27 Şubat 2007

üç erkek

üç erkek..

1.
bir barın önündeyiz. tuncay refik ben. takılıyoruz. gökyüzüne bakıyorum. biraz durgunum.

“sorun ney” diyor tuncay.
“ne bileyim amına koyim” diyorum.
refik, ilerde duran mercedesi gösterip, içindeki elemanı kast ederek “aha buradan vurucan, alıcan 15 milyarı, bu zamanda en iyisi tetikçi olmak” diyor. sonra, paradan, parasızlıktan, çalışmak istemiyor oluşumuzdan ve gelecekten bahsediyoruz.

hava yağmurlu. ıslanıyoruz ama kafamız trilyon. esrar, amfetamin, alkol ve acı içmişiz - daima. umurumuzda değil hiç bir şey, ve elde sigara. tam bu esnada önümüzden elinde şarap şişesi ile biri geçiyor, onun da kafası trilyon. “dünya ve ahiret işleri böyle, kimseye güvenme, kendine güven, başka bi şey yok, gerisi hikaye” diyor, ve ekliyor, “adamın beynini sikerler burada, beyin kalmaz.” adam geçip gidiyor.

refik’e dönüp soruyorum “dünyanın en kötü şeyi nedir” diye.
“bir gece yarısı, her yer kapalı iken, çarşafın ve otun olduğu halde, tütününün olmamasıdır” diyor “ve bir sigaranın lafını yapan insanlara asla güvenme.” o öğretti bana bi çok şeyi. ve dediğim gibi, durgunum.
“neyin var senin” diyor refik “kardeşimi mi düşünüyorsun hâlâ?”
“aşkın amına koyayım” diyor tuncay “dünya üzerinde ne kadar amcık varsa, sikmek isterdim.”
“bi sigara versene” diyorum tuncay’a
“bitti moruk” diyor “paketi attım ya gözünün önünde.”
“unutmuşum, neyse siktiret.”
elimi cebime atıyorum, biraz bozukluk, sigara almaya yeticek kadar değil ama. “bende bu kadar kaldı diyorum.”
elini cebine atıyor diğer ikisi: “bende de bu”

bakkala gidip 2 paket sigara alıyoruz, çünkü gece çok uzun, ve evimizde biralar var, bira daima olur biz de, ve asla sigarasız içilmez bira, sigarasız bi gram bile yaşanmaz bu hayat, çok ciddiyim, ve espri yapıcak halde de değilim ayrıca -neden gülüyorsunuz?  -benim görmediğim bir şeyi gösteriyorlar bana, televizyonda, ben de gülmeye başlıyorum. televizyon mu? evet, televizyon! eve vardık bile, söylemeyi unutmuşum, ve kimsenin gülmeyeceği şeylere gülüyoruz, televizyon açık, çok ciddi şeyler dönmekte ekranda, ama o kadar salaklar ki… ciddiyetleri bile bi salaklık göstergesi bize göre.

yıl 2001, ay şubat, saat 23, ve alsancak, korku parkı istasyonundayız. hey hey bi saniye, orada öyle bir yer yok. evet ama evin kapısına öyle yazmıştı tipin teki, korku parkı istasyonu. hiç bi anlamı yok, biliyorum, bildiğimiz hiçbir şeyin ve bildiğiniz hiçbir şeyin hiç bi anlamı yok, bi noktadan sonra hiç bi anlamı kalmıyor, ve o noktaya gelmemenizi umuyorum. ben geldim.. kayışı kopardım. yanımdaki diğer iki erkek de. bir tekrarın içine hapsolmak. hepimiz bir kadın tarafından oyun dışı kalmıştık, bazı kadınlar da bir erkek tarafından oyun dışı bırakılmıştı, ve bekliyorduk, ve içiyorduk, ve daha bi çok şey.


“kes şu zırvayı” dedi refik, ben elimdeki çakmağı parmağıma tutarken.
“cehennem” dedim “cehennemde olmayı cennette olmaya yeğlerim ben.”
“neden” dedi.
“çünkü” dedim “cennette olursam, her şey ben olucam, ve özgür, ve boş kalıcam, ve hatırlayacağım daima. ama cehennemde birileri benim canımı acıtırken, belki de düşünmem, iradem elimden alınmış olacağı ve daima işkence edecekleri köleleri olacağım için.”

