23 Kasım 2004

erkekler tuvaleti

erkekler tuvaleti

sevgilimle barda oturuyorduk. bir mini etek vardı onda ve göğüslerini oldukça ele veren bir body. hiçbir şey yapmıyorduk, içmek dışında... konuşmuyorduk bile. hayır, küs değildik birbirimize ama durmadan konuşuyor da değildik. sustuğumuz zamanlar da oluyordu.

karşıdaki masada tek başına içen bir eleman sürekli yanımdaki hatuna bakıyordu ve ben sadece bekliyordum, hiçbir şey yapmadan, buna gerek de yoktu zaten. bir süre sonra, karşıdaki adam masama yaklaştı, bir makas aldı yanımdaki hatundan ve “n’aber fıstık?” dedi, bunu söylerken bana pis pis sırıtıyordu ve bardaki herkes bunu görüyordu. hiçbir şey yapmadan bekliyorduk. adam daha sonra tuvalete gitti. yanımdaki hatun da öyle ve bir arkadaşım yanıma gelerek

“neden bunu yapmasına izin veriyorsun?” dedi bana.

“neyi?” dedim.

“herif, kızına resmen asılıyor” dedi.

“hey, hey” dedim, “laflarına dikkat et, o bana ait değil, benim kızım ya da kadınım değil o”.

“öyle mi?” dedi, “ama buradan bakınca hiç de öyle görünmüyor, sevgili gibisiniz”.

“elbette öyleyiz” dedim, “ama o bana ait değil, ben de ona. sahibi değilim yani onun. istediği her şeyi yapabilir, onu kısıtlayamam ama sevmediğim bir davranışı varsa, bunu kendisine söyler ve bitiririm işi. değiştirmeye çalışmıyorum. istediğim ruh özünde yoksa sonradan eklenmesi bir boka yaramaz”.

“ama” dedi, “sen beni anlamıyorsun, adam resmen kıza asılıyor ve kız da bundan rahatsız oluyor, hiçbir şey yapmayacak mısın?”

“o kendini koruyabilir” dedim, “bu benden önce de böyleydi, şimdi de böyle. onu severek zayıflatıyor değilim. hatırlıyorsun geçen seneki kavgayı. hem bir de şu var, ben onun heriften hoşlanıp benden vazgeçmeyeceğini nereden bileyim? belki de o adama aşık oldu ve benim onu sahiplenmem her şeyi altüst edecek. hem kendini savunamazsa bana söyler. hatta söylemesine gerek kalmaz, ben bunu anlarım zaten ve devreye girerim. konuşmadan anlaşabiliyoruz, endişelenme”.

iki dakika sonra sevgilim yanıma oturdu.

    “nasılsın?” dedim, “oldukça iyi” dedi, “ama pisuvara yazık oldu”.

bir iki dakika daha geçti. pezevenk çocuğu yüzü dağılmış bir şekilde bardan çıkıyordu. üstelik başı öne eğik. erkekler tuvaletinde bir kadından dayak yemiş ve bunu tuvaletteki diğer tüm erkekler izlemişti. böyle bir şeydi işte. her an terk edilebilirdim yine de paranoya yapmıyordum. en ufak bir belirsizlik yoktu, o benimleydi ve bunu kanıtlamak için erkekler tuvaletinde olmam gerekmiyordu.

23.10.2004 - 01:05 ]

22 Kasım 2004

isimsiz – 2

isimsiz – 2

orta okuldaydım. 3. sınıfta. kimseyle konuşmuyordum, çünkü konuşmaya çalıştığım zaman harfler boğazıma takılıp kalır, ne dediğim anlaşılmaz ve karşımdaki insan genellikle gülerdi buna, ya da sorduğu soruyu geri alırdı, bazılarının cümlelerimi tamamladığı da oluyordu, en nefret ettiğim şey de, “istersen yaz” denilmesiydi, “istersen yaz denilmesinden nefret ediyorum” demek isterdim ama çıkmazdı işte harfler. kekemeydim ve bu nedenle de susuyordum hep. o zamanlar çok düşünüyordum insanların benim hakkımda ne düşündüğünü, hatta davranışlarımı bile bunun belirlediğini söyleyebilirim – sadece o dönemler için. yok hayır, öfkelendiğim zaman başka, o zaman kelimeler ardı ardına dökülürdü ve bu da insanların beni inandırıcı bulmamasına yol açardı. sözlüye kaldırılmıyordum mesela, hem zaten böyle bir risk ile karşı karşıya olduğum zamanlar okulu ekiyordum. o zamanlar, bir icat çıkmıştı başıma, bir hoca, sanırım sosyal bilgisi dersiydi, hoca bizi beşerli gruplara böldü ve her hafta bir grup verilen konuya hazırlanıp geliyor, konuyu hoca yerine o grup sırayla anlatıyordu. benim grubumdaki en çalışkan olan tip bana bir konu verdi, ve ben, anlatma sırası bizim gruba geldiğinde dersi ektim, ilk devamsızlığımı da o gün yapmış oldum, ve sonrası da devam işte, hatta peşpeşe okulu ektiğim zamanlar oldu, lisede bazı zamanlar 1 hafta boyunca okula gitmediğim olurdu ve ertesi hafta tüm arkadaşlarıma ayrı ayrı cevap verirdim, “merak ettik seni” derlerdi, “hasta mıydın?”. Ortadan kaybolmak gibisi yoktu. hala bazı zamanlar ortadan kaybolurum… ve eğer gene intihar etmeyi başaramamışsam, aynı soruları duyarım, “merak ettik seni”. Neden merak edilirki bir insan. kimseye yaşadığımı ispatlamak ve nasıl olduğumu açıklamak zorunda değilim, bunu kafanıza sokun! telefon kapalı ise ve çalan zil sonucunda açılmıyorsa kapı, üstelik  perdeler örtük ve hatta ev telefonunun kablosu sökükse, sadece bekleyin, gürültü çıkarmadan, eğer hayatta isem, mutlaka geri döner ve size “merhaba” derim. ama çoğu zaman hayatta olmamayı yeğliyorum…

Orta okulun son senesinde, bir hatun, yan sınıftan biri ile çıkmaya başladı. bütün okul biliyordu bunu, müdüre kadar herkes derya ile ilhan’ın sevgili olduğunu öğrendi, 14 yaşındaydı derya, ilhan ise 13. ikisi de orta 3’te idi, ve teneffüste elele geziyorlar, hatta okul çıkışı birbirlerini bekliyorlardı. bir gün, veli toplantısından sonra annem eve geldi ve bana bunu anlattı, sınıf öğretmenimiz, toplantıda bunu söylemişti alenen, kızlarınıza dikkat edin diye de bitirmişti lafını, etek boylarına dikkat edin. henüz orta üçteydik ve meraklıydık diz altınıza bile! oysa yan sırada oturan canan dizinden yukarısını da gösteriyordu bize, bunu bilerek yaptığını sanmıyorum, ama sıra arkadaşım hasan dürtüyordu beni bazen, ve kafamı çevirince, merak ediyordum daha yukarlarını… herkes böyle zamanlardan sonra evde napıldığını bilir, utanılıcak bir şey değil bu… saklamayın artık.

Ben de 13 yaşındaydım o zamanlar ve henüz kimseye aşık olmamıştım, bu aniden gelişti. neyse, bir gün matematik dersinde, hoca bir soru sordu ve ekledi, “bilenin sözlü notu beş olucak”, bize anlatmadığı bir konudandı soru ve pekala mantığımı kullanarak çözebilirdim, çözdüm de zaten. ama bunu turgay dışında kimseye söylemedim, çünkü matematik hocası şöyle bir şey de eklemişti sorunun ardından, “sözlüden beş vermem için, tahtaya çıkıp, yaptığınız işlemi anlatıcaksınız”, anlatmak mı, ben mi? Bu halimle üstelik, ve üstüne üstlük 50 kişinin karşısında… hoca şöyle bir şey söyledi beş dakika sonra, “1 dakika daha size”, ve 1 dakika sonra kimseden ses çıkmayınca, işlemi tahtada yaptı kendi, defterime baktım, az önce karaladığım şey ile hocanın tahtada karaladığı şey aynıydı, sınıfta benden başka kaçık var mıydı bilmiyorum ama ben sözlüden beş almayı ıskalamış ve orta ile geçmiştim o dersten. bazen süküt altın değildir…

