24 Aralık 2012

tuhaf

tuhaf

evdeydi. tek başına. sıkılıyordu. her şeyden. içten içe. fena halde. adı can olsun. ya da ali. bir önemi yok. john bile diyebiliriz. ya da ivan. ya da helaine. natsuko. sandra. mario. kız ya da erkek. rus ya da alman. zengin ya da fakir. güzel ya da değil. milyarlarcası içinden bir tanesi, evdeydi, ve tek başınaydı, ve sıkılıyordu, buraya kadar tamam mı? devam ediyorum. anlamadığınız bir yer olursa sorun.

yalnızlıktan ya da kalabalıktan ya da kalabalıktaki yalnızlıktan ya da yalnızlığın bu kadar kalabalık oluşundan, diye düşünüyordu, başlangıçta, chatroulet adlı sitede karşılaştığı onlarca insanın, gecenin bir yarısında ya da sabahın köründe, ya da günün ortasında, aynı aptal ekran karşısında başka bir yüzü arayış çabasını. o da arıyordu başka bir yüz. bir karşı cinsinin yüzünü. sesini. dokunuşunu. sarılışını belki, ve hatta olaylar karşısındaki bakış açısını. ama genellikle gördüğü yüzler, ya da resimler, sesler, kelimeler, bir sanal seksin arzusunu çağrıştırıyordu daha çok. istemiyordu bunu. sanal olmayanını bile istemiyordu işin aslı. geneleve gitsene demişlerdi ona, biraz olsun içini açtığı bazı arkadaşları. istemiyordu genelev falan. aradığı şeyin, bir et parçasından öte olduğunu söylemeye çalışıyorken kesiyordu faslı yarıda, anlamayacaklardı. anlamazlardı. anlatamıyor oluşundan değil, kendisinin de anlamıyor oluşundan kendisini. psikologlar da fos çıkmıştı. düşünüyordu. önerilen ya da bulunan herhangi bir çıkış yolu, her zaman için bir varış noktasına ulaşmazdı. ama denediği hiçbir yol, onu kendinden ya da kendisini çevresinden kurtaramamıştı. ve en sonunda, chatroulet adı verilen bir sisteme bağımlı olmuştu resmen, onlarca sik görse de, dönüyor dolaşıyor, konuşabileceği birine denk gelmeye çabalıyordu. yakışıklı olmadığını düşünmeye başlamıştı. ama aksini söylerdi insanlar. tuhaftı sadece. işte. biraz tuhaf. hiç sevgilisi olmamıştı, yaşının otuzu geçmesine rağmen. hiç kimseyle sevişmemişti de. öpüşmemişti bile hatta. bir işi vardı, gidip geliyordu. birkaç arkadaşı vardı, arada görüşüyordu. ve, başta da dediğim gibi, giderek, daha çok sıkılmaya başlamıştı, yaşanan her şeyden. sadece kendisinin yaşadığı, kendi hayatında olup bitenlerden değil, genel olarak dünyanın her yerindeki her şeyden..

sonrasında. kamerasını kapattı ve öyle denemeye başladı şansını. siyah, simsiyah bir boşluk koyarak resim yerine. cinsiyet hanesindeki male kısmını değiştirmedi ama. ve “dur kardeş” dedi biri, erkekti konuşan, belliydi, kimse konuşmazdı onla, geçerlerdi hemen, ama biri dur kardeş demişti, durdu. öyle ki, sigarasını bile kül tablasına bıraktı aniden. “efendim”.
“ses geliyor mu?”
“hayır”
“ya bu mikrofonun ayarlarını yapamadım bir türlü, şimdi?”
“hayır”
“şimdi?”
“klavye sesleri geliyor ama konuş bi”
“müzik geliyor mu müzik?”
“hayır”
“şimdi?”
“hayır”
“of ya, şimdi?”
“komple gitti şimdi”

tanımadığı bir herifin, donanım problemini çözmesine yardımcı olmuştu. işe yarar hissetmiyordu ama kendini hâlâ. normal olan bir şeyi yapmıştı o, olması gerekeni ya da, ve insanlar gün içinde, zaten olması gereken, doğal eylemlerin, bazı incelik ve zarifliklerin karşılığında, teşekkür ediyorlardı. anlam veremiyordu o, teşekkürlere, sağollara, olması gereken buydu zaten ona göre, olağanüstü bir şey yapmamıştı, “ben teşekkür ederim” derdi karşılığında, ya da “sen de sağol”. “ben naptım ki” derdi karşı taraf. “ben de bir deveye hendek atlatmış sayılmam” der geçerdi. tevazu değildi bu. ya da kibar olma kaygısı. ve hemen hemen her şey, hatta tüm insanlık tarihi, ona göre, fazlasıyla olağandışıydı, olağanüstü değil, dışı. savaşlar, paranın icadı, hatta köpekleri evcilleştirmek bile. fazlasıyla tuhaftı. ona göre her şey, ve herkese göre o. tuhaf. tuhaf sözcüğüne bakmıştı, sözlükten, acayip yazıyordu karşılığında, acayibin anlamına baktı, “sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, garip, tuhaf, yadırganan, yabansı”. düşündü üzerinde, ve bir siktir çekti kendi kendine, sağduyumu? işyerinde, dün gece chatroulet sitesinde tanımadığı bir insanın, üstelik bir erkeğin, mikrofon sorununu çözmesine yardımcı olduğu ve karşılığında sadece bir teşekkür kazandığını anlatsa, anlatabilse sadece, yani deney amaçlı anlatsa, kendini sorgulamasına yol açan başka eylemlerini anlattığı gibi, “salak mısın oğlum sen” derlerdi, “sana ne el alemden”. herkesin acelesi vardı. ışık hızını geçmiştik ve bunun farkına varmamıştık henüz. televizyonda kanallar arasında, internette sekmeler arasında, gazetede sayfalar arasında, hatta kent içinde ordan oraya, ışık hızında dolaşıyorduk, yüzleri görmeden ve hikayeleri bilmeden kat ediyorduk senelik saniyeleri.. seneler ne çabuk geçiyor dememiz de bu yüzdendi.. gerçek anlamda hiçbir şeyi tam olarak okumuyor, izlemiyor ve dinlemiyorduk. çünkü aslında biz de bir şeyler yapıyorduk, bir blogumuz vardı, ya da bir müzik grubumuz ya da yeni aldığımız ayakkabımız, ve görmek yerine göstermek üzerine biçimlendirilmişti algı dünyamız. gözlerimiz fotoğraf makinesi ile, dokunma duyumuz da paylaş butonu ile takas ettirilmişti. ve teşekkür etti o da, o gece, mikrofonun testini yapmasına yardımcı olduğu adama, ve başka birine geçti. dolaştı dolaştı dolaştı. tüm dünyayı geziyormuş gibi hissediyordu bu esnada, chatroulette sayesinde, fransa, japonya, iran, rusya, bangladeş, brezilya. değişik evlerin odalarına konuk oluyor, ama asla çok uzun kalamıyordu.

bir başka gün. selam dedi biri, onun türkiye’den olduğunu görünce olmalı. ama amerika yazıyordu adamın hanesinde. ve fotoğrafta ise, 50 yaşlarında bir kadının, yarı çıplak fotoğrafı duruyordu. selam dedi o da. ve sordu hemen, “m / f”. erkekti selam veren, biliyordu bunu, adı gibi emindi, ama sormuştu gene. ve “f” dedi karşı taraf. sordu can, ya da ali, ya da ivan. sordu. fotoğraftaki kim.
“annem” dedi karşı taraf. “napıyorsun?”
“hiç” dedi “konuşçak birini arıyorum. sen?”
“burdaki herkes konuşçak birini arıyor zaten” dedi herif, ya da 50 yaşlarındaki kadın.
“ben öyle düşünmüyorum” dedi
“nasıl düşünüyorsun?”
“buradaki çoğunluğun derdi başka, senin resmin var mı?”

