revisited
1.
bir
anda belirdi bu kez. ne pencereyi söktü daha önceki gibi, ne de kapıyı çaldı.
karanlığın ortasında belli belirsiz parlayan bir ışık gibiydi. başlangıçta
anlayamamıştım. o olduğunu bilseydim, tedirgin bir şekilde kalkıp ışığı
yakmazdım. ilk halüsinasyonlarım, ışık oyunları ve gölgelerden ibaretti, kabul
ediyorum, var olmayan ve asla var olamamış insan siluetleri sonradan belirdi.
bu kısımda, ‘hastalık ilerleyince’ diyebilirdim ama ne yazık ki hasta değilim.
kendi hayatım üstüne yalanlar uyduruyorum, sonra bunlara inanıp zihnimde birer
anı haline dönüştürüyorum, sonrasında biten bir öyküden arda kalanı merak
ettiklerinde, hiç yaşanmamış şeyleri başıma gelmiş gibi anlatabiliyorum.
ve
dediğim gibi işte, bu kez bir anda belirdi. kalkıp ışığı yakınca, gelenin seçil
olduğunu anladım. öylece durmuş bana bakıyordu ve elinde bir paket sigara
yerine, bir ekmek arası vardı sadece. “karnın aç mı?” diye sordu. elinde
tuttuğu ekmek ile, sorduğu soruya vereceğim klasik ilk tepki mi ekarte etmişti,
iyi tanıyordu beni, “sen açsan bir şeyler ayarlayalım?”, bunu diyemezdim, ve
sustum, öylece, elim masanın üzerindeki pakete doğru giderken. “bırak onu”
dedi, “silahını yere at” tonunda.. sessizlik..
“sana
bi şey sordum?”
“saat
gecenin üçü be kızım” dedim, “uyuycam ben”
“uyumuyordun”
“ışığı
kapatmıştım ama”
“evet,
tam üç saat önce, ve üç saattir gözünü bile kırpmadın.. uyuycakmış..”
kişinin,
bir halüsinasyon ile konuşması, bilinçdışı bir deneyim olabilir, ama daha da
kötüsü, kendi kendinizle konuşuyor olduğunuz gerçeğidir. kendi zihninizin
içinde.
“neden
geldiğimi biliyor olmalısın bu kez, sormadığına göre..”
“ben
hiçbişey bilmiyorum”
“bildiklerinden
kaçıyorsun daha çok adamım”
“bi
siga…” sözümü kesti,
“ekmek?”
bı
ısırık aldı, elini uzattı sonra, avcu yukarıya dönük, elimi uzattım, tuttu ve
yanına çekti beni, yere, halının üstüne, yanına oturdum. ekmeği yere bıraktı.
ağlıyordum. yere bakarken. halıya.
“yeşile
boyayalım mı” dedi, “halını. ne dersin?”
ağlamam
hıçkırık haline dönüştü. ve nefes darlığına. içime havayı çekiyordum, ama
girmiyordu lanet olası, zorluyordu beni.
“zorlama”
dedi seçil, “bırak canı ne istiyorsa yapsın ciğerlerin”
“o
zaman bi sigar…”
“ne
söylemek istediğimi biliyorsun girdo, bunu kast etmediğimi de, sigara sigara
sigara, bok var sanki”
“bok
var evet” dedim, ama sakince, kısık bir sesle, normalde kızmışken, ya da
kızarak, sert bir tonda, ve kinayeli bir şekilde söylenebilecek bir şeyi, ben,
“başka çarem yok” der gibi söylemiştim, “evet bok var” da demiş olabilirim, ama
duygu buydu ve, o dönüp, bir katilin, işlediği cinayetten sonra aynada kendine
bakıyormuş gibi bir ifade ile baktı bana,
“hepsi bizim hatamız”
“biz
kim lan?” dedim, “siz kimsiniz? neden artık yoksunuz, neden artık yokuz, neden
artık yokum”
“cümleyi
şu şekile sokabilirsin” dedi
“sokmuşum
cümlesine” dedim, “doğru kelimeleri asla bulamadım”
“
’neden artık yoklar’ nasıl?”
“tabii,
ikinci çoğuldan birinci çoğula oradan da birinci tekile geçmişken hele”
“neden
olmasın, üçüncü çoğul da kurtarmaz gerçi, sorduğun bu soruyu, öyle değil mi?”
“üçüncü
tekil de kurtarmaz ama güzelim”
“neden
olmasın?” sonra tekrar etmeye başladı, “neden yok, neden yok, neden y…”
aynı
kelimeyi üç kez söyleyince peygamber, yedi kez söyleyince tanrı oluyormuşsun,
demiştim ona bir keresinde, tuncay’ın söylevlerinden arda kalanlarla veriyordum
vaazımı o zamanlar, çünkü o ölmüştü, yerine beni bırakmamış olsa da, ondan
kalanlarla başlıyordum tüm cümlelerime, ve gene söyledim, o tekrarlarken,
tekrarladım, “aynı kelimeyi, üç kez söyleyince peygamber, yedi kez söyleyince
tanrı oluyormuşsun. 11 kez söyleyince hiçbir şey olmadığının farkına varıp,
27sinde anlamını kaybedebilirsin. otuzbirinde de ne olduğunu unutup, söylemeyi
bırakırsın zaten. tekrarladığın şeyin. kendinin”
“ama
biri hatırlatabilir” dedi, tekrarlamayı bırakıp
“doğru
kelimeleri bilmediğimi söylemiştim” dedim ona,
“sen”
dedi, “bence, yanlış kişiyle konuşuyorsun, ve o yüzden geçemiyorsun, ikinci
tekile, çünkü anlatman gereken kişi ben değilim, ve sen, karşında olmayan
birine ‘neden yoksun’ diyemezsin, ama söylemek istediğin bu, ve o karşında
olunca da, bunu diyemezsin, var sanırsın çünkü, ve vardır da belki, ama öyle
bile olsa, ya da gerçekte var olmasa da, o an karşındayken, ‘yoksun’u
kullanmaktan korkarsın, ‘olsana’ya geçemezsin mesela”
“git
başımdan” dedim ona, “ölsene sen de, tuncay gibi, özlem gibi, ya da refik gibi
ortadan kaybolsan ya, neden seni kaybedemiyorum ben?”
“tuncay
ölmedi, refik de ortadan kaybolmadı, biliyorsun bunu, çağırmamı ister misin?”
“git”
dedim. kapıya bak dedi. kapalı olan kapıya. ve biri geçti oradan. yan odadan
tuvalete geçen biri. ama yalnızım evde. kimse yok. var. hayaletlerle yaşıyorum,
günlerdir, yıllardır, ve kimseyle konuşmak istemiyorum artık, kimseyle
görüşmek, sarılmak, özlemek, beklemek…
sözümü
kesti seçil. ama içimden konuşuyordum. ama kesti. düşüncemi. bilinçaltımdan
değil, önsezimden çıkıp gelmişti..
“yalan
söylüyorsun”
“yalan
düşünüyorum”
“ama
yalandan yaşayamazsın adamım, bir şeyler hissetmek zorundasın”
“diğerleri
nasıl yapıyor o halde” dedim, “işyerimdekiler, otobüstekiler, barlardakiler,
ordakiler ve burdakiler, nasıl oluyor da sevmedikleri her şeye katlanıp,
üzerine bir de kahkaha ile gülebiliyorlar?”
“sen
de gül”
“ama
geçmeyeyim de mi?”
“sen
hiçbir şeyden geçemezsin zaten” dedi,
“gece
iş var” dedim
“gitmezsin
olur biter”
“ama
dün de gitmedim”
“sahi”
dedi, “dün naptınız, eve de gelmedin?”