Arka sırada derya otuyordu, bazen konuşmaya çalışıyordu benimle ama ben hiç bir sorusunu cevaplayamıyordum, ve bir gün bütün okul çalkalandı, derya ile ilhan ayrılmıştı… herkes bunu konuşuyordu, gerçek miydi değil miydi? Artık teneffüslerde yanyana gelmiyorlar, okul çıkışı hemen eve gidiyorlardı tek başlarına. bu olaydan 2 hafta sonra, tenefüste, ben canan’ın bacaklarına bakarken, hasan geldi ve kulağıma şunu dedi, “derya seninle çıkmak istiyormuş, ne diyorsun?”, kızlardan korkuyordum, bunu net olarak itiraf ediyorum işte, nedenini bilmiyordum, ama korkuyordum, bu korku bir vampirin yada kurtadamın verdiği korkuya benzemiyordu, beni korkutan şey kekeme oluşum, yani konuşamıyor olmamdı… ve hasan’a tek kelime söyledim, “bilmiyorum” ve bunu o kadar hızlı söyledim ki, hastalığım gafil avlandı ve hiç takılmadım. hasan arkaya giderek, derya ile konuşmaya başladı. bende ön sıradaki muhabbeti dinlemeye başladım, dün gece ki maçı tartışıyordu iki tip, ofsayt mıydı değil miydi? Ya da gerçekten ofsayttın ne demek olduğunu biliyorlar mıydı… her gün top alırdım, 4 kişi ile paramı birleştirip. ve hergün de patlardı top ve her teneffüs derse geç kalırdık, minyatür kale maç yapıyorduk, ve o gün, “bilmiyorum” cevabımdan sonra hasan tekrar geldi yanıma, “derya kesin bir cevap söylemeni istiyor” dedi, ve ben net olarak “hayır” dedim, oysa o gün, gerçekten evet demek istediğimi biliyordum, hatta şarkı söylemek istiyordum bazen, müzik dersine kaçık bir adam giriyor ve sırayla herkese şarkı söyletiyordu, 40 dakikada, en az 10 kişi şarkı söylüyordu, solo olarak… ve ben bu solo bokunu hiç deneyemedim, sıra bana gelince, hasan kalktı ve, “hocam, arkadaş konuşurken…” diye girdi söze, durumumu anlattı, ve hoca tamam dedi, ön sıradan devam etti olay. ve bir gün, beden dersinden sonra sınıfa girerken, canan beni kenara çekti ve dedi ki, “bence sen rol yapıyorsun, kekeme falan değilsin sen, sözlü olmamak için rol kesiyorsun”, o an, arkamdaki bina üzerime yıkıldı, donup kaldım öylece, tek bir harf çıkmadı cevap olarak, ağlamak istedim, bunu bile beceremedim! kaçıp saklanmalıydım hemen. ama gidebileceğim bir yer yoktu, tüm okul tanıyordu beni, okulun futbol takımında sağ bek oynuyordum ben, tüm okul biliyordu beni, maç yaparken kekelemiyordum, “pas ver”, “sola kaç”, “orta yap”, “adama bas”, hepsi takır takır çıkıyordu ağzımdan, hem de onca seyirciye rağmen… rol kesmiyordum, bunu defalarca söylemek istedim ona, “tamam bacaklarına bakıyorum ama herkes 13 yaşında bacaklara bakar, ama rol kesmiyorum!”, oysa tüm sınıf çoktan binaya girmiş ve beden hocası, ve aynı zamanda okul takımına beni alan tip seslendi, “sınıfta yoklama alıp serbest bırakıcam” dedi bana ve gene yoklama da benim adımı söylemedi, beni tanıyan hocalar zaten yoklama esnasında adımı okumazlardı, listede sıra bana gelince kafalarını kaldırıp sınıfta mıyım diye bakıyorlardı. ‘burda’ bile diyemiyordum çünkü!

Derya’ya, o ilhanla çıkarken, ondan öncesinde de, onu ret ettiğim dönemde de aşıktım. yani o yaşlarda aşk nasıl bişi ise, öyleydi bu his. ve bazen de şunu düşünüyordum, acaba sadece ilhanı kıskandırmak için mi bana çıkma teklif etti, ya da bu da hasan’ın bir şakası mıydı, ya da gerçekten derya da beni….” Hasan benimle dalga geçerdi bazen, şaka olarak, ve beni öfkelendirdiği zamanlarda olmuyor değildi, ama ilk o iletişim kurmuştu benimle, ve bana adımı sorduğunda ve ben bunu söyleyemediğimde, en ufak bir sırıtış bile yoktu yüzünde. içi dışı birdi, ve bu nedenle bazen bana kızardı, “ne biçim adamsın oğlum sen” derdi, “içinden ne geliyorsa onu söyle, bunu söylemen 10 dakika bile sürse, bırak karşındaki ne düşünürse düşünsün”. Oysa, lise 2’e kadar bunu başaramadım, ta ki, kafasındaki her şeyi tüm dünyaya haykıran, üstüne de, “fuck the world” adında bir şarkı yapan adamı duyana kadar. ve tabi daha sonra “Fuck All Y'all” da dedi.


Sınıf öğretmenimiz olan kadın, beşli grup anlatımından sonra yeni bir icat daha geliştirdi, yıl başında herkes bir kura çekicekti ve öncelikle herkesin adı küçük kağıtlara yazılmalıydı, yazıldı da ve kurayı çektim, bana kimin çıktığını kimseye söylememeliydim, bu önemli değil, ama sorun şu ki, sıran gelince tahtaya çıkıp sana kimin çıktığını söylemeli, sonrada hediyeni vermeliydin. kuraların üzerinden iki hafta geçti, ve yıl başından 2 gün önce, rehberlik dersine herkes hediyeleri ile geldi, derya tahtaya çıktı ve adımı söyledi, şok olmuştum, ve üstelik millet birbirine hediye verirken dikkatimi çeken şey de şuydu, erkekler erkeklere hediye verirken, ya da kızlar kızlara, yanaklarından öpüyorlardı birbirlerini, oysa bir kız bir erkeğe, ya da bir erkek bir kız hediye verirken sadece tokalaşıyorlardı. bana ferat çıkmıştı ve ben bunu ona söylemiştim daha önce, kuralı bozmuştum ama buna mecburdum, sınıftaki herkesin gözü üzerimdeyken tahtaya çıkıp da, “bana”, ferat”, “çıktı” evet bu üç kelime, söylemesi o kadar zor ki. ya o gün okulu ekicek, ya da önceden ferata durumu izah edip, bana sıra gelince hemen tahtaya çıkmasını sağlayacaktım, öyle de oldu ve bunun için her ikimiz de hocadan azar işittik. en çokta ben, sonuçta hata bendeydi. aslına bakarsanız, bir çok kişi zaten kime kimin çıktığını öğrenmişti bile, çünkü çocuklar sır saklamasını pek beceremezler, oysa hasan ve derya şu sırrı uzun bir süre sakladı. hasan’a ben çıkmıştım ve onlar değişmişlerdi kuralarını, derya tahtaya çıktı ve adımı söyledi, ve hediyesini verdi, üstelikte beni yanaklarımdan öptü. tüm sınıf alkışladı bunu, bizim dışımızda diğer tüm birbirine çıkan kız ve erkekler tokalaşmakla yetindi. cesur bi kızdı zaten o, ama bana göre değildi, bunu daha sonra fark edebildim. genelde, eğer yüzeysel bir aşk yaşıyorsanız, kendinizi budarsınız, karşınızdakini de. ve sonuçta her iki tarafta, aşık oldukları yüze, istedikleri ruhu giydirip öyle evlenirler.  bu nedenle, kısa bir süre öncesine kadar, son dönemde bir hayli yaygın olan sanal aşklara, ve onların evlilikle bitmesine olumlu bakıyordum. oysa bir gün maillerime bakmak için nete girdim, ve sikik yahoo açılana kadar yan masadaki elemanı kestim… inbox’unda, tam 5 adet farklı hatundan, (en azından farklı hatun isimlerinden) mail olduğunu gördüm. izledim onu, ben herkesi izlerim, çünkü yazar olmaya çalışıyorum, bazıları yazar oldular bile ve şimdi daha çok zengin olmak için kapandıkları köşklerinde hiç bi sik yazamıyorlar… tip, yani yan masada ki, maillerini cevaplıyordu, bir tek yahoo açıktı ekranında, ve size yemin edebilirim, 3 saat sürdü beş adet maili cevaplaması. şöyle oldu, ben yarım saat nete girdim, kendi maillerimi cevapladım ve çıktım, bu esnada tip ilk maili cevaplamakla meşguldü, uzun yazmıyordu, alt tarafı yaptığı şey şuydu, hatun demiştiki, “merhaba, naber? Okuyup okumadığımı sormuşsun, ben adana da okuyorum, haftaya açılıyor okul, yarın ankaradan adanaya gitmek için yola çıkıcam, umarım iyisindir, kendine iyi bak”, ve tip bunun karşılığında, “meraba, ben adanaya da gelebilirim aslında” diye başlayan ve 2 cümle sonrasında, “görüşmek üzere” ile biten bir mail yazıyordu, toplam 3 cümle. abartmıyorum, gerçekten 3 saat. yarım saat sonra, tip hala ilk mailine çeki düzen vermekle meşgulken, netten çıkıp, 2 saat sonra bana gelen 2 çağrı nedeni ile tekrar nete girdim, ve aynı masaya gittim, tip hala ordaydı ve 4. maile kısa bir cevap yazmakla meşguldü, yazıyor, siliyor, tekrar yazıyor, tekrar siliyor ve bir türlü emin olamıyordu hangi kelimelerin karşı tarafı etkileyebileceğinden. ince eleyip sık dokumak bana göre değil, işte orta 3teki ben ile üniversiteden şutlanmış ben arasındaki en belirgin fark. bu arada, üniversitedeki ilk yılımda, hocaya karşılık verdiğim için, sanırım 4 kez dersten atılmıştım… artık her zaman her yerde, eğer konuşmak istiyorsam, konuşurum. bir diğer farkta, evet canan’ın bacakları güzeldi, ama artık çırılçıplak da gelseniz üzerime, etkileyebileceğinizi sanmıyorum… bu nedenle, lütfen başka bir yol dene! (İşte bazen böyle tek bir kişiye ithafen kurduğum bir cümle ile de bitirebiliyorum öyküyü, çok tuhaf, ama üstüne alınan birileri olmalı) [ 22.10.2004 – 02:15 ]

