18 Haziran 2004

havalandırma deliği



havalandırma deliği




dönemin son sınavıydı.. ve belkide okul hayatımın son sınavı.. okuldan atılmak üzereydim.. atılmamam için hem bu yıl ortalamayı tutturmam, ve eğer bunu başarabilirsem, ardından seneye sınıfta kalmamam gerekiyordu..




yapabileceğim bir şey yoktu, ders çalışmak istememişti gene canım ve aklımda kalanlar ile 10 sorudan ikisini yanıtlayıp sınıftan çıktım.. sınavdaki iki gözcüden biri, benimle yakından ilgilenen bir öğretim görevlisiydi ve benim kağıdımı boş görünce, daha önce yaptığı hatayı ('çıkışta beni bir gör' deme hatası, çünkü onu beklemeyip gideceğimi biliyordu) tekrarlamayıp, hemen peşimden gelerek, sınıftan çıktıktan sonra arkamdan seslendi..




arkamı döndüm, ne var dedim ve bana, konuşabilir miyiz dedi gayet kibar bir tavırla.. kendi açısından bana yardımcı olmaya çalışıyordu ve bu açıdan onu anlayabiliyordum, ama o benim açımdan bakmıyordu asla..




"benim yapabileceğim bir şey yok biliyorsun" dedi..

"önemli değil" dedim

"neden" dedi.. "atılacağının farkındasın değil mi?"

"saçma" dedim..

"ney" dedi,

"bunca çaba" dedim, "şu an ki yaşama savaşı"

"sen dünyayı değiştiremezsin ki"

"değiştirmek istiyor muyum ki?"

"ya ne istiyorsun?"

"susmanı!"




şefkat dolu bir gülüş vardı yüzünde, aynı zaman beni aptal ve çocuksu buluyordu..

"odama gidelim" dedi, "vaktin varsa yani?"

"ah evet, tabi neden olmasın.." gittik..



"otur." oturdum.. "bir şey içer misin?" dedi, "söyleyeyim.."

"gerek yok" dedim, "şimdi de ben sorayım, neden?"

"tek şansın bu" dedi, "anlamıyor musun? başka şansın yok." tekrar, tüm olan biteni saçma bulduğumu söyledim..




"n’apmak istiyorsun" dedi, "sen belki matematiği, fiziği ve daha bir yığın şeyi gereksiz buluyor olabilirsin ama bak, fotokopi çektiriyorsun dergin için, otobüse biniyorsun, film izliyorsun.. yani tüm bu şeyler, bu bilimin sayesinde oluyor, bilim ilerledikçe daha yeni şeyler çıkıyor ve hayatımız kolaylaşıyor, uçaklar, internet, cep telefonları.. anlıyorsun ya.. senin için de yararlı şeyler vardır mutlaka, en azından müziğin senin için önemli bir şey olduğunu biliyorum." beni iyi tanıyordu, oldukça iyi..




"tüm bunlar için, 10 saat çalışıp 10 saat de uyuduğumu düşünürsek, 1 saat de yol, geriye kalan 3 saat için mi hepsi? Yorgun düşülmüş 3 saat? bunların hepsi de birbirine bağlı, yetişmiş insan gücü, bir hikaye! ben bir şey üreticem, sende bir şey üreticen, sonuçta ikimizin emeğinin yüzde ellisi ile birileri keyif çatıcak, yüzde ellisi ile biz birbirimizin ürettiği şeylerin yüzde onuna sahip olabileceğiz, yüzde doksanı ise gene üst kademe beylerinin olucak.. ah evet, ben de yükselip, süper bir hayata kavuşabilirim, haklısın, ama saçma işte, gereksiz hepsi.. sadece yiyecek ve giyecek yeter.. elektronik olan/lüks olan ve üretimi için belli bir profesyonel bilgi gerektiren şeyleri üretmek ve kullanmak için hayatımızı tüketiyoruz.. ve sen bana ölümün de zayıf işi olduğunu söyleyebilirsin, ama ölüm bazen de isyandır, bu hayata ayak uyduramayanların isyanı, redddenlerin isyanı. balinalar sence zayıf oldukları için mi intihar ediyor, ne dersin? bence reddettikleri için..




işe yaramadığını söyleyebilirsin ama zaten işe yarasın diye ölünmez.. (burada açlık grevlerine de gönderme yapıyordum ama anlamazdı pezevenk, siz anladını mı?) ritme ayak uyduramayan biri gibi algıla bunu, herkes horon tepiyor, oysa ben durup dinlenmek istiyorum, e tabi normal olarak düşüyorum durunca, ve eziyorsunuz beni, ve sizin gibiler yüzünden benim dışımda, orada, içerde, sınavda, hala sınavda, 79 kişi, HIZA ayak uydurmaya çalışıyor..




ama anlayamadıkları şey, o hızda manzararın görünmeyeceği.. o hızda dünya görünmez, yaşam görünmez.. ve aniden fren kopar.. daha sonra da bir tekrarın içinde sıkışıp kalırsın, çocuğunu da kendine benzesin diye okula yollarsın, dersin ki oku da baban gibi eşek olma. oysa fark yoktur, günümüzde okuyan da okumayan da eşektir, ceo’lar bile eşektir, nerdeyse 24 saat çalışıp milyarlarca maaş alırlar ama sadece tatillerde yaşarlar..




yüksek hız mide bulandırır, baş döndürür, zevk aldığını sanırsın başlarda ama bu sahte bir zevktir.. gittikçe manzara yok olur ve düz bir çizgiden ibaret olur gördüğün her şey, aynılaşır, aynalaşır.. ben durmayı ve böylece düşmeyi seçenlerdenim..




bir otobüs gibi algıla bunu. siz otobüste oturmuşsunuz ve otobüsün hızı aşırı yüksek.. bu hızda siz sadece camdan bakıyorsunuz, ama hiç bir şey görmüyorsunuz, bazen hostesler [gezegensel iş makinası] sizlere yeni ikramlarda bulunuyor, ama bunlar sizi tatmin etmiyor, siz durup dinlenmek istiyorsunuz, oysa sadece, arada sırada mola verebiliyorsunuz, hepsi bu..




biz aynı otobüsün içinde, otobüsün hızına eşit bir hızda terse doğru koşanlarız, bu nedenle de bizim manzaramız hep aynı kalıyor sizin yüzünüzden. sadece yanımızdan geçen koltuğa oturmuş insanlar değişiyor, anne baba, abi, abla, dayı amca, teyze hala, ilkokul öğretmeni, ortaokul lise, üniversite, çavuş, komutan, general, başbakan, imam, koca, arkadaş, dost, bir sürü ıvır zıvır..




sürekli aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz bize; ‘otursana boş bir yere, bizimle gel, hıza ayak uydur..’




