26 Haziran 2008

yazmak üzerine yazmak

bazı meslekler vardır
örneğin sevkiyatçılık gibi
kolay görünür göze
kafanı düzmez en azından
bedenini daha çok

akşam eve geldiğinde
tek bir tuşa basamayacağın kadar
yenilmişsindir
ve yine de
kolay edilinilir bir sıfattır bu
sevkiyatçısındır
veya şoför
veya memur
müdür
patron
torbacı ya da
başbakan!

kolay edilinilir, çünkü
bir başkasının gözünde
öyle görünmenizi sağlayan tek şey
kağıt üzerinde geçerli bir belgedir en fazla
ya da giriş kartınıza yazılmıştır
hemen adınızın altına: “işçi”

bu sıfatı siz koymazsınız kendinize
işiniz budur
hepsi bu

yazar olmayı ele alalım
bazı kaplumbağaların bu konuda çok konuştuğunu biliyorum
ve o kaplumbağalardan biri de benim maalesef
çok konuşuyorum evet
yazmak ve
yazamamak üzerine
(ve ben yazamayanlardanım, yazar olamayanlardan)
çok fazla laf attığım da doğru yazı içinde
cevap yetiştirdiğim ya da sataştığım
ve yazmayı düşündüğüm
ya da istediğim şeylere
ayıracağım zamanı
bu mahlukatlara çaldırdığıma üzülüyorum zaman zaman
yine de buradan
söylemem gereken birkaç söz var
savunma yapmıyorum şu an bayım
saldırmıyorum da
sadece artık
bir meseleye açıklık kazandıralım istiyorum
yazar olmak
üç kitap yayınlamakla başarılamıyor çoğu zaman
ve ben şimdiye kadar
on bin küsur sayfa zırvalamış olsam da
hâlâ kendime yazarım diyemiyorum
demeyeceğim
diyemeyeceğim
siz de demeyin bana kalırsa
kendine yazar deme
bırakalım bunu
okuyan, yazan, çevre belirlesin

bir konuda daha anlaşalım istiyorum
on senedir buradayım bayım
bu arada “bayım” kelimesini
on senedir bana kılıç çeken tahmini otuz sekiz şair
44 eleştirmen ve  95 yazar
üzerine alınabilir
tek tek isim vermek zaman kaybı
bu şiir de zaman kaybı
ki hatta bu
bir şiir bile değil
biliyorum
ve itiraz da etmiyorum
bu bir şiir değil
bu daha hiçbir şey!
yine de
ne olduğumuz yada
ne olamadığımız üzerine
ya da yazdıklarımızın
neye denk düştüğü üzerine
karar vermektense ,
her şeyi zamana bırakalım derim
ateşkeş önermiyorum
ama artık
boşa kurşun israf etmemeniz
üzerinizde daha az delik açılmasına neden olacaktır bayım
sürekli ıskalıyorsunuz bayım
sürekli ıskalıyorsunuz

canımızı acıtan daha çok
çekip gidenler olur
peşimizden koşup önce küfür edenler
sonra da övenler değil
yine de kendinize pay çıkartabilirsiniz buradan
her şeye rağmen silahınızı ateşleyebilirsiniz
ama konuyu değiştirip
en azından bundan sonra
ney olduğumuzu belirlemeye kalkışmayalım
bunlar şiir değil
ben de yazar değilim
boktan biriyim ve
bunu defalarca söyledim
anlaşıyoruz bu noktalarda
eyvallah
ve küfür de etmiyorum hiç
görüyorsunuz
dahası
“yerin yedi kat dibindesiniz” diyorsunuz
“evet öyleyiz” diyoruz
öyleyse bu neyin savaşı?

ispat edilmek istenen
yadsınan ya da
ortaya konanı
ben hâlâ anlayamıyorum
sadece sıkılıyorum
hepsi bu
sıkılıyorum
öyleyse konuyu değiştirelim artık
aklımda olana geri dönelim

tek başına 138 yolcunun bagajını indirmek
yolcular yukarda beklerken
zor olmamalı aslında bu
“çelik çomak oynamıyoruz, çalışıyoruz” denilebilir size
azcık bekletirseniz gelen yolcuları
turisttirler
rusyadan geliyorlardır
onbir saattir çalışıyorsundur ve
mesain bitmişken, bir uçak iner
tek yakalanmışsındır
yedi konteynıra karşı;
yolcular yukarda
senin aşağıdan kayan banda atacağın
ve x-ray cihazından geçecek olan
bavullarını beklerken