değişti görüntü. sonra gene değişti. sonra tekrar. o günde bulamadı, aradığını. ne arıyordu? bunu sordu gene. ne arıyorum ben burada diye sordu. otobüslerde ne arıyorum. barlarda. durdu tekrar. internetten başka bir siteye girdi. bir porno sitesiydi bu. sitenin pornstars sekmesine tıklayıp yüzlere baktı. 2344 tane yüz. baktı hepsine tek tek. sadece yüzlere. resimlere tıklayıp, bedenlere yönelme ihtiyacı hissetmeden. insan yüzleri. kadın olan insanların yüzleri. pornstarların yüzleri. zaman zaman yapıyordu bunu. yüzlere bakıyor ve düşünüyordu. porno da izliyordu sık sık. ama o zamanlarda da, sadece hatunların yüzlerine bakıyor, ve sahnedeki diğer kısımları ileri sarıyordu. yüzler. saç. burun. dudak. gözler. gözlerin arkasında olası bir anlam. ya da anlamsızlık. acı belki. ya da zevk. herhangi olası bir şey. ve porno olmayan bir filmde ki oyuncuların yüzlerine bakarak başlamıştı bu işe de. ama tatmin etmemişti onu bu filmler, porno daha gerçekti. en azından, konular absürt bile olsa, bir sevişme sahnesi, daha realist geliyordu ona, bir dramatik senaryoya göre. ve bir kez bile elini aletine atıp sıvazlamamıştı, yıllardır üstelik. rüyalar dışında, boşalmamıştı bile. ergenlik dönemlerinden sonra. belki çok sonra da olabilir. ama yıllardır olduğunu biliyordu. unutmuştu çünkü en son ne zaman mastürbasyon yaptığını. en son ne zaman ağladığını. en son ne zaman güldüğünü. çok fazla ağlıyordu bir zamanlar. yastığa sarılır ve ağlardı. yastığa sarılır ve uyurdu sonra. yirmili yaşların başında belki. sonra kesmişti ağlamayı. hâlâ yastığa sarılarak uyuyor olsa da, ağlamayı kesmişti ve yastık da artık sarınılan bir hayali bedenden, yastık olma hüviyetine dönmüştü tekrar, zihinsel imgeleminde. uyudu.

uyandı ve işe gitti ve iş yerinde bir çok sıkıcı gevezeliğe kulak misafiri olup, arkadaşlarının alaylarına katlandıktan sonra, onu anladığını düşündüğü birkaç insandan biriyle buluştu. aradı, abi görüşelim mi dedi, görüştüler. anlattı son zamanlarda akşamları evde n’aptığını.

“senin sıkı bir düzüşe ihtiyacın var” dedi arkadaşı, “bir kez bir delikten içeri girip, ardından çıkacağın harikalar diyarında, tüm bu saplantılarından kurtulacaksın. seni anlıyorum ama düşünüş tarzın doğal değil” dedi.

“anlamıyorsun” dedi ona
“anlamayan sensin. otuz iki yaşındasın. seni tanıdım tanıyalı aynı terane. bir kez de farklı bir yol dene. normal olmaya çalış”
“normal olan benim” dedi öfkeyle can, ve sonra tekrar, aniden durup, sakince, “ya da değilim” dedi, “bilmiyorum abi, kötü hissediyorum, kötü hissetmiyorum hatta biliyor musun, yani kötü bile değil abi, tuhaf.” yine aynı sözcük diye düşündü o an, içinden.

“yarın git bi hatunla düzüş, paran yoksa vereyim”
“kalkalım abi” dedi, “yarın iş var.”

işe gitmedi. bunun yerine geneleve gitti. hem de sabahın dokuzunda. bir saat gezdi orada. olmadı. çıktı dışarı. öğlene doğru tekrar gitti. gezdi gezdi gezdi. ta ki güneş batma eğilimi içine girene dek. sonra, sürekli olarak onu ısrarla çağıran hatuna yaklaştı. “ne çok gezdin sen ya” dedi kadın
“hıhım, ne kadar” diye sordu titrek bir sesle.
“15” dedi hatun, “muameleli 50.”

elli milyon verdi kadına ve merdivenleri çıktı. soyundu. yatağa oturdu. bekledi. hatun geldi. bak dedi ona hatun, “bi elli kağıt daha verirsen bir saat yaparız.” bi elli kağıt daha uzattı. kadın yaklaşıp ağzına aldı. bakıyordu öylece. gene duruyordu aslında. ruhen durmuş durumdaydı. sertleşti ama yine de. gel bakalım dedi hatun ve yatağa uzandı. üzerine çıktı onun. içine girdi. ve gidip gelmeye başladı. gidip geldi. gidip geldi. gidip geldi. belki on dakika. “olmuyor” dedi. “neden” dedi hatun. “duygu arıyorum ben” dedi, yine titrek bir sesle. “duygu olmadan yapamıyorum” hatun bir kahkaha atarak üzerinden attı onu ve kapıyı açıp çıkarken, holden geçen başka bir hatun noldu diye sorunca, duygu arıyormuş beyefendi dedi, ikisi de gülerek kayboldular. her şey kaybolmuştu aslında. her şey silinmişti. oda. yatak. askıda duran giysileri. elleri. çükü. ayak parmakları. durdu öylece yine. bir beş dakika sonra kalkıp giyindi ve kapıdan çıkarken, epey yaşlı olan bir başka kadın da, “öyle şeyler bulamazsın oğlum burada” dedi, sesinde şefkat vardı kadının, hissetti bunu, ya da öyle zannetti, bir şey demedi ama, utanıyordu, fazlasıyla utanıyordu, boşalamadığı için değil, daha çok onlarca herifin de orada o sebeple geziyor olmasına rağmen yaptığı şey yüzünden. başı önde hızlı adımlarla uzaklaşarak genelevin karşısındaki camiye girdi. namaz kılmaya değil, işemeye.

iki altılık bira alıp eve geldi. açtı ilkini. nerdeyse fondip yaparcasına dikti. bir sigara yakıp ikincisine başlarken, bilgisayarın karşısında buldu gene kendini. kütüphanesine dekor için değil de, gerçekten okumak istediği için aldığı onlarca kitap, aylardır o rafta, yeri bile değişmeden duruyordu. baktı onlara şöyle bir. ‘canım hiçbir şey istemiyor’ dedi kendi kendine. sonra, ‘canım neden hiçbir şey istemiyor’ dedi. sonra ‘ben neden böyleyim’ dedi. sonra ‘ben nasılım’ dedi. sonra gene ağzından o tuhaf sözcük çıktı: tuhaf. tuhaf sözcüğü de kendisi kadar tuhaf gelmişti ona ilk duyduğunda. ilkokul bahçesinde duymuştu ilk kez o sözcüğü, daha öncesinde bile duymuş olabilirdi hatta, evet evet daha önce duymuştu, amcaları bayram ziyaretine geldiğinde, sonra okulda, bütün arkadaşları birbirlerine çüklerini gösterirken o göstermediği için tuhaftı. okulda tuvalete asla girmezdi, tuvalete girmekten utanıyordu o yıllarda, sonra aşmıştı bu çekingenliğini, zaman içinde bir çok çekingenliğini aşmıştı hatta, o kadar ki, bir çok olayda net olarak tavrını ortaya koyabilecek bir cesarete erişmişti. bir dönem için geçerliydi bu. sonra bu tavırları tuhaf sözcüğü ile karşılaşınca, duraksamıştı. hemen olmasa da, yavaş yavaş. gazı biten bir arabanın, hızdan düşüşü gibi belki. ya da motoru iflas eden bir uçağın irtifa kaybedişi gibi..

bilgisayarı açtı. malum siteye girdi. kamerasını da açtı. ve başladı beklemeye. onda duracak ve onunla konuşacak bir yüz denk gelene kadar, bekledi. hiç değiştirmiyordu o, next tuşuna hiç basmıyordu, eli sikinde bir adam da görse, ya da bir eşcinsel, hiç next tuşuna basıp es geçmiyordu, ama gayler bile beş saniyeden fazla kalmıyordu ekranda. bir hatun geldi sonra. en azından resimde hatun vardı. ve kamerası kapalıydı. fransadan. “sonunda bir türke rastladım” dedi, “noel baba kılığında tiplerden yıldım”.

