toplumiğne
yazmak
bir gereklilik midir, yazdığın şeyleri öyle ya da böyle, herhangi bir yerde,
yayınlamanın, ya da başkalarına sunmanın, paylaşmanın, ardında yatan temel güdü
nedir? bir şeyleri yayınlayacak
olduğumuz için mi yazarız ya da yazdığımız için mi yayınlarız, ve buna benzer
birkaç soru üzerinde düşünürken, zihinsel sürecim, beni, bunları yazma sürecine
itti.
yazmak,
bana kalırsa, bir tür, kendini var etme biçimidir. konuştuklarımızı kayıt altında tutamayız,
sadece konuştuğumuz kişilerin belleklerin de, o da belli kısımları ile yer
tutarlar. oysa kayıt altına alınan her türlü eylem, düşünme, hareket, bir
şekilde aktarılma vasfını da taşır. ister bunun bilincinde olalım, istersek
bilincinde olmadan gerçekleştirelim, kayıt altına aldığımız her şeyimiz,
aslında bilinçaltında gizli bir
‘başkalarına sunma’ amacını taşır; bu, bir fotoğraf karesinden,
çaldığımız gitarın sesini kayda almaya kadar geniş bir yelpazede
değerlendirilebilir.
o
halde sorulması gereken soruyu, bir miktar değiştirerek, sorguladığımız amacın
ortaya çıkış sürecini irdeleyerek işe başlayabiliriz: insan bir takım şeyleri,
özelliklerini, vasıflarını ya da uğraşlarını kayıt altında tutmaya ne zaman
başlamıştır? bir anını videoya çekme eğilimi, kameranın icadı ile başlamış
olabilir, ama ondan da geriye gidersek, bir ressama aynı gereksinimlerle poz
vermiş de olabiliriz. ama daha da gerilerinde, kafamızdaki resmi, sözel bir
betimle ile anlatma ihtiyacı, ondan da önce, belki çok önceleri, mağara
duvarlarına yapılan oymalarda, aynı amacın farklı yansımaları olabilir.
o
yüzden bence, insan neden yazar sorusundan daha önemli ve öncelikli olan soru,
insan neden yazdığı bir takım şeyleri saklar ve başkalarına sunar sorusudur.
cevap kişiden kişiye öznel farklılar seyredecek olsa bile, bir şeyleri
yayınlama eğilimi, her koşulda, bir şeyler anlatma ihtiyacını da kapsayacaktır.
ve biz, bu ihtiyacı, yan odada uyuyan kardeşimiz veya babamızla değil, tüm
dünyaya açık bir hale getirerek giderileceğimizi hissettiğimiz noktada,
zihnimizde olan biteni, herhangi bir şekilde ortaya dökmeye çabalarız. ve bu
da, bir kağıt kalem alıp karalamaktan, bir twit atmaya kadar genişleyen bir
kulvarda, sorgulama yapmamızı gerektirir. ancak, üzerinde durduğumuz konu,
bunun tam tersine, yayınlama/sunma/paylaşma amacı gütmeden yapılan işlevlerin,
izleyici odaklı yapılan işlevlerle ayrıştığı nokta üzerinde devam edicek.
hiç
kimsenin ilgi göstermediği bir şey için, çaba sarf etmek gerekir mi? hiç kimse
ilgi göstermiyor olsa bile, insan, kendi için, kendi yaptığı şeylere devam
edebilir mi? izleyici potansiyeli, yapılan işin sürekliliğine, ne derece katkı
sağlar. bu durum kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram mıdır ve herkes
içinde bulunduğu koşullarda ek olarak uğraştığı, iştigal ettiği, başlangıçta
hobi sıfatındaki uğraşı, bu izleyici ve kayıp-kazanç göstergesi sonrasında mı
profesyonel bir uğraşa dönüştürmeyi tercih eder.
