31 Mayıs 2017

lost in the cliff

lost in the cliff

işten yeni gelmiştim. gecenin birinde. oldukça yorucu bir gün ve haftaydı. hemen yatıp uyumak istiyordum. odama girdiğimde, seçil’i buldum karşımda. “seni bekliyorum saatlerdir adamım” dedi.
“bir yıl oldu” dedim, “ne saatleri. yoksunuz ortada.”
“olur öyle” dedi, “hadi kalk gidiyoruz.” kalkıp, evde giydiğim eşofmanımı çıkarıp diğerini giydim. nereye diye sormadım. hazırlandım sadece. o beni dışarda bekleyeceğini söylemişti. kapının önünde. evden çıkarken, anneme izmarit’le buluşçam dedim, bucadayım, geç kalkmam. alkol almıcam.” annemi teskin etmek için kuruluş sihirli kelimelerdi bunlar. başka türlü başa çıkamıyordum kendisi ile. 35 yaşında hala annemin otoritesi ile baş etmek zorunda kalıyordum. aşırı endişeliydi her konuda. sadece benim için değil, her konuda. ama ona psikiyatriste çıkalım diyemezdim. bi kez ablama dedim bunu, tartıştık. söz konusu ailede, tek hasta ben olmalıydım. fazlasını kaldıramıyorlardı. her neyse, seçil’i elinde iki sigarayla buldum. yanık. biri benim içindi. yürümeye başladık. nereye gittiğimizi bilmiyordum. üç dakika sonra anladım. sığınağıma. 17 yıllık sığınağım. buca eski tren istasyonu. giderken, “para var mı üstünde” dedi, “şarap alalım.”
“var ama bi süre içmemeye karar verdim” dedim. “psikozum tetikleniyor bu aralar, biliyorsun.”
“bişicik olmaz” dedi, “beşincisine girersin psikozunun olur biter. girer çıkarsın. girer çıkarsın.”
“o değil mesele” dedim. “işimi kaybetmek istemiyorum. bu yüzden.”
“o halde paso ekip durma. şarap istiyorum ben.”
“sana alayım o zaman” dedim.
“ikimize de canım.”
“peki. tütün var mı?”
“var var.”

beni bakkalın önünde bekledi. girip iki şişe bir buçuk litrelik aldım markasına bile bakmadan. anca keserdi. biri ona biri bana.

oturduk. banklara. karanlıktı sığınağım. ve neyseki kimse yoktu. genellikle kimse olmazdı zaten. ne insan ne araba. ne de ışık. belki bazen bir iki kedi.

oturduk. şarapları açtı o. ilk yudumdan önce iki sigara sardım. sigara güvende hissetmemi sağlayan bir şeydi. saatlerce içmesem bir şey olmazdı ama içmek istediğim anda yanımda bulunmalıydı. o yüzden yedeksiz çıkmazdım asla.

“anlat” dedi, “gene noldu?”
“yok bi şey” dedim, “bundan bahsetmeyelim. refik napıo.”
“iyi” dedi, “neden geldim sanıyorsun?”
“neden gittiğini bilmiyorum ki” dedim.
“sen de gittin ama” dedi, “bir yıldır ortalıkta yoktun.”
“evet” dedim, “işleri zack’e teslim etmiştim.”
“o nerde?”
“gezegenine gitti gündüz. uzun bi süre gelmez. kafam rahat.”

zack’in gezegeninde hiçbir şey yoktu. ne herhangi bir insan, ne de hayvan. bitki bile yoktu. sadece taş ve kum. bazen oraya gider ve günlerce gelmezdi. ben de kafamı dinlerdim.

“iyi bare” dedi. “sen napıyosun?”
“hiç” dedim. “iş güç. fanzin ve fabrika.”
“fanzin fabrikası.”
“ehehe.” dedim. “tuncay napıyo?”
“iyi” dedi. “bak bi kez daha sormucam. noldu?”
“sen anlat” dedim.
“soru işaretleri olmasın” dedi, “canını sıkan?”
“olabilir” dedim, “bilirsin, sevmem soru işaretlerini.”
“bu yüzden her birini bir ünlemle tamamlamak ister ama yapmazsın.”
“boşuna soru işareti ünlem demedik fanzinin adına” dedim. güldü. şarabından bi yudum aldı. ben de ikişer sigara daha sardım. bi süre sessizce oturduk. yaklaşık yarım saat kadar. bu süre içinde defalarca göz göze geldik. her seferinde, gülümseyerek göz kırptı bana. ardından, “özlem napıyo” diye sordum.
“iyi” dedi. “hala anlatmıcak mısın?”
“hiçbir şey bilmiyorum ki” dedim, “neyi anlatayım.”
“olan biteni” dedi.
“biliyorsun zaten” dedim.
“bi de senden dinleyelim” dedi.
“geçelim. sen napıyosun?
“iyiyim” dedi, “bi yere gitmicem uzun süre merak etme. bi süre sendeyim. gerçi odandaki diğer yatağı kaldırmışsınız ama.”
“eskimişti” dedim. “attılar.”
“beraber yatarız artık.”
“sırt sırta.”
“aha güzel fikir. bi özlem değilim gerçi ama.”
“onu çok özledim” dedim.
“o da seni” dedi. “ama biliyorsun. yani. bilmiyorsun da.”
“bilmiyorum” dedim. “hiçbir şeyi bilmeyen bir fareyim ben.”
“kedilere dikkat et o zaman” dedi.
“kedilerle aram iyi” dedim. “canımı sıkan insanlar. hiçbiri beni evine alıp besleme taraftarı değil.”
“ya biz?”
“siz sürekli gidiyorsunuz.”
“geri de dönüyoruz ama.”
“benim kalıcılığa ihtiyacım var.”
“sen de kalıcı sayılmazsın” dedi, “bir yıldır yoktun ortalıkta.”
“işleri zack’e devrettiğimi söylemiştim. ve o sıçıp batırdı.”
“neden anlaşamıyorsun onunla?”
“bak bunu biliyorsun tamam mı?” dedim, bağırıyordum. “her şeyi biliyorsun sen. soru sorup durmayı kes lütfen. sen anlat. refik napıyo.”
“iyi” dedi. “sigara sarsana.”
“sıra sende” dedim.
“sırası olduğunu düşünmüyorum bunun.”
“hiçbir şeyin sırası yok. sırası değil. sırası değildi. bak bu mesele uzun tamam mı. bir yıllık bir dava. ve fazlasıyla karışık. anlatmak istemiyorum. o yüzden eskilerden bahsedelim. keyfimden bi yıldır yoktum ortada herhalde. tuncay napıyo?”
“iyi dedim ya canım. tekrar tekrar sorup durmaktan vazgeç. burada bizden değil senden bahsediyoruz. hep öyle oldu. ve daima öyle olucak.”
“eski günleri özledim” dedim.
“biz de öyle.” dedi. bi yarım saat kadar daha hiç konuşmadan arada bir göz göze gelip, sık sık sigara sararak geçirdik. o her seferinde bana gülümseyerek göz kırptı. ben tepki vermedim hiç. kafamda birkaç soru işareti vardı ve bunları kendim tamamlamak zorundaydım. ve bu durumdan hiç hazzetmiyordum. yığınla olasılık silsilesi ile başa çıkmak yorucuydu. en sonunda ve her seferinde, böyle durumlarda, kendimi seçil’le buluyordum. hiçbir şeyi çözmüyorduk birlikte. hiçbir şey tamamlanmıyordu. ama biriyle konuşmaya ihtiyacım olduğunda o geliyordu. daha çok kendimle. ve hiç kimseyle konuşmak istemiyordum hiçbir şeyi. hatta uzun süre sessizliğe gömüleceğimden emindim. seçil başkaydı. can kurtaranımdı benim. son zamanlarda iyice zayıflamıştı. bitkin görünüyordu. ailesi ile başı hala beladaydı. ama artık onların zincirinden kurtulmuştu. eve çıkmışlardı refik’le, anladığım kadarıyla. anladığım kadarıyla diyorum çünkü yarım yamalak anlatıyordu. yarım cümleler kuruyor, cümleden cümleye atlıyordu. takip etmek zordu. ve onun anlattıklarını size anlatmak istemiyorum. aramızda. benim ona anlattıklarımı da size anlatmayacağım. o da aramızda. her şey aramızda tanrısını satayım. bu beş kişinin arasında. olan bitenin çok azına şahit oldunuz ve daima da öyle olucak. ve daima kapalıydı anlatılanlar. bir noktadan sonra daima duvar ördüm. duvarlar. bir sürü duvar. ve onları aşıp gelmek isterseniz, kapı açık. ama kapının yerini bilen biri için geçerli bu. biliyorsa, sonrasını pekala kendi de yazabilir. ama bunu da yarıda kesebilirim. özeller çünkü. hiç kimseye bağışlamam onları. siz göremez konuşamaz ve duyamazsınız. bu böyle. nokta.