çok bekletirsen de
cevap veremeyeceğin birinden laf yersin
evet evet
haklısınız
onların intikamını
sizden alıyorum

cevap veremeyeceğin birinden laf yersin
cevap veremeyeceğin birinden laf yersin

ve hiçbir şekilde kaçış şansın yoktur
ve daha önemlisi
bunu yazmak isterken
yazmak üzerine yazmak
epey kötü
kelimeler akıyor
bir satır aşağı
bir satır daha
ne zaman son bulucak?

pekala
pekala
bitiriyorum şimdi
sadece
yazmak bir meslek değildir
o yüzden yazar olmaya çalışmaktansa
sadece yazı yazıp
saçma sapan işlerde çalışmak
daha gerçektir
ve aslında
yazmak ve yaşamak
hayatın iki ayrı boyutudur
yazmak için yaşanmaz
yaşamak için de yazılmaz
yazarak yaşanılmaz
yaşanılmadan yazılmaz
anlatabiliyor muyum joe ve andre?
baştan almamı ister misiniz?
çekinmeyin


26 haziran 2008

25 Haziran 2008

bitane!

sayın ode to joy,
gönderdiğiniz şiiri okudum
ve yazdığım zırvayla ilgili yorumunuzu da tabii
ha bu arada
size cevap yazıyor olmam
üstelik bu cevabı
“şiir değil bu” türünde bestelemiş olmam
ve dahası
birazdan kendi sitemden yayınlayacak olmam
eminim sizin; “cevap hakkım doğdu” diyerek
ortalıkta dolanmanıza yol açacaktır

ancak
bir hatırlatma
krallıkla yönetilen sokak edebiyatında
yazar olamayanların bana verdiği yetkiye dayanarak
üyeliğinize el koydum
gerekli açıklama kamuoyuna yapılmıştır

şiirinize gelince
ve yorumunuza da tabii
açıkçası
sizde bir ışık görüyorum
tahminen altı sene
bu konunun üzerine düşerseniz
doktor değil belki ama
yazar olabileceğinize inanıyorum

ah, az kalsın unutuyordum
şiiriniz bana
bukowski’yi çağrıştırdı
sizin deyiminizle
çin malı bir taklit idi tabii
sizinki de, bizimki de
arada bir fark göremiyorum

bu arada sorunuzu cevaplayayım
benim çingene bir klarnetçi olup olmadığımı sormuşsunuz
köken olarak yörüklerden geliyorum bayım
ve aynı zamanda tatar kanıda taşıyorum
melezim anlayacağınız
ama yirmi küsür sene
çingenelerin içinde yaşadım
ve bu kadarı belki
çingene olmanın kötülenecek bir yanı olmadığını
anlamaya yeter
en azından benim için yeterli bu süre
sizin bir altı yüz seneniz daha var
anlamak ve anlaşılmak için
ve emin olun
yazar kisvesi altında
ortalıkta fink atmak
umurumda olsaydı
yapardım

ve son olarak
size tavsiyem
bukowski’yi savunurken bir başkasına karşı
lütfen imla hatalarını kötülemeyin
komik oluyor
anlaştık mı?



25 haziran 2008

24 Haziran 2008

sıkıcı adam

sıkıcı adam

odamdayım
bekliyorum
öyküler geliyor
öyküler gidiyor
yazmıyorum
geçenlerde bir roman bile geldi
çaldı kapıyı
açmaya çalıştı
zorladı
ve çaldı çaldı çaldı
açmadım
içerden kitlemiştim zihnimi
çıt yok

sonra bir kadın geldi
bekledi uzun süre
şarkı söyledi
hareket bile etmedim
konuşmadım da
ama şimdi yazıyorum
biraz üstü kapalı olsa da

kim anlıyor ki zaten
açık yok
açık verme
buraya kadar
hepsi buraya kadar
yarım kalmış hayatlar
yarım bırakılmamış ama
yarım kalmış
bırakılmamış
kalmış
anlıyorsunuz değil mi?
kasten değil
müdahale yok
istem dışı
kendiliğinden