“bilmiyormuş
gibi konuşma” dedim ona
“biliyormuş
gibi konuşsana” dedi, “sahi lan, neden biliyormuş gibi konuşmadın”
“biliyordu
zaten, yani biliyor olmalı”
“onu
demiyorum lan” dedi, “sen biliyor gibi konuşsaydın, biliyorum bilmiyorsun da”
“hiçbirşey
bilmiyorum ben”
“hı
hı” dedi, umarsamaz bir tonda çıkarılmış bir ses.. hıhı, anladım, dinliyorum, peki ya sonra,
devam et, gibi değil, çok duyduk bunları, gibi daha çok, “hı hı”
“doğru
kelimeleri hiçbir zaman bulamadım”
“sen
ne zaman doğru kişi oldun ki oğlum” dedi, “meseleye buradan bakalım, yanlış bir
şey yapmadın, zaten yanlışsın sen, hayatın boyunca yanlış oldun
“he
he, tabii” dedim, “bingo”
“öyle
tabii oğlum” dedi, “kendin gibi de üç dört tane yanlış buldun, bi parkta şarap
içip hayatınızdaki doğruları götürüyorsunuz işte”
“nereye
götürüyoruz kızım ya” dedim, “hiçbirşeyi bir yere götüremiyorum ben,
varamıyorum.”
“vardın
bile belki, önceden vardın, beklemen gerekiyordur, erken gelmişsindir, o
yüzden...”
“o
yüzden ne seçil? o yüzden ne? varmadım. yokum. yoksunuz”
“senin
sigaran gelmiş” dedi, “saçmalamaya başladın” bi sigara yaktı kendine. bana
vermeyecekti. biliyordum.
“ben
hep saçmalıyorum” dedim, “o yüzden bu kadar çok sigara içiyorum”
“he
tabii, ve o yüzden bu kadar az yemek yiyorsun, bu kadar çok alkol alıyorsun, bu
kadar çok susuyorsun, bu kadar çok yazıyorsun, hepsi saçmaladığın için, hepsi
kendini iyi hissetmediğin için de mi? nedenleri sonuç gibi algılamaya devam et
sen. x ve y’nin yerini değiştirmek aklına gelmiyor hiç”
“kurduğum
denklemlere müdahale etme” dedim ona
“nedenleri
sonuç gibi algılamaya devam et işte, bişey demiyorum”
“işe
gitçem ben”
“bu
saatte?”
“evet
bu saatte, nolmuş, istediğim zaman gitmeyebiliyorsam, istediğim zaman da
gidebilirim”
“uyuycaktın
hani?”
“uyucam
evet. diğer odadakiler kim”
“refik
ve tuncay. çağırayım mı?”
“git”.
“çağırayım”
“gider
misiniz?”
“siniz?
hepimiz mi?”
“evet
hepiniz. özleminizi de alıp gidin, ki yok zaten”
“var
ama şu an burda değil”
“yok”
dedim, “hiç olmadı. hiç olmadınız. hem daha önce gitmiştiniz. 2001 yılında. hepiniz
birden. bi yerlere. peşpeşe. hatırlıyor musun.”
“unutarak
yaşayan sensin” dedi bana, “gün içinde yapman gerekenlerden, geçmişte olan
bitenlere kadar, her şeyi.”
“tekrarlamak
için unutuyorum ben” dedim ona, “biri tekrar hatırlatsın diye unutmuş gibi
yapıyorum, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için. aynı taşa tekrar takılıp
düşmek için, daha önce yerden kaldıranın yüzünü unutmam gerekiyor”.
“güldüler
ama sana”
“o
lisedeykendi. evet, taşa takılıp düşmüştüm, ve arkamdan gülmüşlerdi”
“olsun,
ha lisedeyken, ha dün gece, ne fark eder?”
“dün
gece gülmediler” dedim ona,
“dün
gece de mi düştün sen?” dedi,
“ya..
bilmiyormuş gibi yapma allah aşkına ya” dedim ona, “zihnimdeki labirentlerden
kurtulup, karşıma geçiyorsun, sonra da olan biten hiçbirşeyden haberin yokmuş
gibi konuşuyorsun”
“ha
evet” dedi, sigaradan bir nefes daha çekip, dumanı havaya, tavana doğru
üflerken, “sahi, dün gece de düştün, koşuyordun, otobüse yetişmek için, taşa
takılıp düştün, sonra yanından geçenler bir şeyin var mı iyi misin dedi, öncel
senin önünde koşuyordu, geri döndü..”
“hikayeyi
biliyorum” dedim ona, “anlatman gerekmez”.
“iyi
misin peki?”
“siga..”
“önce
ekmeğini bitir”.
“benim
değil o”
“girdap,
önce ekmeğini bitir”
“benim
değil”
“bi
kere de doğruyu söyle olur mu? ve bunu yaparken, açıklamalardan geç, açıklama
kısmında içinden konuş, nedenlere ihtiyacı yok insanların”
“o
zaman hep susarım. sonuca gelemiyorum.”
“sonuç
yok zaten oğlum” dedi, “al iç. başlangıcı da yok. akar gider”
“yazdım
ben onu.”
“sen
her şeyi yazdın zaten, biri konuşmaya başlayınca, ben yazmıştım ya öyle bir şey
diye söze girip muhabbeti sikiyorsun her defasında”.
“yazdım
ama..”
“yaşamadın.
yazdın sadece.”
“yaşama
konusunda yetenekli değilim” dedim, sigarayı yakıyordum, az sonra havaya
uçacaktık. hava kaçıran bir akciğere sahiptim.
“saçmalıyorsun”
dedi, “anlat hadi. noldu sonra? en son otobüse koşarken düşmüştün.”
“hiç..
yanlış kelimeler..”
“doğru
zamanda mı bare?”
“bilmem.
zamanın doğrusu var mıdır?”
“doğusu
da vardır zamanın.”
“seni
anlamıyorum” dedim, hayaletime.
“biri
geçiyor” dedi
“çoktan
geçti dedim, saat dört oldu”
“yok
lan bu kez saat değil, kapıya bak”
kapıyı
açma konusunda kararsızdım. olabileceklerden değil, olmayabilecekten
korkuyordum. refik ve tuncay diğer odadan, peşpeşe çıkıp salona geçti. kapının
buzlu camından görülebilen siluetler.. özlem nerdeymiş dedim seçile.
bilmediğini söyledi.
“bilmem.
bilmiyorum. kalk hadi.” ayağa kalkıp elimden tuttu. “kalk”
“seçil,
yapma bunu. daha fazla delirmek istemiyorum ben.” kolumu çekiyordu,
“hasta
değilsin sen, evin içinde, kimsenin görmediği, göremediği, bi kaç tiple beraber
yaşıyorsun, hepsi bu”
kapıyı
açıp, diğer odaya geçtik. yeşil bir halısı olan, kırmızı bir gece lambası olan,
her şeyin her yere dağıldığı, ama buna rağmen epey derli toplu görünen, bir
odaya. tuncay sehpanın üzerindeki tozu çizgilere bölerken, refik telefonla
konuşuyordu. kardeşiyle. “ne zaman gelirsin?”
odaya
girip, “naber” dedim
“hiç
işte lan” dedi tuncay, “resim yapıyorum ben”
“kapattı”
dedi refik, “gelmicekmiş.” ben refik’in dediğine aldırış etmeden, doğrudan bana
söylediği halde..
“ne
resmi” dedim,
“resim
işte” dedi, “amfetaminden resim yapıyorum sehpanın üzerine. sonra resmimi
burnumuza çekicez. parça parça. ki beynimize kazınsın, tablom. ama her parçası
birimizde olucak, böylece ancak bir araya geldiğimizde tamamlanmış olucaz.
“amına
koyyim senin tuncay” dedim ona, “ben keyfimden sormadım demi refik’e kimle
konuşuyorsun, neden gelmicekmiş, nolmuş diye, bir araya geldiğimizde
tamamlanmış olucakmışız da, amına koyyim. yok işte.” bağırıyordum ve ağlıyordum
da.