1 Kasım 2004

siyah - kırmızı - mavi

orada öylece duruyordu işte, en arka koltukta. birini beklediği açıktı. ama niye beklediğini kestirmek güçtü. her dakika derin bir nefes alıyor ve iri göğüslerini daha da şişiriyordu, sonra aldığı nefesi geri verip gözlerini kısa bir süreliğine kapatıyordu. yorgundu, uyumak istiyordu, onu orada öylece bıraksam ve çıkıp gitsem, sabah onu arka koltuğa kıvrılmış uyurken bulabilirdim, ama yapmadım bunu, otobüsün şoför koltuğundan kalkıp, arkaya doğru yürüdüm ve “iyi geceler” dedim, “burası son durak ve son seferimi yaptım, artık arabayı kapatıp gitmem gerekiyor”
“üzgünüm” dedi, “farkında değildim arabanın gitmediğinin, demek durdu ha?”
“sürekli gidemeyeceği açık” dedim, “ama yürüyebiliriz, ne dersin?”
“olabilir” dedi, “peki ama insan sürekli yürüyebilir mi? neyse, deneyelim”

ve ayağa kalkmaya çalıştı, bana tutunarak, ve yürüyorduk işte sonuçta, 5 dakikadır yürüyorduk -arada bir bok kokan denizin dibindeki çimenleri ezerek. başını omzuma dayamış ve elini belime atmıştı, onu taşıyor gibiydim, ama sorun yoktu, taşıyabildiğim kadar taşımaya razıydım, ya düşecek ya da pes edecek ve bir banka oturacaktık, ama bir karar alınması için ses çıkarmak gerekiyordu.

“oturalım mı şu banka” gibi, ya da “bu geceyi çimlerde geçirelim mi ne dersin” gibi, ama sesim çıkmıyordu, her dakika göğüsleri daha da büyüyor ve sonra tekrar iniyor, ve gözleri daha uzun süre kapalı kalıp, tekrar açılıyordu.

“yoruldun mu” dedim,
“çok uzun süre önce yorulmuştum” dedi, “tekrar yorulmak için dinlenmek şart” banklar fena fikir değildi, ya da çimenler, ya da ev. ama sorunun ney olduğunu bilmiyor ve ses çıkartamıyordum, gözlerini arada bir yumuyor, ve bir süre açmıyordu işte, eğer yürümüyor olsaydık öldüğünü düşünürdüm, ama hayır, ölseydi yürüyemezdi ve belki de yaşamıyordu da, sadece gidiyordu, nereye veya kime olduğunu bilmeden… ya da kaçıyordu, birinden, kaçmıştı ve kaçmaya devam ediyordu.

“şimdi yoruldun mu peki” dedim,
“dinlenmeye ne dersin” dedi gülerek ve elini belimden çekip, kafasını da omzumdan kaldırarak benden ayrıldı, sanki etimden bir parça kopuyormuş gibi hissettim, bedeninin ruhuma değen kısımları uzaklaşırken benden… ve gidip yanına oturdum.. saat gecenin biriydi ve bugüne kadar, gecenin bu saatinde dünyanın bu noktasına kimse ayak basmamıştı belki de… 

ben yanına oturunca, dizlerime yattı ve “uyumak istiyorum” dedi, “hepsi bu, sadece uyumak, sana güvenebilir miyim?”
“evim var” dedim, “bu iş için bir evim var, uyumak için, yanlış anlama, uyursun, hepsi bu, sadece uyuruz, günlerce uyuruz, haftalarca uyuruz, aylarca, yıllarca… ölene dek uyuruz, ne dersin?”
“soba?”
“soba da var”
“peki ya halı, yastık, yorgan, kanepe, duvar”
“normal bir ev işte” dedim
“senden başka kimse var mı evde” dedi

“çoğunlukla ben bile olmuyorum” cevabını verdim ve o an bi' şey oldu, kendini bıraktı, nefes alış verişleri normale döndü, zaten hep normaldi, sadece o her dakika derin bir nefes alıyordu, sanki ciğerleri onu kandırıyormuş gibi, iç organlarına bile güvenmiyordu, güvenebileceği hiçbir şey kalmamıştı. ve gözleri, evet, göz kapaklarının arkasında uzun bir süre huzurlu bir şekilde saklandı onlar… ne her dakika olan derin nefes alışverişi, ne de arada bir kapalı kalıp, sonrasında korkuyla açılan göz kapakları… ölmüş olamazdı, sadece uyuyordu, hala ruhunu hissedebiliyordum çünkü, onun içinde, içeride bir yerlerde, saklanıp kalmıştı, ya da daha önce hiç kimse fark etmemişti bir ruh taşıdığını, ama taşıyordu işte, ve sırf bu nedenle, yaşamak bu kadar zordu onun için… ve beklemek istedim, ta ki denizdeki dalgaları görebilene dek beklemek istedim, gökyüzü siyahtan kırmızıya, sonrasında da maviye dönüşene dek beklemek istedim - uyumadan. farkında mısınız? havanın aydınlanışı mucizevi bir şeydir, siyah, kırmızı, ve mavi.. ama tüm bu dönüşüm esnasında, bir yerlerde bir mor saklanıyor gibi, bu renk karışımları sanki O’nu vericekmiş gibi, ama vermedi, bir ara dalmıştım, ve gözlerimi açtığımda, O’nun haklı olduğunu anladım, hiç kimse güvenilir değildi, ve o -her nasılsa- bana güvenip, gözlerini kapatmış, ve kendini bırakmıştı… adını bilmiyordum, ona çeşitli isimlerde seslendim, ve birkaç güzel sıfat, mucizevi, esrarlı, ve harikulade. ama yine de, kaybetmiştim işte, orada öylece yatıyordu ve bir daha gözlerini açmayacaktı. tuhaf olansa, rüzgarın sert oluşuna rağmen, gözlerinin dışında eteklerinin de hiç açılmayışıydı –elbiseleri bile ölmüştü belkide. öylece bekledim, ta ki, tekrar hava kararana, ve O, o karanlıktan sağ çıkıncaya kadar... kim nasıl ölürdü, nasıl fark etmedim, bilmiyorum. siyah.. kırmızı.. ve mavi.. arada, bir mor gözden kaçmıştı işte –belki beş saniye belki de beş dakika uyuyakaldığım için. [ 01.11.2004 – 00:35 ]

14 Ekim 2004

isimsiz - 4

isimsiz – 4

okul da ki son senemdi, ve hâlâ 1. sınıftaydım.. yani atılmak üzereydim, salı günkü menü şöyleydi; sabahtan ilk iki ders tarih ve sonraki iki ders boş ve ondan sonra öğle tatili, ve bir ders daha boş, ardından 3 ders statik.. 10:20’de bitiyordu ilk 2 ders, yani ilk iki dersi atlattıktan sonrasında, saat 14:40’a kadar beklemem gerekiyordu.. lanet olası salı günlerimin lanet olası 5 saat yirmi dakikasını nasıl geçirebileceğimi hala çözebilmiş değildim ve okulun açıldığı 5 hafta olmasına rağmen hâlâ statik dersine girmeyi başaramamıştım.. bu dersten 4 hafta devamsızlık hakkım vardı, ilk haftayı saymazsak, bu son şansım demekti ve bundan sonra da o dersi aksatmamalıydım.. o gün sekiz buçukta uyandım, erken uyanıp kahvaltı etmeyi bünyem kaldırmıyor, kusabiliyorum, bu nedenle bir bardak çay faslı sonrasında yola çıktım.. otobüs beklemek, binmek, inmek, biraz yürümek, kapıdaki görevliye öğrenci kartını kaybettiğini tekrar tekrar anlatabilme faslı ve blok yapılan ilk iki derse giriş.. buraya kadar sorun yok.. ama dersin blok yapılması nedeni ile katlanılması gereken fazladan bir 10 dakikam daha var.. hoca çıkabilirsiniz dedi ve defterimi katlayıp, kalemi de cebime atıp tuvalete gittim.. okulda kıdemliydim ve benim dönemimden herkes ya okulu bırakmış ya da mezun olmuştu, sanırım 6 kişi kalmıştık 2000 yılında giriş yapanlar olarak.. benim 2 devrem sonrası olan bi tip arkamdan geldi ve, "statiğe giricek misin" dedi, onunla takılıyordum bazı zamanlar.. "bilmiyorum" dedim, "deneyeceğim". dışarı çıkıp, okulun içindeki bir kafeye gittik.. oturduk.. bu okul derste olmadığım zamanlar,  derste olduğum zamanlara göre ruhumu daha çok sikiyordu, en azından hocaların yanında bu tipler ses çıkarmıyordu, ve ses çıkarmadıkları zaman onlara katlanması daha kolaydı.. 4 senedir geçip giden tiplere bakıyor ve yerimde sayıyordum, “istikrar” demişti geçen sene bana bir hatun, “hâlâ 1. Sınıfta mısın sen?” dedi, “evet”, dedim, “istikrarlısın” dedi gülerek.. ben gülmemiştim ve bu nedenle yüzü asılmıştı, insanları gerçekten anlayamıyordum, karşılarındaki insan beklediğin tepkiyi vermediklerinde bozuluyorlardı bu duruma.. her şey karşılıklıydı.. ve sanırım 4500 kişi içinde, en çok dikkat çeken 2 kişi, ben ve oğuzdu. Çünkü koskoca kampüste, hiç kimsenin hiçbir zaman oturmadığı bir yere oturuyorduk, merkez kafenin merdivenlerine.. ve beni istikrarlı bulan hatun bir keresinde 5 basamaklı o merdivenlerden geçip kafeye girerken bize 100binlira attı, dilenci gibi görünüyorsunuz dedi, ne bu haliniz, “zamanın geçmesini bekliyoruz” dedim.. ama o gün dersten çıktıktan sonra merdivene değil, bir masaya geçtik.. biz otururken oğuzun bir arkadaşı geldi, daha sonra başka bir arkadaşı, ve bir tane daha.. susup onların muhabbetini dinlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.. konuştular, konuştular, konuştular ve ardından idil bana dönüp, "neden konuş muyorsun" dedi, "üzerine söz söyleyebileceğim bir şey yok ortada" dedim, "ooo" dedi, hepsi de buydu.. ardından bu 4 sınıf arkadaşı sınıflarına gitti ve oğuz ile tekrar gelip geçen tiplere bakmaya başladık.. "ne düşünüyorsun" dedi, "gözleri güzel" dedim, "2 gündür öğlen tatillerinde karşılaşıyorum onunla ve beni kesiyor" dedi, zaten ona göre herkes onu kesiyordu.. deniz adında bir hatun okuyordu müzik bölümünde, saçları kızıldı, "sürekli bana bakıyor" demişti oğuz, "e bana da bakıyor" demiştim ve o gün yanımızda olan oktay, "herkese bakıyor o" dedi, "ama sevgilisi var, bizim ordan otobüse biniyor sabahları". benim umrumda bile değildi ancak oğuz üzüldü, bir sevgili istiyordu o, ve bir de müzik grubunun bir üyesi olmak, ve birde tyler durden olmak, ve birde, ımm - her şey olmak istiyordu aslında ve ona kimsenin "hiçbir şey değilsin" diyerek bir iyilik yaptığı yoktu..

