiyoruz. ben ne doldur boşalt yapıyorum ne de bot giyiyorum. eksik kamuflajlarla ve şarjör almayı unutarak, boş mp5’le, ikinci kuledeyim. nöbetçi astsubaya en uzak kule. birinci kuleye geçecek olan tipe, “karakolda nöbetçi astsubay kim?” diyorum, söylüyor, tim komutanımmış ve tim komutanımın nöbetçi astsubay olduğunu bilseydim, ona da bir şişe götürürdüm diye düşünüyorum. ya da daha çok içerdim. ama yapmadım. iki birayı çöpe attık. ama dış çöpe. boş şişelerle birlikte. gizlice. orayı anlatmayı es geçtim ve hâlâ es geçiyorum. ikinci kulede, not defterime bir şeyler karalayıp, kulenin içinde sızıyorum. tahtanın üzerinde. dört olunca gelip değiştirirler nasılsa diyorum. dört-altı buçuk nöbetçileri gelir değiştirir. mahkûmlardan da kaçan olmaz. her şeyi, şansa havale ediyor ve sızıyorum. ve altı buçukta dürtüyor beni cumali, hava aydınlanmış.

“sabit bıraktım seni nöbette” diyor cumali, “kaldıramadım”.


“boşver” diyorum, “mıntıkadan kurtuldum”.

dört – altı buçuk nöbetçisi kısmen mıntıkadan kurtulurdu. karakola gelir, tıraş olur, kahvaltı yapar ve içtimaaya çıkardı. böyleydi bizim oralarda. bazen mıntıka yaparlardı ama yerine yapacak kimse bulunamamışsa ve her neyse dostlar, iki dört nöbetini, iki altı buçuk yaparak, karakola döndüm, kahvaltı yaptım, bir sigara yaktım, tıraş oldum, içtima için sıraya girdim. tim komutanım geldi, o gece cezaevinde nöbetçi astsubay olan tim komutanım yanıma geldi. beni köşeye çekti ve bir sakız verdi, naneli, “al bunu çiğne, hayatını sikicem senin, göt” dedi, gülüyordu, gülüyordum…

27ağustos2008

24 Ağustos 2008

sokak edebiyatı

yapmam gereken
onlarca iş varken
oturmuş şiir bekliyorum zihnime
geleceğini biliyorum
geldi belki de
bu şiir mi?
bu olabilir
yani
“bu bir şiir” demek istemedim
“beklediğim şiir, bu olabilir” demek istedim

o halde bir sigara yakmalı
şiir sigara ile yazılır
beyne gelen aşırı saldırıyı keser sigara
ve dumanla geri gitmeyip
boğulmuş ama sağ kalan saf kelimeler kalır geriye
dumanla ayıklanmış kelimeler
el işlemeye başlar
yazar geçersin
unutarak yazarsın
bir sonraki kelimeyi bilmez
bir öncekini hatırlamazsın
uzar gider aynen bu şekilde
düşünmezsin, ortaya ne çıkacak diye
ve son satıra geldiğinde
ya da biteceğini hissettiğinde
bittiğinde
kendi kendine bittiğinde şiir
dış müdahale olmadan zihne
sona erdiğinde
tamam, dersin
bir kez okuyalım
okursun sonra ve sadece
kelime hatalarını onarır
geri kalanı olduğu gibi bırakırsın
iş yayınlamaya gelir
siteni açar
girişini yapar
ve gönderirsin
pat diye girer en üstten anasayfaya
uğraşmazsın
birileri onaylasın diye beklemezsin
ve bir kaç kişiye de vermişsindir bu hakkı
onay beklemezler
seçilmiş lavuklar mıdır onlar?
neo gibi yani?
bilemiyorum..

sonra gelen yazılara göz atmak ister
ama korkarsın çokluğundan
kısa olanları hemen eler
geri kalanı bekletirsin
okuyacaksındır yakında
ve okursun da
ve her "sil" tuşuna bastığının sahibi
"her" değil aslında
içlerinden bazıları
sana gelip
"yazıma noldu" der
"bilmiyorum" dersin
"onaylanmamış olmalı herhalde
hatırlamıyorum"

hatırlamazsın gerçekten
çünkü her gün mailine bir ton yazı gelmektedir
ve yorum beklerler senden
istemezsin yorum yapmayı
sevmezsin
işine gelmez bu
çünkü
iyi veya kötü bir şey söylersen
bu, sana geri dönecektir
"sen çok mu iyi yazıyorsun sanki?"
"sen de çok iyi yazıyorsun abi"
bu tip şeyler

