tuhaf
evdeydi.
tek başına. sıkılıyordu. her şeyden. içten içe. fena halde. adı can olsun. ya
da ali. bir önemi yok. john bile diyebiliriz. ya da ivan. ya da helaine.
natsuko. sandra. mario. kız ya da erkek. rus ya da alman. zengin ya da fakir.
güzel ya da değil. milyarlarcası içinden bir tanesi, evdeydi, ve tek başınaydı,
ve sıkılıyordu, buraya kadar tamam mı? devam ediyorum. anlamadığınız bir yer
olursa sorun.
yalnızlıktan
ya da kalabalıktan ya da kalabalıktaki yalnızlıktan ya da yalnızlığın bu kadar
kalabalık oluşundan, diye düşünüyordu, başlangıçta, chatroulet adlı sitede
karşılaştığı onlarca insanın, gecenin bir yarısında ya da sabahın köründe, ya
da günün ortasında, aynı aptal ekran karşısında başka bir yüzü arayış çabasını.
o da arıyordu başka bir yüz. bir karşı cinsinin yüzünü. sesini. dokunuşunu.
sarılışını belki, ve hatta olaylar karşısındaki bakış açısını. ama genellikle
gördüğü yüzler, ya da resimler, sesler, kelimeler, bir sanal seksin arzusunu
çağrıştırıyordu daha çok. istemiyordu bunu. sanal olmayanını bile istemiyordu
işin aslı. geneleve gitsene demişlerdi ona, biraz olsun içini açtığı bazı
arkadaşları. istemiyordu genelev falan. aradığı şeyin, bir et parçasından öte olduğunu
söylemeye çalışıyorken kesiyordu faslı yarıda, anlamayacaklardı. anlamazlardı.
anlatamıyor oluşundan değil, kendisinin de anlamıyor oluşundan kendisini.
psikologlar da fos çıkmıştı. düşünüyordu. önerilen ya da bulunan herhangi bir
çıkış yolu, her zaman için bir varış noktasına ulaşmazdı. ama denediği hiçbir
yol, onu kendinden ya da kendisini çevresinden kurtaramamıştı. ve en sonunda,
chatroulet adı verilen bir sisteme bağımlı olmuştu resmen, onlarca sik görse
de, dönüyor dolaşıyor, konuşabileceği birine denk gelmeye çabalıyordu.
yakışıklı olmadığını düşünmeye başlamıştı. ama aksini söylerdi insanlar.
tuhaftı sadece. işte. biraz tuhaf. hiç sevgilisi olmamıştı, yaşının otuzu
geçmesine rağmen. hiç kimseyle sevişmemişti de. öpüşmemişti bile hatta. bir işi
vardı, gidip geliyordu. birkaç arkadaşı vardı, arada görüşüyordu. ve, başta da
dediğim gibi, giderek, daha çok sıkılmaya başlamıştı, yaşanan her şeyden.
sadece kendisinin yaşadığı, kendi hayatında olup bitenlerden değil, genel
olarak dünyanın her yerindeki her şeyden..
sonrasında.
kamerasını kapattı ve öyle denemeye başladı şansını. siyah, simsiyah bir boşluk
koyarak resim yerine. cinsiyet hanesindeki male kısmını değiştirmedi ama. ve
“dur kardeş” dedi biri, erkekti konuşan, belliydi, kimse konuşmazdı onla,
geçerlerdi hemen, ama biri dur kardeş demişti, durdu. öyle ki, sigarasını bile
kül tablasına bıraktı aniden. “efendim”.
“ses
geliyor mu?”
“hayır”
“ya
bu mikrofonun ayarlarını yapamadım bir türlü, şimdi?”
“hayır”
“şimdi?”
“klavye
sesleri geliyor ama konuş bi”
“müzik
geliyor mu müzik?”
“hayır”
“şimdi?”
“hayır”
“of
ya, şimdi?”