istesek yapamaz mıyız sanıyorsunuz? yapıyoruz zaten, aynı hızdayız sizinle, sadece yönümüz ters.. otobüsün kapısını bulabilsek inicez ama dayanamıyoruz sonuna kadar, ya siz bizi pencereden aşağı atıyorsunuz (içeri) ya da biz üstteki havalandırmayı bir kurtuluş olarak görüp (intihar) ölüyoruz.. ama bu zayıflık değil.. reddediş.."




sustum.. hiç bir şey söylemedi.. beni çocuksu bulduğundan eminim.. ayağa kalktı, elimi sıktı ve “sen bilirsin genç” dedi alaylı bir şekilde pis pis sırıtarak..




dışarı çıktım.. merdivenlerden indim, kampüste kimseyle görüşmeden evin yolunu tuttum.. milyarlarca insan, hıza ayak uydurmaya çalışıyordu.. manzara aynıydı ve sıkılmıştım artık.. tepedeki havalandırma deliğine takıldı gözüm.. henüz zamanı gelmemişti..




// 18.06.2004

17 Haziran 2004

hangi uyanış



hangi uyanış




sabahın yedisinde, akşam sahibi tarafından verilen görevi yerine getirmek üzere, zırlamaya başladı çalar saat.. uyanmakta güçlük çekiyordu her zaman olduğu gibi.. uyanmak istemiyordu zaten.. sonsuza kadar uyanmadan rüya görmeye razıydı aslında.. ama karısı izin vermiyordu buna; "hadi kocacım sabah oldu işe geç kalıcaksın.. kahvaltı hazır. hadiiii"




gözleri biraz açılır gibi oldu ama mücadele ediyordu bununla.. uyanmak istemiyordu.. akşamki hapın tesiri ile yine çok gerçekçi bir rüyanın içinde yaşamaya başlamıştı.. belki rüyada özgür bir iradeye sahip değildi ve bilinç altında biriktirdiklerinin bir yansımasıydı tüm görüntüler ama gerçek hayatta da özgür olduğunu düşünmüyordu zaten.. kurulu bir çalar saatin özgür iradesi ne kadarsa, onunki de o kadardı işte.. bir eksen etrafında dönüp durmak..




hafta sonları yaşıyordu sadece.. hayır, hafta sonları uyuyordu sadece. tüm haftanın yorgunluğunu başka türlü atamıyordu çünkü.. hayatını bir kum saatine, daha doğrusu, bu kum saatinin içindeki kum taneciklerine benzetiyordu..




her sabah ters çevriliyordu bu saat ve akşam 11'e kadar tüm kumlar alt bölüme taşınıyordu.. sabah aynı kumlar yeni bir ters çevrilme ile aynı döngüyü yaşamak için yavaşça kaymaya başlıyordu.. tekrar.. tekrar.. aynı hızda ve aynı oranda bitmek bilmez bir toprak kayması gibi.. ve her seferinde biraz daha ufalanıp inceliyordu kum taneleri.. böylece çözünmeye başlıyordu, dayanıksızlaşıyordu..




büyük kızı, kahvaltısını yapıp banyoya ellerini yıkamak için giderken babasına seslendi; "baba hadi saat çeyrek geçiyor, 15 dakika sonra gelicek otobüsün. işe geç kalıcaksın"




gözlerini hafifçe aralayınca, karşı duvardaki saatin ‘12’ geçtiğini gördü ve ' üç dakika daha' diye düşündü kendi kendine, (hangimiz düşünmedi ki?) oysa 12 dakika geçikmişti zaten..




“sikmişim işi” diyerek, hışımla kalktı ve lavaboya gitti.. büyük kızı dişlerini fırçalıyordu, araya girip yüzünü yıkamak isteyince kızının 'ya baba bekle biraz okula geç kalıcam' tepkisi ile karşılaştı. yüzünü yıkayıp biraz daha ayılınca karısının seslendiğini duydu;




"acele et, geç kalıcaksın"

"tamam"




mutfağa girdiğinde küçük kızının kahvaltısını yapmak üzere olduğunu, büyük kızının elindeki nescafe bardağını işaret ederek 'sana da yapayım mı?" diye sorduğunu ve karısının ise küçük kızının gömleğini ütülediğini farketti..




neden aşık oldum ki ben buna diye düşündü kendi kendine.. nesine aşık olduğunu sorguladı içinden.. bu sırada kızının elindeki çok koyu bir nescafe bardağını ona tuttuğunu fark etti.. gülümsüyordu ona kızı; 'senin için yaptım uykun açılsın diye.'




nescafeden bir yudum alıp bardağı masanın üzerine bıraktıktan sonra, yatak odasına girerek pijamasının üzerine bir pantolon geçirdi.. üzerine de bir kazak giyerek tekrar mutfağa döndü ve bir dilim ekmek ile bir parça peyniri 15 saniyede yuttuktan sonra nescafesini de bir dikişte bitirip kızına 'iyi dersler' kızım dedi..




büyük kızı lise üçe gidiyordu, aynı zamanda da dershaneye.. küçük kızı ise lise ikide idi.. büyük kızı, evliliğinden bir yaş küçüktü.. yani evlenir evlenmez aşkın büyüsü ile çocuk yapmaya karar vermişlerdi karısı ile, şimdiyse bu iki çocuğa iyi bir gelecek hazırlama adına ömrünü tüketiyordu..

evin önünden geçen servisin kornasını duyar duymaz küçük kızı da çantasını sırtına alıp 'alasmaladık' diyerek yola koyuldu.. bu sırada çekeceği dün nereye koyduğunu hatırlamaya çalışıyordu baba, 4 sene önce aldığı ayakkabısını giymeye çalışırken.. ayağa kalkıp montunu da giydikten sonra, karısına bir veda öpücü bile vermeden sadece 'ben çıkıyorum hayatım' diyerek açtı kapıyı..




bu 'hayatım' bir alışkanlıktan dolayı söyleniyordu sadece, yoksa kendine ait bir hayatının var olduğu bile söylenemezdi, değil ki başkalarına kendi hayatıymışçasına hitap edebilsin..




otobüs durağı biraz uzaktaydı.. ve her zaman olduğu gibi durağa doğru yürürken dün gece gördüğü rüyayı tüm detayları ile hatırlamaya, tüm varyasyonlarını zihninde tekrar tekrar canlandırmaya çalışıyordu.. durağa geldiğinde, aynı yerde çalıştığı arkadaşını ve aynı duraktan binip, farklı duraklarda indiği kadının çoktan gelmiş olduğunu fark etti.. adam ve kadına ‘günaydın’ dedikten sonra, kent kartını hazırlayıp, insan kusan bir otobüsü beklemeye başladı.