sonra bir de
fanzin isteyenler vardır
liste uzar gider
ikiyüzü geçer talep
ve "göndericem" dersin
"göndericem biraz sabır"

paran yoktur
fotokopi çekemez
çekince katlayamaz
katlasan da kargoya gidemezsin
ve sarktıkça sarkar dağıtım
ama mutlaka gönderilir
herkese
ve mutlaka okunur
her gelen yazı

gecikmeler için sizden özür diliyorum
ama kabul edersiniz ki
herkes gibi benim de
kendime ait bir hayatım var
bu işten para kazanmıyorum ve
para kazanmak için çalıştığım işten
arta kalan zamanları ikiye bölüyorum
sokak edebiyatı işleri ve
girdap'ın gerzek yaşam biçimi

girdap'ın gerzek yaşam biçiminde
en büyük zaman
oturup beklemeye ayrılmıştır
oturur beklersin
şiir gelsin diye değil ama
ya da öykü gelsin diye değil
hayır
sadece beklersin
duvarlar karşında
fonda bir müzik
elde sigara
kül tablosu
evet tablosu
kül tablosu ağzına kadar dolu
duruma göre çay kahve ya da alkol
her şey bakkala yazdırılmıştır
kendimi de birine yazdırsam diye düşünürsün
benim yerime o yaşasın

ve sonra
evet
bir sigara daha yakar
ve bilirsin ki
şiir yola çıkmıştır
müziğini açarsın
bir txt dosyası açarsın
ve duvarlara bakarsın
duvarlarda yazıyordur her şey
dört duvar arasına sıkışmak iyidir çoğu zaman
ve odada
seksenbindörtyüz adet
kağıt parçası birikmiştir
her birinin üzeri
karalanmış
yazılmış
çizilmiş
kusulmuş
sigara söndürülmüş
kül atılmış

içinden birini çeker
ve bunu yayınlayalım dersin
bilgisayara geçer
ve kağıttan ekrana nakliye yaparsın
oradan da siteye
bazen öyle bazen böyle

ve gerçekten içinden gelmez
bir başka yayında onaylanmayı beklemek
ama “sokak edebiyatı” gibi bir siteyi
birileri kussaydı
evet, kussaydı
ben de sanırım denerdim şansımı
çünkü benim ruhuma hitap ediyor olurdu

yayınevleri mi?
o bahsi çoktan kapattım
dergiler mi?
hayır, asla

ama artık gerçekten
insanlarla uğraşmaktan sıkıldım
bu yüzden
biraz bana da tahammül etmenizi bekliyorum sizden
"fanzin nerde kaldı bilader?"
“bilmiyorum eylül?”
“hani ağustostu?”
“param bitti, eylül?”
uzar gider
ve sanki
parayla satın aldığı bir ürün
evine teslim edilmemiş gibi gösterir tepkisini

bakın, para istemiyorum
sadece beklemenizi istiyorum
ben de bekliyorum çünkü
kitap okuyamıyorum
gazete okuyamıyorum
televizyon izlemiyorum
-bilinçli bir seçim sonuncusu, evet-
bir şikayet olarak almazsanız bunu
ben de sizinkileri
şikayet olarak almayacağım
herkes hakkını arıyor
herkes anlayış bekliyor
herkes ilgi bekliyor
ben de siz de onlar da
tanrı bile ilgi bekliyor bir çocuk gibi
ve ilgi göstermeyeni yakıcam diyor
ben yakmıyorum
tanrı da değilim
olmak da istemezdim
ve ayrıca
benden hayatımı hacılayanlarla
muhatap olmak da istemiyorum ama
mecburum buna
çalışmaya yani

hayatımı hacılayan patronlar
hayatımı hacılayan eski dostlar
hayatımı hacılayan kadınlar
herkesin bir hacılayanı var bu dünyada
ruhen ya da bedenen
çalıntı hayatlar
çalınan hayatlar

ayrıca
kolunda simgem olan bir dövme taşıyan adamı
bana sorup durmayın
ya da diğer üstün kahramanları
kimileri gider
kimileri gönderilir
kimileri gelir
sokak edebiyatı burada ve
temsil ettiği hiçbir şey yok "boşluk" dışında
ve onun yarattığı boşluk
hayatımızdaki tüm boşluklara nüfuz etmiş durumda

