29 Kasım 2012

toplumiğne

toplumiğne

yazmak bir gereklilik midir, yazdığın şeyleri öyle ya da böyle, herhangi bir yerde, yayınlamanın, ya da başkalarına sunmanın, paylaşmanın, ardında yatan temel güdü nedir?  bir şeyleri yayınlayacak olduğumuz için mi yazarız ya da yazdığımız için mi yayınlarız, ve buna benzer birkaç soru üzerinde düşünürken, zihinsel sürecim, beni, bunları yazma sürecine itti.

yazmak, bana kalırsa, bir tür, kendini var etme biçimidir.  konuştuklarımızı kayıt altında tutamayız, sadece konuştuğumuz kişilerin belleklerin de, o da belli kısımları ile yer tutarlar. oysa kayıt altına alınan her türlü eylem, düşünme, hareket, bir şekilde aktarılma vasfını da taşır. ister bunun bilincinde olalım, istersek bilincinde olmadan gerçekleştirelim, kayıt altına aldığımız her şeyimiz, aslında bilinçaltında gizli bir  ‘başkalarına sunma’ amacını taşır; bu, bir fotoğraf karesinden, çaldığımız gitarın sesini kayda almaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.

o halde sorulması gereken soruyu, bir miktar değiştirerek, sorguladığımız amacın ortaya çıkış sürecini irdeleyerek işe başlayabiliriz: insan bir takım şeyleri, özelliklerini, vasıflarını ya da uğraşlarını kayıt altında tutmaya ne zaman başlamıştır? bir anını videoya çekme eğilimi, kameranın icadı ile başlamış olabilir, ama ondan da geriye gidersek, bir ressama aynı gereksinimlerle poz vermiş de olabiliriz. ama daha da gerilerinde, kafamızdaki resmi, sözel bir betimle ile anlatma ihtiyacı, ondan da önce, belki çok önceleri, mağara duvarlarına yapılan oymalarda, aynı amacın farklı yansımaları olabilir.
 
o yüzden bence, insan neden yazar sorusundan daha önemli ve öncelikli olan soru, insan neden yazdığı bir takım şeyleri saklar ve başkalarına sunar sorusudur. cevap kişiden kişiye öznel farklılar seyredecek olsa bile, bir şeyleri yayınlama eğilimi, her koşulda, bir şeyler anlatma ihtiyacını da kapsayacaktır. ve biz, bu ihtiyacı, yan odada uyuyan kardeşimiz veya babamızla değil, tüm dünyaya açık bir hale getirerek giderileceğimizi hissettiğimiz noktada, zihnimizde olan biteni, herhangi bir şekilde ortaya dökmeye çabalarız. ve bu da, bir kağıt kalem alıp karalamaktan, bir twit atmaya kadar genişleyen bir kulvarda, sorgulama yapmamızı gerektirir. ancak, üzerinde durduğumuz konu, bunun tam tersine, yayınlama/sunma/paylaşma amacı gütmeden yapılan işlevlerin, izleyici odaklı yapılan işlevlerle ayrıştığı nokta üzerinde devam edicek.


hiç kimsenin ilgi göstermediği bir şey için, çaba sarf etmek gerekir mi? hiç kimse ilgi göstermiyor olsa bile, insan, kendi için, kendi yaptığı şeylere devam edebilir mi? izleyici potansiyeli, yapılan işin sürekliliğine, ne derece katkı sağlar. bu durum kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram mıdır ve herkes içinde bulunduğu koşullarda ek olarak uğraştığı, iştigal ettiği, başlangıçta hobi sıfatındaki uğraşı, bu izleyici ve kayıp-kazanç göstergesi sonrasında mı profesyonel bir uğraşa dönüştürmeyi tercih eder.

sonuçta, kimse ilgi göstermiyorsa, yaşanılan an içinde, o insan öldükten sonra birilerine ulaşması o çalışmanın, ne gibi bir iç anlam ya da amaç taşıyabilirdi? dünyayı değiştirme fikrinden ve bu çabadan oldum olası uzak durmuşumdur. bazı insanların yaşamlarına, fikirlerine veya bilinçlerine, bilinç düzeylerine odaklı çeşitli uğraşlardan da haz etmemişimdir. elbette bir şey, bir şarkı, film, ya da bir kitap, başka bir insanın yaşamını tamamı ile değiştirip dönüştürebilir. ama, yapılan işin, böyle bir öncelikli ya da ikincil amaç taşıması, bana oldukça manasız gelmiştir. sanat, -eğer varsa öyle bir şey- can sıkıntısından doğar benim açımdan. insanın kendi günlük ve biteviye süregiden mücadelesinin yanında, hayatına değişik bir aroma katma güdüsüdür. burada dikkat edilmesi gereken nokta, genel olarak hayata, bütüncül olarak dünyaya/insanlığa değil, kendi bireysel öz yaşantısına yaptığı bir müdahale olarak tanımlamış olmamdır sanat olgusunu. bu anlamda, söz konusu uğraşı, bir kitap yazma eyleminden, günün her hangi bir saatinde, çay demlemeye, hatta bulaşık yıkamaya kadar gidebilir. elbette, çay yapmak, sanat dalları arasında herhangi bir yere konulmayabilir, ama baktığımız zaman evinde kendi kendine resim yapan bir insanın yaptığı tablo da, sanat camiası tarafından, onların kendi genel-geçer kriterlerince, kuramlarınca, onanacak kriterlere sahip olmayabilir. burada bence önemli olan olgu, neyin sanat olduğu sorgulamasından ziyade, sanat yapmanın ne gibi bir işlevinin olup olmadığıdır. ve ben bu işlevi, az önce de belirttiğim gibi, toplumsal anlamda bir yapı içinde değerlendirmektense, öznel ve içsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı noktasında değerlendirmeyi anlamlı buluyorum. o yüzden, bence, yapılan iş, örneğin yazdığınız yazı, izleyici potansiyelini hesaba katılarak kayıt altına alınıyorsa, o işi “sergilenimci sanat” olarak tanımlamayı uygun buluyorum. ve sergilenimci sanatın belli bir aşama sonrasında, yapılan iş, getirisi kapsamında profesyonel sergilenimci sanat olarak bir üst evreye taşınıyor. buradaki getiri maddi veya manevi olarak iki anlamda ele alınabilir. işin, parasal bir değerinin olabileceği gibi, o insana basit bir arkadaş çevresinde motivasyon açısından bir geri dönüşü de olabilir. ve her ikisi de profesyonel sergilenimci sanatın, beğenici düzeyi odaklı bir kıstası merkeze alarak, içten çıkma ve can sıkıntısı merkezli oluşma evresini ortadan kaldırabilecek bir riski beraberinde getirecektir. bu da kişinin, sanat satan anlamında bir “sanatçı” hüviyetine kavuşmasına yol açarak, yaptığı işi, kendi oluş doğasından soyutlamasını sağlar. bu süreç, her insanda bu şekilde evrilmeyebilir ama günümüz verileri, çoğu “amatör” olarak nitelenen çalışmanın birkaç soluk sonrasında neden armatüre dönüştüğünün cevabı olarak tek bir şeyi söyleyecektir: sanat işe dönüşünce sanat olmaktan çıkar. ve burada armatüre dönüşmesi metaforu üzerinde düşününce, söz konusu durumun nedenleri, daha net anlaşılacaktır.