ve şimdi adamın biri
“hiçbir şey sonuçlanmıyor” diyor bana
öykülerim söz konusu olan
“hiç bir şey sonuçlanmıyor
hepsi yarım BIRAKILMIŞ
sonuçsuz meseleler
sıkıcı” diyor
“hayatımda öyledir” diyorum ona
“yarım yamalak
ve bunu yaşamak
yazmaktan daha sıkıcı olmalı
okumanın sıkıcılığı ile kıyaslayamam bile
gerçekten yaşanmış olmasını”

anlamıyor ama
“sıkıcı” diyor
“sıkıcı” diyorum
gidiyor

bira istiyorum bi tane
ve odamdayım
beklemiyorum artık
ama harekette etmiyorum
anlıyorsunuz değil mi?
ben artık anlamıyorum da

24 haziran 2008

16 Haziran 2008

türkiye 7, girdap eksi yirmialtı

türkiye 7, girdap eksi yirmialtı


her şeyin kötü olduğunun farkındayım, sürekli boka battığını, ama aslında çıkma çabası içinde de bulunduğumuzun anlaşılmadığı ve “bunu hakkettin sen” vari bakışların çevremizi dikenli tel gibi sardığını, her şeyin farkındayım, bir karacahil olarak görünsem de, edebiyatın kara cahili, edebiyatınızın.. sokak serserisi…


yarını düşünmeden yaşamak iki şekilde mümkün olabiliyor, ya götü kurtarmış bir rahat adam, ya da “daha ne kadar kötü olabilir ki” deyip daima daha kötüsünü gören ama umursamayan bir adam, hangisinin daha iyi hangisinin daha kötü olduğu konusunda kararsızım, her konuda kararsızım, kararsız değilim, karar vermek istemiyorum, yaşıyorum sadece, bata çıka, bir boktan çıkıp başka bir boka batmak, geçmiş yazarların sözlerini çalabilirim, orijinal bir bok parçası üretmektense iyi bir şeyi iyi taklit etmek, belkide, kim bilir.. dün geceyi size nasıl anlatabilirim, hayır türkiye’nin galibiyetinden dolayı zafer sarhoşu değilim, ama sarhoş olduğum açık, dün gece, bir şekilde ve ölümüne, ve yazıyı kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağını bilmiyorum, hayatımı da kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağımı bilmiyorum, bir ay sonramı düşünmüyorum, dün geceyi düşünüyorum…


evde oturmuş ve uyumayı düşlüyordum, yerimden kalkabilirsem divana gidicek ve uzanıcaktım, uyumak için, uyurdum da muhtemelen, son 36 saattir uyumadığımı göz önüne alırsak. ama öyle olmadı, telefonum çaldı, fenris’ti arayan, pardon önce mesaj atmıştı, “selam hacı, 6’da camide öner’le buluşçam, işin yoksa kop gel, selametle.”


bir dakika bir dakika, bir karışıklık sezinliyorum, mesaj aynen böyleydi ve fenris yazmıştı, size bir yalan söylemek amacını taşısaydım, evet fenris’in “sokak edebiyatı tarikatının” bir müridi olduğunu, ve müritlerin birbirlerine “hacı” dediklerini söyleyebilirdim, camide öner’le buluşucaktı, camiye gidip namaz kılıp geri dönücektik, bizim tarikatın namaz saatleri aperiyodikti, tıpkı fanzinler gibi, canımız isteyince toplanıp namaz kılıyorduk, selametle derdik veda ederken. böyle mi? değil tabii, fenris alsancak camii önünde öner’le buluşucaktı, ve bir hitap şekli olarak “hacı”yı kullanıyordu, “tamam abi” derdim ona, kimimiz “bro” derdi, kimimiz “moruk” falan filan falan filan. cevap yazamadım, çünkü konturum yoktu ve bir ev telefonum da, yani hemen hemen. aradı, uyumayı düşünürken ben, “son anda aklıma geldi konturunun olmadığı hacı, gelicek misin?” “altıda ordayım.” saat daha dört, yağmurcuya haber saldım, net ortamı sayesinde, stüdyo çalışması vardı, gelicekti çıkışta. duvar dibi? hastaydı ve maç vardı.. başka kim kaldı.. ulaşabileceğim kimse yok.. bekliyoruz..