“onu ayarlayabiliyorsun” dedi can.
“nasıl neyi” dedi hatun.
“seçenekler hanesinden” dedi,    “aramada belli ülkeleri tercih edebiliyorsun.”
“nasıl yapcam” dedi hatun, ya da hatun resimli adam. her neyse. anlattı ona nasıl yapacağını. “sağol ya” dedi, “iyiymiş.”

sonra resim çizmeye başladı ekrana can. buna başlamıştı son zamanlarda, konuşmak yerine ekrana mouse ile resim çizmeye. gerçi herkes beş saniyede onu pas geçtiği için resimde yapamıyordu. bir yüz çizdi, karikatürize bir figür. karşı taraf çizdiği figüre bir sigara yaptı ve “sigarasız olmaz” diye yazdı. güldü buna. gülümsedi. konuşmaya başladılar sonra. bir on dakika kadar konuştular. fransa. türkiye. okul. iş. orda durumlar. burda durumlar. falan filan. havadan sudan sebeplerle birbirini tanıma çabaları. ardından, kız, “ya orası soğuk mu” dedi. “pek değil” dedi can ama montla oturuyordu odada, çünkü sobayı yakmayı akıl edebilecek, hatta üstünü değiştirmeyi hatırlayabilecek bir gün geçirmemişti. “çıkarsana montunu” dedi. çıkardı can. “kazağını da çıkarsana” dedi hatun. çıkardı. “resimdeki sen misin” diye sordu bu arada can. “evet ya istanbuldayken arkadaşlarımla. ortadaki benim” dedi. üç hatun resmi vardı çünkü profilde. doğru ya da yalan. inandı. bir sıcaklık hissetmişti, on dakikalık konuşmadan. yakınlık. atleti ile duruyordu. karşı tarafın ne yaptığını, ya da gerçekten resimdeki kişi ile konuşup konuşmadığını bilmeden, kelimelerden bir duygu dünyası inşa ederek kendi zihninde.. sonra fotoğraf değişti. bir barda, biraz daha yakından çekilmiş, bir fotoğraf. biraz daha inancı sağlamlaştı böylece. “bir şey diyeceğim” dedi hatun. adı arzu olsun. paso hatun demekten sıkıldım. aslında her şeyden sıkıldım. tüm bu ebegümecinden. hayali olaylar inşa edip, gerçekte olan bitenin sıkıntısını bertaraf etmekten de sıkıldım. yazmaktan yani. bu saf karakteri betimlemekten. o saf karakteri aslında öldürmek isteyip, bir türlü intihar etmesine neden olacak bir sebep bulamadığım için, lafı eveleyip gevelemekten de sıkıldım. evdeyim. tek başımayım. sıkılıyorum. her şeyden. içten içe. fena halde. adım girdap olsun. ya da zack. ya da esçûmento. ya da kukuleta. bi önemi yok. heteroseksüel ya da homoseksüel. izmir ya da istanbul ya da mardin. işçi ya da patron. yakışıklı ya da değil. milyarlarcası içinden bitanesi, evdeydim, ve tek başınayım. ve sıkılıyorum.. buraya kadar tamam mı? anlamadığınız bir yer olursa sorun demiştim. “atletini de çıkar diyicem ama banlanırsın” dedim cana. gülüyordum bu arada. ama o beni görmüyordu. hatundum ben onun gözünde. arzuydu adım. fransada yaşıyordum. üniversite okuyordum burada. üç beş fotoğrafta koymuştum. ve konuştum onunla. belki yedi saat sürdü muhabbetimiz. anlattı da anlattı. hemen hemen her şeyi, tüm çıplaklığıyla. benim ona atletini de çıkar deyişimden sonra, ve üstü çıplak vaziyette titrer bir halde yazmaya başladıktan sonra, ve anlattıkça, anlattıkça, anlattıkça, yarı ağlamaklı bir halde, ve daha ilk saat aslında arzu değil de, denyo olduğumu ona söyledikten sonra bile, samimiyetini kaybetmeden, sürdürdü muhabbetti. ve gey değildim. ve hatun da aramıyordum onun gibi. hiçbir şey aramıyordum. evdeydim. tek başımaydım. canım sıkılıyordu. ve o yalnız insanların odalarına konuk olup, birkaç kare yakalamak, farklı zihinsel fotoğraflar çekmeme neden oluyordu. sosyolog değildim. psikolog değildim. yazar olarak görülmüyordum. ama yine de, hemen hemen hiçbir şey olarak, hemen hemen her şeyi çözdüğüme olan inancımın bana verdiği yasama yürütme ve yargı hakkı sayesinde, insanların hayatlarına müdahale ediyordum. bir kağıt parçası, siyah beyaz bir kağıt parçasının, hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmasa da, bazı renk körlerinin, kendi hastalıklarına teşhis koymalarına, yardımcı olurdu belki. kalabalık içindeki yalnızlık değildi bu, inanmıyordum öyle safsatalara. yalnızlık zaten çok kalabalık bir şeydi. ve yalnızlığımızı bu kadar kalabalıklaştırmasına rağmen, bunu kanıksamamıza fırsat tanımayan bir çağa doğmuştuk.. herkes her yerdeydi. herkes herkesleydi. bilinilebilme kaygımız, tanrının kendini bildirme arzusuna baskın çıkmıştı. herkes ayaklı kur’an konumunda yaşıyordu. ve can’a tam olarak ne yapması gerektiğini anlattım. tane tane. incelikli bir şekilde, ikna ettim onu. ipi alıp tavana astı. kamerayı doğru açıya getirdi. bu arada, konuşmanın bir noktasından sonrasını kayda almaya başlamıştım. önce bir duş alacağım dedi bana. arınmak istediğini söyledi. tamam deyip bekledim ve beklerken birkaç porno yıldızının yüzüne baktım. son zamanlarda angelina valentine’ni anlamaya çalışıyordum, o sesine kattığı gizemli hava ile beraber, yüz ifadesindeki hırçınlık, bana aletimle ilgili değil daha çok üzerinde çalıştığım başka bir meseleyle ilgili çağrışımlar yapıyordu. ve ali geldi. kurulanmıştı. giyinmişti. ipi kontrol etti. yayını canlı olarak halka açmıştım. henüz ne server tarafından banlanmış ne de ilgili mecraları uyandırmıştık. çıktı sandalyeye. boynunu uzattı. onun için her şey kararmıştı. bunun farkındaydım. pisipisine ölücekti. söylediğim on yedi santimetre uzunluğundaki cümlem, onu ikna etmişti. ölücekti ve ölümü hiçbir işe yaramayacaktı. hayatta kalması da onun adına hiçbir işe yaramayacaktı. çünkü iş kavramı, kâr kavramı ile eşlenik bir düzeyde kodlanmıştı. “para kazandırıyor mu?”. hobi olarak arada ölü taklidi yapıyorum. hobi olarak yaptığım şeyin adı fanzin. öyle zannediliyor. oysa, toplumca öyle zannettiğimiz şeylerin öncü sanrılarını oluşturan zanlıları sanık olarak tahta çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz, yaşam hakkımız konusunda bile vekalet vererek üstelik. intihar etmek yasak. savaşta ölmek şeref. polisler gelmedi. izledim. durmasını söyledim sonra. sandalyeye vuracakken, bağırdım mikrofondan. durdu. ekrana baktı. biraz duralım dedim. biraz durduk. sessizlik. canlı yayınım, kısa sürede, çok yüksek bir izleyici sayısına ulaşmıştı. bekliyordum. can ne söylesem yapacak durumdaydı. yalnızdı. herkes yalnızdı. yalnız olduğunu söylüyordu herkes. koca koca puntolarla yalnızım diye bağırıyordu herkes. şarkılar yalnızlık üzerineydi. filmlerin ana konularından biri yalnızlıktı. tanrı bile, pastadan büyük bir pay kapmak istercesine, yalnızlığı kendisine mahsus bir alan olarak tahsis etmeye çalışmıştı. yalnızlık mahsustu. masusçuktandı. çok kabalıktık, fazla çok kalabalık. can’ın ölmesi nüfusu dengelemezdi. o kadar yalnızdık ki, cep telefonumuzu işyerinde unutursak, servisten yarı yolda iner, işyerine geri dönerdik. can dönmezdi. duruyordu öyle. hayatının sonuna kadar orada öylece, ip boynunda, durabilirdi. çünkü onunla konuşan tek kişi, erkek bile olsa, ona dur demişti. sevgiye olan açlığımız, nefretimizi de bilemişti. kapitalist algı düzeyi, duygu dünyamızı da kâr/zarar dengesinde şekillendirmemize neden olmuştu, ve yıldızlara bakan filozoflardan, bizi kaç kişinin gördüğüne bakan yıldızlar olmaya doğru, evrildik.. bu arada, can öldü.. next’e basabilirsiniz.  