“tamam
lan dedi” tuncay, “resmin bi kısmını çizmedim zaten, onu sana bıraktım, senin
çizdiğin kısmı da, özleme saklıcaz.”
“bira
var mı” diye sordu seçil, araya girip, en azından konuyu değiştirme ve
sakinleştirme adına.
“bilmem”
dedim, “vardır herhalde, şarap var galiba, dolaba baksana bi”
“müzik
açalım” dedi refik, “bu saat ondan sonra meselesini naptın sen?”
“çözdük
onu ya” dedim, on dakka uzaklıkta bi adam var, abi satıyor musun diye
sorduğumuzda, ‘satıcam tabii, sikmişim polisi, bi ton borcum var benim’ dedi.
şarap var ama şimdilik.”
“güzel
demiş” dedi seçil.
“şarabı
da güzeldi” dedim.
refik
bi sigara attı bana. havada kaptım. tuncay resmine devam ediyordu. seçil şarabı
almaya mutfağa geçti. geri dönmüşlerdi. geri dönmüştüm. geri dönmüştük. ve
çalan telefon, bristolün alan koduna sahipti.. “bileti aldım. ilk uçağa
yetişicem, evi tarif edersiniz indiğimde, gelmenize gerek yok, bize bir şeyler
de getiriyorum gelirken.”
2.
gecenin
sonunda üçü de sızmıştı. refik ve seçil, çekyatın üzerinde, birbirlerine
sarılmış, tuncay ise tekli koltukta, ayaklarını sehpaya uzatmış halde kalmıştı.
telefonun çalmasını bekliyordum. sarhoştum. şarap sadece. tuncay tablosunu
tamamlamış sayılırdı, bana bıraktığı kısım duruyordu sadece, ve çekmemiştik.
bekliyorduk. bekletiyordu. ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum ama, benim de ne
yapmak istediğim belirsizdi. her şey belirsizdi aslında. işe mi gitmeliydim..
işe gitmeliydim aslında. dün gece de. ondan öncekisinde de. daha daha önceki
seferlerimde de.. es geçmiştim ama. hemen hemen her şeyi. delirmenin sınırında
durduğumu biliyor, buna rağmen kafamı toparlamak için çabalamıyordum. kimse anlamazdı.
o yüzden anlatmıyordum. seçile göreyse, kimseye anlatmadığım için, kimsenin
anlamayacağını düşünüyordum. bana, bir şeylerin yerini değiştirmemi teklif
ettiğinde dün gece, ne kast ettiğini çok iyi biliyordum, odadaki bir eşyanın
yeri bile olabilirdi bu, ya da cüzdanı artık sağ yerine sol arka cebe atmak. ya
da her şeyin giderek kötüye gittiğini değil de, kötüden geriye geldiğini. iyiye
doğru olmasa bile. somut değişiklikler, soyuta aks eder miydi bilmiyorum.
kafamı toparlayamadığım için mi odam dağınıktı. önce nerden başlamak gerek diye
sormuştu bana dün gece tuncay, ebesini siktiğimin herifi tablosundan
bahsediyordu ama onun söylediği her şey, başka herşeyle ilintili olabilirdi.
onunla konuşuyorsanız, geniş alanda düşünmeniz gerekiyordu, yaptığı ortalarda
top, kendi ceza sahasında ki adama bile gidebilirdi. sol ayağım ağrıyordu, yara
olmuştu, düştüğüm için, hem de birkaç yerden, sanırım bi gün önce ki gece
kanamıştı, ama hissedememiştim, “merhem sürelim moruk” demişti refik, “sikmişim
merhemi” demiştim. üzerine de tuncay, her zaman ki lakayt tavrı ile, “ben de
meryemi siktim” demişti, “ardından isa doğmadı ama.” ne demeye çalıştığını
anlayamamıştık ama, bakıldığı zaman bazen, aşırı seksist davrandığı
söylenebileceği halde, bir kadının incinmemesi için, kendi canını verebilecek
kadar, hassasiyetliydi. ve orada öylece sızmıştı işte, gece. son sözü, sızmak
üzereyken, ben ona seslendiğimde, “ben iyi biri değilim” oldu.
bi
sigara yakıp, balkona çıktım. telefonu da yanıma alarak. yoldan geçen insanlara
bakıyordum. işe giden insanlar. okula giden çocuklar. arabalar. bulutlar.
hafiften esen rüzgar ve ortaya çıkmamak konusunda inat eden güneş. telefon
çaldı ardından. “alo?”
“nerdesin
lan sen?”
“hiç
abi” dedim, “bilmiyorum”
“telefonun
niye kapalıydı gece”
“ben
de kapalıydım çünkü”
“gene
fazla mı kaçırdın piizi.”
“evet,
ama…”
“başka
şeylerde var bu kez de mi?”
“hı
hı” ve yüzümde patlarcasına bir cümle kurdu vardiya amirim, üstelik bunu laf
sokarcasına değil gülerek söylemesi, tokadın şiddetini arttırdı, bu amaçla söylenmemiş
olsa da onun tarafından..
“senin
yerine ben geçtim makineye oğlum, lan ara ara, saat bir oldu, iki oldu, yok”
ne
diyeceğimi bilemedim, sustum sadece, ve o ardından, her zaman ki iyi niyetiyle
“haber
verseydin bare” dedi, “akşama gelicen mi?”
“inşallah
abi”
telefonu
masanın üstüne koyup, yere bağdaş kurdum. sırtımı balkonun demirlerine
dayayarak, içeri, odaya, daha doğrusu henüz açılmamış ve belki de hiç
açılmayacak olan panjurlara bakıyordum. sigara bitince tazeledim. ne kadar
zaman geçtiğini bilmiyorum. bir ara yağmur yağmış. ayağa kalkıp yolların ıslak
olduğunu görünce fark ettim bunu. uyumamıştım ama. sigara üstüne sigara içmiş,
en sonunda biten paketi buruşturup ayağa kalkmıştım. kül tablosunda bir şaheser
yarattım mı bilmiyorum ama onu da elimden düşürünce, sağlam bir küfür ettim
kendime. sese uyanan seçil balkona koştu. “adamım ben toparlarım, sen git bi
kahve yap bize” dedi.
“herkes
beni idare ediyor” dedim ona.
“herkes
kim lan?” dedi.
“herkes
işte” dedim. “işyerindekiler, ailem, arkadaşlarım, siz.”
“bizi
karıştırma” dedi, eğer saydığın ve içinde kendini var etmediğin herhangi bir
kategoriye bizi de eklersen, külahları değişiriz”
“kukuletaları
değişelim” dedim. güldü ve gözleriyle mutfağı işaret ederek, “kahve” dedi.
“hadi”
odaya
girince, panjurları açtığını gördüm. “biraz ışık girsin kaparız” dedi,
“odayı
havalandırmak gibi yani” dedim
“ışıklandırmak
diyelim”
“hava
kapalı ama”
“onu
da açarız, eğer istersen kar bile yağdırabiliriz izmire”
“sigara
bitti” dedim.
“ben
alırım” dedi, “para kaldı mı?”