altıda cami önünde, bekliyoruz.. öner geç kaldı. bir şeyler yiyip, bir çay içelim dedim. öyle de yaptık. öner hala yoktu. bize ulaştı, yeni kalkmıştı ve gelicekti, beklemek zorundaydık. bekledik de.. çay içtik ve muhabbet ettik.. öyküyü kotarmak için, gerçeği çarpıtabilirim, ama yapmayacağım, sıkıldıysanız bir bilim kurgu okuyun, gerçekten gerçekten sapmak için ümit dolu bir ahmet bile önerebilirim size, ümitli olması yeterli, adı altay’da olabilir, fark etmez, heycan katması, “sonra nolucak acaba” diye merak ettirtmesi, katil kim? olağan dışı kurgular yaratması ve imza dağıtması yeterli, ben yapamam, yeteneksizim, en kolay yolu seçtim, hayatımı anlatıyorum, yerse… yemedi tabii, girdap diyorum, girdap bir şey yemedi, karnı toktu, fenris bir şeyler yedi, ordan iki çay içmeye gidildi, ve öner bekleniyordu, hatırladınız mı? burda kalmıştık ve bunu tekrar ediyor olmamın nedeni, sizi akışın dışına çıkardığım için tekrar konuya geri döndürmek, ne kadar iyi kalpli bir yazarım öyle değil mi? öner geldi, tüm bunlar arasında emin abinin telefonu geldi,

alo?”,

ya benim kalıcak yere ihtiyacım var bir günlüğüne?”

bizde kalabilirsin abi, sorun değil”

ya çok sağol”

iskeleye gel alayım seni abi, alsancak iskele”

tamam”


size emin abiden bahsetmeme izin verin, tüm bu öyküyü sadece onun için yazıyor olmamı hesaba katarsanız, ha siktir, kolum yoruldu, dinlenirsem akış ve sihir kesilir, bir saniye, bir saniye…


evet, ne diyorduk, emin abi, sekiz yıl önce tanıdım onu, ve beni gerçekten yüzde yüzümle anlayıp kabul eden bi kaç insandan biri, başkaları da vardır mutlaka, anlayan ve kabul eden, ama tamamen bir bütün olarak, pek az, tüm kabalık sorumsuzluk ve arayıp sormamazlıklarımı anlayış gösteren.. 45 yaşındaydı, gençliğinde birkaç ülke gezmiş, son dönemlerde de muğla, foça, bergama, dikili, cehennemin yedi kat dibi ve cennetin teras katı arasında dolaşıp duruyordu. ilk olarak kendimi bi bok sanmama yol açan o oldu, evet kendimi bir bok sanıyorum, dünyanın en iyi yazarı olarak henüz keşfedilmediğime inanıyorum, koca bir yalan bu, ama koca bir yalanı gerçekmişçesine yaşamak bazen iyi gelebiliyor insana, ben bunu yapmam, ama bana bunu yapanlar çıktı karşıma, sizin de çıkmıştır mutlaka, herkesin hayatında birkaç farklı insan bulunur, moronlar, kutsallar, yalakalar, yalancılar, eğitimliler, çöpçüler, otlaklar, konuşanlar ve susanlar, sikenler ve sikilenler, hayat bu, ya a ya b, ama asla hem a hem b değil, karışık insanları sevmiyorum, yani zaman zaman siyah zaman zaman beyaz olanları, ben renksiz bir sıvı kadar saydam olan insanları severim, içi dışı bir,


emin abi demiştim, ve bu günkü öykümüzün figüranı kendisi. minor edebiyatı, benim yaptığım minor edebiyatımı bilemem, ama karakterler manuel hayat şartlarına tam otomatik tepkiler vermiyor sonuç olarak, ne demek istediğimi anlıyor havasına yatmayın, saçmalıyorum…

evin beni aramasını sağladım bir şekilde, yani ailemin, “emin abinin bizde kalması gerekiyor baba, anne, abla, yiğen, abi, yenge, tanrı, peygamber, zeus, bir mahsuru var mı?”

kalabilir” demiş, benim seksene yakın olan peder.


