24 Ağustos 2015

the little famous song

the little famous song

eskiden yazdıklarımı okuyordum, marissa nadlerin cennetten gelen sesi ile birlikte.. sabah işten geldim. çok az uyuyabildim. ve gece tekrar işe gideceğim. birazdan birkaç dostla buluşucam. bir yıldır hiçbir şey yazmıyorken, yazamıyorken, şimdi, iki günde iki yazı mı? neden olmasın? eskisi gibi yani.. ha? az uyuyarak, günde sekiz saatini satarak ve geriye kalan zamanlarda müzik dinlerken boş boş takılıp, boş boş yazarak geçen günler. hiç kimse okumazken, herkes çok iyi yazdığını söyler durur. işe yaramaz oysa bu mesela, iki yumurta, bir ekmek yapmaz örneğin bir şiir, bunun için işe gitmen gerekir, gidip kafayı yemen, aynı şeyi saatlerce tekrarlaman, pompa üretiyorum artık, yağ pompası, arabaların, günde ortalama 1250 tane, plastik enjeksiyonu bıraktım. sizin hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu bu arada? bir sene uzun zaman moruk. yazmadan geçen bir sene.. hiç merak etmediniz, birkaç yakın dost dışında yani.. girdo artık yazmıyor musun ya? girdo ne zaman yazıcan oğlum. girdo yaz oğlum artık.. deyip durdu dostlar. ben ise, hap kullandığım dönemlerde, gülümseyemeyerek bile bakındım durdum aval aval, ses çıkmadı.. harflerimi yiyip bitirmişti, psikoz ve akıl hastanesi. 13 gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun gibi yani. kurşunları çıkarmam bir sene sürdü. hayata geri dönmem. müzikten tekrar zevk almaya başlamam. herkesi kahkalara boğan espriler yapabilmem. sigaranın kokusunun cenneten geliyor gibi hissetiğim zamanların geri dönüşü. bir sene. ölü taklidi yaptığım bir sene. sahi sizin hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu. sıkı fanlarımdan bahsediyorum bu arada. aa evet, henüz best-seller olamadım ama ufak underground ünümü küçümseyemezsiniz, özellikle anti-girdap-timi küçümsememeli yani. gerçi onlar hala hayatta mı bilmiyorum, her yazdığım cümleye üç balta beş ok sekiz küfürle karşılık veren eleştirmenler.

kötü zamanlar geride kaldı deyip durdum yıllarca, kişisel bir şeydi bu, yoksa, dünyanın kötüden daha kötüye ve ardından daha da kötüye gideceğini yadsıyamazsınız. devrim umutlarımızı çöpe atıp, birer seri katil olmamıza varım.. ama sizdeki umut, bendeki karanlıktan ağır basıyor. dört duvar arasındayken, bir süre sonra fark ediyorsun gerçeği oysa, duvarlarımı ve çatımı delip geçemeyecek dış güzellikleriniz diyorsun, öldüğünün bilincinde olarak, ve hiçbir şeyin değişmeyeceğini kanıksamış bir halde. o noktada başlıyor yazma serüveni zaten. kelimeleri düşünüp durmuyorsun o noktada. kendileri geliyor peşpeşe. fondip yazılar. hiçbir anlamı olmadığı söylenen, güçlü bir politik duruş içermediği söylenen veya felsefik bir altyapı barındırmadığı dile getirilen.. oysa ben biliyorum ne yapıp ne yapmadığımı, bu yeterli.