sonuçta,
kimse ilgi göstermiyorsa, yaşanılan an içinde, o insan öldükten sonra
birilerine ulaşması o çalışmanın, ne gibi bir iç anlam ya da amaç
taşıyabilirdi? dünyayı değiştirme fikrinden ve bu çabadan oldum olası uzak
durmuşumdur. bazı insanların yaşamlarına, fikirlerine veya bilinçlerine, bilinç
düzeylerine odaklı çeşitli uğraşlardan da haz etmemişimdir. elbette bir şey,
bir şarkı, film, ya da bir kitap, başka bir insanın yaşamını tamamı ile
değiştirip dönüştürebilir. ama, yapılan işin, böyle bir öncelikli ya da ikincil
amaç taşıması, bana oldukça manasız gelmiştir. sanat, -eğer varsa öyle bir şey-
can sıkıntısından doğar benim açımdan. insanın kendi günlük ve biteviye
süregiden mücadelesinin yanında, hayatına değişik bir aroma katma güdüsüdür.
burada dikkat edilmesi gereken nokta, genel olarak hayata, bütüncül olarak
dünyaya/insanlığa değil, kendi bireysel öz yaşantısına yaptığı bir müdahale
olarak tanımlamış olmamdır sanat olgusunu. bu anlamda, söz konusu uğraşı, bir
kitap yazma eyleminden, günün her hangi bir saatinde, çay demlemeye, hatta
bulaşık yıkamaya kadar gidebilir. elbette, çay yapmak, sanat dalları arasında
herhangi bir yere konulmayabilir, ama baktığımız zaman evinde kendi kendine
resim yapan bir insanın yaptığı tablo da, sanat camiası tarafından, onların
kendi genel-geçer kriterlerince, kuramlarınca, onanacak kriterlere sahip
olmayabilir. burada bence önemli olan olgu, neyin sanat olduğu sorgulamasından
ziyade, sanat yapmanın ne gibi bir işlevinin olup olmadığıdır. ve ben bu
işlevi, az önce de belirttiğim gibi, toplumsal anlamda bir yapı içinde
değerlendirmektense, öznel ve içsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı noktasında
değerlendirmeyi anlamlı buluyorum. o yüzden, bence, yapılan iş, örneğin
yazdığınız yazı, izleyici potansiyelini hesaba katılarak kayıt altına
alınıyorsa, o işi “sergilenimci sanat” olarak tanımlamayı uygun buluyorum. ve
sergilenimci sanatın belli bir aşama sonrasında, yapılan iş, getirisi
kapsamında profesyonel sergilenimci sanat olarak bir üst evreye taşınıyor.
buradaki getiri maddi veya manevi olarak iki anlamda ele alınabilir. işin,
parasal bir değerinin olabileceği gibi, o insana basit bir arkadaş çevresinde
motivasyon açısından bir geri dönüşü de olabilir. ve her ikisi de profesyonel
sergilenimci sanatın, beğenici düzeyi odaklı bir kıstası merkeze alarak, içten
çıkma ve can sıkıntısı merkezli oluşma evresini ortadan kaldırabilecek bir
riski beraberinde getirecektir. bu da kişinin, sanat satan anlamında bir
“sanatçı” hüviyetine kavuşmasına yol açarak, yaptığı işi, kendi oluş doğasından
soyutlamasını sağlar. bu süreç, her insanda bu şekilde evrilmeyebilir ama
günümüz verileri, çoğu “amatör” olarak nitelenen çalışmanın birkaç soluk
sonrasında neden armatüre dönüştüğünün cevabı olarak tek bir şeyi
söyleyecektir: sanat işe dönüşünce sanat olmaktan çıkar. ve burada armatüre
dönüşmesi metaforu üzerinde düşününce, söz konusu durumun nedenleri, daha net
anlaşılacaktır.
o
yüzden, insanlar çok çeşitli biçimlerle gruplandırıldıkları gibi, kanımca şu
biçimde de tasnif edilebilir, tüm bu argümanlardan sonra; insanlar ikiye
ayrılır: toplumsal insanlar, toplumun dışında yaşayan insanlar. ne var ki
zihinsel terminolojimiz ikinci gruba “toplumdışı” yaftasını layık görecektir
hemen. ikinci grubun toplumdışılığını da, algımız, toplumun dışına itilmiş
olarak tanımlayacaktır. oysa ikinci grup, toplumun dışına itilmiş değildir,
aksine etraflarındaki insanlar tarafından bir tür “topluma dahil edilme” çabası
ile dürtüklenirler, ilk çocukluk evrelerinden ölümlerine dek. onların
toplumdışılığı, bilinçli olarak toplumu kendi iç evrenlerine, ya da dünyalarına
dahil etmeyiş olmalarından kaynaklanır. dışlanmış değillerdir, dışlamışlardır.
