6 Mart 2013

istifa

uyandı. 35 yıldır uyuyormuşçasına bir duygu ile beraber. gözünü açtığında, hayatı boyunca zaman zaman kendine sorduğu, başkalarının da kendi kendine ya da başkalarına sorabileceği bir soru ile gerilmişti zihni: “nereye kadar?”

soru, her ne kadar tümleçleri, özneleri, yüklemleri eksik bir yapıda yankılanmış olsa da, ve kapsadığı durum geniş bir zamana yayılsa da, ve ‘ne’ sorusuna karşılık verilebilecek bir çok cevap olsa da, bu cevapların sonucunda genellikle “boş ver” sesi işitilirdi, “siktir et”, ya da “böyle gelmiş böyle gider” vurdumduymazlığı

hayatındaki bir şeylerin değişmesi gerekiyordu mutlaka, ve zaman zaman değiştirmeye de çalışmıştı, ve yine deneyebilirdi bunu ama, bu kez değişmesi gereken şey, tek başına gerçekleştirebileceği ve kişisel yaşantısındaki reform ya da devrim ile sınırlı kalarak çözülebilecek bir problem değildi. o, artık çalışmak istemiyordu, hepsi bu. ve “nereye kadar” derken, sorguladığı süreç, her sabah aynı saatte uyanıp, aynı yerden bindiği servisle gittiği aynı yerde yaptığı aynı şeyleri, daha ne kadar süre yapmaya devam edebileceğiydi. dahası herkesin, çok büyük bir çoğunluğun değil tamamen ‘herkesin’, aynı anda ve aynı reaksiyonla karşı çıkması durumunda dahi, yaşadığımız hayat şeklinin yerine geçecek olan alternatifte bir fikir birliğine varılamayacağı gerçeği, değişimin belirsiz bir vakte ertelenmesine, hatta olası en ufak değişiklik senaryolarına dahi, yerimizi kaybedebileceğimiz ya da daha doğru bir deyişle alışkanlarımızın bozulacağı endişesi ile karşı çıkmamıza ve sahip olduğumuz imkanlar dahilinde, elde edebileceğimiz yaşantının en iyisine ulaşma yarışına dahil olmamıza neden oluyordu, ve üstelik bu, ‘her ne pahasına olursa olsun’culuk ile sabitlenmiş bir fedakârlık güdüsü ile yapılıyordu. öyle ki, ileri de iyi bir işe sahip olma olasılığı yüzünden, en iyi zamanlarımızda, birkaç yıllığına yaşadığımız şehirden bile fedakarlık yapıp gidebiliyorduk

ve o, artık sıkılmıştı. gerçekten. işe gitmek istemiyor ama yerine koyabileceği alternatif bir yaşantıyı var edemiyordu. hayır, banka soymaktan bahsetmiyoruz ki soyamazdı da zaten ama, mesele tam olarak para değildi. mesele, işe gitmemenin olanağı ile elde edilebilecek bol boş zaman lüksünde yapabileceklerini; zamanını, yaşamını sürdürebilmek için gerekli ihtiyaçları edinebilmek uğruna satmak zorunda olmasıyla yapamıyor oluşu da değildi. ya da kazandığı az buçuk para ile, ucu ucuna yeten yaşantısı, aynı çalışma saatleri içinde, daha hafif işler yaparak on-on beş kat kazanmaya evirilse, mesele yine çözülmüş olmazdı. çünkü sorun, tek başına ve yalın olarak: çalışmak zorunda bırakılmaktı. hayır, çalışmak zorunda kalmak değil, bırakılmak!

yılmıştı, hemen hemen her şeyden, uyanmak ve uyumak da buna dâhildi. yatakta kaldığı sürece canı sıkılıyor, ama yataktan çıkmak için de bir neden göremiyordu. o sabah özellikle, özellikle o sabah, yataktan çıkmasını gerektirecek hiçbir mantıklı bahane üretemiyordu kendine. son zamanlarda, uyandığında kendi kendine ‘hadi oğlum’larla verdiği telkinler (evet burada okuyucu, karakterimizin bir erkek olduğunu anlıyor, yazar ise eleştirmenlerin işini kolaylaştırmak için okuyucuyu ilgilendirmeyen ek açıklamalarda bulunuyor), iş yerindeykense kendi kendini eğlendirmeye yönelik zihin oyunları, giderek tek bir kelimeye sabitlenmişti: “siktir et”.