benim öyle en azından
geppetto'nun da öyledir
yada kurşun kalem'in
duvar dibi'nin
güzedüşen'in
fenris'in
tezer’in
demir’in
gölge'nin
tek tek sayamayacağım
şiir uzamasın
ama evet
kimileri gönderilir aramızdan
kimileri de çeker gider
ve her iki ayrılma şeklinin de tek gerçek nedeni
yazdığı gibi yaşamıyor ya da davranmıyor oluşlarıdır
kısaca samimiyet
kısaca saydamlık
kısaca kısa olmak
yazdığını ya da kendini ya da bir başkasını üstün tutmamak
ve yazdığınız ile yaşadığınız
eş değer değilse
lütfen lütfen lütfen
zamanınızı harcamayın

er yada geç
her şey patlar ve
sizler de
o gel-git safına üye olabilirsiniz
ama buradaysanız
ya da burada olmak istiyorsanız
yazmaktan ziyade
yaşamayı dikkate aldığımızı bilin
ya da ölmeyi

o yüzden tek satır yazmayan dostlarımız
sokak edebiyatı tayfasında ölüyor bizimle beraber
çünkü yazmak değil önemli olan
yaşamak
ölmek
içmek ve takılmak bir kaç saat
gelen gelir
giden gider
beat değiliz
beat olmak istemiyoruz
hiçbir şey olmak istemiyoruz
anılmak bile istemiyoruz öldükten sonra
bir şeyi başarma hırsından mahrum bırakılmış
kendi ufak hayatlarında
kendi gibi ufak insanları
mıknatıs gibi çeken
bir kaç kafası kırık elemanız sadece
ve açığız herkese
gelen gelir
giden gider
yazı arka planda kaldığı sürece
daima içebiliriz
gülebiliriz
ağlayabiliriz
ama
şunu kanıksamak gerekiyor
hiçbir şey yapmıyoruz
sadece yazıyoruz
sadece yaşıyoruz
sadece ölüyoruz
geriye kalan ne varsa
nam şan şöhret para ünvan
reklam poster röportaj haber
onların olabilir
herkes istediğini kazansın
hakkettiğini değil
istediğini kazansın herkes
hakketmese de kazansın
ben nobeli istemiyorum mesela
hakketmeyen biri de kazanabilir onu
ya da kitabım basılsın da istemiyorum
ben basıyorum zaten kitabımı
hakketmesek de, istediğimiz gibi yaşayalım istiyorum
herkes için geçerli bu
sessiz sakin kendi halinde

o yüzden
lütfen lütfen lütfen
sevin yada sevmeyin ama
övmeyin de sövmeyin de
çok sıkıldım
gerçekten sıkıldım



24.ağustos.2008

gazoz kapağı savaşı

gazoz kapağı savaşı

1.
aslına bakarsanız, çok basit bir şey bu benim yaptığım, serbest yazım, akışına göre, üzerinde uğraşmadan, kelimeleri eğip bükmeden, söz sanatı yok, derinlik yok, emek yok.

 “edebiyatı çok hafife alıyorsun girdap” diyor, ben de ona, “sen beni çok hafife alıyor olmayasın” diyorum. bir başkası, “bence sen kaybeden değilsin dostum, kaybeden edebiyatı yapmıyorsun, zirveye oynuyorsun” diyor. haklı aslında küçük dostum, zirveye oynuyorum, ama dünya yuvarlak. bana kalırsa, hayat da yuvarlak. daima başlangıç noktasına dönersin bu hayat içinde, birkaç kez hem de. sonra yolları ezberler, ve daima kestirmeden giderek sürekli başa döner ve artık başlangıç noktasını unutur, paso işe gider gelir içer sızarsın. sonra hoop en başa. kolay.

ne diyordum? evet dostum, zirveye oynuyorum, ama hayat yuvarlak, iyi oynayan kazansın. kazanmak mı? kaybeden olmak? hayat yuvarlak ve zirveye tırmanmaya çalışanlar da var, benim gibi çukur kazanlar da. ve o zirveye tırmanma telaşındakilerle, benim gibilerin gideceği yer aynı. kimine göre zirve orası, kimine göre yerin dibi. ama sonuç aynı. sadece baktığın açıya göre değişiyor konum, kimine göre zirve, kimine göre dip. uzayın neresi yukarısıdır philip?

bugün size ne anlatabilirim bilmiyorum. başladım ve yazıyorum. ve akıyor. pekala. bir düşünelim. gelen eleştirilere cevap hakkım doğdu aslında.