ne diyordum?  şehit cenazelerine üzülüyor insanlar, gencecik canlar gidiyormuş, ben üzülmüyorum, gitmeselerdi askere, ben olsam gitmezdim, yani çatışma bölgesinde olsam red ederdim orada ölmeyi, savaşın her türlüsü kirli, farkındayım, ama ölenlerin masumiyeti katillik üniforması altında pek barınamıyor bence. işyerimde doğuda görev yaptıkları için övünen insanlar var, onlara göre benimki askerlikten sayılmıyor mesela, komanda olmayı kutsayanlar topluluğu yani. bu açıdan bakınca pek akıl kârı gelmiyor bana olan bitenlere üzülmek. hayatta kalırsan kahraman, ölürsen şehit olduğun bir düzenekte, muhalefetin başka bir kanala odaklanması gerekiyormuş gibi geliyor, toplumsal barış herkesin kardeşçe kucaklaşıp sonra salak salak işlerde, seri seri gereksizlikler bütünü üreterek, gerekirse binbeşyüz lira asgari ücretle satılığa çıkmasıyla sağlanmıyor çünkü. herkes istediği dili konuşup istediği tanrıya tapınca da toplumsal olarak barışmış sayılmayacağız. barıştan yana olmadım hiçbir zaman. ben savaştan yanayım. ama kendi aramızda yapmaktansa, tepemizdekilerle ve modernizmle olması gerekiyor bunun.  tüm fabrikaları havaya uçurmak gerekiyor. makinelerini yerle bir etmek. tüketmekten ziyade üretimden sıyrılmak. çünkü tüketim değil üretim toplumuyuz biz. arada bir fark yokmuş gibi geliyor kulağa ama var. biz tüketmiyoruz çünkü, hiçbirşeyi tükettiğimiz yok, hiçbir şey tükenmeden, bozulmadan, eskimeden yenisini alıveriyoruz, üreten de biziz sonuçta.. günde 1250 tane pompa üretiyorum mesela. ama içlerinden birinin bile takılı olabileceği bir araba alamıyorum. alanlar da her sene yeni bir modelle upgrade şansı olan adamlar. bugüne kadar ürettiğim hiçbir şeyi satın alabilecek kadar kazanmadım zaten. çoğumuz kazanmıyoruz da. buna rağmen asgari ücret daha fazla olmalı gibi saçma bi derdimiz var. ücret olmaması için mücadele etmek daha anlamlı geliyor bana, hiçbirşeyin ücreti olmaması için mücadele etmek, ne işçinin ne eşyanın. bu daha tutarlı bir slogan olurdu. ama hiçbir partinin parayı ortadan kaldıracağız gibi bir vaadi olduğunu görmedim. paradan para kazanıyorlar çünkü onlar, bu akıllıca olmaz. tanrı olsaydım kirayı haram kılardım. faizden ne farkı var? ama yapamaz, o da kira istiyor çünkü, kiracıyız ya bu dünyada, karşılığında cennet vermiyor, cennet bir ödül sadece, ibadetler bu dünyada verdiği nimetlerin fiyatı sadece, cehennemse borcumuza karşılık gelen bir icra yöntemi. gerçekte din kelimesinin kökeni borç olsa da, az önce verdiğim 'tahrif edilmiş' tanrı ve islam tarifini yutunca, patronu da haklı görüyorsunuz doğal olarak, o da verdiğinin karşılığını istiyor sizden. günde 1250 tane pompa üreticeksin deniyor. eskiden de 1500 tane akıllı sayaç üretiyordum, ondan önce günde 100 tane stok raporu girip on kadar irsaliye kesmem gerekiyordu, ondan daha önce günde 100 ton bagaj ve kargo yüklüyordum. karşılığında yıllık izin gibi bir mükafat da var hem, şanslıysanız cennetin yedinci katı sandıkları tazminatı da verirler, ama parayı ya da daha mantıklısı olan fabrikaları ve makineleri ortadan kaldırma isteği yerine zam talebinde bulunmanız işlerine gelir. kimse masum değil yani.

alsancaktayız. arkadaşım tansaştan alalım biraları diyor, daha ucuza gelir, migrostan ya da diye de ekliyor. kabul etmiyorum. bakkalıma gidiyorum 25 kuruş fazla vereceğimi bildiğim halde. o bakkal bize gezide yardım etti çünkü.. ve o bakkala ihtiyacım var çünkü. her gidişimde iki üç cümle sohbet ediyoruz çünkü. içten bir şekilde gülümsüyor da çünkü. mahalle bakkalımda öyle. onlara ihtiyacımız var. ne zaman kafanız alıcak bilmiyorum ama, devrim küçük parçalardan oluşur, büyük ve tonla şubeleri olan marketlere gitmeyi red etmekten mesela, ben gitmiyorum, seyyar satıcılardan ve pazar malından devam etmeye.. işçilerin daha iyi şartlar ve zam için grev yapacağına, patronu saf dışı bırakmak için örgütlemesine dayanır devrim. daha iyi şartlara sahip bir kapitalizm yok çünkü, kişisel olarak daha iyi şartlarda ama yine aynı kötü kapitalizmde mücadele etmek var.