“komple
gitti şimdi”
tanımadığı
bir herifin, donanım problemini çözmesine yardımcı olmuştu. işe yarar
hissetmiyordu ama kendini hâlâ. normal olan bir şeyi yapmıştı o, olması
gerekeni ya da, ve insanlar gün içinde, zaten olması gereken, doğal eylemlerin,
bazı incelik ve zarifliklerin karşılığında, teşekkür ediyorlardı. anlam
veremiyordu o, teşekkürlere, sağollara, olması gereken buydu zaten ona göre,
olağanüstü bir şey yapmamıştı, “ben teşekkür ederim” derdi karşılığında, ya da
“sen de sağol”. “ben naptım ki” derdi karşı taraf. “ben de bir deveye hendek
atlatmış sayılmam” der geçerdi. tevazu değildi bu. ya da kibar olma kaygısı. ve
hemen hemen her şey, hatta tüm insanlık tarihi, ona göre, fazlasıyla olağandışıydı,
olağanüstü değil, dışı. savaşlar, paranın icadı, hatta köpekleri evcilleştirmek
bile. fazlasıyla tuhaftı. ona göre her şey, ve herkese göre o. tuhaf. tuhaf
sözcüğüne bakmıştı, sözlükten, acayip yazıyordu karşılığında, acayibin anlamına
baktı, “sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, garip, tuhaf, yadırganan,
yabansı”. düşündü üzerinde, ve bir siktir çekti kendi kendine, sağduyumu?
işyerinde, dün gece chatroulet sitesinde tanımadığı bir insanın, üstelik bir
erkeğin, mikrofon sorununu çözmesine yardımcı olduğu ve karşılığında sadece bir
teşekkür kazandığını anlatsa, anlatabilse sadece, yani deney amaçlı anlatsa,
kendini sorgulamasına yol açan başka eylemlerini anlattığı gibi, “salak mısın
oğlum sen” derlerdi, “sana ne el alemden”. herkesin acelesi vardı. ışık hızını
geçmiştik ve bunun farkına varmamıştık henüz. televizyonda kanallar arasında,
internette sekmeler arasında, gazetede sayfalar arasında, hatta kent içinde
ordan oraya, ışık hızında dolaşıyorduk, yüzleri görmeden ve hikayeleri bilmeden
kat ediyorduk senelik saniyeleri.. seneler ne çabuk geçiyor dememiz de bu
yüzdendi.. gerçek anlamda hiçbir şeyi tam olarak okumuyor, izlemiyor ve
dinlemiyorduk. çünkü aslında biz de bir şeyler yapıyorduk, bir blogumuz vardı,
ya da bir müzik grubumuz ya da yeni aldığımız ayakkabımız, ve görmek yerine
göstermek üzerine biçimlendirilmişti algı dünyamız. gözlerimiz fotoğraf makinesi
ile, dokunma duyumuz da paylaş butonu ile takas ettirilmişti. ve teşekkür etti
o da, o gece, mikrofonun testini yapmasına yardımcı olduğu adama, ve başka
birine geçti. dolaştı dolaştı dolaştı. tüm dünyayı geziyormuş gibi hissediyordu
bu esnada, chatroulette sayesinde, fransa, japonya, iran, rusya, bangladeş,
brezilya. değişik evlerin odalarına konuk oluyor, ama asla çok uzun
kalamıyordu.
bir
başka gün. selam dedi biri, onun türkiye’den olduğunu görünce olmalı. ama
amerika yazıyordu adamın hanesinde. ve fotoğrafta ise, 50 yaşlarında bir
kadının, yarı çıplak fotoğrafı duruyordu. selam dedi o da. ve sordu hemen, “m /
f”. erkekti selam veren, biliyordu bunu, adı gibi emindi, ama sormuştu gene. ve
“f” dedi karşı taraf. sordu can, ya da ali, ya da ivan. sordu. fotoğraftaki
kim.
“annem”
dedi karşı taraf. “napıyorsun?”
“hiç”
dedi “konuşçak birini arıyorum. sen?”
“burdaki
herkes konuşçak birini arıyor zaten” dedi herif, ya da 50 yaşlarındaki kadın.
“ben
öyle düşünmüyorum” dedi
“nasıl
düşünüyorsun?”