ve benim sanat olarak betimlediğim işler, bana göre, bu tip insanlardan çıkar.
ve bu tip insanlar, yaptıkları işler milyon dolarla ölçülebilir duruma da
gelse, ya da multi-platinumlara da ulaşsa, sadece can sıkıntısının bir sonucu
olarak açığa çıkan üretimleri, ölümlerine dek özü itibari ile pek fazla bir
değişme geçirmezler. yapı olarak, içerik olarak ya da tür anlamında dönüşümler
olsa bile, oluş halindeki o öznel olma (özgünlük anlamında değil) özelliklerini
kaybetmezler. ve bu yüzden ben, “kendi kendine yap” (do it yourself) eyleminin,
başka bir doğurganlık taşıdığını da söyleyebilirim: kendi ‘kendini’ yap.
“kendini
yap” deyimi, git kendini becer gibi bir argoya kapı açabilir. ve bu, pek tabii,
götünü parmaklamak yerine mastürbasyon yapmak olarak da algılanabilir, kişi
için. buradaki ifadenin seksist ya da homofofik vurgusundan çok, kişiye
söylenen eylemin, söyleyen kişinin bakış açısından taşıdığı değer ve söylenen
kişi bakımından kişisel bazda aldığı zevk biçimi önemlidir. “git kendini becer”
deyimini, söyleyen kişi, “beni tatmin aracı olarak kullanma” anlamında diyor
olabilir, ancak “kendi kendimi yapıyorum” diyen insan, işe dahil olan bir etken
olarak izleyici potansiyeli yokken veya hiç olmasa bile, kendi kendine tatmin
oluyordur. o, dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimciden çok, kendi öz
doğasını korumak isteyen bir tutucu rolündedir. ve kendi doğasını, kendi öz
benliğini, varlığını, değerlerini korumak için aslında savunmaya bile geçmiş
değildir. çünkü savunma, saldırı anında ortaya çıkan bir eylemdir. o, toplumun
varlığını, yapısını, doğasını, ‘diğer’ insanları bir saldırı ya da düşman
olarak görmez. o, vardır. öylece. olduğu gibi. neyse o olarak. ve ‘diğer’,
‘dış’ adlı kelimeler lügatında yoktur. kendiyle barışıktır. can sıkıntısının
kaynağı ise, onun varlığının, durağan neşesinin, kendi başına
olabilirliliğinin, bir tür tehdit unsuru olarak algılanıp dönüştürülme çabası
güdüldüğü anda açığa çıkan sıkıntılardır. savunma bu noktada, bir karşı saldırı
olarak açığa çıkar. ve can sıkıntısından doğan uğraşlar, “varım” temelli bir
savaşa dönüşür. ve bu savaş, çoğu zaman, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan,
gittikçe büyüyüp çoğalan kitlelerce, içinden çıkılmaz bir hale
dönüştürülür. ve sonunda, kişi, ya pes
ederek, dışarda herkes gibi, içerde kendi gibi olan bir rol yapma oyununa başlar, ve can
sıkıntısından doğan uğraşları “odada bir kağıt parçası” konseptli yığınlar
halini alır, ya da dönüştürmeye değil
dönüşmemeye odaklı mücadelesi, onun bir idol olarak tanımlanmasına yol açar.
her iki koşulda da, hiçbir şey kazanmamıştır. hiçbir şey kaybetmemiştir de.
çünkü sonucu belirleyen etken, onun pes edip etmemesi değil, kendi gibi
kalabilmesine izin veren kitlenin ve getirinin oluşup oluşmamasıdır. ve bu da,
buraya kadar anlatılan çıkmazın sonucunda, pes eden kişi ile etmeyen kişi
arasındaki ortak noktanın, birinin belki öldükten sonra yaldızlanmasını
sağlayan, diğerininse anlamlandıramadığı, anlaşamadığı ve içinde boğulduğu
olgunun aynı olduğudur.
Toplum
bir hapishanedir, kaçmaya çalışanı, ya kendine dönüştürür, ya deli olarak
niteleyip yalnızlaştırır ya da ulaşılmaz efsanevi bir hayali kahraman/star
olarak lanse eder. Ve hayali olduğunun nitelenmesi, aynı zamanda, bir tür
delilik metaforunun da simgesel olarak dışavurumudur.
29 kasım 2012