aynı anlama sahip cümleleri, sizin ohoo deyip duracağınız şekilde de ipe serebilirim, yani üst entelektüel bir ağız kullanarak, tarihsel örnekler ve alıntılarla şekillendirerek, ama kitlem onlar değil. onlar bana, basit ve derinliksiz demeye devam etsin istiyorum. çünkü onlar sadece yazarlar, dergi çıkartırlar hatta, büyük umutlara sahip edebiyat dergileri, büyük umutlara sahip kitaplar, ama normal yaşantılarında pahalı yerlerde yiyip içer, pahalı şeyler giyerler. solcudurlar, ama sağ kanattan gelen ortalara güzel voleler vurarak yaşarlar hayatlarını. gezide var oldukları halde öncesinde de sonrasında da avm’ye de giderler, burger king’e de. bir kez bile gitmedim. kapısından içeri adımımı atmadım herhangi bir avm’nin. politik olarak o kadar da tutarlı değilim gerçi. çok uluslu bir şirketin daha çok kazanması için sattığıma göre kendimi. yine de deniyorum sokaktan kazanmayı, geçimimi. henüz başaramadım. ama deniyorum. sokak tezgahları. fanzinler.. denemeye devam edicem. ama bu şuna benzeyecek. hiç konserine gitmedikleri underground bir grubun dağıldığında veya bol sponsorlu bir festivale çıktığında burun kıvırmalarına.

kalın kafalıyım.. biliyorum. eskiciyim. ama ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi bence. bu yüzden bana aptalca geliyor, komünizmin makineleri işçilere verme fikri, yerine fabrikaları yıkıp tarla yapmak daha mantıklı. sonra tarlaları kendi haline bırakıp avcı toplayıcı oluruz. ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi derken bundan bahsediyordum. o zaman toplumsal barışa ihtiyacımız kalmayacak çünkü.. doğadaki savaş hepimizin karnını doyuracak. günde 1250 pompa üretmektense, 12 elma toplamak daha mantıklı çünkü. ya da 2 geyik avlamak.
sahi siz naptınız bu bir sene de.. çok suskunsun okuyucu. bir yorumu bile çok görüyorsun yıllardır. ama beleş fanzin istemekte üstüne yok. aa tabii şimdi çeliştim tüm söylediklerimle. ama ayda 745bin lira kazanmadığım için, büyük fanzin anayasasına ihanet ediyorum bi lira isteyince. buna rağmen bana giren milyarları hesap etmiyorum ama. "iki üç dört lira, paran yoksa bedava" dediğimde, "olur mu öyle şey" deyip beş lira verene karşılık, yanıma geliyor kendine anarşist diyen adam, "bunlar beleş" demi diyor, he yavrum beleş, ben de leyleklerle yaşayan bir saksağanım zaten, karşılığında işe yarar bir eylem yapsa bare, içmek dışında yani.
her neyse, sıkıldım.. ama hala ringdeyim anlaşılan. "bir yazar boksördür ve senin yumrukların cılız" demişti bir eleştirmenim. ama cılız da olsa bir sürekliliği var değil mi moruk? 20 yıldır nakavt olmadım. yerde kaldım sadece, bazen bir sene yerden kalkmadım. ama ringten inmeye niyetim yok eleştirmenim. senin de ringe girmeye niyetin olmadığı sürece, bu bahsi kapatalım artık. ölmedim

24.8.2015


başlık marissa nadler’in bir şarkısının adıdır. 