sayın kripton bey,
bukowski’yi taklit ettiğimi düşünüyor olmanız, beni, sizin eski eleştirmenlerimi taklit ettiğinizi düşünmeye itti. biraz daha iyi okursanız, kimseyi taklit etmediğimi, aksine, pek kitap okumadığımı fark edersiniz. kitap okumuyorum. okuyamıyorum. çünkü paso ya çalışıyor ya da uyuyorum. bu ikisi arasındaki üç beş dakikayı da, sizin gibilerden fırça yemek için yazmaya ayırıyorum. elimde çeşitli hayranlarımdan gelen 38 kitap var, hiçbirine başlayamadım. emekli olunca başlarım umarım. vaktim yok. basit bir bahane size. ve sıkıldım adını bile duymadığım yazarlara araksiyon muamelesi görmekten. virginia woolf mu? o da kim? hayır, hakan günday’ı okumadım, başladım ve kaldı öyle. bir kitabı. iyi yazıyor olabilir, ama okumadım henüz. okuyacağım. söz. anneme sigara konusunda verdiğim sözler gibi aynı. söz. sigarayı bırakıcam. tüm yazarları okuyucam. biraz daha bilgili olucam bazı konularda, sonra yeniden yazmaya başlıcam.

sayın turnosol bey,
yazdıklarınızı okuyamadım ama yazmak üzerine verdiğiniz nasihatlerden sıkıldım ve sizi engelledim. sildim. ettiğiniz küfürlerden sonra, üzerinize oturdum ve hiçbir şey batmadı bana. ama umarım, artık yazdıklarınızı gün ışığına çıkarır ve merakımızı giderirsiniz. evet evet, bir şair boksördür ve benim yumruklarım cılız. ama sizin yazmak üzerine konuşmak yerine artık yazdıklarınızı ringe sokmanız gerekmiyor mu?

sayın. sayın yok. sayı yok. harf yok. ilkel dönemlerden bahsediyorum. ve o dönemlerde yaşamak istiyorum. zaman makinesi. ama işe yaramaz artık bu. medeniyet bizi kirletti. ve evet evet, hep aynı şeylerden bahsediyorum. o yüzden bu kez, şimdilik, banttı değiştiriyor, ve henüz gün ışığına çıkartılmamış bir geçmiş zaman diliminden bahsetmek istiyorum.

2.
onsekiz sene önceydi. sekiz yaşındayım o zamanlar. mahallede, süleyman adında, benden bir yaş küçük bir tip vardı. “sarı” derlerdi ona. aşırı sarışındı. ve abisi, benden iki yaş büyüktü. adı erkan’dı abisinin. o da aksine, alabildiğine karaydı. “arap” diyorlardı ona da. ve evet, aynı anne baba. ve süleyman’la sürekli bir rekabet içindeymişim gibi hissederdim kendimi. çünkü mahallenin güzeli, gülçin, benden bir, süleyman’dan iki yaş büyük olan hatun, çocuk hatun, evcilik oyunlarında, sürekli süleyman’la eş olurdu. ben de başka biri ile. sonra biraz daha büyüdük ve evcilik çocukça gelmeye başladı. başka oyunlar bulduk. kızlar ip atlar, biz de gazoz kapağına taş atardık. babam kahvede çalıştığı için, sürekli bana gazoz kapağı getirir, ben de onları sürekli olarak kaybederdim. süleyman’la ortak oldum sonra. o iyi oynuyordu bu mereti. benim babam da iyi kapaklar saklıyordu bana kahvede. onluk, yirmilik kapaklar. az bulunur türden. ve bir yandan sülo ile mahallenin çocuklarını yutar, bir taraftan babamın kapakları ile güçlenirdik. üç beş mahallenin en kral gazoz kapağı arşivi bizdeydi, ama sıkıldık bu oyundan da. çiviye başladık bu kez de. çamura çivi atıp çizik atmak. bilir misiniz? çelik çomak. saklambaç. bisiklet yarışları. tek kale maç. muçi. bulan kaçan. vs vs. ve zaman geçtikçe bir sürü değişik oyundan sıkılıp, kavga etmeye başladık. gülçin de büyüyordu bu arada. sanırım gülçin oniki, ben onbir, sülo on olmuştu. diğer elemanlar da o civarlarda. erkan ise, süleymanın abisi, on üç olmuştu.