"baterist arıyorum" dedi bana,
"sen ne çalıyorsun ki?" dedim
"gitar", dedi
"hmm, bundan haberim yoktu",
"lise 3’ten beri bir grubum vardı, 2 ay önce dağıldı, şimdi tekrardan toparlamak istiyorum yeni bir grup",
"adı neydi grubunuzun, belki duymuşumdur",
"yok biz bir yerde çalmıyorduk, sen duymamışındır".

elbette duymadım göt, 2 senedir tanıyorum seni ve hiç bahsi geçmedi bunun! her gün yeni bir fikir ile çıkıyordu karşıma ve eğer yalanını açığa vurursanız, o halde beyniniz yarım saatlik bir ispat seremonisini dinlemek ile geçerdi, kurtuluş yoktu, inanmış gibi görünmek dışında, ben inanmış gibi görünmüyordum ama ses de çıkarmıyordum.. hayatım boyunca çekmişimdir bu tip insanları üzerime; sinek ve bok?  bu çocuk yalan söylediği zamanlar canım sıkılıyordu, ve iki yüzlünün biriydi, tamam, pekala, ama en azından fikirleri vardı onun, diğerleri gibi bu kafese sıkışıp kalmamıştı.. sabah siz gözlerinizi açık tutmaya çalışırken o gayet uyanık bir şekilde okula gelir ve “hey hey otobüste aklıma bir şey geldi” diye başlardı yeni ve saçma projesini anlatmaya, kaçıp kurtulmak istiyordu ama sadece bunu istemekle yetiniyordu, gücü yoktu çok uzağa adım atabilmeye.. ölmek istiyordu, hatta denemişti de bunu, hem de 2 kez, öyle diyordu. “gene intihar edicem, sadece uygun zamanı kolluyorum” demişti bana, ama söylediği her şeyi lafta kalıyordu.. ve lanet olası kafettonun lanet olası kapısının lanet olası merdivenlerine oturmuş, gelip geçeni kesiyorduk, geçen seneden beri hoşuma giden ancak bir sevgilisi olan hatunu gördüm tekrar, önümden geçip gitti.. doğru insan ile birlikte doğru zamanı da yakalamak gerekir dedim.. "ben masa altı yapçam" dedi oğuz, kalkıp içeri girdik ve bir şeyler satın alınan o büfenin altını derinlemesine görebilicek kadar uzaklıktaki bir masaya oturduk.. büfenin altına bakıyorduk, 3 adet bozukluk parlıyordu.. kaç para olduğunu bilmiyorduk, ama bir gevrek, belki de yanında bir çay, bir tanıdıkta bulursak, iki adet sigara edinmiş olucaktık.. kafeden bir şeyler satın alan öğrenciler, ceplerinden ya da cüzdanlarından para çıkartırken buraya düşürürler ve eğer düşen para yüzbinlira kadar yere eğilip almaya onlar için değmeyecek bir meblağ ise orada bırakırlardı.. her gün bi kaç adet bozukluk buluyorduk.. ve hemen harcıyorduk.. bu kez iki adet yüzlük ve bir adette ikiyüzellilik vardı.. oğuz yanıma geldi ve, "450 bin” dedi “bir çay ve gevreğe ne dersin?",
"bir şarkı ve bir çay" dedim,
"ne dinleyelim?",
 "ol dirty bastard - fantasy",

lanet olası müzik kutusundaki 500 şarkının arasındaki tek rap şarkısı buydu, 500de bir! iki yüzlüğü alete atıp şarkıyı seçti ve çay alıp yanıma geldi.. bir çay, ve müzik, hepsi bu.. oğuz çayı şekersiz içiyordu, ben ise iki adet küp şeker koyuyordum, ve tanıdık yoktu hiç, ve sigara da.. ve bardağın yarısına inince o, geri kalanına bir kaşık şeker atıp karıştırmak kaldı bana.. idil geldi, hani şu istikrar hatunu, ya da bize dilenci muamelesi yapan, ya da, “ooo” diyen, ya da benimle sevgili olmak isteyen, henüz bunu itiraf etmedi ve itiraf etmemesi daha iyi olur ikimiz içinde.. neyse neyse, yanımıza oturdu.. "sigara?" dedi, "elbette". çıkarıp uzattı..

“bu kez ortaya üzerine söz söyleyebileceğim bir konu at” dedim,
“nelerle ilgilenirsin” dedi,
“müzik”,
“ne dinlersin”,
“bi çok şey, mesela şu an çalan şeyi”,
“neee?”,
“şu an çalan şeyi biz attık”,
“ama bu rap” dedi yüzünü ekşiterek
“evet”.

Ve birkaç cümle sonra vakit doldu, derse gitmesi gerekiyordu.. “burda takılıyosanız öbür ders uğrarım” dedi ve gitti.. ardından oğuzun başka arkadaşları geldi, okulda popülaritesi olan bir kaç kişi, ve onunda popülaritesi olması gerekiyordu, en azından bunu olabilirdi o, popüler.. ve bekliyorduk, bir süre sonra canım sıkıldı ve “ben gidiyorum ya” dedim oğuza,
“nereye” dedi,
“eve”,
“ee devamsızlık? Kalırsın oğlum sınıfta, otur işte”,
“ne bileyim ya, 3 saat daha burada beklemek ve bunu dönem sonuna kadar sürdürmek, nası olsa en sonunda sikerim deyip ekicem, bare baştan hiç girmeyeyim..”,

bir diskman’im olsaydı, -tabi o zaman pil sorununu çözebileceğimi sanmıyordum-, ya da bir sınıfa girip okuyabileceğim bir kitap, beni 4 saat 20 dakika oyalayabilicek herhangi bir şey işte.. masada ki muhabbet, bir bilgisayar oyunu hakkındaydı, ve iyice sıkıldığım bir sırada masadan kalktım, binadan çıkıyordum ki, -siz şimdi arkamdan idil seslendi diyeceğimi düşünüyorsunuz, ama hayır, öyle bir şey olmadı- kapıdaki güvenlik görevlisi seslendi bana,

“meraba” dedim, elindeki öğrenci kartını bana doğru uzatarak,
“bu senin, öyle değil mi” dedi,
“aa, nerden buldunuz” dedim,
“bir öğrenci getirdi” dedi, “artık her sabah gösterebileceğin bir kartın var”.