o yüzden, insanlar çok çeşitli biçimlerle gruplandırıldıkları gibi, kanımca şu biçimde de tasnif edilebilir, tüm bu argümanlardan sonra; insanlar ikiye ayrılır: toplumsal insanlar, toplumun dışında yaşayan insanlar. ne var ki zihinsel terminolojimiz ikinci gruba “toplumdışı” yaftasını layık görecektir hemen. ikinci grubun toplumdışılığını da, algımız, toplumun dışına itilmiş olarak tanımlayacaktır. oysa ikinci grup, toplumun dışına itilmiş değildir, aksine etraflarındaki insanlar tarafından bir tür “topluma dahil edilme” çabası ile dürtüklenirler, ilk çocukluk evrelerinden ölümlerine dek. onların toplumdışılığı, bilinçli olarak toplumu kendi iç evrenlerine, ya da dünyalarına dahil etmeyiş olmalarından kaynaklanır. dışlanmış değillerdir, dışlamışlardır. ve benim sanat olarak betimlediğim işler, bana göre, bu tip insanlardan çıkar. ve bu tip insanlar, yaptıkları işler milyon dolarla ölçülebilir duruma da gelse, ya da multi-platinumlara da ulaşsa, sadece can sıkıntısının bir sonucu olarak açığa çıkan üretimleri, ölümlerine dek özü itibari ile pek fazla bir değişme geçirmezler. yapı olarak, içerik olarak ya da tür anlamında dönüşümler olsa bile, oluş halindeki o öznel olma (özgünlük anlamında değil) özelliklerini kaybetmezler. ve bu yüzden ben, “kendi kendine yap” (do it yourself) eyleminin, başka bir doğurganlık taşıdığını da söyleyebilirim: kendi ‘kendini’ yap.

“kendini yap” deyimi, git kendini becer gibi bir argoya kapı açabilir. ve bu, pek tabii, götünü parmaklamak yerine mastürbasyon yapmak olarak da algılanabilir, kişi için. buradaki ifadenin seksist ya da homofofik vurgusundan çok, kişiye söylenen eylemin, söyleyen kişinin bakış açısından taşıdığı değer ve söylenen kişi bakımından kişisel bazda aldığı zevk biçimi önemlidir. “git kendini becer” deyimini, söyleyen kişi, “beni tatmin aracı olarak kullanma” anlamında diyor olabilir, ancak “kendi kendimi yapıyorum” diyen insan, işe dahil olan bir etken olarak izleyici potansiyeli yokken veya hiç olmasa bile, kendi kendine tatmin oluyordur. o, dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimciden çok, kendi öz doğasını korumak isteyen bir tutucu rolündedir. ve kendi doğasını, kendi öz benliğini, varlığını, değerlerini korumak için aslında savunmaya bile geçmiş değildir. çünkü savunma, saldırı anında ortaya çıkan bir eylemdir. o, toplumun varlığını, yapısını, doğasını, ‘diğer’ insanları bir saldırı ya da düşman olarak görmez. o, vardır. öylece. olduğu gibi. neyse o olarak. ve ‘diğer’, ‘dış’ adlı kelimeler lügatında yoktur. kendiyle barışıktır. can sıkıntısının kaynağı ise, onun varlığının, durağan neşesinin, kendi başına olabilirliliğinin, bir tür tehdit unsuru olarak algılanıp dönüştürülme çabası güdüldüğü anda açığa çıkan sıkıntılardır. savunma bu noktada, bir karşı saldırı olarak açığa çıkar. ve can sıkıntısından doğan uğraşlar, “varım” temelli bir savaşa dönüşür. ve bu savaş, çoğu zaman, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan, gittikçe büyüyüp çoğalan kitlelerce, içinden çıkılmaz bir hale dönüştürülür.  ve sonunda, kişi, ya pes ederek, dışarda herkes gibi, içerde kendi gibi olan  bir rol yapma oyununa başlar, ve can sıkıntısından doğan uğraşları “odada bir kağıt parçası” konseptli yığınlar halini alır, ya da  dönüştürmeye değil dönüşmemeye odaklı mücadelesi, onun bir idol olarak tanımlanmasına yol açar. her iki koşulda da, hiçbir şey kazanmamıştır. hiçbir şey kaybetmemiştir de. çünkü sonucu belirleyen etken, onun pes edip etmemesi değil, kendi gibi kalabilmesine izin veren kitlenin ve getirinin oluşup oluşmamasıdır. ve bu da, buraya kadar anlatılan çıkmazın sonucunda, pes eden kişi ile etmeyen kişi arasındaki ortak noktanın, birinin belki öldükten sonra yaldızlanmasını sağlayan, diğerininse anlamlandıramadığı, anlaşamadığı ve içinde boğulduğu olgunun aynı olduğudur.