“haftasonu yeni evimize gelmek ister misin?” dedi seçil. yarım saat suskunluktan sonra.
“işporta açıyorum” dedim. “olmaz.”
“özlem de olucak ama” dedi.
“yalan söylüyorsun” dedim. “olmucak.”
“tamam kabul. yalan söylüyorum. şansımı denedim.”
“deneme” dedim. “işim var. fabrika ve işporta.”
“işporta fabrikası.”
“bu uymadı” dedim. gülüştük. “özlem napıyo?”
“iyi. sıkıldım ama. sorup durma dedim sana de mi? bi şeyler yiyelim mi. şarap bitiyor. çok güzel kokoreççi biliyorum.”
“ben de biliyorum da aç değilim.”
“sen biliyorsun zaten. yeriz.”
“olmaz” dedim. en sonunda, şaraplar bitince, birer kokoreç yiyip eve döndük. yanyana yatma fikri aptalcaydı. eve girer girmez çıkıp gitti hemen.

31.05.2017







26 Mayıs 2017

yayıncılık ve yazarlık üzerine

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. 3 kitabı olan bir yazardı kendisi. ilk iki kitabı tükenmiş, üçüncüsü yeni çıkmıştı. adını söylemeyeceğim çünkü unuttum. bilsem söylerdim. bilen bilir, gerçek karakterlerden ve gerçek isimlerden hiç kaçınmadım. ama hayaletlerimi daha çok seviyorum. ne diyordum. “arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. eski sevgilim göndermişti yazdıklarımı ona. adamı tanımıyordum. hiç kitabını okumamıştım. eski sevgilimin arkadaşıydı. o kadar da söyledim gönderme diye. belki yayınlanmana yardımcı olur demişti. istemiyordum yayınlanmak falan. o dönemden bu yana bu bakış açım pek değişmedi. aslında isteyebilirdim ama ben seçmeliydim onu da. yani neresi olduğunu. hangi yayınevi. bu önemli olmalıydı bir yazar için. bazen fanzine yazılar gelirdi. e-postaya. adam tüm dergi ve fanzinlere aynı anda göndermişti. adres satırında bir dolu dergi fanzin ismi ile beraber gelmişti yazı. iyi olsa bile basmazdım bu tip şeyleri. sevmiyordum yayınlanma derdine fena kafayı takmış insanları. seçici olmak gerekiyordu. ben de denemiştim bunu. ilk olarak parantez’i istemiştim. siklenmedim. sonra, kaan’ı sevmesem de, şenol’un hatrına altı kırkbeşi denedim. siklenmedim. denemek istemiyorum artık. birileri teklif etsin istiyorum. ki o zaman bile seçici olacağım. farz-ı misal doğan yayınları gelse, sekiz kitabıma, ödeyemeyecekleri bir mebla isterim. kabul ederlerse, gelen parayla bir dokuzuncu kitabımı bandrolsüz basarım. yöntem bu. yerse. yemiyor ama. ki ben de bu durumu siklemiyorum. kendim basıyorum zaten. ne gerek var. ne diyordum?

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye başladı söze. buluştuk bir barda. eski sevgilim buluşturdu bizi. kendisi işteydi. buluştuk. yazdıklarımı öncesinde e-postayla göndermişti sevgilim. her neyse, o yıllarda güvenmiyordum yazdıklarıma, ne diyeceğimi bilememiştim, pek eleştiri almamıştım o güne dek, şimdiyse eleştirinin biri bin para. daha çok bok atmalar şeklinde gerçi onlar da. her neyse her neyse. bi türlü anlatamadım tanrısını satayım. tekrarlıyorum.