Onunla daha önce tartışmıştım, kartımı kaybettim ve yenisini çıkarmak için uğraşmak zor geldi, otobüs şoförleri sormuyordu zaten, ve vapurda da sorun yoktu.. lanet olası metrodaki güvenlik görevlileri dışında hiç kimse, benim öğrenci olup olmadığımı merak etmiyordu, birde okulun girişindeki güvenlik görevlileri.. bilemiyorum, belki bir bankaya girersem, kapıdaki güvenlik görevlisi bana öğrenci kartı sorabilir.. üniforma giyen herkesin, ama herkezin, mevkiine göre bir takıntısı oluyor ne de olsa… ve her salı saatlerce beklemek dışında yapabileceğim başka bir şey de eve gidip öykü yazmaktı.. sonuç olarak ikisi de işime yaramıyordu.. ama en azından öykü yazarken eğleniyordum.. ve sanırım şu an derse girmek üzereler.. tekrar otobüse binip derse yetişebilirim, ama sorun bu değil sanırım, ve ne olduğunu asla anlayamazsınız.. ama bir insanın, t cetvelini görünce tüm bünyesi alt üst oluyorsa, ve yıllar sonra bile bu his geçmiyorsa, o halde beklemek ya da beklememek değildir problem, ki problem de yoktur aslında, öykü yazar ve gene de aç kalırsın.. sonuç olarak zaman geçmiştir.. öyle ya da böyle.. değişen bir şey olmaz… zaman daha hızlı veya daha yavaş geçecektir.. işte okulda ya da evde olmam arasında ki tek fark..  ve bir de, müzik dinleyebilmek için kutuya para atmam gerekmiyor -  en önemlisi de bu! [ 14.10.2004 – 22:45 ]

10 Ekim 2004

kolaj edebiyatı

     kolaj Edebiyatı

her şeyin saçma geldiği ve yok olmanın bile bir anlam ifade etmediği zamanlardan biriydi. iyi yazıyordum o aralar. iyi derken, çok yazıyordum demek istiyorum. ve para geliyordu işte bir şekilde, ve içiyordum. ve bir gece, ilahı çektim içime, bir süre sonra çenem uyuştu, ani oldu bu, hiç böyle olmamıştı, beynimin arka kısmı ağrıyordu, ve devam etti gece. gece hep devam eder zaten, ama bazen duvar saatinin akrebini izlemek gibi gelir size havanın aydınlanışı. elime kumandayı alıp 134 kanala teker teker ve birer saniye takılarak 2 dakika 14 saniye tükettim, bu iyi geldi ruhuma. izlenebilicek bir şey bulmak değildi niyetim, ki televizyonda kanal gezerken istediğim tek şey zaman geçirmektir, ne kadar çok kanal o kadar çok 1 saniye. ufak bir cd çalarım vardı. bir cd takılıydı,  sürekli dönüp duruyordu parçalar rastgele bir şekilde. o an krazy çalıyordu, ve gerçekten deli gibi hissediyordum. isteksiz bir şekilde alete uzanıp, bu şarkıyı kesintisiz çalması için gereken düğmeye bastım. ve bekledim. bunun kaçıncı olduğunu bilmiyordum ama sanırım gene yeniden başlayacaktım. "gene yeniden” başlamak üzere olan şeyin ne olduğundan daha çok bu iki kelimenin aynı anlama geldiği ve  arkaarkaya kullanmanın manasız olduğunu düşünenleri siklemiyordum. bir yere gittiğim yoktu ve biryerden de geliyor değildim, sadece bir format atıcaktım hayatıma o gece, hepsi bu. evet evet, çok klişe cümleler kullanıyorum, ama napabilirim? neyin klişeleştiğini belirleyen ben değilim, ben konuşurum, siz etiketlendirirsiniz, olay bundan ibaret. "sürrealist akımın öncülerinde olan" diye girer biri lafa, bir başkasının hayatıdır söz konusu olan ve herif çoktan yokolmuştur zaten. ben öldükten sonra hakkımda metiyeler düzülmesi kimin umrunda? benim değil. yaşayamadıktan sonra, napayım adımın anılmasını. hem herhangi bir akıma da ait değilim ki. neden gruplandırılıyoruz? O an tek istediğim krazy'yi dinlemekti, bu aptal düşüncelerle neden meşgul ediyordumki sikik beynimi. 2 dakika 14 saniye daha tüketmek için kumandayı elime almışken kapı çaldı. saate baktım, ikiyi on dört geçiyordu ve hava karanlıktı. toplarsam yedi ederdi, sadece aptal bir tesadüf dostum, kapıyı aç, sikmişim mucizeyi. "kim o", "Bana bi sigara uzat adamım!".[1] açtım kapıyı. içeri girdi. az önce benim oturduğum yere oturup öykülerimi aldı eline. cd dönmeye devam ediyordu, ve bende 96’da çarmığa gerilen siyah isa'ya bakıyordum uzaktan. evet, olabilir, neden olmasın, belkide gerçekten ölmemiştir.  elimdeki üçlüden derin bir nefes alıp ona uzattım, "Deli gibi hissetmeme neden oldular"[2] dedim. "geçen yıl zor bir yıldı ama hayat devam ediyor".[3] dedi. derin bir nefes. gözünü tekrar öykülere dikti ve ben ayağa kalkıp mutfağa gittim. Hennesey. ona ve bana. "benden çok sık söz ediyorsun" dedi bana, sende benden söz ediyor gibiydin dedim, her cümlen benim cümlem gibi, söylemek istediklerimi söylüyor, yapmak istediklerimi yapıyor ve yaşamak istediğim gibi yaşıyordun. - benim istediğim bu değildi dedi "tek isteğim, sevmediğim bu kıskanç korkak itlerin üzerine çıkmaktı"[4] geçen gün herifin teki ile senin hakkında söz ediyorduk dedim. ve bana ‘kendini boşu boşuna öldürttü o, susabilirdi, çok fazla işe burnunu soktu, aptalcaydı’ dedi dedim. bundan haberim yok dedi bana.
"herifin teki, 70lerin rock'ını dinliyormuş, benim 4 cd'mi hacıladı hatta, dinleyebileceği şeyler değil, ki bunun önemi de yok öyleleri için, bilirsin, ve daha bi ton ıvır zıvır, böcek öldürmeyip alkol kullanmayan ve et yemeyen insan türlerinden. ve birde devrimci, hayatını buna adamış, bu uğurda ölebilir. ve senin çok konuşarak hayatını mahvettiğini söylüyor, ve dünyayı değiştirmek istiyor,"
"değişmez. böyle kurulmuş işte"[5]
"hı hı" parmaklarımın arasında çıtır çıtır yanan tanrıya göz atıp, "Yeşil", dedim, "Zencinin hayal görmesine neden oldu". Hala onun bir halüsyünasyon olduğunu düşünüyordum.
"Niye ota sarılıp Tanrıya uçmak için dua ediyorsun"[6] dedi.
"Acıyı gidermesi için bir marihuana içiyorum ve uçmuş olmasaydım, belki de beynimi dağıtmayı denerdim"[7] dedim.
"rahatla” dedi “Gangster yaşamı faturaları öder"[8]
"Uzun bir yol katettim ama hala gidecek çok yolum var"[9] dedim,
"artık gitmeliyim" dedi.
"Hennesey'nin beşte birini içtin sağlıklı olduğunu sanmıyorum" dedim.
"kapalı bir tabut ve orda kimsecikler yok"[10] dedi. "yapman gerekeni yap,     Vahşileş, ama akıllı ol. Oyunu kurallarına göre oyna. Bazen karışık oluyo biliyorum. Ama oyunun kuralları seni kazandıracak, hergün.  Bu yılan ve sahtekarlara dikkat et,"[11]. Öğütlerin için teşekkür ederim demek istedim ama konuşmaya çalıştığımda çıkan şey buydu - tüm duyduğum buydu.
ve kapıyı açtı. çıktı. merdivenlerden aşağıya indiğini sanmıyorum, ayak sesi yoktu, görüntü de yok oldu. kapıyı örtüp içeri geçtim ve az önce bahsettiğim o zamanı atlattığımı farkettim. (“Gerçek arkadaşlar seni zor durumdan çıkarır”-pac), genelde böyle zamanlarda herşeyimi yakarım, ayırt etmem, tümü yakılır ve üzerine kötü bir uykuya yatılır. sabah uyanırsınız ve "yeniden yazabilicekmiyim acaba aynı şeyleri" dersiniz. mütamadiyen yılda bir kez bu bana olur, herşey yakılır, herşeyden vazgeçilir, ve ölmek bile aptalca gelir o an. eğer ölmek bile aptalca geliyorsa, o halde kaçılabilicek hiçbiryer yok demektir. 
beynimin arka kısmındaki ağrı devam ediyordu, içeriye geçip boş hennesey şişesini elime aldım ve cd player'a fırlattım. alet sabah uyandığımda çalışmıyordu, oysa o gece, üzerinde patlayan şişeye rağmen müzik kesilmemişti. beynimin bana oynadığı bir oyundu hepsi. yada gerçekten tanrım beni ziyaret etmişti. ve o gece nereye gittiğimi anladım, beni hiçbirşey kurtaramaz. o yüzden şimdi öykülerimi okuyup okuyup, aptal ve iğreti bir gülümseyişle bana, kolaj edebiyatı yaptığımı ve boş işlerle uğraştığımı iddia eden o piçe şunu söyleyeceğim, bu bir kolaj edebiyatı. ve “öleceğim kesin olsa da, nefes alamayana kadar içicem”pac…  [ 10.10.2004 – 04:25 ]



[1] 2pac - Krazy
[2] 2pac - Krazy
[3] 2pac - Krazy
[4] 2pac - Ambitionz az a ridah
[5] 2pac – Keep ya Head Up
[6] 2pac – Street Fame
[7] 2pac – Lord Knows
[8] 2pac – Street Fame
[9] 2pac - krazy
[10] 2pac – Only Fear of Death
[11] 2pac - Letter 2 My Unborn Child