“yazdırıyorum
yahu”
3.
saat
sabahın sekizi olmuştu. ve hâlâ çalmamıştı lanet olası telefon. uçak düşer diye
endişe etmiyordum. özlem uçağın tuvaletinde intihar ederse, hastaneye
yetiştiremezler diyeydi, endişem. “bu kadar tedirgin olma, gelicek” dediğinde
seçil, ne için endişe ettiğimi de biliyordu, hepimiz endişe ediyorduk,
sürprizlere bayılırdı özlem, özellikle bu sürpriz kendi ölümü üzerine
kurgulandıysa, ve onca yıl, neden ölü taklidi yaptığını, sormayacaktım ona.
söyleyeceklerinden korkuyordum. ya da ağzıma sıçacağından. birkaç cümle içinde.
ona gitme dediğimde, ilk seferinde, fena kapışmıştık. kapışmamıştık aslında, o
birkaç şey söylemişti, beni yatıştıran, ben de susmuştum. gelicem, gider
gelirim. falan filan. sonrasında, temelli gideceğini söyledi, ve ben o gün, 2
saat boyunca, sustum. biliyor olmalısınız, tabii okuduysanız, en azından ben,
ne anlattığımı biliyorum, ne yaşadığımı da.
anlatmadığım
çok şey var. anlatırım belki. zamanla. hikayedeki ara boşlukları merak
ediyorsanız yani. ki sanmıyorum. bir kişi dışında hiç kimsenin umurunda değil..
olan biten.
ayağım
ağrıyor dediğimde seçile,
“sikmişim
ayağını” dedi refik, yatakta gerinerek, gözlerini açıp, “sana merhem sürelim
demiştim”
“ben
de sikmişim merhemi demiştim” dedim.
gülümseyip,
kafamızı tuncaya çevirdik. bir şeyleri sikme sırası ona geçmişti ama onun
gözlerini açıp bir şey söylemesi için önce bizi duyması gerekiyordu. yoksa
kaçırmazdı bu fırsatı. hepimizi gülümsetecek bir küfür sallar, ardından
hiçbirinizin anlamayacağı felsefesinden parçalar sunardı.
sahi,
herhangi biriniz, şu ana kadar olan bitenle ilgili, herhangi bir mantık hatası,
saçmalık, ya da iğretilik hissettiniz mi? ben çok hissettim. 31 bir yıldır
kusamadığım bir cenini taşıyorum zihnimde. ne büyüyor, ne ölüyor.
bi
üçlü sarmaya başladı refik, yataktan doğrulup. “akşama doğru anca gelir” dedi,
kardeşini kast ederek. “direk uçuş yok, biliyorsun, amsterdam üzerinden
geliyor”
“gelirken
bize bir şeyler getircem demişti, o yüzdenmiş demekki”
“bilmiyorum
da, on dakka içinde fikir değiştirdiğine göre, başka bir şey de olabilir,
içicen mi?”
“olur”
yakmam
için bana uzattı cigaralığı.. yaktım.
4.
yeşil
halılı odada oturuyorduk. ya da yeşil odalı halıda. ne fark eder? oturuyorduk
işte. tuncay da uyanmıştı. bir ara bi öksürük sesi geldi mutfaktan. ayağa
kalkınca ben, nereye gittiğimi sordu tuncay, “babama bakmaya” dedim, “baban
mı?” diyince refik, şaşkınlık içerisinde.. seçil’in ona uyarır gibi hafifçe
vurduğunu ve bana “tamam bak, gelirken de su kapsana ya, susadım” dediğini
söylersem, sizin de kafanızda bir soru işareti uyanır mıydı? ben de uyanmadı.
en azından o an. ve “neler oluyor” dediğimde de, pas vermediler. ve neler
olduğunu, şu an düşününce, o günlerden 44 yıl sonra yani, yetmiş beş
yaşımdayken, babamın benim yüzümden mi öldüğüne ya da benim herhangi birinin
yüzünden mi yoksa kendi manyaklıklarım yüzünden mi delirdiğime, hâlâ karar
vermiş değilim. iyileştim gerçi. annem öldü ve babam öldü ve abim intihar edip,
ablam şeker komasına girip çıkamadı, yiğenim evlenince, ben de bi başıma
kalakaldım bu odada, bu evde, bu salak hayatımın içinde bi yerlerde. sıkışıp
kaldım. ve ardından, eski halüsinasyonlarıma ya da halüsinasyon olduğuna
herkesi inandırdığım kendi gerçekliğime geri döndüm.
“baba”
dedim babama, mutfağa gidip, “bir şey lazım mı?”
“arkadaşların
mı geldi” dedi
“evet.
ama. yani. şey. sen.. onları…”
bingo.
ama bi saniye. nasıl yani?
kehanetimi daha
önce düşleyebilmiş miydiniz?
telaşla,
ve hızlıca, odaya dönüp
“defolup
gidin” diye bağırdım onlara, “hemen şimdi, hiç vakit kaybetmeden, tüm
eşyalarınızı ve yaşanmışlıklarımızı alıp, gidin”
“bizim
moruk iyice kafayı yedi” dedi tuncay, çünkü durumu idare etmesi için diğer
ikisi, kontrolü ona bırakmıştı, ve bunu da, yaklaşık olarak ben onları
kovduktan üç dakika 17 saniye sonrasında söyledi. hazır cevap joe’muz form mu
kaybediyordu yoksa durum sandıklarından ve sandığımdan ve sandığınızdan daha mı
karışıktı. “hâlâ anlamıyorsun de mi?” dedi,
“evet
anlamıyorum” dedim, “anlamak istemiyorum, böyle iyiyim ben, tamam mı? bu
yaşantı içerisinde, gayet iyiyim, neyin gerçek neyin hayal olduğu umrumda bile
değil artık, kayboldum, aramayın, beni bulamazsınız, düştüğüm yerde, kendimi
aramaktan vazgeçtim. hem annem gelicek birazdan. sizi burda görmese iyi olur.
uyucam ben. işe gidicem gece. defolup gidin”
“beraber
gidelim mi?” dedi tuncay, “ne dersin? senin o aptal kafana gerçek bir kurşun
sıkmamızın zamanı geldi hem. o işyerim dediğin çöplükte de hâlâ kafana dank
etmiyorsa gerçek, kafana gerçek bir kurşun sıkarız olur biter”
“harbi
mi” dedim, “yapsanıza öyle bir şey?”
“telefon”
dedi refik. “sessiz olun bi saniye..” açtı. “alo.”
“nerdeymiş”
dedim
“bi
saniye” dedi bana ve balkona çıktı sesini parça parça duyuyordum ve ben
duymayayım diye de sanıyorum tuncay yüksek seste bir şeyler zırvalarken, seçil
de balkona çıkamayım diye önümde dikiliyordu. anlam veremediğim o kesik
cümleleri şöyle tamamlamıştım o gün kendi zihnimde ve yanılmadığımdan emindim..
“gelmek
zorundasın.. bak.. ya anlıyorum tamam! ama.. ama, bak, bi saniye.. giderek
verebileceğin en büyük zararı vermişsin zaten adama tamam mı! gelmek
zorundasın.”
içeri
döndü refik. telefonu elime vererek, “hiçbir şey sorma bana” dedi, “dilersen
kendin ara, ama bana sorma.. tamam mı?”
numaraya
baktım. hala bristolün kodunu taşıyordu. yere çöküp, sehpadaki resmi
tamamlamaya başladım. bir yandan ağlarken. başım döndü galiba. geriye doğru
düştüm. sırt üstü. bayılmışım. kendime geldiğimde, odamdaydım ve saat gecenin
üçü müydü, ertesi günün üçü mü bilmiyorum ama, duvardaki saatin akrebi üçün
yelkovanı 5’in üzerindeydi. panjurları hiç açmadığım, üzerine örtülü olan
kapkalın bir perdeyi de bi gram bile oynatmadığım için, odamın rengi pek
değişmiyordu, ışık yanıksa aydınlık, kapalıysa loş veya karanlık.
ayağa
kalkıp diğer odaya geçme konusunda kararsızdım. onlarla mı karşılaşacaktım,
yoksa annem ablam yiğenlerim ve abimle mi? hiç ses de gelmiyordu. gerçeklik
algınızı tamamiyle yitirdiğinizin farkına varınca, algınızın gerçekleyebileceği
ve başkalarına doğrulatma şansınız olan her şeyi ret etmeye de
başlayabilirdiniz. ben öyle yapmıştım en azından. özlem kendini suya attığında
mesela. ve birkaç kişi onu kurtardığında. “adamım bak, ben gerçeğim” dediğinde.