inşaat vardı mahallede. orada oturuyorduk. inşaatın içinde. erkan, ben, sülo, sercan, serhat, vs vs. erkan, “gülçini siktim oğlum dün gece” dedi. yalan söylüyordu elbette. çocuktuk daha. hiç bir şey bilmiyor ama küfür ediyorduk. erkan belki de ilk kez fantezi kurmaya başlamıştı. bilemiyor ve pek de hatırlamıyorum. ama o gün erkan’ı dövmek istemiştim. bir kıza küfür ettiği için. küfür gibi gelmişti bana bu. sikmek? küfür olmayabilirdi belki de. herkes bu işi yapıyordu. hepimiz bu şekilde doğmuştuk. ama tabir kabaydı. çok sonraları, bu kelimenin ataerkil toplum yapımızın bir sorunu olduğuna karar verdim. seks yapma eylemi küfür yerine geçiyordu. ve her türlü küfür, cinsiyetçiydi. “ibne” bile. ama o günlerde, ben de, diğer arkadaşlarım gibi, toplumsal cinsiyetime ısınmaya çalışıyordum. erkektim ben. kavga edicek, küfür edicek, kızlara bakıcak, ağlamayacak ve büyüyecektim. “erkek adam”

her neyse, sülo ile aramda ciddi problemler doğmaya başladı sonra. gazoz kapağı mevsimi tekrardan açıldı ve ortaklık bozuldu. paylaşmak istemiyordu kapakları. beni dövüşmeye davet ediyordu. dövüşmek istemiyorum demiştim. sadece kapaklarımı ver. itti bi kez. ben itmedim. kapaklar dedim. o an etrafımızda on kişi vardı. mahallenin çocukları ve gençleri. kimisi altı yedi yaşında. kimisi onaltı onyedi. biz de, on onbir sanırım. sülo ve ben. o zamanlar girdap değildim elbette. sonradan girdap olmuştum.

her neyse, beni itti sülo, ikinci kez. ve “zorlama beni” dedim. ve üçüncü itişinde, bi tane geçirdim midesine. kapıştık, ve ben altta kaldım. vurdukça vuruyordu. ve kimse ayırmıyor, herkes izliyor, kimisi sülo’ya kimisi bana destek oluyordu. en sonunda abim gelip ayırdı bizi. abim o zamanlar yirmibirindeydi. on yaş vardı abimle aramda.

ve eve geldik. burnum kanamıştı. kapakları alamamış, üzerine dayak yemiştim. ağlamadım ama. erkektim ben. ve sonra, günler geçti. tekrar barıştık sülo ile. arada sırada kavga ediyor, arada sırada barışıyorduk. serseriydik. kuruçay’da yaşıyorduk. izmir kuruçay’da. yani çingene mahallesi. her türlü pisliği biliyorduk yaşımız on civarı olmasına rağmen. hap, esrar, hırsızlık, pezevenkler, fahişeler, katiller. çingenelerle paso kavga ediyorduk. büyük kavgalar. taşlı, sopalı, bıçaklı.. biz çingene değildik. ama mahallemiz bitişikti onların gettosu ile. zaman geçtikçe arkadaş olduk çingenelerle. ve beraber maç yapmaya, gezmeye ve muhabbet etmeye başladık. ama o dönemler aramızda çocukça bir husumet vardı.

her neyse, biri vardı mahallede, çingeneydi, oto-kiralama dükkanı vardı. bedeni yara doluydu. bir dolu kurşun izi. onsekiz tane kurşun yemiş ve ölmemişti bir keresinde. sonra o herifleri bulup ağır yaralamış ve hapse girmişti. tam bir belaydı yani. korkusuz. düşüncesiz. umarsamaz. herkes korkuyordu ondan. biz korkmuyorduk ama. sülo ve ben. yanına gider, sigara içişini izlerdik. esrar içişini. “sakın başlamayın buna çocuklar” der ama kendi hep içerdi.

bir de tek kale maç yapardık süleymanla. kaleci erkan olurdu. sülo’nun abisi. sürekli yenilirdim sülo’ya, daha iyi oynamama rağmen. erkan hem hakem hem spiker hem de kaleciydi çünkü. bir de sülo’nun abisiydi. gollerimi saymaz, penaltılarımı vermezdi. yıllar sonra, bu hileye hayatım boyunca maruz kalacağımı ve oynamaktan vazgeçeceğimi fark ettim. vazgeçtim de, hayatla oynamaktan, yarışmaktan falan yani.