lise yıllarından beri, askerlik ‘hizmeti’ dışında, her sabah ve akşam bir otobüse biner ve sadece hafta sonları yaşardı. aslında lise ve üniversite yıllarında, yaşadığını biraz daha fazla hissediyordu ancak askere gidip geldikten sonra, kendisini bekleyen ve üniversitenin son yılında tanıştığı şu anki eşi ile evlenince, hayatını iyice her gün aynı rutinde tüketilir bir ekmeğe benzetmeye başladı..




her sabah yeni bir ekmek olarak güne başlıyor ve akşam olduğunda yeni bir ekmek olmak için fırına giriyordu. bu düşünceler içerisindeyken otobüsün geldiğini fark etti ve biraz sonra iyice yaklaşan otobüsün durması için elini kaldırdı. otobüs yine ağzına kadar doluydu ancak otobüsteki hiç kimsenin bu durumdan şikayetçi olduğu yoktu..




aslında herkes, onları bir robota benzeten bu sisteme karşı kendi içlerinde, tüm bedenlerini kaplayan ancak sistemin geneli ile karşılaştırılınca ufak kalan isyanlar barındırıyordu. önemli olan bu isyan dolu bedenlere aynı sıkıntıları paylaştıklarını fark ettirebilmekti.. işte o zaman yönetilmenin bir gereklilik olmadığının, ürettiklerinin çok az bir bölümünü tükettiklerinin ve hiç üretmeyenlerin onlardan yüzlerce kat fazla tükettiğinin farkına varabilirlerdi..




farkındaydılar da bunun, ama çatlak sesler çıkartmaktan korkuyorlardı.. çünkü aykırı olan her ses halkı kin ve düşmanlığa iten bir neden olarak algılanıp suç sayılabilirdi.. bu suçlu sesin sahibine ise sıfat olarak yakıştırılan tek şey bir ‘vatan haini’ olduğuydu.. bu nedenle en iyisi, ses çıkartmadan kurulu düzenin minik bir dişli çarkı olarak, otobüsün içindeki diğer dişli çarklar ile birlikte kendilerine değen büyük dişli çarkın onları topluca iteklemesi sonucunda bir bilinmeze doğru sürüklenmekti..




aslında bu en iyisi değil en kötüsüydü.. ama hepsi bir noktada çalışmak zorunda bırakılmışlardı. eğer maaş zammı için grev yapsalar işten atılır ve çok uzun bir süre aç kalabilirlerdi. sadece kendilerinden sorumlu olsalar bunu pek umursamazlardı aslında ama bir de çocukları vardı bakmaları gereken.. zaten hep bu çocuk işi yüzünden katlanıyorlardı bunca eziyete..




bu düşüncelere dalmışken birden arkadaşının dürtüklemesi ile kendine gelen baba, arkadaşının işareti ile otobüs camının dışına yöneltti gözlerini. dışarda genç bir sarışın karşıdan karşıya geçmek için beklemekteydi ve önünden geçen otobüsün içinden ona doğru bakan iki erkeği fark etmedi bile.. bu esnada adamın aklına 'ya kızlarıma da birileri bakıyorsa' diye bir düşünce gelmedi hiç.. onun, otobüsün dışındaki sarışına bakıp bakmaması ile onun kızlarına bakıp bakmamaları arasında bir bağlantı yoktu.. iki durak sonra ineceklerdi ve bu yüzden arka kapıya doğru yanaşmaya başladılar.




işyerine geldiğinde cebinden kartını çıkartıp makineye bastı, cebine kartı sokmadan önce kartta bugün, ayın 27'si için, sekiz 22'de giriş yaptığına dair mührü kontrol etti. ay sonunun yaklaştığını fark etti böylece.. ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu.. sonuçta yine maaşları geç alıcaklardı.. bu iş yerine girdiği 3 sene olmuştu ve artık alışmıştı buna.. asla maaşlar vaktinde ödenmezdi.. ancak büyük patron her yıl arabasını güncelleştirmekte gecikmiyordu..




soyunma odasına giderek tulumunu giyip ardından tuvalete gitti. tuvaletinin geldiği falan yoktu aslında, sadece “bu domuzlardan kaç dakika çalsam, kârdır” diye düşünüyordu.. saat 08:35'de tuvaletten çıkıp ellerini yıkarken aynada kendini gördü ve şaşırdı buna.. uzun zamandır dikkat etmiyordu nasıl göründüğüne.. neden şimdi birden fark etmiştiki bunu.. evet evet, kırık olan aynalar yenilenmişti de ondan. tam 3 aydır ayna yoktu tuvalette. biraz daha oyalanıp usta başını kızdırmak yerine doğrudan tezgahın başına geçmeyi tercih etti.. eline aldığı düz parçayı, önündeki resme göre işlemeye başladı.. ilk 3-4 parçada resme bakarak, ölçüleri kontrol ederek yapıyordu bu işi.. ardından gözleri başka şeylerle -örneğin arada sırada gelip geçen sekreter kızla- meşgul oluyordu ve bu sırada makinesi gibi otomatiğe bağlanan elleri parçaları alıp yerleştirip bir süre sonra işlenmiş halini kutuya atıyordu.. bu şekilde bir günde bin parça işliyordu.. öğlen vaktinin nasıl geldiğini anlamıyordu. saat 12:30'a kadar sorun yoktu.. ancak öğlen yemeğinden sonra geçmek bilmeyen zamana karşı yarışmaya başlıyordu.. çünkü büyük patron öğleden sonra işe gelir, işçilerinin saatte ne kadar parça çıkardıklarını kontrol eder ve sonra da odasına giderdi..




büyük patron odasındayken sorun yaratmıyordu, ancak bu kez de ustabaşı, büyük patronun teftişine karşılık hazırlıklı olmak için işçilerin arasında gezintiye çıkıyordu ve dinlenen bir işçi olduğu zaman anında not ediyordu.. eğer siz 3 kez dinlenirken yakalanmış iseniz, üst katta uyuklamaktan başka bir bok yemeyen müdüre şikayet ediliyordunuz.




saat beşi buldu.. işçiler arasında öğlen yemeği haricinde konuşmak yasaktı ve böylece işçilerin kendi arasında da örgütlenmesi yavaşlatılmış oluyordu.. işçilerin mesai saati bitiminde de bu konuları tartışmaya hiç hevesi kalmadığı için, patronun keyfi yerindeydi.. daha geçen ay 10 işçiyi 'tasarruf’ nedeni ile işten çıkarmış ve geride kalanlarının işten çıkarılmamak için susmasını sağlamıştı..




