25 Haziran 2013

polislik hakkında tüm bildiğim

polislik hakkında tüm bildiğim

dedem polisti. ben de polis olmak istemiştim, hayatın başlangıç evresinde, kısa bir süre sadece, ve bunu hangi sebeple istemiş olabileceğimi net bir şekilde hatırlayamıyorum. böyle şeyler, çocuklar için, yetiştiriliş tarzından da bağımsız bir şekilde, -kısa süreliğine de olsa- arzu duyulabilecek şeylerdir. ve bir gün, size,  zaman zaman anlatılmış olan, sizin yüzünü bile görmediğiniz bir aile büyüğünün fotoğrafını gösterirler, henüz 3 ya da 4 yaşındasınızdır, özenirsiniz. özenmeniz kısa sürer, çünkü bir zamanlar polisin bile giremediğinin söylendiği, şimdiyse uyuşturucunun bile polis gözetimi ve rüşvetinde dolaşıma sokulabildiği bir bölgede büyümüşsünüzdür. uzun bir süre, polislerle ya da devletin otoritesiyle tanışmadan, o otoriteye doğrudan başkaldırabilen ya da her türlü riski göze alabilen insanlarla yakın olmuşsunuzdur. ve bir gerçeği net görebilmeniz için ya da neyin doğru olabileceğinden emin olmanız için 50 yaşına kadar da beklemeniz gerekmez aslında, kimi insanlar otuzundan sonra allah’ı bulsa da; bazıları da, zaten inandıkları, düşledikleri şeylerin terimsel kelimesini ansiklopediden ya da sözlükten keşfedip, “a böyle bir şey zaten varmış ya” diyebilirler, on iki on üç yaşlarındayken.. 

o yüzden üniforma ile hatırlanabilir ilk karşılaşmam, dedemin eski siyah beyaz bir fotoğrafında olsa da, var olan her türlü iktidar tutkusuna, o tutkunun içindeki zaman zaman sözü edilebilen ‘iyilik’ amacını sorgulamadan karşı duruşum daha da eskiye rastlar. ve bu anlamda, bir insanın, özellikle bariz belirgin bir şeyle ilgili, yıllar sonra düşen jetonu sonucu “aslında bu çok da iyi bir şey değilmiş,”, “yok yok bu tastamam yanlışmış hacı”, “yanlış düşünüyormuşum”, “yanılmışım” yanılgısına düşebiliyor olmasına, çok da kafam basmamıştır. o yüzden zamanında polisle ilgili ağzına geleni söyleyebilen bazı iş arkadaşlarımın, namaz kılmaya başladıklarından sonra polisi savunmaya geçmeleri, kendilerinin de daha büyük bir güce teslim olmaları ile bağlantılı olabilir. her insan kendisini, tanrısının şefkatli olduğuna inandığı kollarına bırakabilir elbette, bu çoğumuz için tanrının da öncelinde, annemiz için geçerli bir duyguyla da başlamış olabilir. ama burada, incelenmesi gereken asıl şey; kendisinden daha güçlü dış bir şey tarafından gerçekleştirilen ve hiçbir şart ve koşulda karşı koyamayacağı müdahaleye karşı, oluşturduğu itkisel teslimiyete, bir tür duygu ile birlikte açığa çıkan ve bilinci de yönlendirebilen o davranışa, bireyin ilk olarak nerede başladığı, başlatıldığı, itildiğidir. ailede olabilir, arkadaş arasında, ya da okulda, çok geç olarak gelicek olsa da, erkekler için askerlikte.. sonucunda ölebileceği veya zarar görebileceği bir davranış tarzından, güvenli ya da en az yarayla çıkabilme düşüncesi; (ki yalan söylemek de bununda bağlantılıdır kanımca), bizleri polis karşısında durmaktan da alı koyar, çünkü polis devletin polisidir, ve devlet bizim gözümüzde bizi koruyan gözeten bir aygıttır. varlığını varlığımıza borçlu olsa da varlığımızın varlığına bağlı olduğuna bizi inandırmıştır.

çocukluğumun geçtiği mahallelerdeki insanların büyük bir çoğunluğu, polisin kendi mahallelerindeki varlığını kendileri için bir tehdit olarak algılıyorlardı, çünkü ortada bir yasa vardı, ve karşı karşıya getirilen her iki grup da, ekmek parası için bir iş yapıyordu, polislerin ki yasal iken onların ki yasalarca belirtilmiş yasaklar kapsamına giriyordu; örneğin torbacılık. ve zaman içerisinde bu durum, 24 saat atılan devriyelerce denetimli yasadışılık durumuna erişti, “adam başı yirmi lira verirsen bize, istediğin her şeyi satmana izin veriyoruz.”



“seni yakaladıklarında” demişti arkadaşım, “üzerindeki malı alıp bana geri getirirler, benim sattığım malı senden alıp bana geri de satabilirler.” gözleriyle görene kadar gözlerimle gördüklerime inanmayacak milyonlarca insanın, bugün sokakta olmasının öncelikli nedenlerinden biri de budur: şiddetin görülür kılınılması.

bu noktada, yukarılarda bir yerde belirttiğim, kendilerinden çok daha güçlü bir varlığa teslim olanların, yani inançlıların, tanrı karşısında ki teslimiyet nedenlerinin kaynağını, yani sadece korku(cehennem) ya da çıkar(cennet) nedeniyle mi, yoksa gerçekten içten bir samimiyetle mi inanmış olduklarını, kolaylıkla ayrıştırabileceğimiz bir noktadayız. çünkü, aynı hareket tarzını, hemen hemen her koşulda aynı şekilde zaten gerçekleştiriyorlardı, iş yerindeki şefe karşı, evlerindeki babaya karşı, sınıflarındaki öğretmene karşı. ve bu davranış tarzını etkileyen en belirgin iki nedenin, polisliği seçme, ya da devam etme noktasında da geçerli olabileceği açık.