24aralık12


29 Kasım 2012

toplumiğne

toplumiğne

yazmak bir gereklilik midir, yazdığın şeyleri öyle ya da böyle, herhangi bir yerde, yayınlamanın, ya da başkalarına sunmanın, paylaşmanın, ardında yatan temel güdü nedir?  bir şeyleri yayınlayacak olduğumuz için mi yazarız ya da yazdığımız için mi yayınlarız, ve buna benzer birkaç soru üzerinde düşünürken, zihinsel sürecim, beni, bunları yazma sürecine itti.

yazmak, bana kalırsa, bir tür, kendini var etme biçimidir.  konuştuklarımızı kayıt altında tutamayız, sadece konuştuğumuz kişilerin belleklerin de, o da belli kısımları ile yer tutarlar. oysa kayıt altına alınan her türlü eylem, düşünme, hareket, bir şekilde aktarılma vasfını da taşır. ister bunun bilincinde olalım, istersek bilincinde olmadan gerçekleştirelim, kayıt altına aldığımız her şeyimiz, aslında bilinçaltında gizli bir  ‘başkalarına sunma’ amacını taşır; bu, bir fotoğraf karesinden, çaldığımız gitarın sesini kayda almaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.

o halde sorulması gereken soruyu, bir miktar değiştirerek, sorguladığımız amacın ortaya çıkış sürecini irdeleyerek işe başlayabiliriz: insan bir takım şeyleri, özelliklerini, vasıflarını ya da uğraşlarını kayıt altında tutmaya ne zaman başlamıştır? bir anını videoya çekme eğilimi, kameranın icadı ile başlamış olabilir, ama ondan da geriye gidersek, bir ressama aynı gereksinimlerle poz vermiş de olabiliriz. ama daha da gerilerinde, kafamızdaki resmi, sözel bir betimle ile anlatma ihtiyacı, ondan da önce, belki çok önceleri, mağara duvarlarına yapılan oymalarda, aynı amacın farklı yansımaları olabilir.
 
o yüzden bence, insan neden yazar sorusundan daha önemli ve öncelikli olan soru, insan neden yazdığı bir takım şeyleri saklar ve başkalarına sunar sorusudur. cevap kişiden kişiye öznel farklılar seyredecek olsa bile, bir şeyleri yayınlama eğilimi, her koşulda, bir şeyler anlatma ihtiyacını da kapsayacaktır. ve biz, bu ihtiyacı, yan odada uyuyan kardeşimiz veya babamızla değil, tüm dünyaya açık bir hale getirerek giderileceğimizi hissettiğimiz noktada, zihnimizde olan biteni, herhangi bir şekilde ortaya dökmeye çabalarız. ve bu da, bir kağıt kalem alıp karalamaktan, bir twit atmaya kadar genişleyen bir kulvarda, sorgulama yapmamızı gerektirir. ancak, üzerinde durduğumuz konu, bunun tam tersine, yayınlama/sunma/paylaşma amacı gütmeden yapılan işlevlerin, izleyici odaklı yapılan işlevlerle ayrıştığı nokta üzerinde devam edicek.


hiç kimsenin ilgi göstermediği bir şey için, çaba sarf etmek gerekir mi? hiç kimse ilgi göstermiyor olsa bile, insan, kendi için, kendi yaptığı şeylere devam edebilir mi? izleyici potansiyeli, yapılan işin sürekliliğine, ne derece katkı sağlar. bu durum kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram mıdır ve herkes içinde bulunduğu koşullarda ek olarak uğraştığı, iştigal ettiği, başlangıçta hobi sıfatındaki uğraşı, bu izleyici ve kayıp-kazanç göstergesi sonrasında mı profesyonel bir uğraşa dönüştürmeyi tercih eder.