şu an ise, neyin gerçek neyin halüsinasyon olduğu konusunda tekrar şüphe etmeye
başlamıştım. ve bu durum, öncekine göre daha da kötüye gittiğimi gösterirdi.
hastalık ilerlemiş, ve beynimde ki tüm ölü hücreleri de birer zombi haline
getirmişti. zihnimin koridorlarında, yaşayan ölülerin otuzsekizbininci
versiyonu çekilirken, kimden yana olacağıma ya da kimin ölü olduğuna karar
vermekte zorlanıyordum. dün geceden sonra, emin olabileceğim hiçbirşey
kalmamıştı geriye. bir kadın tarafından ret edilmiş, onun öncesindeyse çok
berbat bir şekilde yere kapaklanmış ama umursamamıştım yara bereyi. hemen ayağa
kalkıp eşofmanımı çıkardım. yaralar hâlâ duruyorsa o gece gerçekten düştüğüm
anlamına gelebilirdi. ama.. ya da bu hâlâ, halüsinasyondan yaralarımı gördüğüm
anlamına da gelebilirdi. olsun. yine de deneyecektim şansımı. kalktım. ve
kalkar kalkmaz halıya düşmem bir oldu. başım hâlâ dönüyordu. sese gelen annem,
ya da seçil, seçil annem miydi, annemi seçil olarak mı görüyordu zihnim,
psikozun yoğun halinden çıkamamış mıydım yoksa gerçekten seçil mi gelmişti
odaya, bilmiyorum. geldi işte. biri geldi. ışığı yakıp yanıma yattı. “hepsi
geçicek, sakin ol, tamam mı? seni seviyoruz”
“hı
hım”
tekrar
uykuya daldım.
4.
eski
zamanların birinde. ikinci psikozumda. yani 2009 yılında. ablam üzerime çıkmış,
omuzlarımdan beni yere bastırıyorken, annem olan bitenlere uflayıp tıkanıyordu.
babamsa diğer koltukta kaygılı bir şekilde yüzüme bakıyordu. ve bana göre,
annem kurban edilmemi isteyen şeytan, ablamsa boğazımı kesmeye çalışan kabildi.
babamsa tanrı.
tabii
bunları zihnimin uydurduğunu, olanzapin etkili bir atraksiyonu içtikten sonra
fark ettim. ama şu an, ne ilaç almak ne de bir psikoloğa görünmek istiyordum.
gerçek dünyaya dönmekten daha çok korkutan hiçbir şey yoktu beni. gerçeği merak
etmiyor, öğrenmeyi de arzulamıyordum. üçüncü psikozda mıydım? ya da
birincisinden hiç çıkamamış mıydım? ya da sadece başkalarına psikozda olduğumu
söylediğim zamanlarda mı gerçeğimi yaşıyor, çıktığıma inandırıldığım vakitlerde
mi gerçek psikoza giriyordum. bilmiyorum. yani bilmiyordum. şu an, bu hastane
bahçesinde, 75 yaşında bir adam olarak, size her şeyi anlatıyorsam, henüz tüm
detaylarıyla olmasa bile, anlatıyorsam, bu, öğrendiğim anlamına gelebilir.
gelebilir değil, geliyor, kesin ve net olarak. ama o günlerde, ve daha
öncesinde, ve daha sonrasında, seçil’in baştan sona haklı olduğu tavsiyeyi
kabul etmeseydim, şu an kardiyoloji bölümü yerine akıl hastanesinde yatıyor
olurdum. “x ve y’nin yerini değiştirmek aklına gelmiyor hiç”
reincarnated
1.
soracak
olursanız eğer, neden başlıklara, ingilizce isimler verdiğimi, bunun bir
açıklaması yok. ama hoşuma gidiyor. matrix’in ‘re’ ile başlayan eklere bölünüp
devam ettiği vakitlere nazire yapmıyorum. ama eğer hayatınızda, on dakikalığına
bile psikoza girmiş olsaydınız, ve materyalist açıklamalardan bi haber
bilginizle, konuya odaklansaydınız, makineye bağlı bir fanusun içinde
yaşadığımızı deklare eden felsefeye gıpta ile bakardınız. işin gerçeği ise,
makineye bağlı birer fetüs olduğumuz.. ah kapitalizm vah kapitalizm.
işe
gittim o gün gece. ama size bundan bahsetmeyeceğim. geri sarıcam bandı. epey
geri. ama sarmadan önce, şunu söyleyerek, arda kalanı tahmin gücünüze paslamayı
düşünüyorum: özlem’le telefonda konuşan refikti. her iki seferinde de. ve ilk
konuşmasından sonra, çalan telefon, benim telefonumdu, gelen çağrı değil, mesaj
tonunda ötmüştü, açtığımda, “bileti
aldım. ilk uçağa yetişicem, evi tarif edersiniz indiğimde…” zırvasını okumuş,
ertesi günse refik’in balkonda bana çaktırmadan konuşmasına şahit olmuştum.
geriye döner mi? ne dersiniz? biz geriye dönsek? beş yıl öncesine? “5 yıl
önce.. karşıyaka’da bir evdeyim..” hatırladınız mı? yok hayır, düşününce, ve
bunları anlatırken içinde bulunduğum zaman dilimini referans alıcaksam, 57 yıl
önce şeklinde başlamalıyım. ama ben 13 yıl önceydi diye başlamayı tercih
ediyorum. 57 çok uzak görünüyor gözüme. 2001 yılı şubat ayıydı desek? çok
susuyorsun sevgili okuyucum, çok..
2.
2001
yılı şubat ayı. karşıyakada bir evdeyim. ev üçüncü katt… ezberleyemediniz mi
hâlâ? ben sıkıldım artık, tekrar etmekten.. geçelim..
refik
bir üçlü sarıp seçil’e uzattığı sırada, kolumu özlem’in boynuna atıyorum,
kendime çekmek için. o ise üfleyip, ayağa kalkıyor. odanın kapısını açıp
çıktığında özlem, seçil’le göz göze geliyorum. gözlerini kısıp, dudaklarını
birleştirerek içeri çekiyor. tarif edebildim mi o hareketi? yani duyguyu?
yeteneksiz bir yazardan ancak bu kadarı çıkar. idare edin. devam ediyorum. siz
devam etmeyecek olsanız bile, okumaya, buna mecburum. başka çarem yok. şu an
yaşadığım hayatı düşünecek olursak, 3 saat uykuyla duran ve bir saat sonra gece
vardiyasına gidicek olan yazarınız.. şşşt, gerçekliği öldürme..
gerçekleşebilecek hiçbir şey kalmadıki, ya da hepsi gerçek..
içeri
döndüğünde, boş olan tek koltuğa geçti özlem. refik o sırada, “sikerim böyle
hayatı” diyerek kalktı ve çıkıp gitti.
“bişey
söylesene be” dedi özlem. iki saattir tek satır konuşmamıştım ve sabahın
köründe bristole gidicek olan uçağa bir bileti vardı. bu sefer brüksel
üzerinden.
