lost in the cliff
işten yeni gelmiştim. gecenin birinde. oldukça yorucu bir
gün ve haftaydı. hemen yatıp uyumak istiyordum. odama girdiğimde, seçil’i
buldum karşımda. “seni bekliyorum saatlerdir adamım” dedi.
“bir yıl oldu” dedim, “ne saatleri. yoksunuz ortada.”
“olur öyle” dedi, “hadi kalk gidiyoruz.” kalkıp, evde
giydiğim eşofmanımı çıkarıp diğerini giydim. nereye diye sormadım. hazırlandım
sadece. o beni dışarda bekleyeceğini söylemişti. kapının önünde. evden
çıkarken, anneme izmarit’le buluşçam dedim, bucadayım, geç kalkmam. alkol
almıcam.” annemi teskin etmek için kuruluş sihirli kelimelerdi bunlar. başka
türlü başa çıkamıyordum kendisi ile. 35 yaşında hala annemin otoritesi ile baş
etmek zorunda kalıyordum. aşırı endişeliydi her konuda. sadece benim için
değil, her konuda. ama ona psikiyatriste çıkalım diyemezdim. bi kez ablama
dedim bunu, tartıştık. söz konusu ailede, tek hasta ben olmalıydım. fazlasını
kaldıramıyorlardı. her neyse, seçil’i elinde iki sigarayla buldum. yanık. biri
benim içindi. yürümeye başladık. nereye gittiğimizi bilmiyordum. üç dakika
sonra anladım. sığınağıma. 17 yıllık sığınağım. buca eski tren istasyonu.
giderken, “para var mı üstünde” dedi, “şarap alalım.”
“var ama bi süre içmemeye karar verdim” dedim. “psikozum
tetikleniyor bu aralar, biliyorsun.”
“bişicik olmaz” dedi, “beşincisine girersin psikozunun olur
biter. girer çıkarsın. girer çıkarsın.”
“o değil mesele” dedim. “işimi kaybetmek istemiyorum. bu
yüzden.”
“o halde paso ekip durma. şarap istiyorum ben.”
“sana alayım o zaman” dedim.
“ikimize de canım.”
“peki. tütün var mı?”
“var var.”
beni bakkalın önünde bekledi. girip iki şişe bir buçuk
litrelik aldım markasına bile bakmadan. anca keserdi. biri ona biri bana.
oturduk. banklara. karanlıktı sığınağım. ve neyseki kimse
yoktu. genellikle kimse olmazdı zaten. ne insan ne araba. ne de ışık. belki
bazen bir iki kedi.
oturduk. şarapları açtı o. ilk yudumdan önce iki sigara
sardım. sigara güvende hissetmemi sağlayan bir şeydi. saatlerce içmesem bir şey
olmazdı ama içmek istediğim anda yanımda bulunmalıydı. o yüzden yedeksiz
çıkmazdım asla.
“anlat” dedi, “gene noldu?”
“yok bi şey” dedim, “bundan bahsetmeyelim. refik napıo.”
“iyi” dedi, “neden geldim sanıyorsun?”
“neden gittiğini bilmiyorum ki” dedim.
“sen de gittin ama” dedi, “bir yıldır ortalıkta yoktun.”
“evet” dedim, “işleri zack’e teslim etmiştim.”
“o nerde?”
“gezegenine gitti gündüz. uzun bi süre gelmez. kafam rahat.”
zack’in gezegeninde hiçbir şey yoktu. ne herhangi bir insan,
ne de hayvan. bitki bile yoktu. sadece taş ve kum. bazen oraya gider ve
günlerce gelmezdi. ben de kafamı dinlerdim.
“iyi bare” dedi. “sen napıyosun?”
“hiç” dedim. “iş güç. fanzin ve fabrika.”
“fanzin fabrikası.”
“ehehe.” dedim. “tuncay napıyo?”
“iyi” dedi. “bak bi kez daha sormucam. noldu?”
“sen anlat” dedim.
“soru işaretleri olmasın” dedi, “canını sıkan?”
“olabilir” dedim, “bilirsin, sevmem soru işaretlerini.”
“bu yüzden her birini bir ünlemle tamamlamak ister ama
yapmazsın.”
“boşuna soru işareti ünlem demedik fanzinin adına” dedim.
güldü. şarabından bi yudum aldı. ben de ikişer sigara daha sardım. bi süre
sessizce oturduk. yaklaşık yarım saat kadar. bu süre içinde defalarca göz göze
geldik. her seferinde, gülümseyerek göz kırptı bana. ardından, “özlem napıyo”
diye sordum.
“iyi” dedi. “hala anlatmıcak mısın?”
“hiçbir şey bilmiyorum ki” dedim, “neyi anlatayım.”
“olan biteni” dedi.
“biliyorsun zaten” dedim.
“bi de senden dinleyelim” dedi.
“geçelim. sen napıyosun?
“iyiyim” dedi, “bi yere gitmicem uzun süre merak etme. bi
süre sendeyim. gerçi odandaki diğer yatağı kaldırmışsınız ama.”