30 Eylül 2004

can sıkıntısı


3 hafta önceydi.. canım sıkılıyordu.. ve evden çıktım.. canınızın sıkıldığı zamanlar evden çıkmakla iyi edersiniz.. hiçbir şeyin önemi yoktur ve tek gereken şey zamanın geçmesidir.. evde oturmuş, hiç bi bok yemeden pinekliyordum, hayatımın yüzde doksan dokuzunu hiçbir bok yemeden müzik dinleyip odamın süslediğim duvarlarını ve tavanı izleyerek tükettim ve yüzde birinin yarısını yazarak geçirdim, geri kalan zamanda da işemiş sıçmış ve boşalmış olabilirim.. bu üçünü aynı anda yapmaya çalışıyorum, ama henüz başaramadım.. neyse, bunlar önemsiz ayrıntılar ve o gün gerçekten evden çıktım.. nereye gitmeliydim? nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum.. hiç bir zaman bilmem gerekenleri bilemedim ve bildiklerim ise asla bir işe yaramadı. ısrarcı olmadım, hiçbir şeyi zorlamadım, kaderci değildim ama lanetlenmiştim.. buna inanıyordum, lanetlenmek, bu sizi rahat kılıyordu.. rahat mı? hiç sanmıyorum.. neye el atsanız elinizde kalır, ve siz yılmadan mücadele edersiniz bir süre, ama mutlaka, hem de her seferinde, bir patlak verir hayat, ama siz dersiniz ki; "everything's gonna be alright", bob'un dediği gibi, ya da n.b.n'nin.. bon öldü ama ben hâlâ bunu söylüyorum, hayatta kalanlarımla hayata tutunmaya çalışıyorum, neslimiz tükeniyor dostum, kısa bir süre sonra bizler olmayacağız ve insanlar rahat edecek; yaptırmak istedikleri şeyler olan efendiler ve kendilerini yapmaya mecbur hisseden köleler.. bir taraf seçenlerden değiliz biz, sadece yaşıyoruz, nefes alıp vermek dışında yaptığımız bir şey yok.. bazen çalışırız, ve kazandığımız para geldiği gibi gider; içki.. hiçbir şeyi biriktiremeyenlerdeniz biz. ölmemek için içeriz.. çünkü kafamız yüksek değilse ağır gelir ruhumuza ve ölmek isteriz.. ölmemek için içeriz ama yaşamak da istemeyiz.. "iki arada bir derede" temsil ettiğim her şey bu işte.. ve evden çıkmıştım, bu kez tam odaklanmak istiyorum, anlatamadım bir türlü ve anlatamadıkça saçmalıyorum, sayfalar sayfalar sayfalar.. bir kitap dolusu zırva, bu da eşittir bestseller olmaca.. yürüyordum.. elimi cebime attım, 2 milyon lira vardı, sevindim, bugün karşıyaka yapacaktım demek ki, tanıdık birine denk gelirdim belki.. hiç olmadı retro’ya, emin aga’nın dükkana giderdim, ama ben direk oraya gidecektim, son değil, ilk tercih orasıydı.. durağa vardım ve 514 geldi, hemen geldi, tanrı beni izlemeye almıştı gene, hemen gelmesi için 514 değil de bir tank dua etseydim kabul eder miydi? bu iyi olurdu aslında.. bazen internet kafeye girerdim, evimde bir bilgisayarım vardı.. müzik dinlemek ve .txt açıp üzerine harf kusmak dışında bir işime yaramayan bilgisayarım.. 3 sene önce ona bir modem buldum, eski bir modem, 2. el.. internete nasıl girilir bilmiyordum, ama bir şey duymuştum, 146'yı tuşlayınca giriliyordu, ben de denedim.. ve girdi.. ve yazdı işte.. anlıyor musunuz? bir mevsim bu! yaz! ve izmir.. bu iki kelime bir araya gelirse, 3. kelime intihardır.. eğer pas derseniz size 4. bir kelime verilir; sikik! bunun ardına bir çok kelime konabilir, sikik gün, sikik gün, sikik gün.. böylece devam eder bu.. 2 ay sürer ve o 2 ay içinde ölmediyseniz geriye kalan 10 ay da ölmezsiniz.. ve o günlerde 146 beni hayatta tuttu - ev telefonum sonraki 10 ay kapalı kalsa da.. bu güzeldi aslında, cep telefonumu da kapatıyor ve ölü taklidi yapabiliyordum böylece.. ama o günler bir felaketti benim için.. nete girer ve sitelerde gezerdim.. anlam veremezdim üstelik, bir sürü kişisel site, herkes herkese ruhunu göstermeye çalışıyor, peki ama hangisi gerçek? 3 yıl sonunda bir gerçek bulmuştum.. ve inandım.. bazen inanmaktan başka şansınız yoktur, ama inanç kelimesi iki yüzlüdür, çünkü içinde aldatılmayı barındırır bu kelime.. hayır, ben bir filolog değilim, ama kelimeleri iyi bilirim.. ‘sana inanıyorum’ dersiniz.. ve bir süre sonra da ‘sana inanmıştım’.. ve böylece devam eder bu, hayat boyu.. "hangisi gerçek?"

paramın olduğu ilk gün bir dövme istiyorum taşaklarıma, yo hayır iki dövme, birinde “fuck the world” yazacak, diğerinde de "keep it real" ve bir de, “taşaklarımı yalasın o üç kağıtçılar” adında bir kitap yazmak istiyorum.. ve bedavaya dağıttırmalıyım onu, bedava dağıtımdan bir hafta sonra ksk sahile çıkıcam ve güzelim denizimi kitaplarımla kaplı bulucam.. denize atılmış bir ton kitap.. öyle olmuştu, sanırım 7-8 sene önceydi bu, bir peygamber bozuntusu bir kitap yazdı, "evrim aldatmacası" adında, ardından bunu bedava dağıttı, sonra ne mi oldu? herkes kitabı denize attı.. nerden geldiğimiz kimin umurunda ha? evrim ya da tanrı.. neyi değiştirir bu? hiç bir yerden geliyorum ve hiçbir yere gidiyorum.. ya da tam tersi.. ben bunlarla uğraşmıyorum dostum, bana şu an gerek, an! bu an, ah bak o an da uçtu gitti işte, sürekli tüketiyoruz, ve tükettikçe mutlu oluyorum ben.. ve bir türlü odaklanamıyorum "evden çıktım"dan sonrasına.. ama hâlâ umudum var, anlatıcam o günü.. "madem yaşamın sence bir anlamı yok o halde intihar etsene" dedi biri bana geçen gün, ona dedim ki “ben anlam aramıyorum dostum, ama sen anlam arıyorsun, bu nedenle yaşama sımsıkı bağlısın, mücadele ediyorsun"

evden çıktım, bakın işte o gün 514 hemen geldi, ve ben neden tank istemedim ki dedim? internet cafe, (bir net cafe açıp intiharet cafe koyucam adını, göz alışkanlığından herkes internetcafe diye okucak onu, komik değil komik değil, gülmeyi kesin), herkes gta diye bir oyun oynuyor oralarda bu sıralar, tank ile şehirde katliam yapıyorlar ama oyun o.. bir tank kaçırmak istiyorum, 15 ay (askerlik) bedenimi rehin alıp ruhumu sikmek isteyenlerden bir tank çalmak istiyorum ve sonra gta oynamak istiyorum gerçek hayatta.. ölene kadar gangster.. ölene kadar nigga, ölene kadar güney amerika! ölene kadar latin! ya da, mickey ve mallory. ama mallory'm uzak bana.. neyse, 514’e bindim ve bir milyon verdim şoföre ve arkaya doğru yürüdüm ve bir kağıt yapıştırmışlardı cama, eshot'un bir ilanı.. yol boyunca o ilan beni idare ederdi.. okumaya başladım, bundan sonra şoförleri kontrol etmemiz gerekiyordu, öyle yazıyordu ilanda, artık şoföre bir milyon verince onun bizim için özel kentkartını alete okutup okutmadığına bakmamız gerekiyordu.. o an şoföre, "kentkartını alete yalattın mı benim için? sana para verdim ve sonra şu ilanı gördüm" demek istedim.. ama şoförün can sıkıntımla bir ilgisi yoktu.. kimsenin can sıkıntımla bir ilgisi yoktu.. yoo, birileri vardı, tepemde gezinip vır vır konuşan birileri, her şeye sahip olup konuşmaktan başka bi bok bilmeyen birileri, birbirleri ile çatışıp bizi duymazdan gelen birileri, anlaşamıyorsanız ne yarak yemeye HIYARarşik düzende aralıksız altlı üstlü konumdasınız demek istediğim birileri, ilk bombamın çalışıp çalışmadığını boktan bir davetiye nedeni ile çatışıp durdukları resepsiyonlarında denemeyi tasarladığım birileri, hepsini öldürmek istiyordum.. alayını! ama tankım yoktu, napabilirdim?

otobüs sahile geldi ve ben indim.. etrafıma bakındım, saati olan birini aradım, buldum, "saat kaç?" dedim, on iki dedi.. erken gelmiştim, retro kapalı olabilirdi.. ama başka gidebileceğim hiçbir yer yoktu.. pasaja girdim, kapalı.. lanet.. bir yere oturdum ve çay istedim.. bekliyordum, çok geçmeden emin abi geldi, biraz lafladık, akşamdan kalmaydı, uykusuzdu, bana “biraz uyumaya gidicem” dedi, “sen kalır mısın dükkanda, yerime bakar mısın?" tabi elbette neden olmasın.. teklifi kabul ettim, çıkma teklifi dışında dostlarımın her türlü teklifine gözüm kapalı evet derim ve ibnelerden hazzetmem.. hayır canım, şaka yapıyorum, homofobik değilim elbette, bana ısrarla tacize varacak boyutta rahatsızlık veren gay’lerden hatunlardan da hazetmiyorum, yoksa çok gay arkadaşım var ve asla yadırgamam onlarla yolda yürürken ya da mekanda çay içerken utanmam. ama cinsel taciz konusunda ayrım gözetmiyorum, bazı insanlar bu konuda bile pozitif ayrımcı davranıyorlar. onlarla politik bir mücadele sürdürmem imkansız. hele ki fanzinlerimde küfür var diye kadın düşmanı ilan edildikten sonra..