saat beş buçuktan sonrası, yani son bir saat geçmek bilmiyordu.. kapanan göz kapakları, yorgun düşen beden ve tüm bunlara eş zamanlı olarak büyük gürültü ile çalışmaya devam eden makineler.. akşam altıyı yirmi geçe artık iyice yavaşlıyordu zaman.. bir saat kadar uzun geliyordu her bir dakika.. paydos zili geçici bir mutluluktu sadece.. her şeyin 14 saat sonra tekrar başlayacağını haber veren bir zil.. soyunma odasında iş giysilerini, eve dönüş kıyafetleri ile değiştirmek.. ardından eve dönmek için otobüs beklemek.. ağzına kadar dolu olan otobüse binmeye çalışmak.. eve saat sekizden önce varamıyordu asla.. ve saat dokuzda anca kavuşuyordu özgürlüğüne.. bu esnada da yavaş yavaş yokluyordu bedenini esnemeler..




eve varıp yemeğini yiyip, kızlara dersleri konusunda yardım ettikten sonra saatine baktı, dokuzu on üç geçiyordu.. çıkarıp defterini, dün gece gördüğü rüyayı yazmaya başladı;




rüyamda; evimde oturmuş kızımın ödevine yardım ederken büyük bir gürültü duydum.. karım koşarak arka balkona gidip baktığında, simsiyah bir bulutun çok yükseklerden yaklaştığını söyleyip beni çağırdı büyük bir endişe ile.. gidip baktığımda gördüğüm şey çok uzaktan büyük bir hızla yaklaşan sim siyah bir toz bulutuydu. o kadar siyahtı ki.. tanrım! ve bu siyah ve büyük toz bulutu, sanki küçük siyah arılara benziyordu ve tıpkı göçmen kuşlarının göç etmesini andıran bir görünüm veriyorlardı insana.. o kadar hızlı uçuyorlardı ki.. kaçmamız için hiç bir fırsatımız yoktu.. bu sırada büyük kızımın gülümsediğini gördüm, kızıma 'neden gülümsüyorsun bu konu hakkında bir şey biliyor musun' diye sorunca bana 'baba bunlar siyah işçi arılar, özgürce yaşayabileceklerini, kimsenin buyruğu altına girmeyeceklerini anlatmak istiyorlar, merak etme asla zarar vermezler, izlemek istiyorum noluur' dedi..




kızımın bu sözleri karşısında gözlerim doluyor ve anlamaya başlıyordum.. bu sırada havada uçan onlarca motor gördüm.. biraz daha dikkatlice bakınca bunların polis motorları olduğunu fark ettim.. üstlerinde ise üniforma giymiş domuz hayvanları vardı.. rüya işte..




bizim balkonun önüne doğru yaklaşan bir motorun üzerindeki domuz, elindeki sopa ile dürtükleyerek, içeri girmemiz gerektiğini, yoksa bu arıların hışmına uğrayacağımızı söyledi.. kızım izlememiz gerekti, hatta onlara yardım etmemiz gerektiği konusunda bana yalvarsa da, kapıyı kapatıp içeri girdik.. ve televizyonda türkiye ingiltere maçının sıfır sıfır bittiğini gördüm.. tüh, yine ingilizlere gol atamamışız diye kendi kendime söylenirken, karım bir diziye bakmak istediğini söyledi.. “zaten ben uyucam, neye bakıyosanız bakın” dedim.




bu sırada büyük kızım ile küçük kızımın kavga ettiklerini gördüm.. küçük kızım 'seni babama söylücem' derken, büyük kızım 'göstermicem işte, yapma lütfen sonra bakarsın' diyordu. 'neymiş bana söyleyeceğin' diye küçük kızıma seslendim.. oda 'ya.. kitabının arasında bir dergi var göstermiyo' dedi.. büyük kızım 'baba nolur siyah işçi arılarına baksaydık, hem onlar zarar vermezki' derken ağladığını fark ettim.. ona 'kızım polisler bizim güvenliğimiz için böyle söylediler.. yarın haberlerde nelerin olduğunu gösterirler, ordan izleriz' yanıtını verdikten sonra ekledim 'neymiş senin kitabının arasında olan şey?', biraz kekeleyerek 'ya şey.. hiç bi şey değil.. ösys soru kitapçığı işte..' cevabını verdi..




'ver ben bi bakayım şuna..' dedim.. oda çekinerek uzattı.. kitabın arasından, kapağında kara bir bayrağın yanarken çekilmiş resmi olan bir dergi çıktı.. bu esnada karımın,




"hadi kocacım sabah oldu işe geç kalıcaksın.. kahvaltı hazır hadii" diyen sesini duydum.. gözlerimi biraz aralayıp daha sonra tekrar kapatınca, başka bir rüya gördüm.. bu kez dışarıdan şarkı sesleri geliyordu ve arka balkona gittiğimde kızımında aralarında bulunduğu büyük ve rengarenk bir topluluğun çağrısını duydum, arkada ise kara bir bayrak yakılıyor ve bu esnada atılan sloganlarda artık bu tip simgelere ihtiyaç kalmadığı belirtiliyordu..




bu esnada büyük kızım şöyle seslendi; "baba hadi saat çeyrek geçiyor, on beş dakika sonra gelicek otobüsün işe geç kalıcaksın."



gözlerimi ikinci kez araladım.. yeni bir gün daha başlıyordu işte.. işe gitmeliydim.. ve uyandım..




// 17.06. 2004

9 Haziran 2004

cüzdanınızın karşılığı



cüzdanınızın karşılığı




"kelime aralarına konulan noktalardan ve bir harf eksiltilerek yazılan küfürlerden nefret ederim" dedim.

"iyi ama bu şekli ile de biz yayınlayamayız, hatta bizim uygun gördüğümüz şekliyle bile devletin izin vereceğini sanmam. toplatırlar mutlaka, çok küfürlü ve politik olarak sert şeyler var."

"ah. evet. sert. beni azdırıyorlar ve sertleşiyorum. bazı destanlar kanla yazılmıştır ya. benimki de üreme sıvısı ile yazılıyor."

"benimle düzgün konuş."

"seninle düzgün konuşayım. devlete göre hâlâ reşit değil miyiz yani?"

"ben işin iç yüzü ile ilgilenmem ve riske de giremem. kabul ediyorsan et, etmiyorsan da defol git. başka yayıncı bul kendine."

"başka yayıncı bulayım kendime. asıl sen basıyorsan bas. ya da başka yazar bul kendine!"

"benimle düzgün konuşmanı söylemiştim."




kapıyı çarpıp dışarı çıktım. nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. elimde bir çok öykümün çıktıları vardı. değersizdiler belki de. ama tek mülkiyetim onlardı. ve hiç param yoktu. bir bara girip, bir masaya oturdum. bir kadın geldi;




"ne alırdın canım?"

"yapmacık davranmayı keser misin? buradaki hiç kimsenin canın olmadığını biliyorum.. pezevenk, puşt, göt de. ama yapmacık davranma. ve bir bira."

"peki seni adi küstah orospu çocuğu."