ortaokula gidiyorsunuz, henüz 11 ya da 12 yaşındasınız, daha güneş doğmadan kapınız çalınıyor, çünkü siz çingene mahallesinde, çingene olmasanız da evinizin aranmasını isteyebilecekleri bir yerde, o yasaların/yasakların dışına çıkabilen insanlarla birlikte yaşıyorsunuz. kapı çalıyor. açıyorsunuz. çocuksunuz. ve polisler eve dalarken, aynı anda mahallenizdeki bir çok eve de dalınıldığını fark ediyorsunuz. ve benzer süreçler sonrasında, aslında bu işi kendilerince kötü olarak algılanan bir şeye engel olmak için değil, onu kontrol altına almak için gerçekleştirdiklerini çözüyorsunuz. çünkü evvel zaman içinde bir gün, torbacınız size “eve dönüş yolunda dikkatli ol, bu zarbolar bazı müşterilerimi takip edip üzerindeki malı alıyorlar” diyor, kendisine bir şey yapmadıklarını da ekliyor, hatta herif mesleğini, evinin önüne, tek sandalyeden oluşan bir dükkan açarak yürütmeye başlayabilmesinin süreçlerinden bahsediyor, yani 12 yıl önce bundan bahsetti.. babanıza dönüyorsunuz, o size 32 yıl öncesini anlatmıştı bir zamanlar, demişti ki, “ben bu mahalleden gecenin bir yarısı geçerken, mahallenin gençleri bazen sigara isterdi, cigarayı sarmak için, hiçbir zaman ne gasp edildim, ne de şiddet gördüm.” o halde problem başka bir yerde?

anlatılan zamanlardan, yani 32 ve 12 yıl öncesinden, kameralarımızı 4 yıl öncesine çevirdiğimizde, şöyle bir görüntü yakalıyoruz: karakoldayım. çünkü içinde bulunduğum arabadan, yüklü miktarda esrar çıkıyor. benim değil. hiç olmadı. hayatım boyunca yüklü miktarda hiçbir şeyim olmadı. araba da benim değil. araba, arkadaşımın arkadaşının arabası. ve ben arkadaşımı askerlik yaptığı yere ziyaret için gittiğimde, kapıdaki asker, “memleketinden bir arkadaşı geldi, az önce çıktı” diyor, arkadaşımı arıyorum, hadi şunlara isim verelim, sallayalım, arkadaşımın adı can, arkadaşımın arkadaşının adı ahmet olsun. can’ı arıyorum, bulunduğu yeri söylüyor, gidiyorum, kısa geçeceğim, dönüş yolunda ki bir çevirmede, ahmet’in tereddüdü ve duraklaması sonucu, şüpheli tavırları göze batıyor, biz aranıyoruz, araba aranıyor, can “abi ben askerim” diyor, ahmet telefonda birileri ile konuşuyor, ben bir köşede sakince olan biteni izliyorum, her şeyin farkında olsam da. sonra karakol. ve polisin tehditkâr cümleleri, zaman zaman desibeli artarak ilerleyen soruları karşısında, panikleyen can ve ahmet’in karşısında, tepkisiz ve sakince duruyorum. polis bana uyuz oluyor, onun varlığını ve üniformasını ve gücünü ve başıma örebileceği çorapları siklemediğim için beni sikmeye kalkıyor ve ahmet malı nerden aldığını söylemediği, söyleyemediği için, “bak kardeşim şöyle bir adamdan aldığını söylüceksin kurtulacaksın” diyerek, malın alındığı adamın tarifini veriyor, tarife uyan adam benim. her şey bu kadar basit. ve başgargamel de, aynı mantıkla, kendisine ve temsil ettiği yapıya, karşı bir tehdit oluşturduğunu düşündüğü gruplar için, marjinal kelimesini kullanıyor. aynı nedenle sevgiliniz veya eşiniz, bazı insanlarla görüşmenizden rahatsız oluyor.. ve o nedenle kendi varlığını, kendi varlığına hediye eden bir insanı, ya da kendi varlığını, idealize ettiği düşünce uğruna riske atan bir insanı, otorite kendisi için tehdit olarak gördüğü gibi, otoritenin kendi varlığına tehdit oluşturduğunu görebilen bir insan da, yukarı da tanımladığım iki davranış kalıbından biriyle hareket etmiyor. otoriteyi, kendi varlığın için bu iki davranış kalıbıyla (çıkar/korku) tehdit olarak algılayadabilirsin pek tabii, ama bu ikiliden sıyrılarak hayata bakan bir insan için, otoritenin varlığı, sadece bireysel anlamda salt kendisi için değil, kendisinin yaşam içerisinde kurduğu, kurabileceği, tüm ilişki biçimleri için de, var olmaması gereken bir yapıdır. işte bu yüzden, iyi polis/kötü polis olmaz. niyeti kötü olan bir aygıta bağlı bir birimin, içinde var olmayı -üstelik seçerek- içine sindirebilen bir insanın, özünde iyi bir insan olduğu söylense bile, kötülüğün içinde o iyiliğini barındıramaz ve iyi bir niyetle kötü bir yapı içine dahil olunmaz. sonradan fark edilen böylesi bir hata,  özre tabi bi hukukla da bağışlanamaz.


25.6.13