Toplum bir hapishanedir, kaçmaya çalışanı, ya kendine dönüştürür, ya deli olarak niteleyip yalnızlaştırır ya da ulaşılmaz efsanevi bir hayali kahraman/star olarak lanse eder. Ve hayali olduğunun nitelenmesi, aynı zamanda, bir tür delilik metaforunun da simgesel olarak dışavurumudur.

29 kasım 2012

22 Kasım 2012

görsel katalizör


hiç kimsenin okumadığı
aptal bir yazar olarak
ya da kendimi yazar sanarak
onca yılı geçirmiş olsam da
şimdi
daha iyi anlıyorum
okunması gereken hiçbir şey yazamamama karşılık
aslında
yazılması gereken çoğu şeyi
okumadığımı da


bu durum
aynen
urfada oxfordun
olmayışına benzememekte
olsaydı da gitmezlerdi yani
ya da gidemezlerdi


veya


akıllarına gelse de
yazmazlardı
okunulması gerekli olan
asıl meseleyi
yayınlatamazlardı da
yazmış olanları
çünkü
okuyabilecek
kimsenin olmadığını
söyleyecekti
yayınevleri
basamayacaklardı
satılamazdı
ve satılamayacak şeyler
basılamazdı


ve işin doğrusu
ufak dergileri
silik harfli
siyah beyaz ürünleri
hiç kimse
gerçek anlamda
dikkate değer
bulmazdı


ve o dergilerdeki
çoğu harf
aynı sırayla
daha alımlı ve
güzel kapaklı
bir kitapta
isim yapmış bir yazarın
adı altında
çok satanların ikamet ettiği
bir rafta
vizyona girmiş olsaydı
emin olun herkes
hakkında hiçbir şey bilmeden
ve kütüphanelerine girdikten sonra da
öğrenmeden
ilk baskısını
harcardı

22.kasım.2012


12 Kasım 2012

uaew3-kendimden feragat-giriş yazısı

önsez-i

bazen, bir şekilde, yolun sonuna geldiğini düşünürsün. bu, zaman zaman, her insanın içinde olabileceği, bir duygu durumudur. karamsarlıktan ya da, umutsuzluktan ziyade, ileriyi görmek istememekle ilgilidir daha çok. intiharla değil, durup beklemeyi istemekle ilgili belki, bi anlamda.. mola vermiş olmak da değil, konaklamak da. yerleşmek doğrudan, kenara. kenara çekilmek ya da çekmek de değil ama. kenarda beklemek. önünden geçip gidenlerin aptallığına gülerek kimi zaman.

sen de yapmışsındır oysa aynı aptallıkları, ve daha yapacaksındır da. herkes, zaman zaman, aptal olabilir. ama herkes aptalı oynayamaz kolay kolay. zor olanın, göze kolay göründüğü durumlarda, kafanın içinde dönüp duranları, net sanırsın. görüş açın sisli veya bulanık değilmiş gibi gelir sana. görüş mesafen, onyüzbin kilometreden, kimin geldiğini, ya da gittiğini, görebilecekmişsin gibi, güvende hissettirir, kendini, sana. ta ki, burnunun ucunu dahi göremeyeceğin derecede sarhoş olduğun günlerin, sabahına kadar.

ve öyle zamanlarda, bir baş ağrısı eşliğinde, boş duvarların üzerine masa örtüsü örtmeye çalışır gibi bir tuhaflıkla, saçma salak kelimeleri, birbiri ile hiç alakası olmayan cümleler bütünü haline dönüştürdüğün yazılara dizersin. peşi sıra, çat pat, pata küte. üzerinde tek saniye düşünmeden, ve noktanın veya virgülün, hangi anlamı heba etmiş olabileceğini iplemeden.

anlam yoktur ortada, başın ağrıyordur, miden bulanıyordur, ama kusamamışsındır, su içmişsindir, sigarayla başlamışsındır güne, ama uyanamamışsındır hala, ayılmış olabilirsin ama uyanmamışsındır, zihnin uyanmamıştır ve, bilincinde değil de, bilinçaltında olan bitenleri, bilinçdışı bir deneyimle itekliyorsundur tuşlara basan parmak uçlarına.

rüyadasın, sen değilsin o. hiçbir zaman olmadın. o yüzden yoruma açık olmadı, anlamlandırmak istemediğin, harala gürele yazıların.

buna rağmen, birileri gelip;
“bilinç akışı” dedi
“he” dedin, “bilin-çakışı türünde yazıyorum”

“wirginia wolf'a benziyor tarzın”
“harbi mi? hiç okumadım, adı nasıl yazılıyor?”

“bukowski çakmasısın”
“çakmağım buk’ta  mı kalmış gece?”

“senle röportaj yapalım”
“ama soruları ben sorarım”

“dergimizde yazmak ister misin?”
“bi kopya gönderin, boş yerlerini karalarım”

“bir yayınevine başvursana”,
“sana şimdi bi kafa atarım…”

böyle alakasız ve ucube, verilen cevaplar eşliğinde, geçen zaman içinde, görülen o ki, fanzin paklar bizi. temize çıkarmaz belki ama paklar. sonra? sonrasında bir şey olmaz yavru. sonrasında bir şey olmaz, çünkü; sonrasında bir şey olmasını veya bir şey olmayı planlarına dahil edenler içindir; harikulade sonlar, mutlu başlangıçlar.. düşsel kış mevsiminin akustik bahar senfonisi..

“yazımı okudun mu” der biri, “sen benimkini okudun mu olm” diye cevap vermek istersin, küçük erkek çocukların birbirine çükünü gösterme eylemi gibi düşleyip, sanatsal her aktivitenin, bazı sunuluş biçimlerini. ama “okumadım” dersin, “okuyamadım, iyi değilim bu aralar, okurum sonra.”