“ben
yukarı çıkıyorum” dedi seçil, ve çıktı. ve bugüne kadar kaçtığım gerçeklikle
yüzleştim.. beni seviyordu. ama istemiyordu. benimle beraber batmak
istemiyordu. yani daha doğrusu benim batmamı istemiyordu. ilk sigaramı onunla
içmiştim. ilk hapı ondan arakladım. sonra benim, onu hayatta tutmak istemem
karşısında, bunu ret edip, kendi kendine batmaya gitti. sonra da bir gün,
gecenin köründe, arayıp, “ölmeye ihtiyacım var” dedi ve ardından abisi ile
öldüğü haberini gönderdi bana. ve daha sonra, zihnim, bu stresi kaldıramadığı
için, onun ölmediğine, çünkü aslında hiç yaşamadığına, ve bir halüsinasyon
olduğuna inandırdı beni.
ve
şimdi. 2013 yılının eylül ayında. havaalanında. inecek olan uçağı bekliyorum,
camekandan aprondaki işçilere bakarken.
o
gün ise, yani o sabah, 2001 şubatının sabahı. bana sezdirmediğini düşünerek
kalktı yataktan. uyumuyordum. uyumuyordu. konuşmuyorduk. yatıyorduk öylece.
sarılmamıştık bile. aynı çekyatta yanyana ve sırtı üstü uzanmış tavanı
izliyorduk. sadece kırmızı ve ışığı az olan gece lambası yanıyordu. loş tavan.
loş oda. loş hayat. loş aşk. benim uyumadığımı biliyor muydu, ya da uyandırmak
istemedi mi, kalksaydım, neler olabilirdi, bilmiyorum. kalktı o. üzerini
değişip, dün geceden hazırladığı çantasını da alarak.. ve evden çıktı.
ve
eve girdik. 2013 yılının eylülündeyiz tekrar. mutlu bir tebessüm vardı yüzünde.
acı bir tebessüm de olabilirdi aslında, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum, o,
uçaktan indiğinde. valizini bekliyordu. gözgöze geldik. oraya girmem yasaktı.
bekliyordum. şut altında ki elemanlar onun valizini atmamıştı hâlâ. kayan bant
dönüyor, ama o valizlere arada bir bakıyor, genellikle yüzü bana dönük bir
halde, gülümseyerek ve elini nereye koyacağının şaşkınlığında kendi yanaklarına
ve dudaklarına dokunarak, ya da saçını kaşıyarak, zaman öldürüyordu. çocuktu
hâlâ. hiç büyümeyecekti. beklemekten vazgeçip bana doğru gelmeye başladı. “seni
çok özledim adamım” diye bağırarak üstelik. herkesin içinde. sarıldı. sarıldım.
saçları eski canlılığındaydı. siyah düz uzun. gözaltlarındaki onu ele veren
morlukları kaybedememişti hâlâ, ama kolundaki jilet izleri kaybolmuştu, uzun
zamandır devam etmiyordu anlaşılan, kendi bedeni üzerine açtığı tünelin
inşaatına, ya da o konuda da beni kandırmıştı, şakacıktan.
“gidelim
hadi” dedi, “daha çok sarılırız”
“valiz”
diye sordum..
“yok
oğlum” dedi “ne valizi. mahsusçuktan bekledim”.
3.
bir
şey söyleyeceğim. ben parçalar halinde anlatırım. onu bütünselleştirecek olan
sizsiniz.
anlatmadığım
bir şey daha var. geçmişe dair. tuncay’ın geçmişine. onun bana anlattığı.
bir
keresinde.. 2000 yılının kasımında sanırım. onunla evde yalnızdık. alsancaktaki
evde. hani şu refikle beraber kaldıkları. o kadar karışık anlatıyorum ki, bu
yüzden ek açıklamalara gerek duyuyorum, anlamanız için. hoş anlayıp anlamamış
olmanız umrunuzda mı bilmiyorum. benim umrumda mı, orası tartışılır. nerden ve
kime baktığıma göre cevabı değişebilecek bir soru bu. ve bazen, kullandığınız
bazı kelimeler, anlatmak istediğiniz şeyin içine edebilir, ‘seni iterdim’ gibi
mesela. söylemeye çalıştığınız şeyle söylediğiniz şey arasındaki uçurumu, köprü
vaziyeti görebilecek hiçbir açıklama birleştiremez.
ne
diyordum? tuncay. 2000 kasımı. alsancaktaki ev. seçil ve refik dışarda bi
yerlerdeydi o sıralar. özlem’in ise bristole ilk gidişiydi. ıskalamanızı
istemem, sonra tekrar gelip, uzun uzun uzun bir süreliğine ikinci kez gitmişti.
daha önce anlattığım şeyleri tekrar etmemi istemiyorsanız, hatırladığınıza
inandırın beni..
vakit
akşamüstü. hava yağmurlu. evdeyiz. tricky’in maxinquaye’sini döndürüyoruz oda
sıcaklığında. türbülans’a yakalanan zihnimi, cigaradan bir öpücük daha alıp
sakinleştiriyorum.
“neden
böyle” diyor tuncay
“ne
neden böyle” diyorum
“sen
hep susarsın” diyor “bense çok konuşurum”
“az
önce sorduğun neden sorusu bu muydu abi” diye soruyorum, emin olmak için
“hayır”
diyor, “yeterince içmiyorsun biliyor musun?”
“yeteri
kadar içtiğimi nerden anlayabilirim?”
“neden
anlayasın ki, duracak mısın o noktada?”
“durmazsam
nolur?” diyorum, basit bir şekilde
“sızarsın
işte” diye yanıtlıyor, “ama bir süre sonra, tüm toplanmalarda, tüm arkadaş
sohbetlerinde, dışarda ya da evde, ya da orda ya da burda en çok içtiği halde
en önce çakır keyif olan ama en son sızan sen ve en erken ayılan sen olursun,
ne demeye çalıştığımı anlıyor musun?”
“hayır
abi” diye yanıtlıyorum, henüz 18’inin sonlarında bir çırağım
“demeye
çalıştığım şey şu” diyor ve iki dal sigara daha kırıyor önündeki sehpanın
üzerindeki kitabın üzerine.. ardından ölümüne doğru koşsa da hâlâ yaşayan
dalgadan derin bir nefes alıp bana uzatıyor “öldür”
“dinliyorum
abi” diyorum, dumanı ciğerlerime davet etmeden önce.
“sorun
şu ki” diyor, “kendi zihnimin içinde dolanan, ve hiç kimseye anlatmamaya karar
verdiğim yığınla kelime dolanıyor. kemirgen kelimeler. yiyip duruyorlar beni.
ve anlatırsan kurtulacağını sanırsın böyle durumlarda. yani insanlar öyle
sanır. yarıyor da olabilir belki, kimilerinde, bilemiyorum, ben, kendi
üzerimden anlamlandırabilirim hayatı. anlattığım zamanlarda oldu, şüphesiz. ama
o aptal bakışlar karşısında, kendimi aptal gibi hissetmeme neden olan sabahlara
uyandım. ‘neden anlattım ki’ kaygısı mı, ya da ‘nasıl anlamazlar ki’
şaşkınlığı, bilmiyorum. ve artık, kendimi frenliyorum moruk, hiçkimseye bi
sikim anlatmıyorum aslında, çok konuştuğum halde üstelik, refik dışında kimse
bilmez içimden geçeni, o iki kancık da dahil buna” burada duraksıyor, çünkü
özlem ve seçil’e kancık diye hitap etmesinden rahatsız olduğumu fark ediyor
olmalı, o ise rahatsız oluşumdan rahatsız oluşunu hissettirdi bana. elindeki
çakmağı duvarda patlatıp, “kime ne anlatıyorum ki” dedi, “refiğe götün teki
desem gene mi alınacaksın sen?”
“alınmadım
da abi” dedim
“neyse
siktiret” dedi.. ayağa kalkıp mutfağa giderken, nereye noldu diye sorduğumda
gelcem yanıtıyla yere düşmesi bir oldu. sert bir düşüş değildi ama eli
kanıyordu. nerden kesildiğini anlamadık. avcunun işaret parmağına doğru olan
kısmı. bir peçete buldu nerden bulduysa darmağınık odada. ve geri dönüp yerine
oturdu bi süre yerde kaldıktan sonra. peçeteyi eline bastırmıyor, peçetenin
değişik yerine kanayan yeri dokundurup çekiyordu, yirmi yirmibeş kez bunu
yaptıktan sonra peçeteyi açtı ve “bayrağımızı beğendin mi?” dedi, “nereye
asalım?”