“buradaki
çoğunluğun derdi başka, senin resmin var mı?”
değişti
görüntü. sonra gene değişti. sonra tekrar. o günde bulamadı, aradığını. ne
arıyordu? bunu sordu gene. ne arıyorum ben burada diye sordu. otobüslerde ne
arıyorum. barlarda. durdu tekrar. internetten başka bir siteye girdi. bir porno
sitesiydi bu. sitenin pornstars sekmesine tıklayıp yüzlere baktı. 2344 tane
yüz. baktı hepsine tek tek. sadece yüzlere. resimlere tıklayıp, bedenlere
yönelme ihtiyacı hissetmeden. insan yüzleri. kadın olan insanların yüzleri.
pornstarların yüzleri. zaman zaman yapıyordu bunu. yüzlere bakıyor ve
düşünüyordu. porno da izliyordu sık sık. ama o zamanlarda da, sadece hatunların
yüzlerine bakıyor, ve sahnedeki diğer kısımları ileri sarıyordu. yüzler. saç.
burun. dudak. gözler. gözlerin arkasında olası bir anlam. ya da anlamsızlık.
acı belki. ya da zevk. herhangi olası bir şey. ve porno olmayan bir filmde ki
oyuncuların yüzlerine bakarak başlamıştı bu işe de. ama tatmin etmemişti onu bu
filmler, porno daha gerçekti. en azından, konular absürt bile olsa, bir sevişme
sahnesi, daha realist geliyordu ona, bir dramatik senaryoya göre. ve bir kez
bile elini aletine atıp sıvazlamamıştı, yıllardır üstelik. rüyalar dışında,
boşalmamıştı bile. ergenlik dönemlerinden sonra. belki çok sonra da olabilir.
ama yıllardır olduğunu biliyordu. unutmuştu çünkü en son ne zaman mastürbasyon
yaptığını. en son ne zaman ağladığını. en son ne zaman güldüğünü. çok fazla
ağlıyordu bir zamanlar. yastığa sarılır ve ağlardı. yastığa sarılır ve uyurdu
sonra. yirmili yaşların başında belki. sonra kesmişti ağlamayı. hâlâ yastığa
sarılarak uyuyor olsa da, ağlamayı kesmişti ve yastık da artık sarınılan bir
hayali bedenden, yastık olma hüviyetine dönmüştü tekrar, zihinsel imgeleminde.
uyudu.
uyandı
ve işe gitti ve iş yerinde bir çok sıkıcı gevezeliğe kulak misafiri olup,
arkadaşlarının alaylarına katlandıktan sonra, onu anladığını düşündüğü birkaç
insandan biriyle buluştu. aradı, abi görüşelim mi dedi, görüştüler. anlattı son
zamanlarda akşamları evde n’aptığını.
“senin
sıkı bir düzüşe ihtiyacın var” dedi arkadaşı, “bir kez bir delikten içeri
girip, ardından çıkacağın harikalar diyarında, tüm bu saplantılarından
kurtulacaksın. seni anlıyorum ama düşünüş tarzın doğal değil” dedi.
“anlamıyorsun”
dedi ona
“anlamayan
sensin. otuz iki yaşındasın. seni tanıdım tanıyalı aynı terane. bir kez de
farklı bir yol dene. normal olmaya çalış”
“normal
olan benim” dedi öfkeyle can, ve sonra tekrar, aniden durup, sakince, “ya da
değilim” dedi, “bilmiyorum abi, kötü hissediyorum, kötü hissetmiyorum hatta
biliyor musun, yani kötü bile değil abi, tuhaf.” yine aynı sözcük diye düşündü
o an, içinden.
“yarın
git bi hatunla düzüş, paran yoksa vereyim”
“kalkalım
abi” dedi, “yarın iş var.”
işe
gitmedi. bunun yerine geneleve gitti. hem de sabahın dokuzunda. bir saat gezdi
orada. olmadı. çıktı dışarı. öğlene doğru tekrar gitti. gezdi gezdi gezdi. ta
ki güneş batma eğilimi içine girene dek. sonra, sürekli olarak onu ısrarla
çağıran hatuna yaklaştı. “ne çok gezdin sen ya” dedi kadın
“hıhım,
ne kadar” diye sordu titrek bir sesle.
“15”
dedi hatun, “muameleli 50.”
elli
milyon verdi kadına ve merdivenleri çıktı. soyundu. yatağa oturdu. bekledi.
hatun geldi. bak dedi ona hatun, “bi elli kağıt daha verirsen bir saat
yaparız.” bi elli kağıt daha uzattı. kadın yaklaşıp ağzına aldı. bakıyordu
öylece. gene duruyordu aslında. ruhen durmuş durumdaydı. sertleşti ama yine de.
gel bakalım dedi hatun ve yatağa uzandı. üzerine çıktı onun. içine girdi. ve
gidip gelmeye başladı. gidip geldi. gidip geldi. gidip geldi. belki on dakika.