“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze, bilen bilir, hiç noktasız yazardım eskiden, pek az nokta bol virgülle bölerdim heceleyerek betimlediğim karabasanlarımı. 12 yıl önceydi söz konusu hikaye ve ben “bilmiyorum” dedim, “yazıyorum işte.”
“zihin halim adlı şey iyi bir öykü bak” dedi, “ama diğerleri bir şey anlatmıyor sanki. yayınlamazlar.”
“yayınlanmak gibi bir amacım yok” dedim, “ben kendim basıyorum zaten.”
“e ne diye gönderdin bana yazdıklarını?”
“yasemin’in fikri. o attı.”
“anlamadım” dedi, sert bir şekilde.
“abi ben seni tanımıyorum, hiç okumamışım, yanlış anlama, bir önyargım da yok, buluşmak istemişsin, buluştuk, ama olay bundan ibaret.”
“okudun ve biliyorsun, o yüzden gönderdin sanıyordum.”
“dediğim gibi ben göndermedim.”

 o sırada biralar geldi. imdadıma yetişti garson kardeş resmen. sıkı bir yudum alıp rahatladım.

“nesi kötü geldi sana yazdıklarımın” dedim
“kişisel meselelerden bahsediyorsun” dedi, “başına gelenlerden.” haklıydı. fazlasıyla kişiseldi tarzım. ama olması gerekenin bu olduğuna inanıyordum. hiç tanımadığım aysu’dan ve onun hayatından neden bahsedeyim ki size? ki kendimden bahsetmiyorum. hayaletlerimden bahsediyorum çoğu zaman. öyle değil mi şöbi?

“olabilir” dedim, “benim de tarzım bu.”
“tarzın oturmamış henüz.” dedi. bak bu konuda haksızdı işte. ama üstelemedim. şimdi olsa, muhabbeti uzatmam bile, cevap bile vermem yani, anlıyor musunuz? evet evet küstağım. söz konusu yazarlıksa benden küstahını bulamazsınız. bi bukowski bi ben. bakın gene küstahlaştım kendimi buk ile eş değer görerek. böyle diyorum, çünkü bugün anti-girdap timinden böyle bir eleştiri alıcam. onlardan önce davranıp onları susturayım bare kendi kendime batırarak oku.

“olabilir abi” dedim, “deniyorum işte.”
“virginia woolf’tan çok etkilenmişsin belli.”
“hiç okumadım.”
“inanmıyorum. bariz etkilenmişsin.”
“okumadım ama.”
“tuhaf”

tuhaf geleceğini biliyorum ama, hala okumadım. az okurum. çok yazarım. genellikle fanzin ve teorik şeyler okuduklarım. ve şiir sevmem. edebiyata pek bulaşmam. yüzde doksanı boktur çünkü. kesin ve net. çok azın içinde de tanrım ambjörnsendir. ben müzikle ilgiliyim daha çok. müzikteki ritmi yazıya aksettirmek gibi bir derdim var. akıcı olmak yönünde. akış. buz üstünde kayıyormuşçasına hızlı akmalı cümleler. ki yazarken bunu yapıyorum. tek oturuşta yazarım. üzerinde hiç düşünmeden ve duraksamadan. fondip. okunurken de böyle olsun isterim. bunu becerebiliyor muyum bilmiyorum gerçi, okuyanlara sormak lazım. ne dersin izmarit?

yanında denyomatriks arkadaşımız son kitabını getirmişti, yeni çıktığı için henüz almamış olduğumu düşünüyordu sanırsam. imzaladı bir de üstüne, kendi kendine. ben benden imza istenmediği sürece hiçbir şeyi imzalamam. imza günü de biraz para kazanalım kafaları çekelim hesabı. açığım bu konuda. okuyucuları da siklemiyorum. ne düşünecekleri üzerine düşünerek eğip bükmüyorum harfleri. hiç kimse okumasa da olur. yıllarca kimse okumadı zaten. ben yine de devam ettim, büyük bir ısrarla yazmaya. çünkü kendime yazıyorum. kendime yazılıyorum. yazarken keyif alıyorum çünkü. çünkü bu durum, kendi psikolojim için en iyi terapi. sonrası hiç. ama yayınlamayı ve bu sayede bir iletişim kanalı oluşturup kafa dengi insanlarla tanışmayı seviyorum. fanzin çıkarmaktaki tek amacım kendi tarzımda bir merhaba diyebilmek insanlara. gerisi onlara kalıyor. selamı alıp almamak yani. alıp karşılık verip vermemek. verilirse de, kendimce bazen devam ediyorum sohbete, bazen kısa kesiyorum. bu sayede edindim dostlarımı. fanzin fanzinin dostu değildir. fanzin sayesinde kazanılan dostluklar vardır. nokta.

ilk biralar bitmişti. kitabını imzaladı. hala okumadım. bi ara deneyip sıkıldım. hiç kişisel değildi. ikinci biralar geldi. ve bana büyük edebiyatından dem vurmaya başladı. aha sikildik şimdi dedim. konuştukça konuştu. nasıl yazdığını kimleri okuduğunu falan söyledi. anlattıkça anlatıyordu. susmak bilmiyordu adam. ben hiç konuşmadan dinliyordum. sevgilimin hatrı olmasa diyeceğim ama hatır gönül işlerine inanmam. o zamanlar daha yumuşaktım insanlara karşı. anlamaya çalışıyordum. anlamak istemiyorum artık. alacağımı aldım bu dünyadan yana. verme tarafındayım. dünya barışına bir katkım olsun diye yazıyorum ben diyecek oldum sustum. geyik yaptığımı anlamazdı muhtemelen, ciddiye alırdı ve muhabbet uzadıkça uzardı. o konuştukça ben biraya yumuldum. dördüncü biradan sonra sarhoş oldu kahramanımız. o dönemlerde ben de çabuk sarhoş oluyordum. hala çabuk sarhoş olurum. sadece, sarhoş olduktan sonra da içtiğim bira sıra sayısı arttı hepsi bu. ikimizde sarhoş olmuştuk ve ben fazlasıyla sıkılmıştım. kalkamıyordum. dostoyevski ve kafka’dan bahsetmeye başladı bana. birer kitabını okumuştum her ikisinde de sadece. hala öyle. sevmediğimden değil canım. o kadar da küstahlaşmam. ki bu komik olur. iki koca tanrı’dan söz ediyoruz burada. tek kitapları yetmişti tanrı olduklarını anlamama. edebiyat’ın tanrıları olduğuna inanırım. bazıları sahte gerçi. kendilerini öyle sanıyorlar. her neyse. ne diyordum. ben de ona  crispin sartwell’den bahsetmek istiyordum ama yapamazdım. muhabbet uzardı.