“noldu, neden iyi değilsin, yapabileceğim bir şey var mı?” bile demezler ve bu daha iyidir, çünkü, anlatamazsın, yapabilecekleri bir çok şey olsa da, söylemezsin onlara, zihnindeki terazinin yalpaladığını bu aralar. kelimeler boğazına düğümlenir, elin tutulur, nefesin sıkışır, gözlerin parıldarken gecenin ortasında.

ve okursun sonra, ve yorumlamazsın, çünkü yorumlarsan, cevap hakkı doğar. ve bu hakkı onlar, senin onlara yaptığın gibi, kısa ve net ve içten bir “eyvallah” ile kullanmaz. ya bok atarlar ya göğe çıkarırlar. arada kaldığını, arasında kaldığını, her şeyin, hayatın boyunca, bilmeden..

ve insanlarla aranda kalması gereken hiçbir şeyi, mobese kamerasının torunuymuşsun gibi nakletmeyeceğini bilmedikleri için, “abi bunlar gerçek mi” derler, “ben gerçek değilim ki onlar olsun oğlum” dersin, inanmazlar. sen de inanmazsın. tanrıya bile inanmazsın aslında, varlığına inanırsın, doğru söylediğine inanmazsın, doğruyu söylediğinde de, pis bir sırıtışla karşılaşırsın.

ve her şeyden önce ya da her şeyden sonra ya da her iki boşluğun da arasında, eve sarhoş gelir, sabah rüyada uyanırsın. baş ağrısı, sigara ve, altın vuruşa ortak bir kahve eşliğinde, tuşlara basarsın, üzerinde tek saniye düşünmeden.

ve bu bölümde, işte öyle, ulvi eserler mevcut, ulvi falan değiller gerçi, ama arada eserler bana, pelerinlerini noterde unutmuş emanetçiler. ya da daha doğru bir deyişle, orospu ilzam perileri. (evet ilzam bilader, yanlış yazarsam söylerim demiştim daha önce de mi?)

önemi yok, hemen hemen hiçbir şeyin, hemen hemen hiçbir yerde, ve hemen hemen de hiç olmadı.

şimdi, eğer okuyacaksanız, bu bölümdeki metinleri, cümle nerde bitti diye aramayın, cümle yok, sonu nasıl diye merak etmeyin, sonuca bağlanan bir olay yok, bütünlük aramayın, çünkü akış yok. geldiği gibi giden –gelişigüzel?- kelimelerin, bıraktığı izler, belki size, çıkış kapısını da gösterebilir. giriş kapısını ben tarif ederim: sağdaki ilk sayfadan bir arkaya dönülüyor. sonra bir yana ve bir arkaya şeklinde ilerleyerek, sizi leyleklerin getirdiğini ve kelebeklerin de belki bir gün yaşamayabileceklerini, öğrenirsiniz. belki.

her şeyin, ‘belki’ üzerine kurulduğu bir dünya da, şanslar ve tesadüfler, beklentilere teğet geçer. yoksa siz hala kontrolünüzü yükletmediniz mi? iyi şanslar. dördüncü bölümde görüşmek üzere.. eyvallah.

girdo

12kasım2012

six different ways

1.
her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladı. her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiğim gün başladı. karar veremiyor. karar veremiyorum. üçüncü tekil mi, birinci tekil mi? ben mi, o mu? işi ektiği günler yazabiliyordu. yıllık izne çıksam, şu romanı bitiririm diye düşünüyordum. ama olmazdı. izin vermezlerdi ona. işi bıraksam? evdeki dırdırlar ve oğlum ile başlayan kaygılı ses tınıları, romanının sonunu getirirdi. hem bitirsem de bir şey olmazdı, diye düşündüm. mesele paraydı, diye düşündü. hayır! mesele yazmak, diye düzelttim. riske girmesi gerekiyordu.  riske girmeme hayatım boyunca izin vermediler. ben mi, o mu? aynaya baktım. aynaya baktı

kendime yabancılaştığını düşündü. (bu ifade, sorunu çözüyor)

2.
ağzımdaki sigarayla aynaya bakıyorum. tıraş olman gerekli yazıyor, aynaya vuran duman. yarın ne söyleyeceksin, diye düşünüyor beynim, ellerim istemsiz bir şekilde ağzımdaki sigarayı alıp, klozete gönderirken, kalbimdeki tik-takların düzensizleşmesi sonucu. ayak tırnaklarım, üzerine, ‘beni kes’ yazdırtmış. gözlerim, belli belirsiz bir durağanlıkta gözlerime bakıyor. burnumla çocukken dalga geçerlerdi. her şeyin nedeni bu olabilir. burnum değil, dalga. benim mi onlar? onlar ben miyim? kendine yabancılaşan insanın, olan biteni anlayabilmek için, zihniyle ortak bir lisanı olmalı. bizim evde iki dil konuşulur, ‘bence’ ve ‘onlarca’ adında. aynı harflerle aynı sırada söylenen kelimelerimizin anlamları farklı. düşünüyorum. sessizlik

3.
halının üzerinden bir roman alıp babasına verdi. kitaplar ayak altında. aklı başında değil. bunu bir tek o biliyor. insanlar, aklının nerede olacağını kontrol edemeyebilir. benim hatam değil, dedim onlara, isteyerek yapmadım. işe gitmediği için, kendisini suçlu hissetmesi isteniyor. devinimsiz bir ahenk var hayatımda

üzgün. işi ektiği için değil, bir işi olduğu için. bir işi olduğu için değil, bir işi olması gerektiği için. bu gerekliliği oluşturan kendisi değil. üzgün olmasının nedenini çözümleyemiyor. insanlar çalışarak özgürleşir, yazıyor bir kupürde. usulca kesiyorum onu gazeteden. neşteri kullanıyor, keserken. gazeteyi ameliyat ediyor. basını ameliyat ediyorum. insanlığı tedavi ediyor. uhu ve makas. epidemik bir mikrop - medya

4.
her şeyin, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladığından emin değilim. ilkokulu, nedensiz ve habersiz ektiğim gün başlamıştır. okulda bomba varmış. öyle söylemişti annesine. “okulu boşalttılar.” çocukça yalanlar, çocuksu dürüstlüğe terfi etmesine neden oldu
önce “ders boştu”
sonra “derse girmedim”
“okuldan erken çıktım”
“hayır, bugün okula gitmedim”
“okula gidemiyorum”