“olmuyor” dedi. “neden” dedi hatun. “duygu arıyorum ben” dedi, yine titrek bir
sesle. “duygu olmadan yapamıyorum” hatun bir kahkaha atarak üzerinden attı onu
ve kapıyı açıp çıkarken, holden geçen başka bir hatun noldu diye sorunca, duygu
arıyormuş beyefendi dedi, ikisi de gülerek kayboldular. her şey kaybolmuştu
aslında. her şey silinmişti. oda. yatak. askıda duran giysileri. elleri. çükü.
ayak parmakları. durdu öylece yine. bir beş dakika sonra kalkıp giyindi ve
kapıdan çıkarken, epey yaşlı olan bir başka kadın da, “öyle şeyler bulamazsın
oğlum burada” dedi, sesinde şefkat vardı kadının, hissetti bunu, ya da öyle
zannetti, bir şey demedi ama, utanıyordu, fazlasıyla utanıyordu, boşalamadığı
için değil, daha çok onlarca herifin de orada o sebeple geziyor olmasına rağmen
yaptığı şey yüzünden. başı önde hızlı adımlarla uzaklaşarak genelevin
karşısındaki camiye girdi. namaz kılmaya değil, işemeye.
iki
altılık bira alıp eve geldi. açtı ilkini. nerdeyse fondip yaparcasına dikti.
bir sigara yakıp ikincisine başlarken, bilgisayarın karşısında buldu gene
kendini. kütüphanesine dekor için değil de, gerçekten okumak istediği için
aldığı onlarca kitap, aylardır o rafta, yeri bile değişmeden duruyordu. baktı
onlara şöyle bir. ‘canım hiçbir şey istemiyor’ dedi kendi kendine. sonra,
‘canım neden hiçbir şey istemiyor’ dedi. sonra ‘ben neden böyleyim’ dedi. sonra
‘ben nasılım’ dedi. sonra gene ağzından o tuhaf sözcük çıktı: tuhaf. tuhaf
sözcüğü de kendisi kadar tuhaf gelmişti ona ilk duyduğunda. ilkokul bahçesinde
duymuştu ilk kez o sözcüğü, daha öncesinde bile duymuş olabilirdi hatta, evet
evet daha önce duymuştu, amcaları bayram ziyaretine geldiğinde, sonra okulda,
bütün arkadaşları birbirlerine çüklerini gösterirken o göstermediği için
tuhaftı. okulda tuvalete asla girmezdi, tuvalete girmekten utanıyordu o
yıllarda, sonra aşmıştı bu çekingenliğini, zaman içinde bir çok çekingenliğini
aşmıştı hatta, o kadar ki, bir çok olayda net olarak tavrını ortaya koyabilecek
bir cesarete erişmişti. bir dönem için geçerliydi bu. sonra bu tavırları tuhaf
sözcüğü ile karşılaşınca, duraksamıştı. hemen olmasa da, yavaş yavaş. gazı
biten bir arabanın, hızdan düşüşü gibi belki. ya da motoru iflas eden bir
uçağın irtifa kaybedişi gibi..
bilgisayarı
açtı. malum siteye girdi. kamerasını da açtı. ve başladı beklemeye. onda
duracak ve onunla konuşacak bir yüz denk gelene kadar, bekledi. hiç
değiştirmiyordu o, next tuşuna hiç basmıyordu, eli sikinde bir adam da görse,
ya da bir eşcinsel, hiç next tuşuna basıp es geçmiyordu, ama gayler bile beş
saniyeden fazla kalmıyordu ekranda. bir hatun geldi sonra. en azından resimde
hatun vardı. ve kamerası kapalıydı. fransadan. “sonunda bir türke rastladım”
dedi, “noel baba kılığında tiplerden yıldım”.
“onu
ayarlayabiliyorsun” dedi can.
“nasıl
neyi” dedi hatun.
“seçenekler
hanesinden” dedi, “aramada belli
ülkeleri tercih edebiliyorsun.”