her neyse dostlar, yakın arkadaşlarım ve saygı değer anti-girdap timi, muhabbetin sona bağlanacağı yoktu. “abi benim kalkmam lazım” dedim,
“daha erken ama” dedi. erken buluşmuştuk.
“çok sarhoş oldum, gidip yatacağım” diye bi yalan söyledim.
“hay hay” dedi, “tekrar görüşelim. kitabımı okuyunca bi geri dönüş yaparsın.”
“olur” dedim. okumadım. yapmadım. bi daha görüşmedim. o ara sevgilimden ayrıldık zaten. ve isabet oldu bu. sonrasında bu tip adamlar sürekli karşıma çıkmaya başladı. sürekli ama. büyük yazarlıklarından dem vuran ama tek kitapları olan, onu da arkadaş ilişkisi sonucu basabilmiş olan, edebiyata tapan, övülmekten zevk duyan, kitap fuarlarından çıkamayan, ve yazmayı çok ciddiye alan. ben uzağım hepsinden. o yüzden yerimde sayıyorum. “o yüzden onlar orada / ve bizde burdayız.”

kapatalım artık bu bahsi. başka konulara geçmek isterdim ama işim var. fanzin tarayacağım. tararım fanzininizi. de hade eyvallah.


26 mayıs 2017

25 Mayıs 2017

vedat

vedat.

vedat’tı adı. o gelmeden önce uyarılmıştık hepimiz. sabah iştimasında, yoklama alındıktan sonra, bölük komutanı, herkes esas duruştayken, anlattı hikayeyi. karakolumuza yeni bir asker gelicek yarın dedi, kendisi sivil hayatta gasptan hapis yatmış bir insan, önceki görev yerinden sürgün yedi. eşyalarınıza sahip çıkın, sonra ağlamayın bana gelip dedi. mesaj alınmıştı. emredersiniz komutanım dedik hep bir ağızdan. ben demedim gerçi. hatta bu yüzden yerde süründürülmüşlüğüm de vardı acemi birliğinde. usta birliğindeydim artık. az zamanım kalmıştı. azaldıkça çoğalıyordu meret. şafak saymıyordum gerçi ama sayanlardan haberimiz oluyordu. dört ay kalmıştı. bir ay sonra teskereci olucaktım. ve iyice sıkılmıştım bu emir komuta zincirinden. ilk günlerimde, sürekli olarak total red ile yattım geceleri, koğuş kalk ile uyandım, güç bela çıktım yataktan. sorunum neydi bilmiyorum ama bitirecektim askerliği, ve bana iyi gelicekti, askerlik iyi değildi, birileri askerden kaçarken, ben askere kaçmıştım bir şeylerden. uzaklaşmam lazımdı ve param ve kalıcak kimsem yoktu izmir dışında. makul bir fikir gibi görünmüştü gözüme askerlik ve 11 ay geçmişti. son dört ayım. vedat gelicekti yarın. yeni biriyle daha tanışacaktım.

ve vedat geldi. selamını almadılar vedat’ın, hiç kimse almadı, benim dışımda. ilk birkaç gün, yalnız başına yemekhanede ve bahçede oturdu. benim de içmekten ve nöbetten –günde sekiz saatti- ve devriyeden iflağım sikiliyordu o sıralarda. vedat’ın silahı olmadığı için gündüz kapıda gece koğuşta nöbet tutuyordu. hem adama hırsız damgası vurmuşlar hem de koğuş nöbeti yazmışlardı. baştan sonra tutarsızlıklarla doluydu militarizm ve bu çok klişe bir cümle oldu biliyorum. geçelim.

bir süre sonra sadece, koğuşa çıkan merdivenlerin altında, merdiven altında oturmaya başladı vedat. bi gün yanına gidip, “selam” dedim, “sigara içer misin?” parası yoktu, sigara alamıyordu, biliyordum bunu. sigara içtiğinden adım gibi emindim. “valla süper olur babol” dedi, doğuluydu ama istanbulda yaşıyordu. her neyse. bu selamla konuşmaya başladık. onu aradığımda nerede olacağını biliyor, sigara içek babol diye giriyordum söze. onun ağzından konuşmak hoşuma gidiyordu. sevmiştim adamı. zamanla güvendi bana. fena güvendi. çay ısmarladım ona bir gün. sanırım karakola geldiğinden beri hiç çay içmemişti, sabah kahvaltısında ki ücretsiz olanlar dışında. ki ücretli olanı daha lezzetliydi. farklı kişiler demliyordu, ücretli olanı ve kahvaltı için olanı.

her neyse, hiç soru sormadım ona. hem de hiç. bi gün, kendiliğinden, sivil hayatta işlediği suçları anlatmaya başlattı. “gece iniyorduk ıssız bi caddeye babol, saklanıyorduk üç kişi, bi kişi arabanın önüne atıyordu kendini, araba çarptı çarpacak, durunca araba, ve açılınca kapısı, çıkıyorduk ortaya. ellerimizde bıçaklar, allah ne verdiyse alıyorduk. bazen arabayı da aldığımız oluyordu. ama sor bi bana, neden diye. sen sormucan gerçi. anladım ben seni. ama sor bi hele çekinme sor, herkes merak eder bunu. hakim bile sordu hani.”
“neden” diyebildim güç bela, benim merakım bu konuda değildi.
“zevkliydi be babol, parasında değildik işin anlıyon mu, risk alıyorduk, büyük risk, ama zevkliydi, çalıntı arabayla benzin bitene kadar gezmek gibisi yok. benzinin bittiği yerde bırak arabayı. o zamana kadar para da bitmiş olurdu çoğu zaman. sonra tabanvay. ya da yeni bir iş.”

bir keresinde bir adamın boğazını kesmesine ramak kaldığından dem vurdu bana. az kalsın yapıyormuş. satırla üstelik. kavga esnasında falan da değildi. yine bir gasp sırasında anasına küfretmiş şöför. dayamış satırı boğazına arabaya dayayıp, adamın ödü bokuna karışmış, gözlerinden o korkuyu anlamış vedat, kendi de korkmuş, ama yapıcakmış, kanatmış azcık herifin boğazını, sonra derin nefesler verip vazgeçmiş bundan.