öner geldi, birkaç sigara, birkaç öykü, ve emin abi aradı, sahile çıktık.. emin abi, yıllarca kullanılan alkol, ot, ve kazıklanmışlık sonucunda biraz yavaş konuşuyor, söyleyeceklerini bazen unutuyor, ama ben onu anlıyorum, çevremdeki diğer tiplerin anlayıp anlamadığını bilmiyorum ama gülüyorduk işte anlattıklarına, keyifli bir sohbet, şarap almıştık, bira almıştık, emin abim bana xanax ikram etmişti. xanax; alprazolam içeren benzodiyazepin grubu, anksiyete bozukluklarında sinirlilik, panik ve gerilimi azaltmak içindir, yani yine sikik tıp literatürü, öykü yerine ilaç reçetesi yazsam iyi para ederdi.. emin abim bana xanax ikram etmişti, içmiştim, hap ve şarap dolu bünyemle çenem açılmış, sekiz yıldır ilk kez bu kadar çok konuşmaya başlamıştım onunla, genellikle o konuşur ben dinlerdim, ve şikayetçi değildim bundan çünkü yaşanılmış bir hayat vardı karşımda, yaşanılmış, gerçekten yaşanılmış! insanların çoğu bir hayat yaşamak yerine bir işte çalışıp otomata bağlamayı seçiyorlar, o öyle yapmamış, arada bir dükkan açıp batsa da, arada bir başka ülkelere, ya da şehirlere kaynasa da, yaşıyordu gerçekten, en azından bence, otomata bağlamamıştı, manuel bir insandı hala, ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? hayır bu kez saçmalamıyorum…


her neyse, konuşuyorduk, ve yağmurcu geldi, kardeşi, kardeşinin sevgilisi, ve tanıştırdım, onlarla bunları, bunlarla şunları, falan filan falan filan… emin abi, bahsetmiştim sana, yağmurcu, fanzinlerden.. yağmurcu, bahsetmiştim sana, emin abi, retro, fanzinler, ilham veren bana.. işte bu kadar.. xanax patlamış, şarap ve sigarayla iyi dans ediyordu içimde, ve sonra emin abi bir iki telefon görüşmesi yapmış, ama kanal bulamamıştı, ben kanal bulmak istemiyordum çünkü tekrar uyuşturucuya bilinçli bir dönüş yaparsam, virajı alamazdım, biliyordum kendimi, midem boku yemişti, karaciğerim boku yemişti, kan dolaşımım yavaşlamış, kalp atışımda ritim bozukluğu başlamıştı, iki akciğer ameliyatı, sağlıksız mukoz akışı, arada bir kasılan sol kasık, daha saymamı ister misiniz? ama ölmemiştim, ve ölmeyecektim, sadece, alkol ve sigara dışında kalan kendini imha türevlerinde, yeni bir kanal açmaktansa, denk geldikçe çörekleniyordum.. kanal? tanıdığınız bir torbacı varsa, buna argoda “kanal” adı verilir, kulağınızda bulunsun. kanalımız yoktu, yeşil reçetemiz ya da tanıdığımız bir eczacı da öyle. ve pazardı. ve şarap bitince, yenisini almak üzere gitti emin abi, yağmurcu kendine bira aldı. ben orada tüm bu olan bitenleri izliyor, ve mutlu oluyordum. mutluydum, gerçekten.. orada. o şekilde. ve nedeni alkol ya da hap değil, gerçekten gerçek dostlarımla bir arada olmamdı…