"ve ailemi işe karıştırma."




bir bira geldi. karşı masadaki adam oturduğumdan beri beni kesiyordu. hiç param yoktu ve dövülmeye hazır bir bedenim ile oradan buradan kırpılarak yayınlanmasına izin vermeyeceğim bir çok öyküm vardı sadece.




“hey! adi küstah orospu çocuğu bir bira daha içecek” diye bağırdım kadına. herkes bana baktı.. karşı masadaki adam ve herkes. bir bira geldi. içtim. iç cebimden müsveddeleri çıkarıp yakmayı düşündüm. çıkardım. bunu çok sık yaparım. çıkardım. ve biraz durup onları yan cebime koydum. daha sonra da yakmak için çıkartıp başka bir cebime koyacaktım muhtemelen.




“hey! canın bir bira daha içecek.” diye bağırdım kadına




herkes “goool” diye bağırarak ayağa kalktı. televizyona arkam dönüktü. bir bira daha. bir bira. bir...

"bir sıfır mı maç?"

"hayır bir bir oldu."

"güzel" kadın topuklarıma vurdu ve

"dayak yemek istemiyorsan sesini kes, buradaki herkes şu an gol yiyen takımı tutuyor." dedi. dikkatli bir okuyucum olsaydı mantık hatamı es geçmezdi.

"ama gene de güzel. gol bu. gol paraya benzer benim için, renksizdir. hesabı alabilir miyim?"

"tabi"




tuvalete gittim. arkamdan biri daha geldi. genç bir çocuktu. pisuvara iyice sokulmuş, işini görüyordu. benim işim bitince, aleti yuvasına sokup fermuarı çektim ve tipin yanından geçerken boynuna sıkı bir yumruk geçirdim. daha sonra bir tane daha. bir tane de karın boşluğuna. bir tane daha. yere yığıldı. bir kaç kez tekmeledim. eğildim. ceplerini kurcaladım. artık bir cüzdanım vardı. tipi bir tuvaletin içine doğru çektim ve kapıyı kapadım. telaş etmeye gerek yoktu. sahip olduğum tek şey bedenimdi ve dövülmeye hazırdım. hapse girmeye hazırdım. ölmeye hazırdım. bara döndüm. iki bir olmuştu. güzel dedim içimden. masama oturdum. karşı masadaki adama ‘kaç kaç’ dedim.

"iki bir mağlubuz"

"vay orospu çocukları, bi tuvalete gittik, gol yemişiz."




cebimden cüzdanı çıkardım. iyi para vardı. 3 gün idare ederdi beni. hesabı ödedim. dışarı çıkıp, ucuz bir otel aramaya başladım. hiç eşyam yoktu. ve yazdığım öyküleri yayınlatmak istemiyordum aslında. sadece yayıncılara okutuyordum. içleri gidiyordu orospu çocuklarının. bunu gözlerinden anlayabilirdiniz. kelime içine konulan noktalar ya da bir harf eksiltilerek yazılan küfürler umurum değildi. ucuz bir otel buldum ve ucuz otelin en ucuz odasını tutup tavanı izlemeye başladım.




kalemimi çıkartıp bir öykü yazmayı tasarladım. bir adam, bir bara gidiyor, bir adama tuvalette saldırıyor, bayılana kadar dövüyor ve son yazdığı öyküyü adamın cebine koyup cüzdanı alıyordu. cüzdan, öykünün karşılığıydı. ve daha sonra adam bir otel tutuyor ve bu öyküyü yazıyordu. her öykü aynıydı.. adam bir yayıncıya gider. hepsi, ufak farklar içeren ama özünde aynı olan yüzden fazla öyküsünü yayıncıya okutur. yayıncı mırın gırın eder. sonra oradan çıkar. bir bara gider. parası yoktur. tuvalette bir adamı soyar. soyduğu adama en son yazdığı öyküyü bırakır. bir otele gider ve bunu yazar. tüm öykülerdeki tek fark, yayıncı, bardaki kadın ve soyulan adamdır. ve bu öyküyü okuyor iseniz, sanırım siz de soyulanlardan birisiniz, cüzdanınızı kontrol etseniz iyi olur bayım. ve aşağılık adi puşt göt orospu çocuğu herif bir bira daha istiyor




// 09.06.2004

Farklı Kaydet



farklı kaydet




olanları anlatıyorum.. nerden başlamak gerek bilmiyorum oysa. beynimde dönüp dolaşan bir bütünü kağıt üstüne nasıl kusmalıyım. ilk ilmek. bu örgünün ilk ilmeği neydi acaba ki gerisi geldi. şu an hücremdeyim. işte.. karanlık, kapı, yatak, masa falan. bir pencere var. biraz yüksekte. geceleri bi kaç yıldız görüyorum. hepsi de bu.




arada bi, bi gazeteci geliyor ziyarete. o da “bişiler anlatırsa gazetemde yayınlarım” hesabına. başka da gelen giden yok zate. bölesi daha iyi aslında. ilk zamanlar gelen giden bi kac eş dost vardı. gözlerimin içine baktıklarında, bi kitap dolusu küfrü yemiş gibi oluyordum. bunu hissediyor olmalılar. gene de umursamıyormuş gibi, “naber’ diyorlardı ‘iyi misin burda. yemekleri nasıl? alıştın mı?”




bu soru size de tuhaf gelmiyor mu? alıştın mı? alışmak. sizce önemli olan alışmak mıdır? geçmişi özlemiyor değilim. ama bu başka bişi. yani alışmak. bazı zamanlarda artık özlemeye de alışıyor insan. ve artık hissetmiyorsun da özlediğini. sanki bıçak saplıyorlar bi tarafına. ve ilk anda acıtıyor canını. ama çıkartmıyorlar bıçağı. ve zaman geçiyo. artık o acıya alışıyorsun. bıçak saplı. acıyor da olabilir belki. ama alışmışsın ya. hissetmiyorsun bile… hah… alıştım diyorum evet. siz de gelmeyin bi kaç ay bak nasıl alışıcaksınız benim olmayışıma.




geçmişe dönüp baktığımda, sanki hayatım boyu burdaymışım gibi hissediyorum kendimi. hep burda. sanki dışardayken geçen o zaman, başka bi hayattaymış gibi. sanki ölmüşüm o hayatta da, ikinci kez burda, bu hücrede doğmuşum gibi. tuhaf.




bi de neden yaptığımı sorup durdular. sustum. mahkeme sırasında da susmuştum zaten. ne diyebi-lirsiniz ki? birisini öldürmüşsünüz sonuçta. her şey ortada. asıl serbest kalsaydım daha kötü olurdu benim için. o kadar gazete, tv, manşet falan filan. ve dışardasınız. nasıl yaşayacaksınız ki? şimdi en azından hissettiğimi hisseden insanların yanındayım. dışarsı cehennem gibi geliyor artık. “şartlı tahliye 12 yıl sonra.”




