uyandı. 35 yıldır uyuyormuşçasına bir duygu
ile beraber. gözünü açtığında, hayatı boyunca zaman zaman kendine sorduğu,
başkalarının da kendi kendine ya da başkalarına sorabileceği bir soru ile
gerilmişti zihni: “nereye kadar?”
soru, her ne kadar tümleçleri, özneleri,
yüklemleri eksik bir yapıda yankılanmış olsa da, ve kapsadığı durum geniş bir
zamana yayılsa da, ve ‘ne’ sorusuna
karşılık verilebilecek bir çok cevap olsa da, bu cevapların sonucunda genellikle
“boş ver” sesi işitilirdi, “siktir et”, ya da “böyle gelmiş böyle gider” vurdumduymazlığı
hayatındaki bir şeylerin değişmesi
gerekiyordu mutlaka, ve zaman zaman değiştirmeye de çalışmıştı, ve yine
deneyebilirdi bunu ama, bu kez değişmesi gereken şey, tek başına
gerçekleştirebileceği ve kişisel yaşantısındaki reform ya da devrim ile sınırlı
kalarak çözülebilecek bir problem değildi. o, artık çalışmak istemiyordu, hepsi
bu. ve “nereye kadar” derken, sorguladığı süreç, her sabah aynı saatte uyanıp,
aynı yerden bindiği servisle gittiği aynı yerde yaptığı aynı şeyleri, daha ne
kadar süre yapmaya devam edebileceğiydi. dahası herkesin, çok büyük bir
çoğunluğun değil tamamen ‘herkesin’, aynı anda ve aynı reaksiyonla karşı
çıkması durumunda dahi, yaşadığımız hayat şeklinin yerine geçecek olan
alternatifte bir fikir birliğine varılamayacağı gerçeği, değişimin belirsiz bir
vakte ertelenmesine, hatta olası en ufak değişiklik senaryolarına dahi,
yerimizi kaybedebileceğimiz ya da daha doğru bir deyişle alışkanlarımızın
bozulacağı endişesi ile karşı çıkmamıza ve sahip olduğumuz imkanlar dahilinde,
elde edebileceğimiz yaşantının en iyisine ulaşma yarışına dahil olmamıza neden
oluyordu, ve üstelik bu, ‘her ne pahasına olursa olsun’culuk ile sabitlenmiş
bir fedakârlık güdüsü ile yapılıyordu. öyle ki, ileri de iyi bir işe sahip olma
olasılığı yüzünden, en iyi zamanlarımızda, birkaç yıllığına yaşadığımız
şehirden bile fedakarlık yapıp gidebiliyorduk
ve o, artık sıkılmıştı. gerçekten. işe
gitmek istemiyor ama yerine koyabileceği alternatif bir yaşantıyı var
edemiyordu. hayır, banka soymaktan bahsetmiyoruz ki soyamazdı da zaten ama,
mesele tam olarak para değildi. mesele, işe gitmemenin olanağı ile elde
edilebilecek bol boş zaman lüksünde yapabileceklerini; zamanını, yaşamını
sürdürebilmek için gerekli ihtiyaçları edinebilmek uğruna satmak zorunda olmasıyla
yapamıyor oluşu da değildi. ya da kazandığı az buçuk para ile, ucu ucuna yeten
yaşantısı, aynı çalışma saatleri içinde, daha hafif işler yaparak on-on beş kat
kazanmaya evirilse, mesele yine çözülmüş olmazdı. çünkü sorun, tek başına ve
yalın olarak: çalışmak zorunda bırakılmaktı. hayır, çalışmak zorunda kalmak
değil, bırakılmak!
yılmıştı, hemen hemen her şeyden, uyanmak
ve uyumak da buna dâhildi. yatakta kaldığı sürece canı sıkılıyor, ama yataktan
çıkmak için de bir neden göremiyordu. o sabah özellikle, özellikle o sabah,
yataktan çıkmasını gerektirecek hiçbir mantıklı bahane üretemiyordu kendine.
son zamanlarda, uyandığında kendi kendine ‘hadi oğlum’larla verdiği telkinler
(evet burada okuyucu, karakterimizin bir erkek olduğunu anlıyor, yazar ise
eleştirmenlerin işini kolaylaştırmak için okuyucuyu ilgilendirmeyen ek
açıklamalarda bulunuyor), iş yerindeykense kendi kendini eğlendirmeye yönelik
zihin oyunları, giderek tek bir kelimeye sabitlenmişti: “siktir et”.
artık ne iş yerinde, ne evde, ne de arkadaş
toplantılarında hiç konuşmuyor, düşünmüyor, dinlemiyor ve sadece, içinden bu
kelimeyi tekrar edip duruyordu: “siktir et”. ve artık bu kelime de, kendi
içinde anlamını yitirmişti, çünkü hem siktir edebileceği hiçbir şey kalmamış
hem de siktir etmeyi söylediği her şey olduğu gibi yerli yerinde durmaya devam
etmişti. ve bu ifadede bir çelişki yoktu
ve o, yılmıştı. gerçekten. hayır, yataktan
çıkmayacaktı. o gün değil, bundan sonra hiçbir zaman, hayatının sonuna dek,
hiçbir şart ve koşulda, o, o yataktan çıkmayacaktı. çok çalışmıştı, yaşamak için çok çalışmıştı.