öğretmen sormuyordu. ama patron sordu. rapor alırım. rapor alamıyordu. hasta değildim. hasta olmaya çalışmadı. hasta olduğunun bilincindeydi. kafadan sakat. aklı başında bir çocuk bu, efendi, sessiz. öyle diyordu komşu kadınları. kızları olsaydı, damadı olmamı isteyeceklerdi nerdeyse. arada sırada işi ektiğini bilmiyorlar. ölümüne alkol aldığımı. tek kötü alışkanlığı sigaraymış, gerçekte öyle mi? bırakır onu da canım, evlenince, çocuk masrafı, alışkanlıklarından fedakarlık ettirir insana

yemek yemek alışkanlık mı diye sormak istiyordum. soramazdı. sigarayla yemeği kıyaslarsa, aklından şüphe ederlerdi. etseler fena olmazdı. belki deli raporu verirlerdi ona. maaşa bile bağlarlardı belki. maaş istemiyordum. çalışmak istemiyordu. hepsi bu

intiharı düşünüyor musun, diye sordu bir kız. düşünmem, dedi. denedin mi hiç, diye sordu kız. intihar denenmez, dedim. ölmek basit. ölmeye çalışılmaz, ölünülür. ölmek isteyip de bunu başaramayan insan, eşeği sağlam kazığa bağlamamıştır. eşeği sağlam kazıya bağlamayan insana, sigorta bile para vermeyebilir. belki. bilmiyorum. anlamam o işlerden. para hesabını gerektiren her şeyden yıldım. elektriği kestiricem bir evim olunca. suyu da. telefon yok. kira sadece. camiden içerim suyu. duş, yağmurda. yemek? peynir pişirilmez, fırına gerek yok, fırın için elektrik lazım. internet, dedi. siktirnet, dedim. benimle aynı evde yaşamak istediğinden emindi. vazgeçti sonra

bir evde yaşamak istemiyordu. ama yaşamak istiyordu. ölümü düşünmüyordum. kendi ölümü üzerine sürüyordu, büyük bir hızla. ölümü düşünseydi, sigara içmezdi. mantıklıydı. kendince. her ne kadar insanlar onun aptallık ettiğini düşünüyor olsa da. bir daha böyle bir iş bulamazsın, dedi babası, neden gitmiyorsun. bilmiyorum, dedim, canım istemedi, yarın giderim. yarın da gitmek istemeyecekti ama gidecekti. canının istemediği şeylere zorlanıyor olmasıydı, asıl canını sıkan. kalp spazmı? olası diye düşündü. kalbi ağrıyordu, kalp ritimleri çift akorlu bir besteyi icra ediyordu, sigara üstüne sigara koydu bestenin adını. kayda almadı

neden işe gelmedin dün? dün yoktun? haber verseydin. tutanağı incelemedi. ezberlemişti artık. yalan söylemek istemiyordu. canım istemedi, diye yazdı. hayır, düşündü sadece. henüz yarın olmamıştı. ama olacaktı. bugün erken çıkabilir miyim? neden? ankara’dan bir arkadaşım gelecek. hayır hayır, bugün erken çıkmam gerekiyor çünkü. çünkü her gün erken çıkmam gerekiyor. her gün işe gelmesem olur mu? işi bırakmak istiyorum. ailemi bırakmak istiyorum. kendimi bırakmak istiyorum. olur mu?

5.
 sigarayı yaktım. cure açtı bir tane. robert’in sesi odaya ferah bir his kazandırdı. kahve. duvarlar. duman altı. camı açsana oğlum. kapıyı kapat anne. yarın eve gelecek misin gittiğin yerden? bilmiyorum. işe nasıl gideceksin oğlum cumartesi. giderim. biri telaşlı, diğeri umursamaz olan, iki bütünleşik insan. haklı ve haksız. haklanmayı hakkediyorum

kapı kapandı. robert’in sesi odada. sessizlikle bütünleşip, sigaranın gazına bastı.


*başlık, the cure adlı grubun bir şarkısının adıdır

11kasım2012

9 Kasım 2012

telepatik alarm

ufak umutlarla yaşıyoruz
ufak umutların, büyük yankısı ile

birde uyanıyorum ve babam
“bak bakalım” diyor
“yakalamış mıyız”
neyi diye sormuyorum ben ama
siz okurken içinizden
sormuşsunuzdur belki
kendinize
neyi olduğunu
“babayı almak” diye bir deyim vardır
bilir misiniz?

“bakalım” diyorum babama
“şans topu muydu adı”
“hayır” diyor “süper loto”
süper bir de
süper süper süper
star olamadık ama
kendi düşlerimizde
kediler gibi dört ayak üstüne
düşeriz bazen
yılmadan veririz mücadelemizi
zaman zaman yılsak da
genel anlamda yılmayız
budur bizi intihardan alıkoyan
gerçekte ne olacağını
önceden biliyor olmak değil
olmayacak düşlere
tövbe diyememek
istemli bir şekilde

oysa hayal dünyamızda
evhama kapılıp gidişimizdir çoğu zaman
her şeyden vazgeçişimizin nedenleri

birde uyanıyorum
birden
telefon çalmadı
annem seslenmedi
kediler ciyaklamadı
uyandım ve
içeri geçtiğimde babam
o malum periyodik sorularından biri ile
karşıladı beni

günlerini bir türlü
ezberleyememiştim şu
bizi bir düşten
kurtaracak olan rakamların
çekildiği masalların