sonuçta, kimse ilgi göstermiyorsa, yaşanılan an içinde, o insan öldükten sonra birilerine ulaşması o çalışmanın, ne gibi bir iç anlam ya da amaç taşıyabilirdi? dünyayı değiştirme fikrinden ve bu çabadan oldum olası uzak durmuşumdur. bazı insanların yaşamlarına, fikirlerine veya bilinçlerine, bilinç düzeylerine odaklı çeşitli uğraşlardan da haz etmemişimdir. elbette bir şey, bir şarkı, film, ya da bir kitap, başka bir insanın yaşamını tamamı ile değiştirip dönüştürebilir. ama, yapılan işin, böyle bir öncelikli ya da ikincil amaç taşıması, bana oldukça manasız gelmiştir. sanat, -eğer varsa öyle bir şey- can sıkıntısından doğar benim açımdan. insanın kendi günlük ve biteviye süregiden mücadelesinin yanında, hayatına değişik bir aroma katma güdüsüdür. burada dikkat edilmesi gereken nokta, genel olarak hayata, bütüncül olarak dünyaya/insanlığa değil, kendi bireysel öz yaşantısına yaptığı bir müdahale olarak tanımlamış olmamdır sanat olgusunu. bu anlamda, söz konusu uğraşı, bir kitap yazma eyleminden, günün her hangi bir saatinde, çay demlemeye, hatta bulaşık yıkamaya kadar gidebilir. elbette, çay yapmak, sanat dalları arasında herhangi bir yere konulmayabilir, ama baktığımız zaman evinde kendi kendine resim yapan bir insanın yaptığı tablo da, sanat camiası tarafından, onların kendi genel-geçer kriterlerince, kuramlarınca, onanacak kriterlere sahip olmayabilir. burada bence önemli olan olgu, neyin sanat olduğu sorgulamasından ziyade, sanat yapmanın ne gibi bir işlevinin olup olmadığıdır. ve ben bu işlevi, az önce de belirttiğim gibi, toplumsal anlamda bir yapı içinde değerlendirmektense, öznel ve içsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı noktasında değerlendirmeyi anlamlı buluyorum. o yüzden, bence, yapılan iş, örneğin yazdığınız yazı, izleyici potansiyelini hesaba katılarak kayıt altına alınıyorsa, o işi “sergilenimci sanat” olarak tanımlamayı uygun buluyorum. ve sergilenimci sanatın belli bir aşama sonrasında, yapılan iş, getirisi kapsamında profesyonel sergilenimci sanat olarak bir üst evreye taşınıyor. buradaki getiri maddi veya manevi olarak iki anlamda ele alınabilir. işin, parasal bir değerinin olabileceği gibi, o insana basit bir arkadaş çevresinde motivasyon açısından bir geri dönüşü de olabilir. ve her ikisi de profesyonel sergilenimci sanatın, beğenici düzeyi odaklı bir kıstası merkeze alarak, içten çıkma ve can sıkıntısı merkezli oluşma evresini ortadan kaldırabilecek bir riski beraberinde getirecektir. bu da kişinin, sanat satan anlamında bir “sanatçı” hüviyetine kavuşmasına yol açarak, yaptığı işi, kendi oluş doğasından soyutlamasını sağlar. bu süreç, her insanda bu şekilde evrilmeyebilir ama günümüz verileri, çoğu “amatör” olarak nitelenen çalışmanın birkaç soluk sonrasında neden armatüre dönüştüğünün cevabı olarak tek bir şeyi söyleyecektir: sanat işe dönüşünce sanat olmaktan çıkar. ve burada armatüre dönüşmesi metaforu üzerinde düşününce, söz konusu durumun nedenleri, daha net anlaşılacaktır.

o yüzden, insanlar çok çeşitli biçimlerle gruplandırıldıkları gibi, kanımca şu biçimde de tasnif edilebilir, tüm bu argümanlardan sonra; insanlar ikiye ayrılır: toplumsal insanlar, toplumun dışında yaşayan insanlar. ne var ki zihinsel terminolojimiz ikinci gruba “toplumdışı” yaftasını layık görecektir hemen. ikinci grubun toplumdışılığını da, algımız, toplumun dışına itilmiş olarak tanımlayacaktır. oysa ikinci grup, toplumun dışına itilmiş değildir, aksine etraflarındaki insanlar tarafından bir tür “topluma dahil edilme” çabası ile dürtüklenirler, ilk çocukluk evrelerinden ölümlerine dek. onların toplumdışılığı, bilinçli olarak toplumu kendi iç evrenlerine, ya da dünyalarına dahil etmeyiş olmalarından kaynaklanır. dışlanmış değillerdir, dışlamışlardır. ve benim sanat olarak betimlediğim işler, bana göre, bu tip insanlardan çıkar. ve bu tip insanlar, yaptıkları işler milyon dolarla ölçülebilir duruma da gelse, ya da multi-platinumlara da ulaşsa, sadece can sıkıntısının bir sonucu olarak açığa çıkan üretimleri, ölümlerine dek özü itibari ile pek fazla bir değişme geçirmezler. yapı olarak, içerik olarak ya da tür anlamında dönüşümler olsa bile, oluş halindeki o öznel olma (özgünlük anlamında değil) özelliklerini kaybetmezler. ve bu yüzden ben, “kendi kendine yap” (do it yourself) eyleminin, başka bir doğurganlık taşıdığını da söyleyebilirim: kendi ‘kendini’ yap.

“kendini yap” deyimi, git kendini becer gibi bir argoya kapı açabilir. ve bu, pek tabii, götünü parmaklamak yerine mastürbasyon yapmak olarak da algılanabilir, kişi için. buradaki ifadenin seksist ya da homofofik vurgusundan çok, kişiye söylenen eylemin, söyleyen kişinin bakış açısından taşıdığı değer ve söylenen kişi bakımından kişisel bazda aldığı zevk biçimi önemlidir. “git kendini becer” deyimini, söyleyen kişi, “beni tatmin aracı olarak kullanma” anlamında diyor olabilir, ancak “kendi kendimi yapıyorum” diyen insan, işe dahil olan bir etken olarak izleyici potansiyeli yokken veya hiç olmasa bile, kendi kendine tatmin oluyordur. o, dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimciden çok, kendi öz doğasını korumak isteyen bir tutucu rolündedir. ve kendi doğasını, kendi öz benliğini, varlığını, değerlerini korumak için aslında savunmaya bile geçmiş değildir. çünkü savunma, saldırı anında ortaya çıkan bir eylemdir. o, toplumun varlığını, yapısını, doğasını, ‘diğer’ insanları bir saldırı ya da düşman olarak görmez. o, vardır. öylece. olduğu gibi. neyse o olarak. ve ‘diğer’, ‘dış’ adlı kelimeler lügatında yoktur. kendiyle barışıktır. can sıkıntısının kaynağı ise, onun varlığının, durağan neşesinin, kendi başına olabilirliliğinin, bir tür tehdit unsuru olarak algılanıp dönüştürülme çabası güdüldüğü anda açığa çıkan sıkıntılardır. savunma bu noktada, bir karşı saldırı olarak açığa çıkar. ve can sıkıntısından doğan uğraşlar, “varım” temelli bir savaşa dönüşür. ve bu savaş, çoğu zaman, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan, gittikçe büyüyüp çoğalan kitlelerce, içinden çıkılmaz bir hale dönüştürülür.  ve sonunda, kişi, ya pes ederek, dışarda herkes gibi, içerde kendi gibi olan  bir rol yapma oyununa başlar, ve can sıkıntısından doğan uğraşları “odada bir kağıt parçası” konseptli yığınlar halini alır, ya da  dönüştürmeye değil dönüşmemeye odaklı mücadelesi, onun bir idol olarak tanımlanmasına yol açar. her iki koşulda da, hiçbir şey kazanmamıştır. hiçbir şey kaybetmemiştir de. çünkü sonucu belirleyen etken, onun pes edip etmemesi değil, kendi gibi kalabilmesine izin veren kitlenin ve getirinin oluşup oluşmamasıdır. ve bu da, buraya kadar anlatılan çıkmazın sonucunda, pes eden kişi ile etmeyen kişi arasındaki ortak noktanın, birinin belki öldükten sonra yaldızlanmasını sağlayan, diğerininse anlamlandıramadığı, anlaşamadığı ve içinde boğulduğu olgunun aynı olduğudur.

Toplum bir hapishanedir, kaçmaya çalışanı, ya kendine dönüştürür, ya deli olarak niteleyip yalnızlaştırır ya da ulaşılmaz efsanevi bir hayali kahraman/star olarak lanse eder. Ve hayali olduğunun nitelenmesi, aynı zamanda, bir tür delilik metaforunun da simgesel olarak dışavurumudur.