“şimdi burda bana kimse selam vermiyor ya” dedi vedat, “ben kızmıyom kimseye, haklılar, ben kendime bile selam vermiyorum yıllardır, aynaya baktığımı gördün mü sen benim hiç, söyle bi hele gördün mü?”
“tuvalette traş olmuyorsun”
“aynasız oluyorum traş. ya. sor bile hele neden. sor bi.”
“boşver vedat” dedim, “kimse selam vermesin. içek mi bu akşam”
“nasıl yapıcaz babol, senin içki ortakları beni istemez.”
“senle içicem” dedim, “ekicem onları.”
“he tamam babol, ama ben de para yok biliyon mu?”
“para soran mı var ulan hergele, hele bi sor bana hiç para lafını yaptım mı ben?”

utandı ben böyle diyince. “buradan çıkayım” dedi, “sana bir dolu sahte para göndericem. gerçeğinden ayırt edemezsin haa. tıpatıp gerçeği gibi.” sorun şu ki, vedat çıkamıyordu oradan. üç yıldır askerdi. sürekli kavga ediyordu, tepesinin tasını arttıyordu ya komutanlar ya erler, sürekli kavga edip duruyor, ardından askeri cezaevine giriyordu. orasını da anlattı uzun uzun. ama ben kısa kesiyorum. fena içtik onunla askerde. içtikçe açıldı. onun mekanında. merdiven altında içiyorduk gece yarısı buluşup. ben çıkıyordum içkileri almaya.

bi gün bi başçavuş ayağa kalkmadığı için şınav pozisyonu almasını istedi bundan. almadı vedat şınav pozisyonu falan. al, almıcam, al almıcam, derken bir tekme atmaya kalkınca başçavuş, çekti ayağını başçavuşun bu, başçavuş çat yere. üstüne çıkıp yumrukladı. zor ayırdılar. dört ay daha sabredebilse, beraber teskere alıcaktık. o gittikten sonra daha sıkıcı geldi askerlik bana. konuşulcak doğru dürüst bir adam bulmuştuk, onu da elimden almışlardı. ben de daha çok içmeye, daha çok nöbette sızmaya başladım. nasıl oldu bilmiyorum ama kurtulmuştum eski halimden. askere kaçmıştım, kendimden kaçmıştım, ve kendime yüzümü döndüm orada, yüzleştim bitmeyen nöbet saatlerinde. en çok da vedat kendime getirdi beni. ikimizde kaçamamıştık bu işkenceden. o belki hala bitirememiştir askerliği. bi daha ulaşamadım ona. ne telefon numarası kaldı, ne adresi. bi gün karşılaşırız belki, şöyle zincirsiz iki tek atarız. kim bilir.. belki gasp’a bile çıkarız birlikte.


25.05.2017

yeni roman yolda..

upon zack adlı pek bi süperkahramanlı, cinayetli minayetli, seri katilli, şirin mi şirin romanım, doğuzuncu kitabım olabilir, araya başka meseleler girmezse, belki de on olur, yazılır efendim, geriye dönüşler adlı ilk kitabıma 10 yılımızı verdik, bu da bi beş yıl alır götürür bizden. her neyse, arada yazdıkça, flashbackli flashforwardlı, zamansal algıda belli bir güzergah izlemeyip kısa öykülerle hayalperestliğimi naklettikçe, paylaşırım ordan burdan.. polisiye değil ama, katili belli polisiye mi olur, merak da uyandırmıyor, okuyana bir vaati de yok, bir şey de vermiyor.. pek yakında, azar azar..

14 Mayıs 2017

eczaneye deneyleri..

eczane deneyleri..

nerden bulmuştuk hatırlamıyorum ama daze ile elimize, bir kimyasal listesi geçmişti. üç farklı renkle kategoriye bölünmüştü liste. altına renklerin anlamını açıklayan bir not yazmışlardı. kırmızı renkli olanlar, en tehlikeliler ve ölüm veya bağımlılık riski en yüksek olanlardı. çoğu yeşil veya normal reçeteye tabiiydi. sarı renkli olanlar orta derece risk taşıyordu. gri renkli olanlar en masumlarıydı. ikinci bir not, irc server adı ve nicki yazan bir nottu. “nasıl kullanacağınızı bilmiyorsanız, danışın.” crown’du adamın nicki. danışmana hiç başvurmadık. bulabildiğimiz kadarını denemeye ant içmiştik nerdeyse daze ile. üniversitenin ilk yılının ikinci dönemiydi. zaten, not ortalamamın en yüksek olduğu dönem, ilk dönemdi. bir nokta altı. giderek düştü, düştü ve okuldan şutlanırken, ortalamam sıfır nokta dört idi. sürekli olarak devamsızlıktan sınıfta kalıyor, bir üst sınıfa bir türlü geçemiyordum. topu topu iki yıl olan okulun, birinci sınıfında, üstün bir başarı sergileyerek dört sene üst üste kalmayı becerdim. aslında okula gidiyordum gitmesine, ama derse, sadece boş zamanlarımda, yani kampüste takılcak kimse bulamayınca giriyordum.

her neyse, okulun iki kapısı vardı. a kapısı diye nitelendireceğim kapının karşısında iki eczane, diğerinde bir eczane vardı. eczane isimlerini kafadan atacağım bu öyküde, çünkü hatırlayamıyorum çok sevgili sayın okuyucular. onyedi yıl geçti aradan, ve o zamanlar tarihin amortisi sıfırı gösteriyordu. ikibin yılı şubat ayında daze ile tanıştım. tanıştığımız günü hiç unutmuyorum. okulda bir hiphop kulübü kurmaya çabalıyordum. ve okulun duvarlarına, kafelere, oraya buraya, izinsiz bir şekilde afiş asmak yasaktı. bense okulun ikinci ayında, her yere afiş basmaya başlamıştım. fanzin afişleri. ardından, okulda tutunmama, yani gidivermeme, yardımcı olucak, bahaneyle derslere de girmeme katkı sunacak bir plan geldi aklıma. kulüp kurmak. okulda, yöneticilerinin alayı black metal dinleyen bir rock kulübü vardı. ben de hiphop kulübü kurmaya karar verdim. kıllık olsun diye değil, ve şimdi olsa eminim yüzlerce kişi bulabileceğim bu kulüp için, kurulması için gereken yedi kişiyi bile üçüncü yılımda zar zor buldum ki her neyse konumuz bu değil, kulüp meselesini başka bir öyküde uzun uzadıya anlatmıştım ve konumuz daze ve ben ve hap üçgeninde şekillenicek.