23 Ağustos 2015

sonraki durak

sonraki durak

aslında bu yazıyı yazmamam gerekiyor, ya da senin okumaman. ama başka çaremiz yok moruk. ben yazarım, sen okursun. olay bundan ibaret zaten. yıllardır. tepki vermezsin. sonunu bile getiremezsin hatta. ama ben anlatmak zorundayım. çünkü başka bir şansım yok. anlıyor musun? tabii ki hayır.. nerden bilebilirsin ki. es geçelim. es geçip devam edelim, anlamları ve hissiyatı. yo hayır. anlamları es geçebilirim aslında. hep yaptığım gibi yani. ama hissiyati asla. anlamın mantığa ihtiyacı vardır çünkü. ama hissiyat öyle değil. onun kelimelere bile ihtiyacı yoktur. hisler saftır. ve kelimelere dökmeye çalıştığınız anda zorluklarla karşılaşırsınız. usta bir yazar dışında hiç kimse, anı kelimelerle tarif edemez. pekala, olmasam da deneyelim..

karşımdaki adam tanrıdan bahsediyor. ona göre adı allah. bana göre var olan bir şey işte. o yani. var. adam değil. adamın bahsettiği şey. ve bana anlatıyor. kalpten bahsediyor. kalbin temizliğinden. ve şems’ten alıntılar yapıyor. birkaç dize okuyor. dünya geçici gençler diyor bize. ben ve ozana. diyebilir. onu tutan yok. çay ocağındaki garson yapıyor bunu. yapabilir. garson olduğu için onun aşağıda göremezsiniz. hiç kimsenin yaptığı işten ötürü zihninde dönen dolapları bilemezsiniz. adam donanımlı. din konusunda evet öyle. ama biz az sonra bira içicez. en azından ben içicem. yanımdaki arkadaşımı bilemem. o, bu din içerikli sohbet sonrası namaza da başlayabilir. ben başlamam. daha önce başlamıştım çünkü. ve ondan yani önünde eğildiğim güçten ne cennet ne de cehennem bekliyordum. saf ibadet. dua bile etmiyordum hatta. hiçbir şey beklemiyor, sadece ona inanıyordum. onun beni kurtaracağını. kurtardığını ya da. çünkü yıllar içinde verdiğim mücadeleden arınmıştım. islamic bir anlamda zen noktasındaydım. tek bir an, acı içinde kıvrandığım bir gece, ayılmama neden olan dinamatin fitilini yakmıştı. ona, yani tanrıya, ya da allaha, ya da taoya, ya da adı her ne ise, yakarmıştım, ertesi gün cevap verdi. benim için de bir eş yaratmadın mı dedim, gecenin yarısı, yalnızlıktan ve kıskançlıktan kıvranırken, yalnızlığın şikayetname olabilmesi için  biraz da kıskançlık gerekir çünkü, her neyse, ertesi gün bana bir sevgili gönderdi ve tanrının benimle alay ettiğini anlamam altı ay sürdü.  eş yerine bela gönderdiğini fark etmem yani. defalarca aldatılmıştım. tek dua, tek isyana dönüştü. allah ile aldatmaktan daha kötüsü allah tarafından aldatılmaktır. ve sonra, şu bizim çaycı, tanrısının sevgili kulu, tüm içtenliği ile, içtenliğinden şüphe etmiyorum, bize biraz din anlattı. arkadaşımla bana. olabilir. ardından biz, onca telkine rağmen bira içmeye gittik. çünkü her şeye karşı inancımı kaybetmiştim, anlatabiliyor muyum? bizim çaycı bana eskiden günde beş kere intihar etmeyi düşünüyordum derken, ben her gün intihar ediyor, her sabah gözlerimi ölü bir bedende açıyordum, hafta sonları hariç. hafta sonları iyiydi. iş yoktu çünkü. çünkü arkadaşlar vardı. sayıları oldukça az olan birkaç iyi dost. işyerinde hiç konuşmuyorken arkadaşlar arasında çenem düşüyordu. işçileri sevmiyordum. çoğu korkak ve ikiyüzlüydü. patrona karşı bir ayaklanmada sizi safdışı bırakırlardı ve bu bilgisiz ve cahil olmalarından kaynaklanmıyordu. isyan, birkaç kelime marx ya da bakunin okuyarak doğmaz. doğuştan gelir. musa gelmeden önce firavuna ya da muhammed gelmeden önce ebu lehebe baş kaldırmayı gerektirir, isyan. üstelik