şans topu
süper loto
arada iddaa
at yarışı
kasatura
banka soygunu
kiralık katil olmak
emekli ikramiyesi
işten atılma tazminatı
zengin bir hatunu kafalamak
yeni bir iş
yeni bir roman
ya da çoğu zaman
boş bir cüzdan
eşlik eder
devinimsiz biteviyeliğimize

birde uyandım ve rüyamda
sevgilimi gördüğümü anımsadım bi an
pardon
eski
sev
gi
limi
eski sevgili mi?
böyle de yazılabilir tabii
gerçekte olup bitenin
henüz bitmemiş olan algısına
yapılan yolculuk

uyandım ve rüyamda eski sevgilimi gördüm
siz nasıl okuyorsunuz bilmiyorum şu an
bu harfleri ama ben bazen
bir çırpıda
bazen hecelerle dilimleyerek
ya da dilimler halinde kekeleyerek
servis ettiğimi
hayal ediyorum
parçalara bölemediğim
bi linç altımı

“sabah da görmüştün” dedi annem
rüyamda ne gördüğümü
ona anlatınca
hı hı, dedim
sabah da
sabahta ya da

numaralara baktım
hayır lotonun süperinin numaraları değil
telefonuma gelen mesajın numaraları
bazı şeyler numaradan olmak zorunda bu arada
telefonuma gelen mesajın numaraları
istemdışı bir şekilde ya da
tam o an o dakika
sesi kısıkken intihar metotlarımdan birinin
nasıl olur da uyandığım dakikada
beni dürtmüş olabilir diye
sofistik bir felsefeye
sizi gebe bırakmak istemem ama
bir sigara yakacaksanız eğer
ateşiniz benden olsun isterim
asla başaramasam da
ateşimi çıkartan
sayıklamalarımdan
bir iş göremez raporu almayı

çalışamıyorum abi
bulaşık bile
yıkayamıyorum bu aralar
bu arada trt geldi
bizi çekip gittiler
çekilir dert değilim oysa
ve konturum yok
ve param var
keşmekeş değil bu
telefon çalınca vakitli vakitsiz
açamayayım diye ya da
geri dönemeyeyim diye
bozdu tuşlarını
her ihtiyacımı anında karşılayan
fanzin tanrısı
var öyle bir tanrı
ve peygamberleri
son bulmuyor bir türlü
gerçekten bizi
bizim bilmediğimiz anlarda
birbirimize yaklaştırıyor
var öyle bir tanrı
inanıyorsam vardır yani
düş değil bu
serap sadece

telefon çaldı ve ben uyuyordum
ben uyanmışım ve telefon çalmış
sesi kısık daima
benim çünkü
benim olan her şeyin
sesi kısıktır bu arada
namütemadiyen açarım
eski sevgililerimin
ağzındaki bandı


sonra işte efendim
her iki numarasal fiyaskodan da
büyük bir piyango düşü ile
sağ çıkamayan babam ve ben
ayrı odalarda
gerçeği aradık

interneti açtım
fanzin tanrısı
bu yalnız gecede
imdadıma
başka bir peygamberini
gönderdi

radyodan
Aşkın gevelerken
kayda alınması gereken
-kayıt değil-
anekdoktrinlerini
telefonu duvarla
öpüştürmekten vazgeçip
-radyomuzun sesi sayesinde-
kelimeleri şiir haline
sokamayan bilincimi
size naklettim
hepsi bu

şimdi
süper lotodan
daha süper bir ikramiye için
bir hafta daha düşteyiz, ailecek
devretmiş gene
orospu çocuğu

başkalarına devreden
bir şeyler de olacaktır daima
bu hayatta
eski sevgililer ya da
…lili lili lililer

kayda değer şeyleri
kaybetmeme uğraşındaki bizlerse
ucuz silik kağıt parçalarındaki mürekkeplerden
yansıyan güneşin ışıltısını
merceğimize tutup
yakmaya çalışırız
üstümüzde can çekişen
kara parçasını

aşağıda bir hayat var
yaşam mücadelesi vermiyoruz
sistemde nefes almaya da çalışmıyoruz
herhangi bir şeyin protestosunun
ya da eylemsel didaktiratların
çığırtkanlığı peşinde de değiliz
bir şeylerin değişeceği günlerin hayalini değil
ölene dek değişmeyeceğimizin hayalini kuruyoruz
halinden memnun
yön duygusundan azade

sistemde ufak bir delik açıp
oradan nefes almayı ya da
ses çıkarmayı
sağlayan bir fırsat gibi
görünüyorsa gözünüze
fotokopik zilzuratlar
lütfen acilen
elinizdeki telsizin
akortlarını tamir edin

çünkü fanzin denilen yanıcı madde
bizim nefes alabilmemizi değil
başkalarının da suni teneffüse gereksinimi olmadığını
anlatmaya yarar
ve bunu
sessizlik içinde yaparız
limon satar gibi
değil

ve isteseydik
bandrol de alırdık ama
o zaman
bin yıllardır teneffüste olduğumuzun bilincini
çalmaya devam edemezdik
derslerine gireceğimiz için
bizi özgürleştirmeye çalışan
tutsakların


bu arada
baba doğru harfleri hâlâ bulamadım

-şiir içinde şiir-
sevgili gargamel
bu şirinin maliyeti
12 sigara
ve bir kahvedir
kadeve olarak
üç sigara verebilirim
ama pardon siz
sigarayı bıraktırmayı dert edinmiştiniz
iyi kazanıyor olmalısınız
bu savaşın
bedelinden
kaçaklar dahil
yoksa dükkan yerine
torbacıdan alırdık
bu bizi öldüreceği söylenen
yaşam destek ünitesini