yok canım, şartlı bişi yok zaten. izlediğim bi dizi geldi de aklıma. adam birini gebertmiş. hapse girerken böle söleniyodu; “şartlı tahliye 12 yıl sonra.” oysa her şey normalmiş adam katil olmadan 2 dakika öncesine kadar. markete girmiş. alışveriş. kasa. ödemiş parayı. tam çıkarken de biri buna çarpmış. aldığı şeyler yere dökülmüş. çarpan kişi hiçbişi olmamış gibi yoluna devam edince de; boom!




bir anlık işte. görüyorsunuz. herkesin başına gelebilir yani. benimki bir anlık değildi ve öncesinde her şey normal de değildi. şimdi anlatmaya çalışıyorum işte, belki de anlamaya. gazeteci bir kağıt kalem, geceleri de yazayım diye küçük bi lamba ve bi kaç özel istek ayarladı. kabul görüldü müdür tarafından da…. hoş ben istesem ‘hadi ordan’ tarzı bi siktir çekme girişimi olurdu ya... bakış açısı işte. gazeteci ilgileniyo benle… seviyo gibi görünüyo. eğer her şeyi yazarsam bana para vericeklermiş. ben de işin ucunda para olunca, ‘yazarım’ dedim ‘ama para yerine uyuşturucu ayarla bana…’




her yerde var pislik. herkes de farkında aslında. herkes de bir noktada bulaşmış durumda. ama sadece, en son kimin üstüne bulaşmışsa çamur, o çekiyor cezasını.




geceleri yatınca uyuyamıyorum dört beş saat kadar… sabah da sayım oluyor… erkenden kaldırıyorlar. bok varmış gibi. sanki biz uyurken sayılamayız. diziyorlar sıraya. 1 mehmet akın. 2 hüseyin avni. vesaire… sonra da uyunmaz zate.




şimdi her şey, sanki eskiden seyrettiğim yüzlerce filmden biriymiş gibi geliyor bana. ‘kötuluk iyidir.’ bunu bir pc dergisinde görmüştüm. bir oyunu böle yorumlamışlardı. ‘kötülük iyidir.” oysa ilk başlarda güzel gidiyodu her şey. ama öylesine battım ki, tekrar su yüzüne çıktığımda bir balığa dönüştüğümü ve artık karada yaşayamayacağımı fark ettim… tersine evrim geçirmek gibi bişi.




hala örgüye başlayamadım sanırım. kafamın içindekini nasıl boşalmalıyım? hmm. onu ben öldürdüm. baştan bunu söyleyeyim… çok kez neden sorusunu sordum kendime. hiç bi zaman da verdiğim cevabın doğruluğundan emin olamadım.




bazı geceler onun, beyaz ve vücudunu tamamen gösteren incelikte bir elbiseyle, bir şekilde bana yaklaştığını görüyorum. koşmaya başlıyorum. ama kaçamıyorum ondan. yetişiyor. ve beni yakaladığında “seninle deliler gibi sevişmek istiyorum” diyor. işte o an uyanıyorum her nedense. karanlık. gördüğüm tek şey karanlık oluyor.




// 09.06.2004

aylak

aylak


bir öykü yazmaya çalışıyorum.. bir odadayım.. hep aynı odadayım! 3 kişi horluyor. ve kulaklık taktığım halde, seslerini engelleyemiyorum.. müziğin sesini fazla açarsam, kısmamı istiyorlar, ve onlara horlamamaları gerektiğini, lanet bir öykü yazmaya çalıştığımı anlatamıyorum. “yarın okula gitmicen mi? yatsana sen artık, saat sabahın beşi olmuş” diyorlar.

yatıcam bişi yazıyom”


ve yazmaya çalıştığım şeyin içine ediliyor, ardından da duvarda bir yanılsama görülüyor, bir saniye bile durmuyor ama ürkütüyor beni, sonrasındaysa peder kalkıyor tuvalete girmek için.. odaya giriyor..

"yatmıyon mu sen? okul yok mu yarın?"

"yarın öğleden sonra gidicem, işim var, şimdi yatıcam" diyorum.. ve sanırım yalan söylüyorum, çünkü yarın sabahın yedisinde uyanacak ve derse girmek için evden çıkacağım.. bir hatun gelecek yarın, garajdan onu alacam.. ya da, du bi saniye, yoksa bu hatun sınıftan biri mi olsa? barda karşılaşsak? klasik öykü kurguları hepsi… basit.


bir öykü yazmaya çalışıyorum.. bir odadayım.. hep aynı odadayım! ve sanırım bir öykü yazamadım.. olsun.. şimdi de uyuyacağım…


***


uyuyamıyor, kalkıp defterimin arasına sakladığım 10’luk paketten 6 adet dimenhidrinat etkili atraksiyonu alıyorum avucuma.. midem bulanıyor onları her görüşümde! özellikle elimde iken onlar.. bi de suyu alınca diğer elime.. midem bulanıyor.. acı değiller! tatları çok da kötü değil aslında.. ama bazı şeyleri hatırlatıyor bu haplar.. attım ağzıma.. ve su.. kusmak üzereyim ama olmaz.. 15 dakika.. sadece 15.. sonra yoluna girecek her şey.. girecek mi gerçekten? valide uflayıp pufluyor oğlu hâlâ uyumadı diye.. bişi de diyemiyor.. hadi yat anlamında bir 'uff' sesi.. sanki sıcaktan bunalmış da öylesine söyleniyormuş gibi.. ama öyle değil işte..


telefonumu elime alıp bir numarayı tuşluyorum, karşı taraftan bir ses geliyor; "aradığınız numara geçici olarak servis dışı olmuştur, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz."


daha sonra? her gün aynı şeyi duymaktan bıktım.. 2 yıldır aynı şeyi söylüyor bu karı bana; daha sonra dene! 'geçici olarak'mış demek?


telefonumu başucuma koyup gece lambasını söndürüyorum, saat 6 olmuş.. güneş doğmak üzere.. midem hareketleniyor.. unutmuşum.. birden seviniyorum.. işte.. başlıyor.. hemen yatağıma yatıyorum.. 3 dakika sonra şakaklarım uyuşuyor.. sonrada parmaklarım.. gözlerim ağırlaşıyor.. yarım saat sonrasındaysa -ne kadar çabuk geçti bu zaman- çalar saat.. valide kalkıyor, peder de, birileri işe gidiyor işte.. gözlerim kapalı.. ağırım.. ama uyku yok.. bitkisel hayat gibi bişi.. dış dünyada nelerin olduğunu hissedebiliyorsunuz ama aynı zamanda rüya görüyor da olabilirsiniz, halüsinasyonlar da.. ya da rüya gördüğünüzü zannediyorsunuzdur hatta her şeyi zannetmeye başlarsınız bu akış içinde.. her şeyi zannettiğiniz bir zaman dilimi.. hiçbir şeyden emin olamıyorsunuz..


sanrılar görmeye başlamadan önce her cümlenin sonunda ‘sanırım’ dersiniz.. olaylar karşısındaki emin olma duyunuzu yitirdikten sonra sanrılar kendiliğinden belirecektir.. bunları nerden mi biliyorum? hayır bir psikolog değilim ben ama emin olun psikologlar da hastalarına verdikleri hapları kendi üzerlerinde denemiş değiller..

bir yarım saat daha geçiyor, annem kardeşlerimi kaldırıyor bu kez, ve yeğenimi, işe ve okula gitme vakti.. daha sonra ben.. ben? ama.. ama ben..