“bilmem”
dedim
“beğenmedin
mi lan amcık doğru söyle” dedi, “üzerindeki kan benim diye kıskandın mı yoksa,
beğenmeyişinin asıl nedenini irdeleyelim hadi”
“abi
sen bişi anlatıyordun” dedim
“sen
de merak etmiş numarası yapıyordun” dedi
ve
size, tuncayla ilgili anlatacağım şey bu işte. daima yaptığı şey. kavga
çıkarmak. ben oltasına gelmiyorum diye kızıyor olabilirdi, ama o gün, farklı
bir şey oldu, tepkimi ölçmek için söylediğini söyledi, kancık kelimesini,
sonra, ardından, bayrağımızı, yani kanlı peçeteyi, buruşturup çöpe attı ve
“kadınlarla şu peçeteyi eşleştiren heriflere tecavüz edilen bir film çekesim
var” dedi, “müziği değiştirsene”
“ne
açayım”
“bilmem,
başka bir şey”
kalkıp,
sessizliğe boğdum fonumuzu.
odanın
içinde sessizce oturmaya başladık. on beş dakikaya yakın, dışarıdan gelen
yağmurun ve arada bir gürleyen göğün sesini dinleyip, bekledik öylece. bir şey
söylesem ne cevap vereceğini bilmiyordum ama konuşmak istediğim çok şey vardı.
konuşmuyordum ama. o zamanlar, hiçkimseyle, ve nerdeyse hiç, konuşmuyordum, bir
noktaya kadar, belli bir promile kadar diyelim. sonra,
“abi”
dedim, bir şeyler söylemek için, durdum,
“yağmur
neden yağar biliyor musun” dedi,
“az
çok” dedim
“anlat
o zaman”
“nasıl
yani” dedim
“anlat
lan işte, abi dediğinde söyleyeceğin şeyi anlatmandan daha iyidir”
“ne
anlatacağımı biliyor musun” dedim
“sen
nasıl anlatacağını biliyor musun” dedi
“neyi”
dedim şaşkınlıkla sanki kendi anlatacağım şeyi soruyormuşum gibi
“neyi
değil kime diye sorucaksın” dedi ve cüzdanından bi kağıt çıkardı. bi telefon
numarası. ama hiçbirimiz telefon kullanmıyorduk.
“numara
bu” dedi, “ara, ve bir şeyler saçmala”
“telefon?”
“bakkal?”
kalkıp
evden çıkmaya hazırlanırken, gelirken sigara migara da al dedi ve “gel ama olur
mu, kafayı duvara filan vurayım deme yani, vuracaksan da bu odadaki duvarlara
vur”
hiçbirşey
anlamamıştım elbette, ve söz konusu telefon numarasının onunla mı yoksa benimle
mi ilgili olduğunu bilmiyordum. ya da telefona kimin çıkacağını. merdivenleri
koşar adımlarla indiğimi biliyorum sadece. inerken de iki üç kez kusma
tehlikesi yaşadığımı. neyseki merdivenleri kirletmeden, ama sokağın ortasında
az biraz öğürürken refik ve seçil’le karşılaştım. elimdeki kağıdı gören refik,
“gel oğlum” dedi, “tuncay’ın oyunlarına alet olma”
“ne
oyunu abi ya” dedim
“gel
anlatırım evde” dedi ama ben yine de
“yok
abi epey ciddiydi ya, bi arayayım” dedim.
seçil
“bırak gitsin, gitmesi daha iyi” dediyse de refik buna izin vermedi ve hep
beraber bakkala gidip ekmek sigara kahve falan alıp, eve çıktık.
4.
taksiyle
gidelim dedimse de ikna edemedim özlem’i. bu arada, 2013 yılının eylülündeyiz
tekrar. hani özlem’i havaalanından almıştım. hatırladınız mı? öncesinde ne mi
olmuştu? ne kadar öncesinde? acele yok..
taksiyle
gidelim dedim ona, bir an önce evde olmak mı istiyordum, yoksa o insan
kalabalığını tek şoförden ibaret mi kılmak yol boyunca, bilemiyorum.
“izbanla
gidelim” dedi
“olur”
dedim, hiç itirazsız, eski günlerdeki gibi.
turnikelerden
geçerken elimi bıraktı, ama sadece turnikelere geldiğimizde, ve tek kişinin
ittirip döndürerek geçebildiği şu demir çubuklara ikimizi birden girip geçtik,
güvenlik görevlisinin şaşkın bakışları eşliğinde bunu yaptık ve ardından tekrar
elele tutuşup yürümeye devam ettik. uzun bir yol vardı havaalanından izban
durağına kadar. bilmeyenler için açıklayalım, izban, izmirde ki hızlı trenlere
verilen isim.
yol
boyunca nerdeyse hiç konuşmadık ve daha en başında aldığım bir karar vardı. ona
neden gittin, ya da bunca zaman nerdeydin, ve buna benzer sorular
sormayacaktım. cevabını bildiğim sorulardı bunlar ve bir de ondan dinlemek için
sormuş olmak, üstelik bunu, çaktırmamaya çalışarak yapmak, iğrenç bir tavır
olucaktı. ama bir tavır, kendinize göre gerçekte ne kadar iğrenç olursa olsun,
beyin hücrelerinizi kemirip iliğinizi emen bir şüpheden kurtulmak için
takılınabilir de, zaman zaman.. ve ben aslında, gerçeğe dair, azın azına dahi
vakıf değilim. hiçbir konuda hiçbir şey bilmiyorum ve bunu büyük harflerle dile
getirmekten kaçınmadım hiçbir zaman, buna rağmen bilgiçlik tasladığım zamanlar,
gerçeği dile getirdiğim zamanlara oranla daha fazladır. çünkü etrafımızda, o
ukalaca olan küstahlığı takınmamızı hak eden o kadar çok mahlukat var ki, başka
türlü uzaklaştıramıyorsunuz onları yanınızdan. ama bunun konumuzla ne alakası
var, öyle değil mi? neyin konumuzla alakası var ki allah aşkına, söyler
misiniz, konu neydi ki hem? he tamam, güzide bir aşk ilişkisi, siz öyle sanmaya
devam edin..
yol
boyunca nerdeyse hiç konuşmadık ve o sürekli camdan dışarı bakıyordu, arada bir
göz göze geliyorduk, bana işaret ettiği bir şeyler olduğunda. aslında cümleyi
şu şekilde de kurabilirdik: yol boyunca
nerdeyse hiç konuşmadık ve ben sürekli ona bakıyordum, arada bir göz göze
geliyorduk, bana işaret ettiği bir şeyler olduğunda. hatta bu cümleyi özlem
kurmuş olsaydı şöyle de diyebilirdi: “yol boyunca nerdeyse hiç konuşmadı, ve
sürekli bana bakıyordu, bense camdan dışarı, onunla sadece dışarıda gördüğüm
bir şeyleri işaret ettiğimde göz göze geldim.”
tek
bir cümlesiyle bile, karakterinizin olay yerine bakış açısını net olarak
okuyucuya verebilirsiniz aslında. ve bunu o aptal yazarlık kurslarında
öğretemezler.
evet
hiç konuşmadım. izledim sadece. ineceğimiz yere gelene kadar, sonra tuşa
bastım. sonra kapı açıldı. ve kalan yolu otobüsle mi yoksa yürüyerek mi gitmek
istediğini sordum, istasyondan çıktığımızda.
gitmek
istemiyordum aslında dedi
ve
benim şapşallığım üzerimdeydi, anlamadığımı söylediğimde
13
yıl önce işte dedi, gitmek istemiyordum aslında, yani herhangi bir yere gitmek
isteseydim de yalnız gitmek istemezdim.
bunu
evde konuşalım mı dedim ona yürüyelim istersen ha?
hayır
evde de konuşmayalım yürümeyelim de ilerde bi park vardı demi?
evet
şirinyer parkı var
orda
oturalım mı biraz
olur
gidip
parktaki bir bankta oturduk.
hiç
eşya almamışsın dedim ona
yazdığın
her şeyi okudum dedi
ne
zaman diye sorduğumda ne önemi var şeklinde bir karşılık aldım bilmiyorum bir
önemi var mıydı yeni mi okumuştu o yüzden mi gelmişti ya da başından beri takip
ettiği için mi gelmek istememişti ki onun hakkında bugüne kadar tek bir kötü
satır yazmamıştım hissetmemiştim çünkü onun hakkında tek bir an kötü bir şey
hissetmemiştim kendimi kötü hissetmiştim daha çok hepsi bu noktalama
işaretlerini bile anlamsızlaştıran aşk
eve
geldiğimizde. yani 2000 yılının kasımında.. seçil ve refik ile. hani tuncay
beni bakkala bir numarayı aramam için gönderdiğinde. refik de bana tuncay’ın
oyunlarına alet olma dediğinde. ve eve geldiğimizde..
tuncay,
“naptın” dedi, “aradın mı?”.