29 kasım 2012

22 Kasım 2012

görsel katalizör


hiç kimsenin okumadığı
aptal bir yazar olarak
ya da kendimi yazar sanarak
onca yılı geçirmiş olsam da
şimdi
daha iyi anlıyorum
okunması gereken hiçbir şey yazamamama karşılık
aslında
yazılması gereken çoğu şeyi
okumadığımı da


bu durum
aynen
urfada oxfordun
olmayışına benzememekte
olsaydı da gitmezlerdi yani
ya da gidemezlerdi


veya


akıllarına gelse de
yazmazlardı
okunulması gerekli olan
asıl meseleyi
yayınlatamazlardı da
yazmış olanları
çünkü
okuyabilecek
kimsenin olmadığını
söyleyecekti
yayınevleri
basamayacaklardı
satılamazdı
ve satılamayacak şeyler
basılamazdı


ve işin doğrusu
ufak dergileri
silik harfli
siyah beyaz ürünleri
hiç kimse
gerçek anlamda
dikkate değer
bulmazdı


ve o dergilerdeki
çoğu harf
aynı sırayla
daha alımlı ve
güzel kapaklı
bir kitapta
isim yapmış bir yazarın
adı altında
çok satanların ikamet ettiği
bir rafta
vizyona girmiş olsaydı
emin olun herkes
hakkında hiçbir şey bilmeden
ve kütüphanelerine girdikten sonra da
öğrenmeden
ilk baskısını
harcardı

22.kasım.2012


12 Kasım 2012

uaew3-kendimden feragat-giriş yazısı

önsez-i

bazen, bir şekilde, yolun sonuna geldiğini düşünürsün. bu, zaman zaman, her insanın içinde olabileceği, bir duygu durumudur. karamsarlıktan ya da, umutsuzluktan ziyade, ileriyi görmek istememekle ilgilidir daha çok. intiharla değil, durup beklemeyi istemekle ilgili belki, bi anlamda.. mola vermiş olmak da değil, konaklamak da. yerleşmek doğrudan, kenara. kenara çekilmek ya da çekmek de değil ama. kenarda beklemek. önünden geçip gidenlerin aptallığına gülerek kimi zaman.

sen de yapmışsındır oysa aynı aptallıkları, ve daha yapacaksındır da. herkes, zaman zaman, aptal olabilir. ama herkes aptalı oynayamaz kolay kolay. zor olanın, göze kolay göründüğü durumlarda, kafanın içinde dönüp duranları, net sanırsın. görüş açın sisli veya bulanık değilmiş gibi gelir sana. görüş mesafen, onyüzbin kilometreden, kimin geldiğini, ya da gittiğini, görebilecekmişsin gibi, güvende hissettirir, kendini, sana. ta ki, burnunun ucunu dahi göremeyeceğin derecede sarhoş olduğun günlerin, sabahına kadar.

ve öyle zamanlarda, bir baş ağrısı eşliğinde, boş duvarların üzerine masa örtüsü örtmeye çalışır gibi bir tuhaflıkla, saçma salak kelimeleri, birbiri ile hiç alakası olmayan cümleler bütünü haline dönüştürdüğün yazılara dizersin. peşi sıra, çat pat, pata küte. üzerinde tek saniye düşünmeden, ve noktanın veya virgülün, hangi anlamı heba etmiş olabileceğini iplemeden.

anlam yoktur ortada, başın ağrıyordur, miden bulanıyordur, ama kusamamışsındır, su içmişsindir, sigarayla başlamışsındır güne, ama uyanamamışsındır hala, ayılmış olabilirsin ama uyanmamışsındır, zihnin uyanmamıştır ve, bilincinde değil de, bilinçaltında olan bitenleri, bilinçdışı bir deneyimle itekliyorsundur tuşlara basan parmak uçlarına.

rüyadasın, sen değilsin o. hiçbir zaman olmadın. o yüzden yoruma açık olmadı, anlamlandırmak istemediğin, harala gürele yazıların.

buna rağmen, birileri gelip;
“bilinç akışı” dedi
“he” dedin, “bilin-çakışı türünde yazıyorum”

“wirginia wolf'a benziyor tarzın”
“harbi mi? hiç okumadım, adı nasıl yazılıyor?”

“bukowski çakmasısın”
“çakmağım buk’ta  mı kalmış gece?”

“senle röportaj yapalım”
“ama soruları ben sorarım”

“dergimizde yazmak ister misin?”
“bi kopya gönderin, boş yerlerini karalarım”

“bir yayınevine başvursana”,
“sana şimdi bi kafa atarım…”

böyle alakasız ve ucube, verilen cevaplar eşliğinde, geçen zaman içinde, görülen o ki, fanzin paklar bizi. temize çıkarmaz belki ama paklar. sonra? sonrasında bir şey olmaz yavru. sonrasında bir şey olmaz, çünkü; sonrasında bir şey olmasını veya bir şey olmayı planlarına dahil edenler içindir; harikulade sonlar, mutlu başlangıçlar.. düşsel kış mevsiminin akustik bahar senfonisi..

“yazımı okudun mu” der biri, “sen benimkini okudun mu olm” diye cevap vermek istersin, küçük erkek çocukların birbirine çükünü gösterme eylemi gibi düşleyip, sanatsal her aktivitenin, bazı sunuluş biçimlerini. ama “okumadım” dersin, “okuyamadım, iyi değilim bu aralar, okurum sonra.”

“noldu, neden iyi değilsin, yapabileceğim bir şey var mı?” bile demezler ve bu daha iyidir, çünkü, anlatamazsın, yapabilecekleri bir çok şey olsa da, söylemezsin onlara, zihnindeki terazinin yalpaladığını bu aralar. kelimeler boğazına düğümlenir, elin tutulur, nefesin sıkışır, gözlerin parıldarken gecenin ortasında.

ve okursun sonra, ve yorumlamazsın, çünkü yorumlarsan, cevap hakkı doğar. ve bu hakkı onlar, senin onlara yaptığın gibi, kısa ve net ve içten bir “eyvallah” ile kullanmaz. ya bok atarlar ya göğe çıkarırlar. arada kaldığını, arasında kaldığını, her şeyin, hayatın boyunca, bilmeden..

ve insanlarla aranda kalması gereken hiçbir şeyi, mobese kamerasının torunuymuşsun gibi nakletmeyeceğini bilmedikleri için, “abi bunlar gerçek mi” derler, “ben gerçek değilim ki onlar olsun oğlum” dersin, inanmazlar. sen de inanmazsın. tanrıya bile inanmazsın aslında, varlığına inanırsın, doğru söylediğine inanmazsın, doğruyu söylediğinde de, pis bir sırıtışla karşılaşırsın.

ve her şeyden önce ya da her şeyden sonra ya da her iki boşluğun da arasında, eve sarhoş gelir, sabah rüyada uyanırsın. baş ağrısı, sigara ve, altın vuruşa ortak bir kahve eşliğinde, tuşlara basarsın, üzerinde tek saniye düşünmeden.

ve bu bölümde, işte öyle, ulvi eserler mevcut, ulvi falan değiller gerçi, ama arada eserler bana, pelerinlerini noterde unutmuş emanetçiler. ya da daha doğru bir deyişle, orospu ilzam perileri. (evet ilzam bilader, yanlış yazarsam söylerim demiştim daha önce de mi?)

önemi yok, hemen hemen hiçbir şeyin, hemen hemen hiçbir yerde, ve hemen hemen de hiç olmadı.