kızlarla sevişen kızları izleyebilirim bak ama, yahu kızlarla kızlar da saçma aslında, acaba kadınlar homoseksüel pornoları izleyip mastürbasyon yapıyor mu? bu tip bir ton saçma soru gayr-intiyari bir biçimde zihnimde dolanırken zamanı hatır hatur yerim.. saçma şeyleri düşünmek gerçeklerden uzaklaştırır beni, gerçeğe ne kadar yakınsam, işte o kadar.. "o kadar ne girdap!"

bu cümleyi tamamlayamadım, bir ara hatırlatın, belki başka şeyler yapılabilir o harflerle.. kukuleta mesala.. az dost edinirim, çünkü bu soğuk dünyada kime güveneceğimi şaşırdım, ama benim de inanacak birine ihtiyacım var, tanrının iki yüzlülüğünden sonra iyice umudumu kaybettim, pezevenk çocuğu darwin ve yardakçısı nietzsche yoldan çıkardı beni. (onların dost olduğunu bilmiyor muydunuz? şaka şaka, ben de bilmiyorum.)

mekanda yalnız kalmıştım, ufak bir yer, bir sürü giysi.. emin abi fiyatları söyledi ve gitti, 3-5 inandığım insandan biri.. bu soğuk dünyada kime güvenebilirim.. “bu soğuk dünyada kapana kısıldım-2pac) hafızam sikikti her müptela gibi.. bir kağıt kalem alıp yazdım fiyatları ve hemen canım sıkılmaya başladı.. kendimle baş başa kalınca canım sıkılır, kendimle baş başa kalmamam gerekir, mutlaka oyalanmalıyım.. gözüm kaçak yayın adında bir dergiye takıldı, elime aldım, içinde amatör yazarlar için bir ek vardı.. onları okudum, ve onlar hakkında yapılan yorumları da.. neden katlanıyorsunuz ki bu üçkağıtçılara? yazın işte, konuşur gibi yazın.. hiç bir eleştiri bana göre değil, çünkü ben diğer dillere çevrilmeye, yüz binler satmaya ve ünlü bir entelektüel olmaya çalışmıyorum, tek istediğim zamanı geçirebilmek ve düşünmemek.. yazmak başka şeyleri düşünmemi engelliyor.. ve nedense bir müşteri geldi o gün, genelde gelmezler, genelde dışarıdan bir göz atıp camekana, giderler, içeri girmeye korkuyor olabilirler, bizim görmediğimiz bir şey görüyor olabilirler içerde, bir örümcek? ya da kurt adam.. ya da elinde bir tank olsa herkesi öldürmeyi düşleyen biri olduğum anlaşılıyordur.. ama nedense o gün, tüm bu n.b.k ve g.t.a teorilerimden korkmayan biri "merhaba" dedi, "merhaba" dedim, "türkçerap cd'si bakmıştım" dedi, ben de elimdeki cd'leri gösterdim ona.. kendi korsan baskılarım, killa, fuat, susturucu, islamic force vs vs. baktı, baktı, baktı, ve, iyi günler deyip çıkıp gitti..

anlam veremiyordum.. ama sanırım biz lanetlenmiştik, -kim tarafından?- ve biz lanetlenmişler birbirimizi bulurduk hep, ve ölene kadar güvenirdik birbirimize.. tıpkı o gün olduğu gibi, kimse gelmedi dükkana, o çocuk dışında kimse gelmedi, bir de emin abi geldi, akşam yedi gibi.. ve nedense, bu daima böyleydi.. sinek avlamak yani… ve ben neye el atsam elimde kalır… her şeyi doğru yaptığımdan eminim, ama mutlaka bir noktada hava kaçırıyor lastikler ve yolda kalıyorum.. bazen alnımda koskoca bir çarpı işareti olduğunu düşünürüm, ve benim gibi işaretlenmişlerle içerim.. sanırım daha fazla yapabileceğim bir şey yok.. içmek, sıçmak ve uyumak.. ve bir de aldatılmak - aşk değil kast edilen!

insanlar tarafından aldatılmak! evet evet, daha fazlası yok, işte size hayatın anlamı.. şimdi sikik oyunuzu verin bana da bir savaş açayım size.. size ve tüm dünyaya.. dünyaya karşı ben.. “all eyez on me” - "bana verdikleri ıstırap için öç arıyorum"

tuvaletim geldi, 1 saattir tutuyorum, ama artık yeter, sanırım işedikten sonra yazının başına geçince yazamayacağım.. bu kadarla idare edin.. yazı küstahtır çünkü, onun başından kalkarsanız bir daha sizi yanınıza sokmaz.. asla! biter.. aynı şu an olduğu gibi.. bitti.. bu da böyle olsun.. ama tank edinir ve kullanabilirsem meclislerine dalacam.. bundan şüpheniz olmasın asla!

30.eylül.2004

24 Eylül 2004

geleceği beklerken bir öykü yazayım dedim

geleceği beklerken bir öykü yazayım dedim 

5 yıldır bu anı bekliyorduk.. uzaktık.. ve artık yakın olucaktık.. 5 yıl önce tanıştım onla.. nasıl olduğunu anlatmayacağım, çünkü uykum var ve başım ağrıyor, kesin sesinizi de okuyun.. 

5 yıl içinde çeşitli aralıklarla görüştük.. benden büyüktü ve bunu bizim dışımızda herkez sorun etmişti.. onun çevresi.. benim çevrem.. ama önemi yoktu.. takmıyorduk.. 5 yıl önce bu işi zamana bırakmıştık ve artık zamanı geldi dedik 5 yıl sonunda.. bu cümleme hasta oldum, tekrar etçem;  5 yıl önce bu işi zamana bırakmıştık ve artık zamanı geldi dedik 5 yıl sonunda..

ben kitaplarımı yazdım, yayınladım, üst kademe beyfendilerinin isteği üzerine, 15 ayımı sikip attım, ve birde ev iş olaylarını çözümledim.. kitap işinden pek kazanamıyordum, bir kaç eleştiri almıştım, türkçeyi bozuyordum, basit yazıyordum, hep aynı şeylerden bahsediyordum ve birde kelime haznem azdı.. ve bende azıp üstlerine patladım; sikerim edebiyatı, beğenmeyen okumasın!

yayıncım ile de sorunlar yaşıyordum.. her yazdığımı basmazlardı, değiştirelim değerlerdi, bende "fanzin ne güne icad edilmişim be bilader" derdim, "basmazsan basma" o zaman gözleri parlardı ibnenin, sanki ondan para kaçırıyormuşum gibi hissetiğini anlardım, gözlerinden.. gözler her bir şeyi eleverir.. gözler birer yalan makinesidir.. bilim adamlarına tavsiye, yalan makinesi yapmakla uğraşçaklarına, iğneden iplik geçirme makinesi icad etsinler, bu fikir bir arkadaşımın, benden size iletmemi rica etti..

her neyse, 5 yıl önce bir salı günü, yada perşembe, yada cuma, bir mail aldım.. "yazdıklarına bayılıyorum". o zamanlar internetten yayınlanıyordum ve ilk kitabımı basmak üzereydim.. "eyvallah" dedim ona.. sonra bir daha mail attı, "ya abi sen süper adamsın". alla alla, bi daha "eyvallah" dedim ve birde telefon verdim.. bazı şeyler özel kalmalı, ve  bir de şu, uçağı bekliyorum.. uçak.. birazdan inicek ve bize gideceğiz..

***

uçak indi.. içinden tavşan çıktı.. gözlerimi ovuşturup tekrar bakınca, bunun tavşan değil, sevgilim olduğunu gördüm.. ben yanlış yazarım, yanlış görürüm, yanlış duyarım.. çünkü bir zamanlar hayatimi siken biri nedeni ile beynimi siktim, hap hap hap.. şimdi hiçbirşeye konsantre olamıyorum.. roman yazamıyorum bu nedenle, ama yazdırmayı tasarlıyorum.. şimdilerde moda oldu bu, buluyosun bi tip, anlatıyosun anılarını, o da yazıyor.. hem iyide satıyor bu, ama önce ünlenip magazinsel bir malzeme haline gelmem şart.. yoksa kimse siklemez beni.. bu işler böyle.. "oyunu kuralına göre oyna, oyunun kuralları sana kazandırıcak" der tanrım..

sarıldık, daha doğrusu o sarıldı, bende onu taklit etmeye çalıştım.. ben sevgimi bu yollarla göstermesini becerebilen biri değilim.. elinden tuttum ama, içimden gelirse tutarım.. otobüse bindik.. evime götürdüm onu..

geçtik içeriye.. evimi gördü.. inceledi..
"çok dağınık" dedi, ilk sözü buydu, "çok dağınık".
"toplarız" dedim, "ben dağıtırım sen toplarsın."
"çok severim herşey yerli yerinde olsun".
"bende severim" dedim, "ama bir türlü beceremedim bunu"
“ben yardım ederim sana"
“bilakis”.