not: “şiir değil bu” türünde bestelenmiştir


9kasım2012

6 Kasım 2012

kendimden feragat 193

Kendimden feragat 193

bir videoya denk geldim. Kaç kez izledim bilmiyorum. İyi görünüyorlardı, görünenler.. Ama insanlar zaten genellikle, başkalarının yanında iyi görünürler öyle değil mi? Ya da kendilerini iyi hissettikleri, ya da hissedebileceklerini bildiklerini dönemlerde karışırlar insan arasına, eş-dost da zaten böylesi zamanlar dışında, bir fazlalıktan başka bir şeymiş gibi görünmez insana. En azından bana öyle olur. Ve beni tanıyanlar alışkındır, zaman zaman günlerce, hatta haftalarca, ortalıktan kayboluşlarıma. Ama galiba pek azı farkında, bir gün, yıllarca ortalıktan kaybolacağımın, hatta sonsuza dek.. ve günden güne, ve geceden geceye, o anın yaklaştığını hissetsem de, kendi içimde, bir tür mücadele veriyorum, pes etmek ve etmemek arasındaki hassas denge, ortasındasın, bir tahterevalli gibi hatta teraziden daha çok, bir o tarafa bir bu tarafa kayıp duruyorsun üzerinde, bir orası ağır basıyor bir burası, bazen iyisin, bazen kötü, genellikle kötü olduğunun bilincinde olsan da, çaktırmamaya çalışıyorsun hiç kimseye, elinde olsaydı, gözlerinin dışardan görünmesini engelleyen bir set çekerdin, gözlük de sevmiyorsun ama, siyah gözlükler, soğuk buluyorsun, ve bazen anlar insanlar, sadece bazen, ve sorarlar, hayırdır durgunsun diye, bir şey mi oldu? Ne oldu ki diye sormak istersin, bugüne kadar ne oldu ki, hiçbir şey olmuyor.. ama anlamazlar, ve eminim sen de şu an hiçbir şey anlamamışsındır. Ama yazıyorum işte, niye yazıyorsun? Bir tür tıkanma hali, olup biten ya da olmadan biten her şey karşısında, tüm iyi bir his barındıran niyetler karşısında, niyetlerin karşısında, durup kendini sorgulamana, sorgulatmana yol açan, insan tahayyülleri. Tuhaf olduğumu biliyorum. Hayatım boyunca garipsenmişimdir, kendimi garipsemediğim halde üstelik. Oysa, kendini başkalarının gözünden değerlendirmek, ve ona göre bir karar vermek, insanın yapacağı en kötü tercihtir. Kendi kararlarım, ya da kendi aynamın bana yansıttığı imgelerden sonra, yanılmış da olabilirim, ki yanılmışımdır da çoğu zaman, ama böyle bir durumda da, insanın yapacağı en akıllıca şey, kendini suçlamamaktır. Ben başkalarını suçlamaktan uzak oldum hep. Her şey kendi seçimim, o zaman birinin yüzünde bir tokat patlaması gerekiyorsa, o da kendi yüzüm olmalı dedim, tokadı atan el de kendi elim.. sonra durdum. Sakinleşmek gibi yani. Saate bakarsın ve yelkovanın hâlâ hareket halinde olduğunu görünce anlarsın, zamanın da hâlâ geçip gitmekte olduğunu.. geçip gitmeyen şeylerin üzerine, zihninin içinde, bir örtü örtmeye çabalarsın. Bu genellikle, alkol ve sigara ikilisi ile, yapılabiliyor sanılır, ama sabah uyandığında, ölümcül bir baş ağrısı, mide krampları ve öksürük ve öğürtülerle, sadece berbat bir gece yaşadığını ama hiçbir şeyi geride bırakamadığını anlarsın. Birikir sadece. Bir şeyler biriktikçe, sen eksilirsin.. eksildikçe, yeni bir şey almaz, boşalan yeri. Boşalırsın sadece. Giderek daha da boş bir adam olmaya başlarsın. Ama insanlar sever yine de, o boşluğu. Gelirler. Gelirler ve sen bir yere gidemezsin. Gittikçe daha çok gidememeye başlarsın. Yol alamazsın yani. Yelkovan döner, her bir turunda, akrebi de bir adım ileri taşır, sen de kendini akrebe benzetirsin saati izlerken, insanlar etrafında döner durur, iteklerler, sabah telefon çalar, yataktan kalkmak istemiyorsundur, seni çok seven vardiya amirinin yardımcısıdır arayan, işe gelmicek misin der, gitmek istemiyorsundur, ama gidersin, çünkü gitmek zorundasındır. Eve geldiğinde, annen yemek der, yemicem dersin, yersin ama, o hatırlatır, sen de yersin. Arkadaşın arar, girdo dışarı çıkalım. Çıkmak istemiyorsundur. Ama çıkarsın. Ve bir şeyler anlatırsın, gayri ihtiyari, absürt bir tiyatrodur yaşanan her şey, anlatırsın, trajikomiktir yaşanan, ve gülerler, ağlamak istersin. Bunun yerine bir sigara yakarsın. Ölüceksin derler, ölmezsin. Bi gün ünlü bir yazar olucaksın der hatunun teki, güler geçersin. Ay da beşyüzmilyona evden çıkmamayı kabul ederdim. Hiç çıkmamayı. Çalışmadan gelebilecek bir beşyüzmilyona fitim. Evde oturucam. İzin vermezler ama. Çalışmak zorundasındır. Ve işe gidemediğinde annenle tartışırsın. Salak salak şeyler yazdığında, birileri seni kutsar, ama nasıl olduğunu düşünmezsin, birileri sorana kadar. Napıyorsun? Hiç.. koca bir hiç. Düşünüyorum sadece. Düşünüyordum. Artık onu da yapmıyorum. Matah bir bok değilim, çünkü herkesin başına gelebilecek ve herkes de vuku bulabilecek, duygular, durumlar ve yaşananlar hakkında, üç beş şey zırvalıyorum sadece. Sonra biri geliyor ve sana seni sevdiğini söylüyor. Görmezden geliyorsun. Biri evine davet ediyor. Gitmiyorsun. Arkadaşın arıyor. Açmıyorsun. Yoo açıyorsun aslında, telefonu duvara fırlatınca içi açılıyor. Sonra üzerine kahve dökülüyor. tuşları bozuluyor. Ve gözleri ile görene kadar inanmıyorlar, telefonunun