şimdi, eğer okuyacaksanız, bu bölümdeki metinleri, cümle nerde bitti diye aramayın, cümle yok, sonu nasıl diye merak etmeyin, sonuca bağlanan bir olay yok, bütünlük aramayın, çünkü akış yok. geldiği gibi giden –gelişigüzel?- kelimelerin, bıraktığı izler, belki size, çıkış kapısını da gösterebilir. giriş kapısını ben tarif ederim: sağdaki ilk sayfadan bir arkaya dönülüyor. sonra bir yana ve bir arkaya şeklinde ilerleyerek, sizi leyleklerin getirdiğini ve kelebeklerin de belki bir gün yaşamayabileceklerini, öğrenirsiniz. belki.

her şeyin, ‘belki’ üzerine kurulduğu bir dünya da, şanslar ve tesadüfler, beklentilere teğet geçer. yoksa siz hala kontrolünüzü yükletmediniz mi? iyi şanslar. dördüncü bölümde görüşmek üzere.. eyvallah.

girdo

12kasım2012

six different ways

1.
her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladı. her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiğim gün başladı. karar veremiyor. karar veremiyorum. üçüncü tekil mi, birinci tekil mi? ben mi, o mu? işi ektiği günler yazabiliyordu. yıllık izne çıksam, şu romanı bitiririm diye düşünüyordum. ama olmazdı. izin vermezlerdi ona. işi bıraksam? evdeki dırdırlar ve oğlum ile başlayan kaygılı ses tınıları, romanının sonunu getirirdi. hem bitirsem de bir şey olmazdı, diye düşündüm. mesele paraydı, diye düşündü. hayır! mesele yazmak, diye düzelttim. riske girmesi gerekiyordu.  riske girmeme hayatım boyunca izin vermediler. ben mi, o mu? aynaya baktım. aynaya baktı

kendime yabancılaştığını düşündü. (bu ifade, sorunu çözüyor)

2.
ağzımdaki sigarayla aynaya bakıyorum. tıraş olman gerekli yazıyor, aynaya vuran duman. yarın ne söyleyeceksin, diye düşünüyor beynim, ellerim istemsiz bir şekilde ağzımdaki sigarayı alıp, klozete gönderirken, kalbimdeki tik-takların düzensizleşmesi sonucu. ayak tırnaklarım, üzerine, ‘beni kes’ yazdırtmış. gözlerim, belli belirsiz bir durağanlıkta gözlerime bakıyor. burnumla çocukken dalga geçerlerdi. her şeyin nedeni bu olabilir. burnum değil, dalga. benim mi onlar? onlar ben miyim? kendine yabancılaşan insanın, olan biteni anlayabilmek için, zihniyle ortak bir lisanı olmalı. bizim evde iki dil konuşulur, ‘bence’ ve ‘onlarca’ adında. aynı harflerle aynı sırada söylenen kelimelerimizin anlamları farklı. düşünüyorum. sessizlik

3.
halının üzerinden bir roman alıp babasına verdi. kitaplar ayak altında. aklı başında değil. bunu bir tek o biliyor. insanlar, aklının nerede olacağını kontrol edemeyebilir. benim hatam değil, dedim onlara, isteyerek yapmadım. işe gitmediği için, kendisini suçlu hissetmesi isteniyor. devinimsiz bir ahenk var hayatımda

üzgün. işi ektiği için değil, bir işi olduğu için. bir işi olduğu için değil, bir işi olması gerektiği için. bu gerekliliği oluşturan kendisi değil. üzgün olmasının nedenini çözümleyemiyor. insanlar çalışarak özgürleşir, yazıyor bir kupürde. usulca kesiyorum onu gazeteden. neşteri kullanıyor, keserken. gazeteyi ameliyat ediyor. basını ameliyat ediyorum. insanlığı tedavi ediyor. uhu ve makas. epidemik bir mikrop - medya

4.
her şeyin, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladığından emin değilim. ilkokulu, nedensiz ve habersiz ektiğim gün başlamıştır. okulda bomba varmış. öyle söylemişti annesine. “okulu boşalttılar.” çocukça yalanlar, çocuksu dürüstlüğe terfi etmesine neden oldu
önce “ders boştu”
sonra “derse girmedim”
“okuldan erken çıktım”
“hayır, bugün okula gitmedim”
“okula gidemiyorum”

öğretmen sormuyordu. ama patron sordu. rapor alırım. rapor alamıyordu. hasta değildim. hasta olmaya çalışmadı. hasta olduğunun bilincindeydi. kafadan sakat. aklı başında bir çocuk bu, efendi, sessiz. öyle diyordu komşu kadınları. kızları olsaydı, damadı olmamı isteyeceklerdi nerdeyse. arada sırada işi ektiğini bilmiyorlar. ölümüne alkol aldığımı. tek kötü alışkanlığı sigaraymış, gerçekte öyle mi? bırakır onu da canım, evlenince, çocuk masrafı, alışkanlıklarından fedakarlık ettirir insana

yemek yemek alışkanlık mı diye sormak istiyordum. soramazdı. sigarayla yemeği kıyaslarsa, aklından şüphe ederlerdi. etseler fena olmazdı. belki deli raporu verirlerdi ona. maaşa bile bağlarlardı belki. maaş istemiyordum. çalışmak istemiyordu. hepsi bu

intiharı düşünüyor musun, diye sordu bir kız. düşünmem, dedi. denedin mi hiç, diye sordu kız. intihar denenmez, dedim. ölmek basit. ölmeye çalışılmaz, ölünülür. ölmek isteyip de bunu başaramayan insan, eşeği sağlam kazığa bağlamamıştır. eşeği sağlam kazıya bağlamayan insana, sigorta bile para vermeyebilir. belki. bilmiyorum. anlamam o işlerden. para hesabını gerektiren her şeyden yıldım. elektriği kestiricem bir evim olunca. suyu da. telefon yok. kira sadece. camiden içerim suyu. duş, yağmurda. yemek? peynir pişirilmez, fırına gerek yok, fırın için elektrik lazım. internet, dedi. siktirnet, dedim. benimle aynı evde yaşamak istediğinden emindi. vazgeçti sonra

bir evde yaşamak istemiyordu. ama yaşamak istiyordu. ölümü düşünmüyordum. kendi ölümü üzerine sürüyordu, büyük bir hızla. ölümü düşünseydi, sigara içmezdi. mantıklıydı. kendince. her ne kadar insanlar onun aptallık ettiğini düşünüyor olsa da. bir daha böyle bir iş bulamazsın, dedi babası, neden gitmiyorsun. bilmiyorum, dedim, canım istemedi, yarın giderim. yarın da gitmek istemeyecekti ama gidecekti. canının istemediği şeylere zorlanıyor olmasıydı, asıl canını sıkan. kalp spazmı? olası diye düşündü. kalbi ağrıyordu, kalp ritimleri çift akorlu bir besteyi icra ediyordu, sigara üstüne sigara koydu bestenin adını. kayda almadı

neden işe gelmedin dün? dün yoktun? haber verseydin. tutanağı incelemedi. ezberlemişti artık. yalan söylemek istemiyordu. canım istemedi, diye yazdı. hayır, düşündü sadece. henüz yarın olmamıştı. ama olacaktı. bugün erken çıkabilir miyim? neden? ankara’dan bir arkadaşım gelecek. hayır hayır, bugün erken çıkmam gerekiyor çünkü. çünkü her gün erken çıkmam gerekiyor. her gün işe gelmesem olur mu? işi bırakmak istiyorum. ailemi bırakmak istiyorum. kendimi bırakmak istiyorum. olur mu?