sonucunda bir cennet kazanacağınızı bile bilmeniz gerekmez. şehit olma umudu ile kurşunlara yatmaktan daha erdemlidir o yüzden, terörist damgası yiyerek ölmek. gerçi vatanı kurtarmak ile başka bir vatan kurmak arasında bir fark yoktur. her ikisi de aptalca.. ve tüm bunları düşünürken ben, adam, yani bizim çaycı, bize şemsden alıntılar yapmaya devam ediyordu. bense diğer bir arkadaşım gelse de bira içmeye gitsek diye düşünmeye devam ediyordum.. her neyse, ardından. yani çok çok sonra.. beş bira kadar sonra.. yola çıktık.. yolda, yani izbanda. izmirin hızlı treninde, dört kız bir erkek gördüm. yanı başımdaydılar. ayakta. ben de ayaktaydım. ve yalnızdım. anlatabilir muyum? onlar ise bir arkadaş grubuydu. dört kızdan biri, tek erkeğin sevgilisi idi.. kıskançlık mı bilmiyorum, ama herifi öldürmeyi düşündüm. yo hayır. kıskançlık değil. ihanetin kokusunu almıştım.. insanları iyi tanırım. tek bir kare yeterli. göz göze gelmek. hepsi bu. ve sonra, yani bir süre sonra, herifin, hatunun bir arkadaşına yavşadığını hissettim. his sadece, ve bunun için kelimelere gerek olmadığını söylemiştim. ardından. yani bir süre sonra, izbandan iniyorduk, hani şu hızlı tren, merdivende herifin arkada kalıp, sevgilisinden arkada demek istiyorum, az yanımda, diğer hatuna, “çimlerde sürekli seni kolladım, çantanı çalıcaklardı, şişe toplayanlar ya da para isteyen tipler” dediğini duydum. hatun, “teşekkür ederim” dedi. herif, “senin durağında inip, seni eve bırakayım istersen” dedi, “zaten benden bir durak sonra iniyorsun.” hatun, “ olmaz kendim giderim” dedi. herif “benim içinde sorun olmaz” dedi. sonrasını bilmiyorum ve bazı aşırı entel ve aşırı derece kalibrasyona ihtiyaç duyan antenlere sahip olanlar her şeyi normal karşılayabilir. ama ben biliyorum. gerçeğin hangi şekillerde ve kaç renk taşıyarak geldiğini gördüm. hem de defalarca. gökkuşağı bile yetersiz kalır bu anlamda. sonra aynı durağa yürüdük. sevgilisi olan hatun, önce gelen başka bir otobüse bindi. biz üçümüz aynı otobüse. sonra ben indim. onlardan önce yani. sonrasını bilmiyorum. ve yürürken, eve doğru, alkol ve bilinçaltım beni tanrım demeye itti. tanrım dedim.. dışımdan dedim bunu. yol boştu. dışımdan konuşa konuşa eve gittim. çaycı cennetlikti. öyle düşünüyordu. saf bir güzelliğe sahip olan hatun, sevgilisinden habersiz başka bir otobüsle evine gidiyordu. ve ben henüz seri katil olmama zaman olduğu için, evime gidiyordum. uyuyacak, uyanacak ve işe gidecektim. iş yerinde, salak muhabbetlere tahammül sınırlarımı zorlayarak yıllarımı tüketicek, ve aldatma lüksüne bile sahip olamayacağım hatunların beni başkaları ile aldatması ile hayatımı tüketecektim.. isyan etmenin anlamı yoktu. hiçbir şeyin anlamı yoktu. daha önce akıl hastanesine girmiştim.. ve her gün, keşke oradan çıkmasaydım, ve anlama, mantığa, kucak açmasaydım diye düşüneceğim.. çünkü halüsinasyonlar, teninizi tırmalasa da, sizden bir şeydir, içeriden, çok içeriden gelir, canınızı acıtmaz. insanların yüzlerini okuyarak ve sonunda haklı çıkarak zaman kaybetmezsiniz.. bu yüzden sevmiyorum dışarısını. ve param olsaydı, evden dışarı adımımı atmaz, birkaç iyi dostu da evimde ağırlardım. yazmasam da olur, yeterki kelimelere dökmek zorunda kalmayacağım hislere gebe kalmayayım.. tanrı mı? çaycı için, onu kurtaracak bir süper kahraman olabilir, benim için, dua limitimi aşan şakacı bir dilsiz sadece.  sadece kendisinin güldüğü şakalar yapan bir dilsiz.


23.8.2015