daze ile nasıl tanıştığımızdan bahsediyordum. kulüp kurmak için gerekli olan yedi kişiyi arıyordum ve ilki daze oldu. üzerinde wu tang tsortü vardı. direkt yanına gidip, “merhaba, sanırım rap dinliyorsun” diye sordum ve tanışmış olduk. tanışma faslını kısa keseceğim. ilerleyen zamanlarda daze bana akineton verdi. akıl hastanesine düştüğümde de vermişlerdi akineton ama daze’in verdikleri kadar güzel gelmemişti o günlerde. elindeki son tabletlerdi. bölüştük. ikisini eve sakladım. kesmemişti ama. 18 yaşının verdiği merak ve daha fazlasını isteme arzusu, bizi listede yazanları denemeye zorluyordu. aslında, evinin önüne sandalye koyup iş yapan bir torbacım vardı ama, elinde sadece piyasa uyuşturucuları vardı. hepsini denemiştim. lsd’den roj’a kadar. hiçbirinin bağımlısı olmadan, bir iki üç defa kullanmış, sadece bir defa gelen toz amfetamin dışında hiçbirini beğenmemiştim. o günlerde genelde küflü cigara takılıyordum. hemen hemen her gün. torbacım mahallemde oturuyordu. torbacıların çoğu mahallemde oturuyordu, çünkü ben kuruçayda oturuyordum. çingene mahallesinde. ki bu da başka bir öykünün konusu ve onu da yazmıştım bir yerlerde.. konumuza dönelim.

daze ile beraber ilk eczaneye girişimizde ne alacağımızı bilmiyorduk. önceden bir hapın adını ezberlemiştik ama alıp alamayacağımızı bilmiyorduk, reçeteli mi değil mi onu bile bilmiyorduk. sorduk. aldık. önce üçer, ardından pek bir şey olmayınca yedişer tane içtik. koca paketi, (içinde yirmi tane vardı), bir saatte bitirmiştik. pek bir şey olmamıştı. üzerine çay da içmiştik. hapın üzerine çay iyi giderdi. ya da sadece daze ve bana öyle geliyordu. ertesi gün aynı eczaneye ritalin sordu daze, satmadı piç. ben bir saat sonra gidip, antiem aldım, elimizde tek kesin çözüm, önceden bildiğimiz, fakir hapı kalmıştı. antiem ucuzdur ama kafası bok gibidir. aslında bok gibi midir bilemedim şimdi. her şey herkes size rüyadaymışsınız gibi gelir. aşırı uykunuz vardır ama uyuyamazsınız, yine de kendinizi rüya görüyormuş gibi hissedersiniz. hareketleriniz yavaşlar, eklem yerleriniz uyuşur, ve yaklaşık bir kilo işersiniz.. yirmilik tableti bir günde bitirdik ve çalmaktan başka şansımız olmadığını düşünüyorduk o sıra, bu listede yazan hapları.

iki gün sonra, önce ben girdim eczaneye. aynı eczaneye, gül eczanesi diyelim. kekemeydim ve kekemeliğim ile adamı meşgul ederken, tek kişi duruyordu öğlen saatlerinde eczanede, boşuna karşı kaldırıma çöreklenip iki gün kesmedik eczaneyi, her neyse, ben adamı meşgul ederken, daze listedeki bir hapı çaldı. adını söyleyemeyeceğim ki siz de çalmayın. kötü emellerinize alet olmak istemiyorum, ama o liste hala bende duruyor, dileyene fahiş bir fiyata satabilirim. yaklaşık bin adet ilaç ismi yazmakta. biramda tuzunuz olursa, ölümünüzde tuzum olur. her neyse, günler bu şekilde geçerken, adamı oyalamak için her gün aldığım antiem’i beş gün sonra alamadım gül eczanesinden. adam, “bu ilaç artık reçete ile satılıyor” demişti bana. ben de hemen yan eczaneye, papatya eczanesi diyelim, kaydım ve aynı oyalama taktiği ile bir paket antiem aldım. daze’in çaldığı ilaçlarla geçiniyorduk, antiem birikiyordu. böbrek ilacıydı bu kez çaldığı. içtikten kırk dakika sonra fena halde başım dönmeye başlamıştı. düşücek gibi olduğum için hemen yere oturdum. daze de yanıma oturdu. kalkamıyorduk. kampüsün ortasında yere oturmuştuk. ne kadar sürdü bu durum bilmiyorum, gelip geçen bize bakıyordu. en sonunda kalkabildik, ve doğruca tuvalete kusmaya gittik. berbat bir ilaçtı. listede çarpı işareti koyulmayı hakkediyordu.
o günlerde, daze, güzel sanatlardan üç eleman kafaladı. yurtdışından geldiğini iddia ettiğimiz, tehlikesiz ve reçetesiz bir hapı, elemanlara kalaladık. poşetin içine koyduk tek tek kutusundan çıkarıp hapları. güzel de bir para aldık karşılığında. o parayla da gidip bi güzel rakı içtik. ertesi gün elemanlar, “abi bu süpermiş ya, kafamız süper oldu” gibi laflarla geldi yanımıza, biz de biraz daha sattık. üç ya da dört kez yaptık bunu. her seferinde de, ya cigara ya da alkol aldık gelen parayla. daha sonra da, elemanlara, “gelmiyor artık, biz de bulamıyoruz” deyip savdık başımızdan. güzel para geliyordu ama işin cılgı çıkabilirdi. korktuk mu, korktuk.

her neyse, kovulduğum üç eczaneden sonra, üçüncüsünün adına da, kardelen eczanesi diyelim, kovulduktan sonra, onlardan başka en yakın eczanede epey uzak olduğundan, işimize, cigara ve şarapla devam etmiştik. ben bazen mahalledeki eczaneden antiem ve torbacımdan bazı şeyler almayı sürdürdüm. antiem’e parasız kalınca başvuruyorduk ki dediğim gibi, bok gibiydi. ama ucuzdu. bilen bilir.