tuşlarının bozuk olduğuna ve bu yüzden mesaj yazamadığını, telefonu bazen açamadığını, ve bu halden hoşnut olduğunu. Sürekli çalışmaktan şikâyet ettiğini söylüyorlar, sanki paradan veya parasızlıktan dert yanıyormuşsun gibi hissediyorlar. Oysa para sikinde bile olmuyor. Daha çok param olsaydı diyorsun, daha kaliteli sigara içer, daha çok alkol alırdım. Hepsi bu. Değişen ne? Koca bir hiç. Araba almayacağım. Ev almayacağım. Benimle evlenmeyi ya da yanımda sonsuza dek kalmayı kabul edecek tek bir hatun bile göremiyorum. O halde yaşayalım diyorum. Acı tiyatrosu mu bu? Ben öyle düşünmüyorum, insanlar öyle zannediyor. Zaten insanlar her şeyi zannediyor, asla emin olamıyorlar. Ama kendilerinden eminmiş gibi davranıyorlar sürekli. Sonra da bu yüzden acı çekiyorlar. Ben her şeyden emin olduğum için çekmişimdir acı, çektiysem de, keşke hiçbir şey bilmeseydim diye bu yüzden diyorum sık sık.  Hiçbir şey bilmeseydim. Kendimi tanımasaydım. Salak ufacık bir afrika kabilesinde bir ilkel olsaydım mesela. Ama olmadım. Onun yerine, büyüdükçe daha da yabancılaştığım bir tımarhaneye kapatıldım. Modern hayat ve onun harikulade havai fişek gösterisi.. göz alıcı ihtişamlar. Arzulanan ve gerçekte var olan her zaman birbirine zıttır oysa. İçinde bulunduğumuz durumdan hiçbir zaman hoşnut değilizdir, farklı bir şeyler arar dururuz, yaşamımız boyunca. Bize, iyi hissettirecek, can sıkıntımızı geçiştirecek bir şey. çoğu insan, aşka, farkında olmadıkları böylesi bir duyguyla kapılırlar. Sonra gene canları sıkılmaya başlar ama.. kararsızlıklar bütününden başka hiçbir şey değiliz. Çoğu zaman, gerçekte neyi düşlediğimizin bile farkında değiliz. Baş döndürücü bir hızda konuşup duruyoruz sürekli, baş döndürücü bir hızda yaşayıp gidiyor, baş döndürücü bir hızda değişiyoruz. Biz değişince, bir şeyler değişecek sanıyoruz çünkü, kendimizi değiştirme, ya da geliştirme çabaları. Hayatta kalma mücadelesi. Daha iyi bir iş. Daha iyi bir eş. Hatta, daha iyi bir çocuk.. girdo ne zaman evleniceksin? Sokaklanıcam ben. O ne demek lan? Benimle sokakta bile kalmayı göze alabilecek bir hatun bulursam demek.. ama aramıyorum. Bazen bulduğunu sanırsın. Hepsi bu. Ayakların yerden kesilir. Sonra boşluğa düşersin. Durursun öyle. Durumdan bir sonuç çıkarmadan durursun. Bir şeyleri biliyorken, bilmezden gelmek, inanmak istemediğin içindir, gerçekte var olana. Devam eder eder eder. Öyle bir noktaya kadar devam eder ki.. çalıştığın makinenin mengenesine elini sokup, hatta başını sokup, bilmem kaçyüz kilo basınçla beyninin ezildiğini düşlersin. Yataktan düşürülmüşsündür sanki bir gece yarısı. Yatak okyanusun ortasındadır sanki. Düştüğün yerde, imdat diye bile bağırmak içinden gelmez oysa. Ve zaman geçer geçer geçer. Daha da çok içine batar, derinliğini ölçemediğin o boşluk. Ve salak işlerine, ve salak yaşam biçimine, kaldığın yerden, devam edersin. Eder gibi yaparsın aslında. Sıkışırsın. Ve gitmek istersin ama gidebileceğin bir yer göremezsin. Her şey birbirinin aynıdır. Hatta her şey siyah ve siyahın tonlarından ibarettir. Seçemezsin hiçbir şeyi. Net değildir. Gelecek gölgelerden ibarettir. Geçmiş bir gölge oyunu gibidir. Ve inat edersin. Bir mücadele içindesindir. Kimse göremese de verdiğin savaşı. Kendinle savaşıyorsundur daha çok. durmak ve durmamak ile. Kalmak ve gitmek ile. İntihar değildir düşündüğün. Seni hiç kimsenin tanımadığı ve hiç kimseyi tanımadığın ve tanımayacağın bir yere göç etmektir. İnterneti geç, elektriğin bile olmadığı bir köye. Kalırsın. Dur bakalım neler olacak hissi ile değil, dur bakalım başka neler olmayacak diye belki. Çünkü hiçbir şey olmaz. Olan şeyler de, senin umurunda olmayan şeylerdir. İnsanlar iyi yazdığını söyler. Umurunda değildir. Fanzinler bir sürü bir sürü gider. Umurunda değildir. Bir sürü insan bir şeyler geveler. Duymazsın. Hatunlar sana yazılmaya çalışır, görmezsin. Tuhafsındır çünkü. Embesilsindir hatta. Okula yazılırsın. Hayatını bir şeyle doldurmak istediğin içindir bu. O boşluğu, boş boş bekleme saatlerini, boş bir uğraş, hevessiz bir amaç uğrunda, çarçur etmek. Sonra, biri gelip, sigarayı bırak der. Sigarayı bırakayım öyle mi? Ama seviyorum onu. Güzel bir ilişkimiz var kendisiyle. Lüks bir kancık kendisi, farkındayım, ama hiçbir şey yapmadan durup, hatta hiçbir şey de düşünmeden, durup, duvarlara bakarken, yakılan bir sigaranın, dumanında boğduğun, o kadar çok şey vardır ki.. vardır sadece.. hep vardır. Hepsi bu. Öyleyse bir sigara yakalım, kalp atışlarımız teklese de, her nefeste. ölümü alt edemeyiz sonuçta, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, en iyisi.. her türlü korku, insanı sakat bırakan bir itki taşır. Ve mantık, insan zekasının çıkara dayalı savunma mekanizmasını işleme koymasıdır.. başka bişe değil. benim gözümde tabii ki.. ben duygudan yanayım. Mantığı sikip atalı, yıllar oluyor.. o halde, bir sigara daha.. siz de yakın bi tane.. 6.11.2012