ama hatırladığım en güzel an, sülo’nun, ağzı burnu kan dolu evine gittiği gündü. yine gazoz kapakları moda olmuştu. ve babam eve kapak getirir, ben de kimi zaman yutar kimi zaman yutulurdum. bir keresinde teke tek oynadık sülo ile. benim eski ortalıktan olma kapaklarım ondaydı hala. yeni kapaklar edinmiştim kendime. sıfırdan. ve oyun ilerledi. izliyordu on beş yirmi kişi. onunla dövüşmelerimi izleyen tipler. yutuyordum. yutuluyordu sülo. yutuldukça sinirleniyor ve izleyicilere sataşıyordu. kavga etmek istiyordu canı. ama bu kez benim de canım kavga istiyordu. ve oyun bitti nihayet, tüm kapakları bitmişti sülo’nun. iflas etmişti. yutmuştum neyi varsa. ona kapak getiricek bir babası yoktu. babası vardı elbette, biri sarışın biri zenci, iki oğlu olan bir baba. annesi sarışındı, babası esmer. ya siz ne sandınız? kadının adamı aldattığını mı? öyle şeyler pek olmazdı bizim muhitte. olursa da, kadının işi gerçek anlamda biterdi.

böyle bir mahalle. izmir. boğaziçi. bilir misiniz? pek kimse bilmez. izmir’li olan biri sorunca, “boğaziçi” derdim, “istanbul'da mı oturuyorsun” derdi. o yıllarda. şimdi buca’dayım gerçi. ve özledim o mahalleleri. varoş. bitik. harap. eski evler. eski insanlar. eski hayatlar. teknoloji ile en son tanışan insanlar. bir internetkafe açılınca mahallede, çocukları sokaklardan silinen insanlar. şimdi nasıldır bilemiyorum. ama o zamanlar, ben onyediyken, oniki yaşında olan hiçbir çocuk, sokak oyunları oynamıyordu. büyükler mutlu oldular. bizleri her mahalleden kovan büyükler. “burda top oynamayın” diyerek topumuzu kesen büyükler.

konumuza geri dönelim. tüm kapaklarını yutuldu sülo. “ortak olalım” dedi, kabul etmedim. evime dönüyordum. kapaklar torbamda. ve tam evimin önünde arkamdan boğazıma sarıldı. kapakları sercan’a verdim ve boğazımı kurtardım önce. sonra seri halde yumruklaşmalar başladı. altıma alabildim sonunda onu. benden güçlüydü, bir yaş küçük olmasına rağmen. ve altımdaydı. vurdukça vuruyor, acımıyordum. herkes izliyordu. gülçin de izliyor ve gülüyordu. kime güldüğünü bilmiyorum. en sonunda kalktım sülo’nun üzerinden, ve bana küfür ede ede evine gitti sülo. bir daha da kavga etmedik onunla. bu kez gerçekten iki sıkı dost olduk. onu döverek, dostluğunu kazanmıştım. kan kardeşi olduk ve çingenelere karşı daha sıkı çeteler kurup, dövüşlere devam ettik. dövüşler. futbol maçları. falan filan.

sonra çingenelerle de dost olup başka düşmanlar edindik. polisler? evet polisler. sonra iş uzadı. polisler mahalleyi bastı bir sabah, bizim evi de bastılar, sabahın altısıydı, bir sürü aranan insan, yasadışı madde, silah, mahalle darmadağın oldu. ve sonra, yirmidört saat, yunusların devriyesi başladı. yunuslar bir şey yapmıyordu gerçi, sadece tedirgin ediyorlardı bizleri. hiç bir şey değişmedi. o zamanlar ben onaltı yaşındaydım ve lise ikiye giderken, bir sabah olmuştu baskın.. bir yıl sonra da oradan taşındık. iki yıl sonra tekrar taşındık. ve dört yıl sonrasında. tekrar. şimdi buradayım. öğrenci mahallesi diyebiliriz buraya, kampüs yakınındayız. burası fena sayılmaz, daha az risk, ama orası eğlenceliydi, benim için, çocukken elbette.. çocuktum ve yazmıyordum hiçbir şey, gazoz kapağı oynar, dövüşür ve top peşinde koşardım. şimdi o günleri yazıyor olduğum için, umarım bana kızmazlar, tüm “erkek” olmaya çalışan çocuklar ve çingene dostlarım. çünkü o harikulade günler ve harikulade mahallem için, yayınlayacağım bir romanım var, zihnimin dolabına emanet ettiğim.


24 ağustos 2008