artık insanlar çalışmalıydı, onun yaşaması için. bugüne kadar sayısı belirsiz
çeşitlilikteki işlerde kısa süreli olarak kalmış, ama sonuçta, insanlığın
tümüne birden, çok fazla hizmet etmişti, apartmanlara tuğla koymuş,
lokantalarda bulaşıkları yıkamış, fabrikalarda hangi amaçla nerede ve nasıl
kullanıldığını bile bilmediği parçalar üretmiş, dahası başkalarının ürettiği
ürünleri de satın alarak, bu aptal döngüye yardımcı olmuştu. durdu. gerçekten
kafası bu noktada durdu ve duvardaki saatle göz göze geldi: yedi sıfır beş. ya
acilen evden çıkıp, üstelik koşmak zorunda kalarak servise yetişecek, ya da
orada öylece kendisi dahil hiç kimseye bir faydasının dokunmadığını
söyleyecekleri şekilde bekleyecekti
bizi, diye düşündü, yani insan neslini,
hayvanlardan ayıran, tek fark, yaşamsal olduğunu söylediğimiz ihtiyaçlarımızı
kendi kendimize üretmek zorunda oluşumuz ve bunu da üstün zekâmızı sembolize
ederek kutsayışımız. ve bunun, doğadaki evrimle falan bir alakası yok, biz
kendi fizyolojik evrimimizi, geri zekalılığımız sayesinde, tersine gerçekleştirdik.
tersine evrim. dünya üzerinde, kendi yiyeceğini tarım yaparak elde eden başka bir
canlı var mı merak ediyorum
“siktir et” dedi hemen ardından, artık
anlamsızlaşan bu kelimeyi her tekrar edişi, kendi kendisine düşünüyor olduğu
zamanlara denk düşüyordu ve o artık düşünmek de istemiyordu. gerçekten
o gün, tüm gün boyunca yatakta kaldı.
tuvalete dahi gitmedi anlayacağınız, sidiğini de tutmadı ama. öylece yattı ve
işedi. nefes aldı nefes verdi. üzeri açılınca örtmedi bile üstelik. kapı çaldı,
açmadı. telefona göz ucuyla bile bakmadı, titreşince. arada bir göz göze
geldiği tek şey olan saati de, öğlenin birini gösterdiği sırada, çakmağı ile
hedefleyerek duvardan düşürdü. sigara da içmedi böylece. ki o gün, bırakma
kararı almadığı halde, hiç içmemişti de
ama
ertesi gün, bilgece bir edayla, çıktı yataktan. hareketlerinde kendinden emin
ve vakur bir hava vardı. bir günde aydınlanmış gibiydi. ağır adımlarla ama servisi kaçırmayacak bir
hızda giyindi üstelik. kapıyı kapatmadı arkasından ve yolda yürürken ısrarla
insanların gözlerinin içine bakıyordu çünkü yalınayaktı. kış aylarından
birinde, hadi söyleyelim, aralığın 31’inde, yarım gün çalışacakları haftalar
öncesinden belirlenmiş olan günde, servis durağına giden yolu yürüyordu,
yalınayak ve cep telefonsuz ve sigarasız ve cüzdansız. servisi gördü, dört yol
ağzından aşağı doğru iniyordu servis, ve o, servisin enlemesine geçtiği yolun
başına yaklaşmıştı. gördüler onu, yavaşladılar, normalde koşması gereken işçi
selim, daha da ağırlaştırdı adımlarını ve onu bekleyen servisin yanından geçip
gitti öylece, selam bile vermeden üstelik. arkasından seslendiler ama dönüp
bakmadı bile. az ilerideki nüfus memurluğunun binasına girmek istedi. kapıda
tuttular onu, yalınayak selim’i, iki dilim ekmek otuz gram peynir, beş tane de
zeytin ile kahvaltı yapmış olan güvenlik tuttu
“hemşerim nereye?”
“istifa dilekçesi vermeye” dedi, hiç
istifini bozmadan selim ve yürümeye devam ederken kolundan tuttu onu güvenlik
“ne istifası yahu?”
“vatandaşlıktan istifa ettiğimi
bildireceğim, artık vatandaşlık görevimi yerine getirmekten vazgeçtim ben.”
gülmüyordu bunu söylerken, üzgün ya da sitemkâr bir hali de yoktu. kimliğimi
kaybettim dermiş gibi konuşuyordu adeta, sakince ve olağan bir durumu
naklediyormuş gibi
orada bitti kişisel devrimi selim’in.
aklının yerinde olduğuna ve kararından vazgeçmeyeceğine dair öne sürdüğü ve
mantıki geçerliliğini kendince ispatladığı tüm argümanlara rağmen, çıkarıldığı
mahkemelerde de, sokulduğu psikoloji testlerinde de, sonrasında verdiği röportajlarda
da, yarı deli yarı kahraman olarak yaftalanıp, akıl hastanesine kapatılmaktan
kurtulamadı. ve iyileşmesi yönünde uygulanan tüm tedavileri, şu yanıt ile
karşıladı: doğa, insan adlı ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır
6.mart.2013