“nasıl
yapcam” dedi hatun, ya da hatun resimli adam. her neyse. anlattı ona nasıl
yapacağını. “sağol ya” dedi, “iyiymiş.”
sonra
resim çizmeye başladı ekrana can. buna başlamıştı son zamanlarda, konuşmak
yerine ekrana mouse ile resim çizmeye. gerçi herkes beş saniyede onu pas
geçtiği için resimde yapamıyordu. bir yüz çizdi, karikatürize bir figür. karşı
taraf çizdiği figüre bir sigara yaptı ve “sigarasız olmaz” diye yazdı. güldü
buna. gülümsedi. konuşmaya başladılar sonra. bir on dakika kadar konuştular.
fransa. türkiye. okul. iş. orda durumlar. burda durumlar. falan filan. havadan
sudan sebeplerle birbirini tanıma çabaları. ardından, kız, “ya orası soğuk mu”
dedi. “pek değil” dedi can ama montla oturuyordu odada, çünkü sobayı yakmayı
akıl edebilecek, hatta üstünü değiştirmeyi hatırlayabilecek bir gün geçirmemişti.
“çıkarsana montunu” dedi. çıkardı can. “kazağını da çıkarsana” dedi hatun.
çıkardı. “resimdeki sen misin” diye sordu bu arada can. “evet ya istanbuldayken
arkadaşlarımla. ortadaki benim” dedi. üç hatun resmi vardı çünkü profilde.
doğru ya da yalan. inandı. bir sıcaklık hissetmişti, on dakikalık konuşmadan.
yakınlık. atleti ile duruyordu. karşı tarafın ne yaptığını, ya da gerçekten
resimdeki kişi ile konuşup konuşmadığını bilmeden, kelimelerden bir duygu
dünyası inşa ederek kendi zihninde.. sonra fotoğraf değişti. bir barda, biraz
daha yakından çekilmiş, bir fotoğraf. biraz daha inancı sağlamlaştı böylece.
“bir şey diyeceğim” dedi hatun. adı arzu olsun. paso hatun demekten sıkıldım.
aslında her şeyden sıkıldım. tüm bu ebegümecinden. hayali olaylar inşa edip,
gerçekte olan bitenin sıkıntısını bertaraf etmekten de sıkıldım. yazmaktan
yani. bu saf karakteri betimlemekten. o saf karakteri aslında öldürmek isteyip,
bir türlü intihar etmesine neden olacak bir sebep bulamadığım için, lafı
eveleyip gevelemekten de sıkıldım. evdeyim. tek başımayım. sıkılıyorum. her
şeyden. içten içe. fena halde. adım girdap olsun. ya da zack. ya da esçûmento.
ya da kukuleta. bi önemi yok. heteroseksüel ya da homoseksüel. izmir ya da
istanbul ya da mardin. işçi ya da patron. yakışıklı ya da değil. milyarlarcası
içinden bitanesi, evdeydim, ve tek başınayım. ve sıkılıyorum.. buraya kadar
tamam mı? anlamadığınız bir yer olursa sorun demiştim. “atletini de çıkar
diyicem ama banlanırsın” dedim cana. gülüyordum bu arada. ama o beni görmüyordu.
hatundum ben onun gözünde. arzuydu adım. fransada yaşıyordum. üniversite
okuyordum burada. üç beş fotoğrafta koymuştum. ve konuştum onunla. belki yedi
saat sürdü muhabbetimiz. anlattı da anlattı. hemen hemen her şeyi, tüm
çıplaklığıyla. benim ona atletini de çıkar deyişimden sonra, ve üstü çıplak
vaziyette titrer bir halde yazmaya başladıktan sonra, ve anlattıkça,
anlattıkça, anlattıkça, yarı ağlamaklı bir halde, ve daha ilk saat aslında arzu
değil de, denyo olduğumu ona söyledikten sonra bile, samimiyetini kaybetmeden,
sürdürdü muhabbetti. ve gey değildim. ve hatun da aramıyordum onun gibi. hiçbir
şey aramıyordum. evdeydim. tek başımaydım. canım sıkılıyordu. ve o yalnız
insanların odalarına konuk olup, birkaç kare yakalamak, farklı zihinsel
fotoğraflar çekmeme neden oluyordu. sosyolog değildim. psikolog değildim. yazar
olarak görülmüyordum. ama yine de, hemen hemen hiçbir şey olarak, hemen hemen
her şeyi çözdüğüme olan inancımın bana verdiği yasama yürütme ve yargı hakkı