“zırva” dedi tuncay “zırva, zırva, zırva.” takılmıştı, biraz sonra durdu, “size de oluyor mu bu” dedi “bazı kelimeleri üst üstte bir çok kez söyleyince tuhaflaşıyor, anlamını yitiriyor sanki, anlamsızlaşıyor, ne ifade ettiğini unutuyorsunuz. tekrar et her şeyi moruk, bırak bütün herkes sıçsın ağzına, bi süre sonra anlamsızlaşıcaklar. perde. perde. perde.” devam etti bi süre, “perde. perde.” durdu, “evet, haklıymışım, anlamsızlaşıyor.”

uçuyordu, uçuyorduk, kokaini de ekleyin tüm saydıklarım üzerine. bizim evimizde daima uyarıcılar vardır.

biraz müzik. ve biraz daha esrar. ve biraz daha parmaklarını çakmakla yakma deneyi. elimden aldı çakmağı refik, hem de ne alış, havada kaptı resmen, bi çırpıda.
“kafayı mı yedin oğlum, gazını bitireceksin, başka çakmak yok evde, kibrit yok, hiç bi sikim yok, ve saat gecenin üçü”
“elimi kurtardığını düşünmüştüm bu hareketle, meğer tek derdin gazmış.”
insanlar alkollüyken aşırı duygusal ve alıngan olabilir.
“sikmişim elini”

2.
karşıyaka’dan alsancak’a geliyoruz. vapur. daima. arkalarda bi yerdeyiz. ayakta. gece. denize bakıyoruz, denizden çıkan köpüğe.. vapur ilerliyor.. elimizde bira, ve bize bakıyorlar, ama şanslıyız, çünkü denize atamazlar bizi, otobüste olsaydık bu kadar uzun süre tahammül edilemezdik.

“burada bira içemezsiniz” dedi bi tip. tuncay da,
“burada bira içebilir miyiz diye sormadık, sorulmayan soruların cevaplarını vermen de senin çok zeki bir varlık olduğunu gösterir ve çok zeki olan varlıklar, bir vapurda üç alkollü adamdan dayak yerken diğer yolcuların olaya müdahale etmeden bir süre seyredeceğini ve o geçen süre içinde epey bi darbe alarak yere yıkılacaklarını bilirler, daha da uzatabilirim ama anlamış olabileceğini düşünüyorum” ded. tuncay bazen böyle uzun konuşur, ve siz onun suratına aval aval bakarken, birasından bir yudum alıp, aniden başka bi konuya geçer, sonra başka bi konu, sonra başka bi konu, sonra başka bi konu, ve tuncay haklı, bazı şeyler tekrar ettirilerek anlamsızlaştırılabilinilir.

vapurdan inerken şişeleri denize atıyoruz, herkesin görebileceği şekilde. üçümüz de yapıyoruz bunu, sırayla, kim şişesini daha uzağa atıcak yarışması. ve adamın biri, “çevreyi neden kirletiyorsunuz” diyor. tuncay adama dönüp;
“yarış dostum” diyor, “rekabet hayatın her alanında var, kapitalizm bulaşıcı bir hastalık, yayılıyor. yarıştık biz, çevreyi kirletmedik, olaya bu açıdan bak, bu çocuklar şişeyi kim daha uzağa atıcak diye yarıştı, tek bir açıdan bak olaylara, ve o baktığın açı, senin canını sıkmayacak, seni rahatsız etmeyecek bir açı olsun. kapitalizm sana bunu öğretmedi mi yoksa? çalışmaktan başka seçeneğin yok, öyle değil mi? bu açıdan bakıyorsun hayata. neden hayatımı mahvediyorum bu tüketim çılgınlığıma bir son vermeli diye düşünmüyorsun”
 “hey hey” dedi sonra, yanımızdan geçen bi hatuna tuncay, “bir uzaylı”. kadın, harikulade bir vücuda sahip olan kadın döndü ve
“uzaylı senin anandır” dedi.
“iltifat” dedi “sadece iltifat ediyordum” bize neden çevreyi kirletiyorsunuz diyen ihtiyara döndü sonra “gördün mü, olaylara bakış açısı, sihir burada. doğru açı diye bir şey yoktur, kendini iyi hissetmeni sağlayacak açılar vardır. ben ona uzaylı derken, dünya üzerinde olamaz böyle bir güzellik, mutlaka uzaydan gelmiş olmalı, demek istemiş olamaz mıyım? ya da sen, çocuklar yarışıyorlar, demiş olamaz mısın? sanane çevreden, eğer yiyorsa git mc donalds’a söyle, çevreyi katlediyorsunuz diye.”
“hadi gidelim moruk” dedim tuncay’a gülerek, bıraksam sabaha kadar adamın kafasını düzebilirdi, ve adam, emin olun, hiçbir şey diyemezdi, savunamazdı kendini, haklı olsa bile savunamazdı. bir damla lsd’li olan bir beyinle yarışamazsınız, ve bizim evimizde lsd bazen olur.

sonra ben “karnım acıktı” diyorum “şurdan bişiler alak da yiyek.”
elimi cebime atıyor, ve bozuklukların birazını cebimde bırakarak çıkarıyorum az bir para “üçümüze yeter mi bu para”
“üstünü ben tamamlarım” diyor refik
“pekala” diyor tuncay “yeni bir sorun, ne yiyicez biz?”
“şu parayı da al, yumurta, makarna, al  bişiler de gel” diyor refik bana “bu hıyarı bi an önce eve götüreyim, başımıza bi bela açacak.. sen bize yetişirsin..”
bi bakkala giriyor, 6 yumurta, makarna, ve şarap alıyorum. 3 şişe.. ekmek var mıydı evde diye düşünüyorum, 4 ekmek bir şişe şarap ediyor o dönemlerde, ama napabilirim, ihtiyaç meselesi. yetişiyorum onlara. ve bir barın önünde duruyoruz..