“eskimişti” dedim. “attılar.”
“beraber yatarız artık.”
“sırt sırta.”
“aha güzel fikir. bi özlem değilim gerçi ama.”
“onu çok özledim” dedim.
“o da seni” dedi. “ama biliyorsun. yani. bilmiyorsun da.”
“bilmiyorum” dedim. “hiçbir şeyi bilmeyen bir fareyim ben.”
“kedilere dikkat et o zaman” dedi.
“kedilerle aram iyi” dedim. “canımı sıkan insanlar. hiçbiri
beni evine alıp besleme taraftarı değil.”
“ya biz?”
“siz sürekli gidiyorsunuz.”
“geri de dönüyoruz ama.”
“benim kalıcılığa ihtiyacım var.”
“sen de kalıcı sayılmazsın” dedi, “bir yıldır yoktun
ortalıkta.”
“işleri zack’e devrettiğimi söylemiştim. ve o sıçıp
batırdı.”
“neden anlaşamıyorsun onunla?”
“bak bunu biliyorsun tamam mı?” dedim, bağırıyordum. “her
şeyi biliyorsun sen. soru sorup durmayı kes lütfen. sen anlat. refik napıyo.”
“iyi” dedi. “sigara sarsana.”
“sıra sende” dedim.
“sırası olduğunu düşünmüyorum bunun.”
“hiçbir şeyin sırası yok. sırası değil. sırası değildi. bak
bu mesele uzun tamam mı. bir yıllık bir dava. ve fazlasıyla karışık. anlatmak
istemiyorum. o yüzden eskilerden bahsedelim. keyfimden bi yıldır yoktum ortada
herhalde. tuncay napıyo?”
“iyi dedim ya canım. tekrar tekrar sorup durmaktan vazgeç.
burada bizden değil senden bahsediyoruz. hep öyle oldu. ve daima öyle olucak.”
“eski günleri özledim” dedim.
“biz de öyle.” dedi. bi yarım saat kadar daha hiç konuşmadan
arada bir göz göze gelip, sık sık sigara sararak geçirdik. o her seferinde bana
gülümseyerek göz kırptı. ben tepki vermedim hiç. kafamda birkaç soru işareti
vardı ve bunları kendim tamamlamak zorundaydım. ve bu durumdan hiç
hazzetmiyordum. yığınla olasılık silsilesi ile başa çıkmak yorucuydu. en sonunda
ve her seferinde, böyle durumlarda, kendimi seçil’le buluyordum. hiçbir şeyi
çözmüyorduk birlikte. hiçbir şey tamamlanmıyordu. ama biriyle konuşmaya
ihtiyacım olduğunda o geliyordu. daha çok kendimle. ve hiç kimseyle konuşmak
istemiyordum hiçbir şeyi. hatta uzun süre sessizliğe gömüleceğimden emindim.
seçil başkaydı. can kurtaranımdı benim. son zamanlarda iyice zayıflamıştı.
bitkin görünüyordu. ailesi ile başı hala beladaydı. ama artık onların
zincirinden kurtulmuştu. eve çıkmışlardı refik’le, anladığım kadarıyla.
anladığım kadarıyla diyorum çünkü yarım yamalak anlatıyordu. yarım cümleler
kuruyor, cümleden cümleye atlıyordu. takip etmek zordu. ve onun anlattıklarını
size anlatmak istemiyorum. aramızda. benim ona anlattıklarımı da size
anlatmayacağım. o da aramızda. her şey aramızda tanrısını satayım. bu beş
kişinin arasında. olan bitenin çok azına şahit oldunuz ve daima da öyle olucak.
ve daima kapalıydı anlatılanlar. bir noktadan sonra daima duvar ördüm.
duvarlar. bir sürü duvar. ve onları aşıp gelmek isterseniz, kapı açık. ama
kapının yerini bilen biri için geçerli bu. biliyorsa, sonrasını pekala kendi de
yazabilir. ama bunu da yarıda kesebilirim. özeller çünkü. hiç kimseye
bağışlamam onları. siz göremez konuşamaz ve duyamazsınız. bu böyle. nokta.
“haftasonu yeni evimize gelmek ister misin?” dedi seçil.
yarım saat suskunluktan sonra.
“işporta açıyorum” dedim. “olmaz.”
“özlem de olucak ama” dedi.
“yalan söylüyorsun” dedim. “olmucak.”
“tamam kabul. yalan söylüyorum. şansımı denedim.”
“deneme” dedim. “işim var. fabrika ve işporta.”
“işporta fabrikası.”
“bu uymadı” dedim. gülüştük. “özlem napıyo?”
“iyi. sıkıldım ama. sorup durma dedim sana de mi? bi şeyler
yiyelim mi. şarap bitiyor. çok güzel kokoreççi biliyorum.”
“ben de biliyorum da aç değilim.”
“sen biliyorsun zaten. yeriz.”
“olmaz” dedim. en sonunda, şaraplar bitince, birer kokoreç
yiyip eve döndük. yanyana yatma fikri aptalcaydı. eve girer girmez çıkıp gitti
hemen.
31.05.2017