"hasta mısın oğlum?"

"şeey.. eeaeaa" konuşamıyorum, git başımdan anne, git, bırak beni, böyle iyiyim ben, bırak..

"okula gitmicek misin?"

"gi..de..rim.."

"hadi kalk"

"ta..mam"

"hadi kalk"

"gitmicem bugün"

"olmaz, hadi kalk"


kalkıp, soğuk suyu yüzüme vuruyorum bir kaç kez. kahvaltı yapacak mısın sorusuna sert bir şekilde, hayır diyorum, midem berbat ötesi, başım dehşet, tonlarca demir atmışlar sanki beynime, ağır, çok ağır.. valide yeğenimi okula geçiriyor.. sene başından beri üzerine tek satır yazılmamış bir defteri alıyorum yanıma, ve bir de içine uzun süredir uç koymadığım bir kalemi.. yola çıkıyorum.. kent kart parası cebimde.. kartı doldurmuyorum.. okula yayan gidiyorum.. 2 saat sürüyor.. insanları izliyorum.. napıyor bunca insan? nereye koşuyor? servisleri görüyorum.. içindeki işçilerin hepsi uyuyor.. kaçırılan otobüslerin arkasından küfürler savruluyor.. ne bu telaş? anlam veremiyor ve yoluma devam ediyorum..


okula vardım.. girişteki güvenlik görevlisi gıcık edici bir şekilde bakıyor yüzüme.. dün tartışmıştım onunla, “sana her gün öğrenci kartımı göstericem lan ben” demiştim, kafam çok iyiydi..


seni şikayet edicem” dedi bana.. atılmak için uğraşıyorum.. atmıyorlar.. neden? neden atmıyorlar beni? neden? biliyorum derse girdiler ve geç kaldım ve kafam çok iyi ve bir cümle içinde bu kadar çok ‘ve’ kullanılmaz.. hepsini biliyorum.. c blok 4. kat, 408 numaralı sınıf.. gidiyorum.. merdivenleri çıkıyorum.. öncelikle tuvalete giriyorum.. yüzümü yıkıyorum.. bir kat daha çıkıp koridorun sonuna kadar yürüyorum.. kulağımı kapıya dayadım, hoca sınıfa girmiş mi, ders başlamış mı öğrenmek için, bir gürültü duyuyor ve gerisi geriye dönüp merdivenlerden inmeye başlıyorum..


bir tiple karşılaşıyorum, beni uzun süredir görmediğinden bahsediyor, iyi de bana ne, ben senin arada bir göresi geldiğin için ziyaret edebileceğin bir müze miyim? telefon numaramı soruyor, işte bu yüzden telefon taşımıyorum genelde, arada bir çağrı atarım diyor, veriyorum numaramı ama sanırım son rakamı yanlış söyledim.. görüşelim diyor ve elini uzatıyor..


en aşağıya iniyor ve kütüphaneye giriyorum.. bakalım ne varmış? hiç bişi yok! bugün de japon edebiyatından bir şeyler tırtıklayalım.. bir kaç kitap deniyorum.. sarmıyor.. ayağa kalkıp aşağı iniyorum.. okuldan çıkıyorum güvenlik görevlisine dik dik bakarak.. otobüse binip eve geliyor ve bir yalan uyduruyorum; ders boştu, erken çıktık, vs..


bişiler yazmak için pc'yi açtım.. annem komşuya gideceğini söylüyor, kapı çarpılıp evde yalnız başıma bırakılınca bir porno takıp izliyorum.. boşalıyorum.. sonrasındaysa uyuyorum.. akşam uyandırılıyorum..


"dayı dersim var"

"banane senin dersinden"

"ya lütfen ama ya"

"iyi de banane yapma ödev"

"zayıf alıcam"

"al"


oysa dünya üzerinde benim için en değerli varlık kendisi.. yeğenimin annesi bana bakıyor, kötü şeyler öğretiyorum kızına diye.. ödevine yardım edeyim diye girdiğim odasında, duvarlardaki bir ton poster ile yüz yüze kalıyorum.. ve küçük notlar, şarkı sözleri gibi şeyler, maniler..


telefonum çalıyor,

"alo canım, bugün görmedim seni okulda, derse de girmemişsin, bişi mi var?"

"bişi yok"

"yarın görüşelim mi?"

"her gün görüşmek zorunda mıyız?"

"kırıyorsun beni?"

"neden?"

"sensiz eksik hissediyorum kendimi"

"ama ben kendimi senin yedek parçan gibi hissetmiyorum"

"ya tamam ama keşke başarabilsem."

"başarırsın, iyi geceler"

"kapatıyor musun?"

"bişimi diceksin?"

"yoo oo"

"ee o zaman?"

"hattın diğer tarafında olman bile bana...." sözünü kesiyorum,

"iyi geceler"

"sana da"


sevgilim falan değil kendisi. bir sevgilim var zaten. yurt dışına gidip hayaletini geride bırakan. ve bu yüzden her şeye tersoyum bu aralar. en çok kendime.


gece.. bir öykü yazmaya çalışıyorum.. bir odadayım.. hep aynı odadayım! 3 kişi horluyor! ve kulaklık taktığım halde seslerini engelleyemiyorum.. sanırım ben öykü yazmasını beceremiyorum yaşamayı beceremediğim gibi.. okula da gittiğim yok, yakında atılırım, sanırım bir fabrikada da çalışmayacağım.. genlerimde asırlardır süregelen çalışmışlığın bir yorgunluğu var.. intihar etmem, telaş etmeyin, zaten beceremiyorum.. böylece sürüyor işte.. sürükleniyorum..


// 09.06.2004

8 Haziran 2004

ayyaş

ayyaş


bu mahalleye yeni taşınmıştım.. kimseyi tanımıyordum ve bana bir mutantmışım gibi bakıyordu herkes.. çoğu erkek, mahallenin kahvesinde takılırdı.. işsiz bir yığın tip..