sayesinde, insanların hayatlarına müdahale ediyordum. bir kağıt parçası, siyah
beyaz bir kağıt parçasının, hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmasa da, bazı renk
körlerinin, kendi hastalıklarına teşhis koymalarına, yardımcı olurdu belki. kalabalık
içindeki yalnızlık değildi bu, inanmıyordum öyle safsatalara. yalnızlık zaten
çok kalabalık bir şeydi. ve yalnızlığımızı bu kadar kalabalıklaştırmasına
rağmen, bunu kanıksamamıza fırsat tanımayan bir çağa doğmuştuk.. herkes her
yerdeydi. herkes herkesleydi. bilinilebilme kaygımız, tanrının kendini bildirme
arzusuna baskın çıkmıştı. herkes ayaklı kur’an konumunda yaşıyordu. ve can’a
tam olarak ne yapması gerektiğini anlattım. tane tane. incelikli bir şekilde,
ikna ettim onu. ipi alıp tavana astı. kamerayı doğru açıya getirdi. bu arada,
konuşmanın bir noktasından sonrasını kayda almaya başlamıştım. önce bir duş alacağım
dedi bana. arınmak istediğini söyledi. tamam deyip bekledim ve beklerken birkaç
porno yıldızının yüzüne baktım. son zamanlarda angelina valentine’ni anlamaya
çalışıyordum, o sesine kattığı gizemli hava ile beraber, yüz ifadesindeki
hırçınlık, bana aletimle ilgili değil daha çok üzerinde çalıştığım başka bir
meseleyle ilgili çağrışımlar yapıyordu. ve ali geldi. kurulanmıştı. giyinmişti.
ipi kontrol etti. yayını canlı olarak halka açmıştım. henüz ne server
tarafından banlanmış ne de ilgili mecraları uyandırmıştık. çıktı sandalyeye.
boynunu uzattı. onun için her şey kararmıştı. bunun farkındaydım. pisipisine
ölücekti. söylediğim on yedi santimetre uzunluğundaki cümlem, onu ikna etmişti.
ölücekti ve ölümü hiçbir işe yaramayacaktı. hayatta kalması da onun adına
hiçbir işe yaramayacaktı. çünkü iş kavramı, kâr kavramı ile eşlenik bir düzeyde
kodlanmıştı. “para kazandırıyor mu?”. hobi olarak arada ölü taklidi yapıyorum.
hobi olarak yaptığım şeyin adı fanzin. öyle zannediliyor. oysa, toplumca öyle
zannettiğimiz şeylerin öncü sanrılarını oluşturan zanlıları sanık olarak tahta
çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz, yaşam hakkımız konusunda bile vekalet
vererek üstelik. intihar etmek yasak. savaşta ölmek şeref. polisler gelmedi.
izledim. durmasını söyledim sonra. sandalyeye vuracakken, bağırdım mikrofondan.
durdu. ekrana baktı. biraz duralım dedim. biraz durduk. sessizlik. canlı
yayınım, kısa sürede, çok yüksek bir izleyici sayısına ulaşmıştı. bekliyordum.
can ne söylesem yapacak durumdaydı. yalnızdı. herkes yalnızdı. yalnız olduğunu
söylüyordu herkes. koca koca puntolarla yalnızım diye bağırıyordu herkes.
şarkılar yalnızlık üzerineydi. filmlerin ana konularından biri yalnızlıktı. tanrı
bile, pastadan büyük bir pay kapmak istercesine, yalnızlığı kendisine mahsus
bir alan olarak tahsis etmeye çalışmıştı. yalnızlık mahsustu. masusçuktandı.
çok kabalıktık, fazla çok kalabalık. can’ın ölmesi nüfusu dengelemezdi. o kadar
yalnızdık ki, cep telefonumuzu işyerinde unutursak, servisten yarı yolda iner,
işyerine geri dönerdik. can dönmezdi. duruyordu öyle. hayatının sonuna kadar
orada öylece, ip boynunda, durabilirdi. çünkü onunla konuşan tek kişi, erkek
bile olsa, ona dur demişti. sevgiye olan açlığımız, nefretimizi de bilemişti.
kapitalist algı düzeyi, duygu dünyamızı da kâr/zarar dengesinde şekillendirmemize
neden olmuştu, ve yıldızlara bakan filozoflardan, bizi kaç kişinin gördüğüne
bakan yıldızlar olmaya doğru, evrildik.. bu arada, can öldü.. next’e
basabilirsiniz.
24aralık12