5.
 sigarayı yaktım. cure açtı bir tane. robert’in sesi odaya ferah bir his kazandırdı. kahve. duvarlar. duman altı. camı açsana oğlum. kapıyı kapat anne. yarın eve gelecek misin gittiğin yerden? bilmiyorum. işe nasıl gideceksin oğlum cumartesi. giderim. biri telaşlı, diğeri umursamaz olan, iki bütünleşik insan. haklı ve haksız. haklanmayı hakkediyorum

kapı kapandı. robert’in sesi odada. sessizlikle bütünleşip, sigaranın gazına bastı.


*başlık, the cure adlı grubun bir şarkısının adıdır

11kasım2012

9 Kasım 2012

telepatik alarm

ufak umutlarla yaşıyoruz
ufak umutların, büyük yankısı ile

birde uyanıyorum ve babam
“bak bakalım” diyor
“yakalamış mıyız”
neyi diye sormuyorum ben ama
siz okurken içinizden
sormuşsunuzdur belki
kendinize
neyi olduğunu
“babayı almak” diye bir deyim vardır
bilir misiniz?

“bakalım” diyorum babama
“şans topu muydu adı”
“hayır” diyor “süper loto”
süper bir de
süper süper süper
star olamadık ama
kendi düşlerimizde
kediler gibi dört ayak üstüne
düşeriz bazen
yılmadan veririz mücadelemizi
zaman zaman yılsak da
genel anlamda yılmayız
budur bizi intihardan alıkoyan
gerçekte ne olacağını
önceden biliyor olmak değil
olmayacak düşlere
tövbe diyememek
istemli bir şekilde

oysa hayal dünyamızda
evhama kapılıp gidişimizdir çoğu zaman
her şeyden vazgeçişimizin nedenleri

birde uyanıyorum
birden
telefon çalmadı
annem seslenmedi
kediler ciyaklamadı
uyandım ve
içeri geçtiğimde babam
o malum periyodik sorularından biri ile
karşıladı beni

günlerini bir türlü
ezberleyememiştim şu
bizi bir düşten
kurtaracak olan rakamların
çekildiği masalların

şans topu
süper loto
arada iddaa
at yarışı
kasatura
banka soygunu
kiralık katil olmak
emekli ikramiyesi
işten atılma tazminatı
zengin bir hatunu kafalamak
yeni bir iş
yeni bir roman
ya da çoğu zaman
boş bir cüzdan
eşlik eder
devinimsiz biteviyeliğimize

birde uyandım ve rüyamda
sevgilimi gördüğümü anımsadım bi an
pardon
eski
sev
gi
limi
eski sevgili mi?
böyle de yazılabilir tabii
gerçekte olup bitenin
henüz bitmemiş olan algısına
yapılan yolculuk

uyandım ve rüyamda eski sevgilimi gördüm
siz nasıl okuyorsunuz bilmiyorum şu an
bu harfleri ama ben bazen
bir çırpıda
bazen hecelerle dilimleyerek
ya da dilimler halinde kekeleyerek
servis ettiğimi
hayal ediyorum
parçalara bölemediğim
bi linç altımı

“sabah da görmüştün” dedi annem
rüyamda ne gördüğümü
ona anlatınca
hı hı, dedim
sabah da
sabahta ya da

numaralara baktım
hayır lotonun süperinin numaraları değil
telefonuma gelen mesajın numaraları
bazı şeyler numaradan olmak zorunda bu arada
telefonuma gelen mesajın numaraları
istemdışı bir şekilde ya da
tam o an o dakika
sesi kısıkken intihar metotlarımdan birinin
nasıl olur da uyandığım dakikada
beni dürtmüş olabilir diye
sofistik bir felsefeye
sizi gebe bırakmak istemem ama
bir sigara yakacaksanız eğer
ateşiniz benden olsun isterim
asla başaramasam da
ateşimi çıkartan
sayıklamalarımdan
bir iş göremez raporu almayı

çalışamıyorum abi
bulaşık bile
yıkayamıyorum bu aralar
bu arada trt geldi
bizi çekip gittiler
çekilir dert değilim oysa
ve konturum yok
ve param var
keşmekeş değil bu
telefon çalınca vakitli vakitsiz
açamayayım diye ya da
geri dönemeyeyim diye
bozdu tuşlarını
her ihtiyacımı anında karşılayan
fanzin tanrısı
var öyle bir tanrı
ve peygamberleri
son bulmuyor bir türlü
gerçekten bizi
bizim bilmediğimiz anlarda
birbirimize yaklaştırıyor
var öyle bir tanrı
inanıyorsam vardır yani
düş değil bu
serap sadece

telefon çaldı ve ben uyuyordum
ben uyanmışım ve telefon çalmış
sesi kısık daima
benim çünkü
benim olan her şeyin
sesi kısıktır bu arada
namütemadiyen açarım
eski sevgililerimin
ağzındaki bandı


sonra işte efendim
her iki numarasal fiyaskodan da
büyük bir piyango düşü ile
sağ çıkamayan babam ve ben
ayrı odalarda
gerçeği aradık

interneti açtım
fanzin tanrısı
bu yalnız gecede
imdadıma
başka bir peygamberini
gönderdi

radyodan
Aşkın gevelerken
kayda alınması gereken
-kayıt değil-
anekdoktrinlerini
telefonu duvarla
öpüştürmekten vazgeçip
-radyomuzun sesi sayesinde-
kelimeleri şiir haline
sokamayan bilincimi
size naklettim
hepsi bu

şimdi
süper lotodan
daha süper bir ikramiye için
bir hafta daha düşteyiz, ailecek
devretmiş gene
orospu çocuğu

başkalarına devreden
bir şeyler de olacaktır daima
bu hayatta
eski sevgililer ya da
…lili lili lililer

kayda değer şeyleri
kaybetmeme uğraşındaki bizlerse
ucuz silik kağıt parçalarındaki mürekkeplerden
yansıyan güneşin ışıltısını
merceğimize tutup
yakmaya çalışırız
üstümüzde can çekişen
kara parçasını

aşağıda bir hayat var
yaşam mücadelesi vermiyoruz
sistemde nefes almaya da çalışmıyoruz
herhangi bir şeyin protestosunun
ya da eylemsel didaktiratların
çığırtkanlığı peşinde de değiliz
bir şeylerin değişeceği günlerin hayalini değil
ölene dek değişmeyeceğimizin hayalini kuruyoruz
halinden memnun
yön duygusundan azade

sistemde ufak bir delik açıp
oradan nefes almayı ya da
ses çıkarmayı
sağlayan bir fırsat gibi
görünüyorsa gözünüze
fotokopik zilzuratlar
lütfen acilen
elinizdeki telsizin
akortlarını tamir edin

çünkü fanzin denilen yanıcı madde
bizim nefes alabilmemizi değil
başkalarının da suni teneffüse gereksinimi olmadığını
anlatmaya yarar
ve bunu
sessizlik içinde yaparız
limon satar gibi
değil

ve isteseydik
bandrol de alırdık ama
o zaman
bin yıllardır teneffüste olduğumuzun bilincini
çalmaya devam edemezdik
derslerine gireceğimiz için
bizi özgürleştirmeye çalışan
tutsakların


bu arada
baba doğru harfleri hâlâ bulamadım

-şiir içinde şiir-
sevgili gargamel
bu şirinin maliyeti
12 sigara
ve bir kahvedir
kadeve olarak
üç sigara verebilirim
ama pardon siz
sigarayı bıraktırmayı dert edinmiştiniz
iyi kazanıyor olmalısınız
bu savaşın
bedelinden
kaçaklar dahil
yoksa dükkan yerine
torbacıdan alırdık
bu bizi öldüreceği söylenen
yaşam destek ünitesini

not: “şiir değil bu” türünde bestelenmiştir


9kasım2012