artık ne iş yerinde, ne evde, ne de arkadaş toplantılarında hiç konuşmuyor, düşünmüyor, dinlemiyor ve sadece, içinden bu kelimeyi tekrar edip duruyordu: “siktir et”. ve artık bu kelime de, kendi içinde anlamını yitirmişti, çünkü hem siktir edebileceği hiçbir şey kalmamış hem de siktir etmeyi söylediği her şey olduğu gibi yerli yerinde durmaya devam etmişti. ve bu ifadede bir çelişki yoktu

ve o, yılmıştı. gerçekten. hayır, yataktan çıkmayacaktı. o gün değil, bundan sonra hiçbir zaman, hayatının sonuna dek, hiçbir şart ve koşulda, o, o yataktan çıkmayacaktı.  çok çalışmıştı, yaşamak için çok çalışmıştı. artık insanlar çalışmalıydı, onun yaşaması için. bugüne kadar sayısı belirsiz çeşitlilikteki işlerde kısa süreli olarak kalmış, ama sonuçta, insanlığın tümüne birden, çok fazla hizmet etmişti, apartmanlara tuğla koymuş, lokantalarda bulaşıkları yıkamış, fabrikalarda hangi amaçla nerede ve nasıl kullanıldığını bile bilmediği parçalar üretmiş, dahası başkalarının ürettiği ürünleri de satın alarak, bu aptal döngüye yardımcı olmuştu. durdu. gerçekten kafası bu noktada durdu ve duvardaki saatle göz göze geldi: yedi sıfır beş. ya acilen evden çıkıp, üstelik koşmak zorunda kalarak servise yetişecek, ya da orada öylece kendisi dahil hiç kimseye bir faydasının dokunmadığını söyleyecekleri şekilde bekleyecekti

bizi, diye düşündü, yani insan neslini, hayvanlardan ayıran, tek fark, yaşamsal olduğunu söylediğimiz ihtiyaçlarımızı kendi kendimize üretmek zorunda oluşumuz ve bunu da üstün zekâmızı sembolize ederek kutsayışımız. ve bunun, doğadaki evrimle falan bir alakası yok, biz kendi fizyolojik evrimimizi, geri zekalılığımız sayesinde, tersine gerçekleştirdik. tersine evrim. dünya üzerinde, kendi yiyeceğini tarım yaparak elde eden başka bir canlı var mı merak ediyorum

“siktir et” dedi hemen ardından, artık anlamsızlaşan bu kelimeyi her tekrar edişi, kendi kendisine düşünüyor olduğu zamanlara denk düşüyordu ve o artık düşünmek de istemiyordu. gerçekten 

o gün, tüm gün boyunca yatakta kaldı. tuvalete dahi gitmedi anlayacağınız, sidiğini de tutmadı ama. öylece yattı ve işedi. nefes aldı nefes verdi. üzeri açılınca örtmedi bile üstelik. kapı çaldı, açmadı. telefona göz ucuyla bile bakmadı, titreşince. arada bir göz göze geldiği tek şey olan saati de, öğlenin birini gösterdiği sırada, çakmağı ile hedefleyerek duvardan düşürdü. sigara da içmedi böylece. ki o gün, bırakma kararı almadığı halde, hiç içmemişti de

 ama ertesi gün, bilgece bir edayla, çıktı yataktan. hareketlerinde kendinden emin ve vakur bir hava vardı. bir günde aydınlanmış gibiydi.  ağır adımlarla ama servisi kaçırmayacak bir hızda giyindi üstelik. kapıyı kapatmadı arkasından ve yolda yürürken ısrarla insanların gözlerinin içine bakıyordu çünkü yalınayaktı. kış aylarından birinde, hadi söyleyelim, aralığın 31’inde, yarım gün çalışacakları haftalar öncesinden belirlenmiş olan günde, servis durağına giden yolu yürüyordu, yalınayak ve cep telefonsuz ve sigarasız ve cüzdansız. servisi gördü, dört yol ağzından aşağı doğru iniyordu servis, ve o, servisin enlemesine geçtiği yolun başına yaklaşmıştı. gördüler onu, yavaşladılar, normalde koşması gereken işçi selim, daha da ağırlaştırdı adımlarını ve onu bekleyen servisin yanından geçip gitti öylece, selam bile vermeden üstelik. arkasından seslendiler ama dönüp bakmadı bile. az ilerideki nüfus memurluğunun binasına girmek istedi. kapıda tuttular onu, yalınayak selim’i, iki dilim ekmek otuz gram peynir, beş tane de zeytin ile kahvaltı yapmış olan güvenlik tuttu
“hemşerim nereye?”
“istifa dilekçesi vermeye” dedi, hiç istifini bozmadan selim ve yürümeye devam ederken kolundan tuttu onu güvenlik
“ne istifası yahu?”
“vatandaşlıktan istifa ettiğimi bildireceğim, artık vatandaşlık görevimi yerine getirmekten vazgeçtim ben.” gülmüyordu bunu söylerken, üzgün ya da sitemkâr bir hali de yoktu. kimliğimi kaybettim dermiş gibi konuşuyordu adeta, sakince ve olağan bir durumu naklediyormuş gibi

orada bitti kişisel devrimi selim’in. aklının yerinde olduğuna ve kararından vazgeçmeyeceğine dair öne sürdüğü ve mantıki geçerliliğini kendince ispatladığı tüm argümanlara rağmen, çıkarıldığı mahkemelerde de, sokulduğu psikoloji testlerinde de, sonrasında verdiği röportajlarda da, yarı deli yarı kahraman olarak yaftalanıp, akıl hastanesine kapatılmaktan kurtulamadı. ve iyileşmesi yönünde uygulanan tüm tedavileri, şu yanıt ile karşıladı: doğa, insan adlı ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır

6.mart.2013