45 yaşında, bira göbekli, kirli sakallı ve aylak bir adamdım.. evim 2. kattaydı.. ve evin karşısında ise bir bakkal vardı.. mahallenin sularının kesik olduğu bir yaz günü bakkala gittim ve "bir bira" dedim.. birayı aldım, parayı ödedim, evimin 5 metre yanında yıkık dökük bir ev vardı.. evin önündeki bir ağacın altına oturdum.. birayı açtım..


yoldan tek tük araba geçerdi.. ve sürekli insanlar.. güzel genç kızlar, pazardan dönen ev hanımları, okuldan çıkmış öğrenciler, ganyan bayiinden -ilk ayakta yan gelip- evine dönen işsizler.. biramı yudumluyordum.. biram bitince bakkala gittim ve "bir bira" dedim.. birayı aldım.. parayı ödedim.. ağacın altına geçtim.. oturdum.. biramı yudumlamaya başladım.. lüks bir araba geçti önümden.. ve güzel genç bir hatun.. ve bir de, 2. ayakta yan gelen bir işsiz.. biramı bitirip yeni bir tanesini almak için bakkala yönelince, bir ses duydum.. "bakar mısın, bana ekmek alır mısın?"


şaşırmıştım.. bir ev hanımı, benim gibi birine ekmek mi aldırıyordu? sepeti uzattı.. parasını aldım.. kaç tane, diye sordum ve daha sonra ekmeklerini alıp sepetine yerleştirdim.. 40'larında olmasına rağmen hayattaydı hâlâ.. o sepeti çekerken, ben bakkala döndüm ve "bir bira" dedim.. bakkal yaşlı bir adamdı ve üç tane oğlan yapmıştı aleti hayattayken.. 3 adet oğlan, biri askerden yeni gelmiş, bir diğeri 25'lerinde, ve en büyükleri ise 30'larında.. üçü de işsizdi.. hayır işsiz değillerdi aslında, nasıl olsa bir bakkalları vardı, ganyan için para da.. çalışmıyorlardı.. yemek yapan bir anne, çeşmesi akan bir ev ve at yarışı.. geri dönüp her gün bira yudumladığım ağacın altına yönelmişken bir ses duydum, evimin yanındaki kahveden bir adam sesleniyordu.. gittim.. elini uzattı ve tokalaştı.. “merhaba, bu mahallede kimseyi tanımıyorsunuz sanırım eğer tanışmak isterseniz.”


merak ettiğiniz şey ne?” dedim,

şey biz arkadaşlarla sizi çok gizemli bulduk, ne iş yaparsınız geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz acaba, 2 aydır her gün o ağacın altında içiyorsunuz, acaba kimsesiz misiniz?”

yazarım” dedim.

yazar mı?” dedi.

evet” dedim, “öyküler yazarım ve bana para verirler.. ben de parayı biraya ve yumurtaya, tüpe ve suya yatırırım.”

ilginç” dedi.

evet” dedim “ben de bilmiyorum nasıl olduğunu ama yazdığım deli saçmaları için birileri para ödüyor.. neyse tanıştığımıza memnun oldum.”

ben de” dedi, “bazen aramıza katılabilirsiniz, kumar sever misiniz?” anlaşılan iki elde yolunacak bir tavuk gibi görünüyordum onlara.

evet” dedim, bir masaya geçtik, pokerdi oyunun adı ve ben ilk kez oynuyor değildim elbette.. onlara benim gibi bir ayyaşa bu oyunun nasıl oynandığını öğretip öğretemeyeceklerini sordum. içlerinden bir tanesi, gülerek anlatmaya başladı.. ve oyuna başladık.. ve oyunu bitirdik, acemi şansı işte deyip masadan kalktım.. kazandığım para ile bakkala girdim ve “2 bira, 1 yumurta bir ekmek” dedim.. az önce ekmek aldığım kadın balkonda oturmuş örgü örüyordu..


ertesi gün sabahın dokuzunda kapım çaldı.. kiramı ödemiştim bu ay ve başka kimse de gelmemişti taşındığımdan beri.. yazdığım öyküyü yarıda bırakıp kapıyı açtım.. ekmek aldıran kadın karşımdaydı.. ya da örgü ören kadın.. ya da her neyse işte, dünya üzerindeki bilmem kaç milyar çatlaktan biri karşımdaydı.. ve ben tüm çatlakları doldurmak için yaratılmıştım.. hiç vakit kaybetmeden ve duraksamadan, “içeri geç” dedim “ve öykümü bitirene kadar bekle”

çok hızlısın” dedi “ve nasıl bu kadar eminsin.”

ben anlarım” dedim, “senin gibi yüzlercesi ile güreştim ben, gözünden anlarım bir kadının ne istediğini ve şimdi, eğer başarabiliyorsan –genelde başaramazlar, hiç bir zaman başaramazlar, asla başaramayacaklar- sesini çıkarmadan otur.”


terliklerini çıkardı ve öykü yazdığım odada oturacak bir yer aradı

otursana” dedim “kral suiti için daha 1000 kitap yazmalıyım, ben çok satan biri değilim güzelim”


halıya oturdu.. rekora koşuyordu, tam beş dakikadır çıt çıkarmamıştı.


tık tık tık.. tık tık.. tık tık tık tık tık. durdum ve sigara paketimi attım önüne, ardından öyküme devam ettim. tık tık tık..


sigarayı yaktı ve bir kenara atılmış üç beş şiirimi kestirdi gözüne.. kağıtları eline aldı ve 5 dakika sonra,

sen mi yazdın bunları” dedi. asla başaramayacaklar diye düşündüm..

susar mısın?”

ama sen mi yazdın bunları?”

sus”

ama çok güzeller” derin bir nefes aldım ve

ben yazdım ve sus”


10 dakika sonra “ne zaman biticek” dedi.

bilmiyorum” dedim “ve sus!”


öykü bitti.. ayağa kalktım ve yanına gittim.. ayağa kalktı.. sarıldım.. kalçalarını okşarken boynumda nefesini hissettim.. öptüm.. öpüldüm.. güzel değildik ama boşalmıştık yine de.. giyinip evine gitti.. ve bende ağacın altında bira içmeye devam ettim.. güzel bir genç kız geçti önümden.. arkasından bakarken biramı yudumluyordum ve ‘ah keşke’ ile başlayan bir cümle kuruyordum içimden.. sanırım benden geçmişti artık.. öykü yazacak ve kaybedecektim.. ama yine de, ben yirmisindeyken on beşinde olan biri ile kırkbeşine geldiğim bir zamanda vuruşmak hayatta tutuyordu beni.. ve öyküler öyküler öyküler.. ölmek için daha vakit vardı.. biramdan bir yudum aldım ve ekmekleri sepete yerleştirdim..


// 08.06.2004