Onun sözlerini çalardım sıklıkla.. orijinal sözleri vardı ve öyküme cuk oturuyordu. birkaç kez ben imza dağıtırken… hey hey, bişi dicem, ben imza dağıtmaktan nefret ediyorum hayranlarım, lütfen bir dahaki imza gününde bana imzalancak kitap getirmeyin.. imza dağıtmakta neyin nesi allahaşkına.. ben size söyleyeyim, şimdi şöyle bir olay var bu işte.. tipin teki, biraz hava yapayım diyor, iki türlü hava.. hem yazara, “ben seni okuyorum” demeye çalışarak dikkat çekmek istiyor, hemde arkadaşlarına imza göstereyim istiyor..  neyse, uzun süredir güzel bir yemek yiyememiştim, ailemden ayrılıp yalnız yaşamaya başladım başlayalı her hafta sonu anneme gidip yemek yerdim, tıkabasa dolar, bir hafta boyu yumurta ve makarnaya boyun eğerdim.. ve şimdi aynı zamanda bir aşçı bulmuştum kendime.. markete gittik öncelikle, ev bira şişeleri, çarşaf ve tütün ile kaplıydı.. ilk işi bunları temizlemek oldu.. daha sonra, ona ayırdığım bölmeye kitap ve cd’lerini dizdi.. ardından ‘yemek yapıcam sana’ dedi..
“yap” dedim, “ama henuz son kitaptan para gelmedi, ve maaşımı da haftaya alıcam.. arkadaşlardan geçiniyordum 2 gündür, şu an kalmadı param”.
“bende de yok” dedi, “biliyorsun yani” şişeleri geri verdik, ve evde biriken şişeler  ile bir ev satın alabileceğimin farkına vardım… ama işi abartmanında anlamı yoktu, neden öyle söyledim bilmem, en fazla köpek kulübesi satın alabilirdik o parayla.. ama yemeklik bişiler aldık biz.. köpek kulubesini yiyecek halimiz yoktu.. insanlar paraları ile ihtiyaçları olan şeyleri almalılar, ama günümüzde insanlar artık sapıttı ve çok çalışıp çok tüketiyorlar.. bu döngünün dışında kalıp, ye iç sıç modunda takılıyorum ben.. ve onun getirdiği cd’leri kurcalarken, aklıma 5 yıl önce bana dedikleri geliyor, arkasından yaklaşıp sarılıyorum ve “seni seviyorum” diyorum.. aynı şekilde karşılık vermiyor, “şurdan tuzu uzatsana” diyor..

“Seni seviyorum” demek eğer bir dişli çark düzenine inerse, o halde o iş çabuk biter.. seni seviyorum denilen her an, buna karşılık vermediği için küsüyorsan karşındakine, sen bir insanı değil, dişli çarkı seviyorsundur ve kendinde bir çarksındır.. bu iş böyle olmaz! Günümüzdeki boşanmaların en büyük nedeni, çiflerin birbirlerini dişli çark olarak görmeleridir..

Uzatıyorum tuzu ve tekrar odaya dönüp cd’leri kurcalıyorum.. buluyorum aradığımı ve cd player’a yerleştiriyorum.. ne dediğini bilmiyorum herifin ama bu bir jest, letdown jesti.. ve daha sonra yemek yiyoruz.. saat 7 gibi.. ve daha sonra konuşuyoruz.. gece yarısına kadar.. şarap içip konuşuyoruz.. sızıyoruz..

Sabah oluyor.. ve uyanıyorum.. eeeh, kesin be, her öykümde aynı şeyi dicem ben, “sabah oluyor.. ve uyanıyorum”. Ne yani, sabah olunca uyanmıyor musun sen?

***


Başım ağrıyor.. akşamdan kalmayım.. kusuyorum.. ve su içiyorum.. kana kana.. akşamdan kalma olduğumun her sabahı başım ağrır, 2 şişe su içerim ve kusarım.. beynim tamamiyle boştur.. anlık, gelgitlerden arınmıştır.. gelgit düşünceler yoktur.. geçerim yazının başına.. ve yazarım..  ve belkide bir gün, böyle bir şeyler yaşayacağım.. şimdilik beklemekteyim.. [ 24.09.2004 – 00:42 ]

17 Eylül 2004

araba ve palavra

"yaşam gittikçe zorlaşıyor yavrum" dedim, "hayatta kalma şansımız giderek azalıyor.. her an ölebiliriz.. fırsatları kaçırmamalı"
"her an ölebiliriz.. çok orijinal bir saptama" çok sakindi bunu derken, dalga geçiyor gibi bir hali yoktu.. bir yudum daha..
"hayır, ben törer denen şeyden bahsediyorum"
"terör"
"hıh hı.. silahlar.. bombalar.. uçaklar.. işsizlik.. işsizlik de bir terördür değil mi?" oralı değildi, ama duyuyordu beni, bundan emindim, devam ettim.. "şu an havaya uçabiliriz..  belki de delinin biri şu an burayı havaya uçurmak istiyordur"
"kimseye güven yok"
"tabi ki de" dedim, kıvama geliyordu, "anlamaya başlıyorsun"
"senin cümleni devam ettirdim sadece.. abartılacak bir şey değil bu"
"birini anlamaya başlamak abartı mıdır?"
"kimse kimseyi anlayamaz" dedi, keskin bir bakış attı, göz bebeklerine oyuncak lazerlerden yerleştirmiş olabilirdi
"belki de ironi yapıyorsundur.. ama bana güvenebilirsin"
"ne istiyorsun?"
"senin de istemeni"
"neyi?"
"bak ben bu oyunları sevmem.."
"oynamak zorunda değilsin"

bir süre sustuk.. barmen, ikimizin de ortak arkadaşıydı, birkaç dakika sonra yanımıza gelip, neler olduğunu sordu
"hiç" dedim, "senin fıstık ağırdan alıyor"
"kabuklarımı yemek istiyorsan soyunabilirim ama hepsi bu.. çorap sever misin?"
"başlangıç için ideal" cevabını verdim, "tatlı olarak ne var?"
"gel benimle" dedi, barmene göz kırptığını gördüm ve - ya bir alay vardı ortada ya da bu gecenin seçileni bendim.. bardan çıktık.. arabama bindik ve yolu tarif etti.. bir apartmanın önünde durdurttu beni, içeri geçtik, "burası benim evim" dedi. "nasıl bu kadar rahatsın ya" dedi bir okuyucu, "palavra sıkıyorsun sen." evet evet, o öykü daha ilgi çekici, onu anlatayım ben

bi gün sahilde çimlerin üzerindeyiz, 4 tip ve ben.. içiyoruz.. tiplerden biri, 'bir şiir dergisinde şair', her sayıda attırır bi tane.. ama hiç bi bok anlamam ben, çok derin yazıyormuş o dergidekiler, marjinalmiş.. neyse, ben buna bir ara, okumak istediğini söylediğini için, bir öykümü gönderiyorum ama siklemiyor beni, ben paçoz yazarlardanım yani..
ve sonra, o gün, ortada hiçbir bok yokken, "bukowski iki yüzlüdür" dedi
"evet" diyorum, "öyledir, bi tek o ikiyüzlüdür. onun da moru bu”
“hayır hayır, gerçekten öyledir ama”
“gerçekten evet, ben ne dedim, frekanslar mı karıştı acaba, bak bir daha diyicem iyi dinle, ‘bukowski ikiyüzlüdür’, ne duydun?"
"kes şunu be abi, bilmiyoruz sanki seni"
"ama değiştim ben.. küçük iskender’e aşık oldum"
"biliyor musun o muhabbeti?"
"hangi muhabbet?"
"picus dergisindeki"
"öyle bir dergi mi varmış, bilmem"
"ne biçim edebiyatçısın sen"
"öyle miymişim gerçekten?" bu arada yeni biralar geldi ve biz de kestik muhabbeti bir süre için.. ikinci şişemden bir yudum aldım, ve "neyse şair, bugünlerde kafam sikik, nolmuş o dergide" dedim..
"önemli değil ya, anlıyorum seni, küçük iskender demiş ki, bukowski iki yüzlünün tekidir vs.."
"desin.. napalım yani?"
"belki bilmek istersin diye söyledim"
"o ibnenin ne sik düşündüğünü bilmek isteseydim öğrenirdim merak etme.."
"picus diye bir dergi çıkmaya başladı"
"hı hı.. çıkar.. para bol edebiyatta.. üç cümle kurup iki röportaj yapınca best seller yapıyor seni okuyucu.."

neyse işte, eve çıktık, hatun öncelikle banyoya girdi.. bilindik modlar.. bekliyordum ben de.. aklım çimlere gitti tekrar, şair tip ile tartıştığım günü düşündüm;

"ya ama bukowski burjuvadır be abi.. hem de çok palavracıdır"
"nerden anlıyoruz bunu ve buradan nereye varıyoruz"
"onun anılarını anlattığı bir kitabı var"
"bilmem, vardır herhâlde, ee?"
"işte orda, evden çıktım arabama atladım tarzı şeyler diyor, bir adamın arabası varsa burjuvadır"
"hı hı öyledir, bi de palavracıdır arabası varsa"
"ya o da şey, şimdi bak, bu adam her öyküsünde bi hatunla düzüşüyor demi"
"öyküde hatunla düzüşüyor evet"
"anılarını yazdığı kitapta aynı tarzda, bu adam o kadar çok kadını düzmemiştir bence"
"kıskandın mı len yoksa"
"yok lan, ne kıskancam.."
"anılarını yazdığı bir kitap var mıdır bilemem, çokta yakından incelediğim biri değildir, okumadım bile, boş ver bunları, içelim"

neyse, banyodan çıktı hatun, girdi odaya.. bi güzel düzdüm onu.. sonrada arabama atlayıp evime gittim..

17.eylül.2004