“aramadı”
dedi refik, “sen arasana..”
“siz
neden bahsediyorsunuz ya?” dedim “kimin numarası o?”
“hiçkimsenin
değil” dedi seçil, “yanlış numara. hem sen açınca ne demeyi planlıyordun ki?”
“hiç
bilmiyorum”
“merdivenleri
inerken düşünmedin mi?”
“kimi
aradığını düşünüyordun” dedi bana tuncay, o bildik ve emin tavrıyla.
“kimseyi
aradığını düşünmüyordu” diye benim yerime konuştu refik, “tuncay da kimseyi
aramayı düşünmediğine göre, mesele kapanmıştır, bira aldık, susup bi film
izleyelim”
“film
izlemiyoruz” dedi tuncay, “ben bu çocukla konuşuyorum, siz de evden
gidiyorsunuz”
“hiçbir
yere gittiğimiz yok, sen de kimseyle konuşmuyorsun, kendinle konuşmaktan
korktuğun şeyleri başkaları üzerinden çözmeye çalışmaktan vazgeç artık”
“kimi
aradığını düşünüyordun” diye yineledi tuncay ve işaret parmağını ağzına götürüp
diğer ikisine susmaları emrini verdiyse de seçil
“özlemi
aramak senin için bu kadar zor mu tuncay, hayatın boyunca bu açmazınla ayda
birkaç günümüzü heba etmenden daha mı zor?” dedi
“özlem’in
numarası mıydı o, ama o yurtdışında değ…” ve tüm flaşlar bu noktada ardı ardına
patladı. söz konusu özlem, bizim özlem, yani benim özlem, yani refik’in kardeşi
olan özlem, değildi. bu, tuncay’ın bir zamanlar beraber olduğu, sonra terk
ettiği ya da edildiği, -bu kısmını o an anlamadım, siz de şu an anlamayın, her
şeyi beraber benim öğrendiğim zamanlarda öğrenelim-, bir hatunun numarasıydı.
aslında onun numarası değildi. kafadan salladığı bir numaraydı bu. beni test
ediyordu sadece. özlem’in, yani tuncay’ın özlem’inin numarası hafızasına
kazınmıştı, belki değişmiş de olabilirdi ama bir numara vardı aklında işte. ama
bana verdiği numara ile sadece beni test ediyordu. çünkü benim aklımdan, bir
anlığına bile geçmiş olsun, ki geçmedi değil üstelik bir anlığına da değil,
merdivenleri bile aklımda bu düşünce ile kat etmiştim, belki de yurtdışına
gitmedi, belki de başka bir şehre, ya da yaşadığımız şehir içinde başka bir
ilçeye, ya da ya da ya da’ların sonu kapıda seçil ve refikle karşılaşana kadar
kesilmemişti. ve ben arayacaktım. deneyecektim en azından. kafamda bu kuruntu
ile numaraları tuşlayacaktım. çünkü özlem, giderken, ararım seni demiş ama
sonrasında beni bir daha aramasın diye haber göndermişti ve benim sorucak
sorularım vardı çünkü giderken dönerim bir aya dönücem diye gitmişti ki gerçi
dönmüştü ama sonrasında işte bir kere daha gitti ve şu 13 yıl sonra geldiği
zamana kadar dönmedi ve sadece birkaç kez telefon açtı. sarhoş telefon
konuşmaları. tartışmalar ve telefonu yüzlere kapatmalar.. tuncay’a
gelirsek, o, hiçbir zaman aramamış,
üstelik ilk birkaç seferde onun özlemi onu aradığında telefonu açmamıştı.
sonrasında refikle beraber bir daha telefon edinmemek üzere birlikte
telefonları körfeze fırlatmışlar –bu tuncayın fikriydi- ardından işte o gün, o
sabah okula gittiklerinde, seçille tanışmışlardı. o günlerde özlemde amerikadan
türkiyeye, abisinin yanına gelmişti. bunlar, benim onlarla tanışmamdan önceki
hikayeleri. o yüzden birinci ağızdan anlattığım şeylere odaklansak iyi olur.
şahidi olduğum şeyleri, yarım ve eksik ve kulaktan duyma hikayelere tercih
ediyorum. ne diyordum? çok mu karıştı.. özlem’le parkta oturuyorduk en son..
ileriye dönelim.. geleceğe..
5.
özlemle
parkta oturuyoruz ve o bir sigara isteyip, yanıma aldığım tek eşya bu diyerek
bir çakmak çıkartıyor cebinden, “çırılçıplak bile gelebilirdim aslında ama buna
izin vermezlerdi zannediyorum ki hem senin o an tepkinin nasıl olabileceğini
tahmin edebiliyorum, her neyse, bu eşyaları da atıcam. çakmak kalsın ama de
mi?” güldü ve sarıldı ve bana sarılmış haldeyken başımın yanından elindeki
sigarayı dudaklarının arasına götürüp yaktı. ardından çakmağı gördüm.
hasiktir
dedim, birkaç kez tekrar ettim bunu, hasiktir hasiktir hasiktir.
sigarayı
ağzıma götürdü. bi nefes aldım. manyaksın dedim ona. güldü
“seni
o sabah bu yüzden uyandırmadım işte, çakmağını çalmak için” gülüyor muydu
ağlıyor muydu, ya da gülmesi az sonra ağlamaya mı dönüşecekti, ya da ağlaması
gülmeye mi dönüşmüştü, karar vermek olanaksızdı, ve bahsettiği ‘o sabah’ benim
de az önce yukarlarda bi yerlerde bahsettiğim o sabahtı. sırt üstü uzandığımız
ve sabaha kadar uyumadığımız. konuşmadan. sonra da gitmişti işte..
çakmağın
pek bi özelliği yoktu aslında. sadece o, üzerine, bir şeyler çizmişti,
kazımıştı demek daha doğru olur. hepsi bu. ve beraber kullanıyorduk. her şeyi
beraber kullanıyorduk gerçi. hatta her şeyi beraber yapmak için aramızda gizli
bir antlaşma varmış gibi davranıyorduk.
oysa bu antlaşma, bir zaman sonra, onun gitme üzerine kararsızlıkları
baş gösterdiğinde inatlaşmaya dönüşmüştü. şimdiyse.. belirsizlikler
silikleşmeye başlamıştı..
“seni
o sabah bu yüzden uyandırmadım işte, çakmağımızı çalmak için”
“uyumuyordum”
dedim
“biliyorum”
dedi, “boşver. kafamızda ki geçmişe dair olan soru işaretleri öylece kalsın..”
“benim
kafamda bi soru işareti yok” dedim, “virgül var, üçnokta var, ama soru işareti
ünlem filan yok”
“sorun
yok o zaman”
“sorun
da yok”
“gidelim
mi?”
“olur”
“önce
bi öpücük”
öpüştük,
öpüştük, öpüştük ve kalkıp, eve doğru yürümeye başladık, sarmaş dolaş, el ele,
birbirimizi öperek arada bir, ve gülümseyerek birbirimize..
18eylül2013