sonra bir gün, hiçbir şey kullanmadığım yaz tatilinin sonunda, üniversitenin ikinci yılının sonundaki yaz tatilinin sonunda, psikoza girdim. bir hafta boyunca, onca zaman kullandığım kimyasalların hiçbirinin gösteremeyeceği derecede feci halüsinasyonlar. tanklar gördüm evin arka balkonundan görünen manzarada. mancınık gördüm kendimi ortaçağda sanıp. bilmediğim bir dilde bağıran simitçi gördüm. gecenin karanlığında duvarda parıldayan ışıktan arapça allah yazısı ile w karışığı bir yazı gördüm. yeğenimin halüsünasyonunu gördüm. gerçeklikle bağım kopmuş, bambaşka fikirlere gark olmuştum. bir daha da, sanıyorum, herhangi bir kimyasal kullanmadım. daze de memleketine gitti zaten. biz de kuruçaydan taşındık. böyle yani. bu kadar.. isteyene, gerekli talimatları verebilirdim, ama yapmayacağım. nasihat da etmiyorum. kim ne bok yerse yesin. ama etken maddesi risperidon olan her türlü maddeden uzak durun demekle yetineceğim. tabii robot olmak ve donuklaşmak istiyorsanız başka…


14 mayıs 2017

9 Mayıs 2017

upon zack - 2. bölüm

hastaneden taburcu olduğu günün akşamına buluştuk onunla, tiryaki kedi’de. alkol komasına girmişti. çıkar çıkmaz da en yakın tekel bayiinden bir bira almış, yolda içe içe yanıma gelmişti. akşamüstü saat beşti zaman. bu isimde bir fanzin de var, çok severim. akşamüstü saat beş. ikibinon sonrası çıkan çoğu fanzin sikkodur oysa. fanzini alternatif bir yayın organı olarak görmek de dangalaklığın hadsafhası bana kalırsa. alternatif kelimesine kılım çünkü. özellikle fanzinleri, dergilerin “alternatifi” olarak görmek, böyle yola çıkmak, saçmalık. fanzin, yıkıcı bir unsur olarak, karşı olduğu bir şeyin nasıl oluyor da alternatifi olabiliyor, anlam verememekle birlikte, tiryaki kedi’ye geri dönmek istiyorum. 

geldi. bi bira söyledim ona. cebindeki son kalan bozukluklarla bi bira alıp yolda bitirmişti.

“ölseydim keşke” dedi.
“saçmalama” dedim, “daha yaşayacak güzel zamanlarımız var.”
“biliyorum” dedi, “özellikle şu süper gücünü hesaba katarsak.”
“onu hesaba katmasak da güzel zamanlarımız var.”


“sokağa çıkalım.” dedi. çıktık. kilise sokağı. günlerden haftaiçiydi. tek tük işporta tezgahı vardı. hatfasonları doluyordu sokak. bense bugün tezgah açmamıştım. pazartesileri tatil yapıyordum. şarap aldık. şişeden yudumluyorduk.

karşımıza üç adam oturdu. dolu şarap şişesini üzerlerine fırlattı adamların. “gidin lan bu sokaktan” diye bağırarak. birinin kafasını sıyırıp kilisenin duvarında patladı şişe. adamlar “tamam abla, gidiyoruz, özür dileriz.” diyerek, apar topar kalkıp uzaklaştılar. neye uyuz olmuştu bilmiyorum. sormadım da. sorun çıkacak olmasını da dert etmedim. gidip bi şişe daha aldım hasan abimin dükkanından. hasan abi ölmüştü altı ay önce. kanserden. çocukları bakıyordu dükkana. oğlu ve kızı. iyi insanlardı. tuvalet de vardı mekanda. hoş pek kullanmıyordum. trafoya işemek daha keyifliydi. ve alkol alınca tuvalete sık gidenlerdendim. mesanem küçüktü sanırım. böyle durumlarda, “amma çok gittin işemeye bilader” derse biri, “mesanem slikonlu değil” derdim, pek anlaşılmazdı bu esprim. her neyse, “bıçak vardı birinin belinde” dedi, rüya. “belki, kritik bir bölgeme sokar da, öldürür” diye düşündüm. “aptalım biliyorum. aptalca bir plan. uyuz oldum işte napayım.” cevap vermek yerine şişeden sağlam bir yudum aldım. rüya bende kalmaya başlamıştı. ben adamı öldürdükten sonra yani. bunu daha sonra anlatacağım. karışık zaman algım var. bunu yazdıklarıma yansıtmak hoşuma gidiyor.

rüya hiç konuşmuyordu başlarda. ağzından tek harf çıkmıyordu. zamanla açıldı. özellikle başında belayı toprağa uğurlayınca, üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. polis olayı kapsamlıca incelmiş, ama izimi bulamamıştı. mustafa ile beraber girişmiştik cinayete ki dediğim gibi, bunu daha sonra anlatıcam. pardon, “anlatacağım” diye yazmalıydım. sevgili eleştirmenlerim öyle istiyordu. öldüler herhalde, ya da sıkıldılar, uzun zamandır yoklar ortada. ben de ortada değilim ama. sağ da ya da solda da değilim. tamamen yokum oyunda.

sokağın başından zabıtaları görüp bi ıslık çalmasını istedim rüyadan. meto’ları uyarmak için. ben ıslık çalamıyorduk. beceremediğim bi çok şey var hayatta. yazmayı becerebiliyor muyum, onu da bilmiyorum. domuz gibi biliyorsun diyor şimdi birileri. duyuyorum. meto tezgahı topladı iki dakkada. geçip gittiler sokaktan. bi yarım saat sonra tekrar açtı.