3.
özlem’lerin evinden çıkıyoruz. refik. tuncay. ben. bi üst katta oturan seçil’i son kez görmeye gelmişiz. ankara’ya gidicek o. ailesi ile beraber. ve bir hafta önce de özlem’i uğurladık böyle. bristol. ve ne yazık ki o, başka bir yazının konusuydu, geç kaldınız, çoktan yazıldı ve ani gelen bir kendini yok etme isteği üzerine öykü de yok edildi, kül. beni küllerimden yeniden yaratıp karşınıza koydular, ama aynı şeyi yaktığım öykülere yapamadılar ne yazık ki, üzgünüm. külleri saklamayı tavsiye etmişti biri bana, ileride çıkıcak olan bi teknoloji ile geri dönüştürülebilir miydi öykülerime küllerim? taşak geçiyordu tip benimle tabii ki ve taşak geçilebilecek kadar savunmasız bir pozisyonda kalmıştım, ters köşeye yatırılmış ve golü yemiştim. sonra hakem düdüğü çalıp, atışın tekrarlanmasını istedi, karşı takımın teknik direktörü ani bir kararla penaltıyı kullanacak futbolcuyu değiştirdi. topun başına gelen ikinci hatun da, şey pardon, yanlış yazdım, topun başına gelen ikinci futbolcu da ters köşeye yatırıp golü çaktı, sonra hakem yine düdüğü çalıp atışın tekrarlanmasını istedi, sonra yine ani bi kararla karşı takımın teknik direktörü penaltıyı kullanacak futbolcuyu değiştirdi, topun başına gelen üçüncü hatun da, şey pardon, yine yanlış yazdım, topun başına gelen üçüncü futbolcu da ters köşeye yatırıp golü çaktı, sonra hakem yine düdüğü çalıp atışın… tamam tamam kesiyorum.. ama bi müddet sonra, biri yanıma gelip, “abi, farkettin mi, hep aynı köşeye atıyorlar, ve sen hep aynı köşeye yatıyorsun, onlar sola, sen sağa, bence bi kez de sola yat, yakalarsın topu, hem bak hakem de bizden yana, sen topu tutana kadar atışı tekrarlatıcak hakem”. dedi.
“hey” dedim, “ben doğru bildiğimi okurum daima, onlar topu uçtuğum köşeye atana kadar gol yemeye devam.”

biraz alegori. ve biraz sihir. iskeleye doğru gidiyorduk, vapura binicek ve alsancağa geçicektik.

4.
özlem’lerin evine geldik. seçil bi üst kattan aşağı indi. akşam altı civarıydı saat. epey takıldık o evde. eski günleri andık. seçil ankara’ya gidicekti ve onu bir daha görüp göremeyeceğimizi bilmiyorduk hiçbirimiz. yemek yedik. içtik. ve müzik dinledik. bizim evimizde müzik daima vardır.


“o’nu özledim” dedi seçil. “şimdiden.” özlem’den bahsediyordu.
“senide özleyeceğiz” dedim o’na. “lanet olsun.”

gözlerim doldu bi an, ki bunu sürekli gizleme ihtiyacı hissederim, çünkü duygusal olmak istemiyorum, sert biriyim ben, evet, sert, erkeğim ben, bana bu öğretildi çünkü, erkekler ağlamaz dendi bana, erkekler kavga eder dendi, erkekler kendilerini terk eden kadınların arkasından kötü konuşur ve orospu der kendisiyle arasında kan bağı olmayan tüm kadınlara dendi. bana denilen hiçbir şeyi doğru dürüst yapamadım. yapsaydım eğer, şu an burada, sabahın beş otuz beşinde, bunları yazmaz, sabah erken kalkıp takım elbisemi giyerek evden çıkıp arama biner, şirketimin önünde durarak bir asansör sendromu sonrası masamın başına geçicek olduğum için çoktan yatıp uyumuş olurdum. ama yapmadım. tuncayın ruhu içime girdi galiba, saçmalıyorum, ve adam 2003’te intihar etti. pardon, zamanda epey ileri gittik. geriye dönelim:

“biletleri ayırtınız mı siz” dedi seçil, tuncay’a.. “siz ne zaman gidiyorsunuz?”
“haftaya” dedi tuncay, “hollanda bizi bekliyor, kırmızı halı ve…” lafını kestim
“hepiniz gidin” dedim onlara, “hepinizin amına koyayım” bağırıyordum. çıldırmıştım. sinir krizi geçiyordum. ve bu bana her zaman olan bişi değildi. ilk kez o zaman oldu. sonrasını hatırlamıyorum.. özlemlerin evinden çıktık.. tuncay, refik, ben. iskeleye doğru yürüyorduk.. 

27 şubat 2007