başlayalım mı dedi rüya. olur dedim. kast ettiği şey, zamanı durdurabilme yeteneğimdi. bakın bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ama böyle özel bir yeteneğim var benim. zamanı durdurabiliyorum. yani o an, insanlar, elektronik otomatik bilgisayarlı sistemler. mesela mobeseler. kayıt cihazları. dünyanın dönüşü. her şey ama her şey duruyor. cinayeti de bu sayede kolayca kotarmıştık zaten. bir anda başladı bu şey. zamanı durdurabiliyor oluşum, işi bıraktıktan iki ay sonra, bir gün, bir anda, dondu her şey, sonra, bunu dilediğim zaman yapabildiğimi fark ettim, parmağını şıklatmak kadar kolayca. ve bunu çok az kişi biliyor. ben de bu durumda, süper kahraman oluyorum. anti süper kahraman. büyük planlarımız rüya ile. bankaları soyup, tüm paraları yakmak gibi. ve bunu kayda alıcaz. yüzümüz görünmücek elbette. sonracıma, polislerle ilgili de komik fikirlerimiz var. henüz planı tam olarak geliştirmedik. ve dahası, dokunduğum kişi, eğer istersem, yani her dokunduğum kişi için değil, istediğim kişiye, dokunursam, o da kendine geliyor. donmaktan kurtuluyor. ama şöyle bir sorun var ki, zamanı tekrar başlattığım sırada, dondurmadan önceki yer ve pozisyonumda olmam gerekiyor ki, benim bi işler çevirdiğim fark edilmesin. ve bugün yapacağımız eylem, turgut ile ilgili. sevmiyordum herifi hani, hatırladınız mı?

zamanı durduruyor, ve rüyayı uyandırıyorum. turgut’un yanına gidiyoruz. işporta tezgahını topluyor, çantasına koyuyor, sonra tekrar yerimize dönüyor, unutmamak için ayrıntıları ile hafızamıza kazıdığımız pozisyonu alıyoruz, ve zamanı yeniden başlatıyorum. turgut şaşıyor bu duruma. halini görmelisiniz. kahkahalar atmak istiyoruz, atamıyoruz. mustafa uyarmıştı, ben gelmeden başlamayın diye ama sabremedik. telefonum çalıyor, “at yarağı nerdesin” diye giriyor söze direkt olarak mustafa. “sokak” diyorum. kapatıyor telefonu. beş dakika sonra yanımızda bitiyor. turgut meto’ya dert yanıyor. ne dediğini duyamıyoruz ama olayı anlatıyor olmalı. biraz yakındı tezgahları. açıyor tezgahını tekrar. tam işi bitip de yerine geçicekken, numaramızı tekrarlıyor, yerimize oturuyoruz. binbir türlü küfürle birlikte ki etti mi yüksek seslerle eder küfürlerini turgut. ki biraz da bu yüzden yapıyoruz bu numarayı ona ama asıl nedenimiz bu değil. onu bu sokakta istemiyoruz. onun yüzünden zabıta daha çok sıkıştırmaya başladı bizi. o sokağa geldi geleli rahat yüzü görmedik. ondan önce, karışmazlardı pek. civar sakinleri sürekli olarak, onun yüzünden şikayet ediyor bizi. sürekli kavga çıkarıyor. ya yanına gelen arkadaşları ile, ya da müşterilerle. adam her şeye karşı. kendi varlığı dışında her şeye. hatta bir keresinde şöyle bir sözü bile işittik kendisinden “ben nüfüs cüzdanı bile taşımıyorum lan, en büyük anarşist benim.” aynen bunu dedi adam ki anarşistlerin çoğunu sevmem. komünistlerin de çoğunu sevmem gerçi. aslında, insanlığın çok büyük bir bölümünden haz etmiyorum. sevgi kelebekleri, ve herkesle iyi geçinen, ortayolcular ile ise ciddi sorunlarım var. etrafi’nin de vardı aynı sorunları. piç, yirmiyedisinde kendi canına kıymasaydı keşke. engel olmaya çalışmadım ona. son konuştuğu bendim. kendindeydi. depresyonda falan değildi. gayet mutluydu. kafa karışıklığı yoktu. net bir tavırla yaptı bunu. intiharı, suni teneffüse ihtiyaç duyulan bir ruh halinde gelmedi yani. yalnızlık bunalımları ile de alakası yoktu. kimse beklemiyordu. bir anda yaptı. pat diye. ve yarın, ölümünün birinci yıl dönemi. o zamanlar zamanı durduramıyordum. beş altı ay önce kavuştum bu süper yeteneğe. o zamanlar, böyle bir yeteneğim olsaydı, kullanır mıydım bilmiyorum. yani, o ölmeden önce yetişip engel olur muydum, zamanı durdurup… sanmıyorum. ölmek isteyen kimseye, eğer verdiği karar, bir depresyon sonucu gelmiyorsa, yani bunu görebiliyorsam, engellemem. depresyon intiharları sonucu direkten dönmeler pişmanlıkla sonuçlanır daima.

her neyse, zannediyorum onuncu denememizde, turgut tezgahını da alıp defolup gitti. sokaktaki diğer iki işportacı olayın şaşkınlığı içerisindeydi. bunu her turgut tezgah açtığında gerçekleştirecektik. turgut evine dönerken, bu kadar eziyetten sonra, bi kıyak yapalım diye, çantasına, zamanı durdurup, bi şişe şarap koydum. şarabı da sikko bakkaldan çaldım. zamanı dondurarak tabii ki. bunu rüya ve mustafa bilmiyor. onları uyandırmadan yaptım işimi.. diğer tüm dondurmalarda, yani turgut’un tezgahı ile uğraşırken, uyanıklardı. bakın, kimsenin ekmeği ile oynamak istemeyiz, ama ekmeğimizle oynayan bir adamın köküne kibrit suyu sıkmak farz olmalı. şu altkültürel mecralarda ya da politik ortamlarda dönüp duran dayanışma faslına pek kafam basmıyor. dayanışalım dayanışmasına ki dayanışıyoruz da zaman zaman birileri ile. ama herkesle dayanışmak, ayırt etmeksizin, örneğin fanzincilik de, her fanzinle dayanışmak, bu bana doğru gelmemekte. yaptığım işin altına dinamit koyan fanzincincilerle neden dayanışabilecekmişiz ki. her neyse.

sanıyorum o gün kaydadeğer başka bir şey de olmadı. diğer zamanları, öncesi ve sonrası ile, zamanı dondurmadan, daha sonra anlatırım. belki de şu an dondurmuşumdur, ve tekrar başlattığımda, siz aradaki kesintiyi fark etmeden, yaşamınıza devam ediyorsunuzdur, kimbilir.


9 mayıs 2017.