asıl kısım.. eve dönüş yolculuğu.. sarhoş, ölümüne sarhoş, ve burnum akıyor, herhangi bir tür uyuşturucu, ot, ya da alkol alınca, hala burnum akıyordu.. ve otobüse bindik, oturduk, otobüste sızdık, ineceğimiz yeri kaçırdık ve her yer ışıl ışıldı dostlarım, türkiye kazanmış, kupayı götüne sokmasına ramak kalmıştı, umursamıyordum, bazı ülkeler sahte zaferlerle dünyaya kendilerini tanıttıklarını sanırlar, açlıktan geberseler de, kazanılan kupalar en büyük mutlulukları haline dönüşür, diğer sağlıklı beslenen ülkelere nazaran daha çok mutlu olurlar, bu salak ülkeler.. her yer ışıl ışıldı, çekoslavakya’ya kaymıştık, arabalara binilmiş, caddelere çıkılmıştı, dat dat dat, ışıl ışıl dostlarım, çığlık çığlığa, ve ineceğimiz durağı kaçırmıştık, ama nihayet geç de olsa, otobüsten kurtulmuş, kendimizi buca çevik bir meydanında, kutlamanın ortasında çorbacı ararken bulmuştuk, saat oniki olabilir, ve saat onikide böylesi merkezi bir yerde bir çorbacı bulmak, pek zor değildir.. çekoslavakya kazanmış olsaydı… keşke dedim, böylece bu aptal sevinç nidaları yerine, sakin sessiz, üzgün, melankolik ülkede, bir çorba içicek, sonra eve dönücektik.. yürümeye başlamıştık, evim buca heykele yakın bir yerdedir, aşağı yukarı yirmi dakika ıskalamıştık durağı, yürüyorduk, sigaram yoktu.. elinde bayrak olan, bağırıp çağıran bir elemana sigara sordum, verdi, yaktım, içmeye başladım, ve çorbacı, “aşağıda var”, kapalı, “iki sokak ilerden sola dön”, kapalı, şu caddenin bi arka caddesinde”, kapalı, yarım saat sonra, özellikle hapın yarattığı açlık etkisi yerini uyku ihtiyacına bırakıyordu, “eve gidelim bare” dedim, emin abime. gidelim dedi.. ve yine, o aptal kalabalığın dat datlarından kurtulmaya çalışan iki sürüngene dönüştük, neydi bu çılgınlık, ne olmuştu, dünyayı elemi geçirmiştik, dünyayı ele geçirsek ne olurdu, ne vardıki dünyada, insanları öldür, tamam, yaşanacak bir yer olur, hayvanlar için yaşanacak bir yer, ama insanlar? her yerin içine eden, silip süpüren, üretmeyen, sömüren insanlar? insanlarla dolu bir cennet bile işe yaramaz tanrım, hatalısın kabul et, ve seni arayıp bulmama izin ver, doğru yolu göstericem sana, insanları öldür, insanları öldür, hayvanlar için yaşanacak bir dünya yarat, ve ben o dünyada bir kedi olarak tekrar canlanayım, ne dersin?


eve vardık, nihayet, ve her ne kadar iki sarhoş olarak eve varmamın zılgıtını ertesi gün yiyecek olsam da, umursamıyordum, emin abimi, odama götürdüm, burada yatabilirsin abi dedim ona, benim odamda, benim odamda o yatacaktı, mutluydum, koliden odamda, sigara kokan odamda, fanzinler etrafta, kitaplar ayak altında, ve yatağıma yatırdım onu, karnı açtı, elbette, ekmek arası bir şeyler sundum, ve sonra ışığı söndürüp, içeri geçip sabah konuşmayı dileyerek evin tanrılarından, bir kanepeye uzanıp, acayip halüsinasyonlara yelken açtım. biliyorum, onirojen değildi, aldığım hap, ama yine de, ve nedenini bilmesem de, üç yıl nerdeyse her gün, ortalama 1000 gün, 24 saat kafası yüksek dolaşmış olmamın kalıntıları, hala bana renkli geceler sunuyor, olmayan varlıklar bazen evde dönüyorlar, böcekler, karıncalar, ışık oyunları, cin ve peri belki, ya da bir azrail her hamlesinde başarısız çıkıyor, bilemiyorum, bilemiyorum, yatakta bir sağa bir sola dönerken o an, aslında odada değil kutuplarda buz üstünde sandım kendimi, karla kaplı bir arenada boğa güreşi yapılıyordu, ve ben yenik düşmüş, yere düşmüş, ve yuhalanmıştım, böyleydi, en son böyleydi ve uykuya daldım…


sabah, annem uyandırdı,

emin gidicekmiş,” kalktım alelacele,

abi kahvaltı yapsaydık?”

yok ben gideyim”


peki abi.” babamla emin abi konuşuyordu. muhabbetlerini bölmüş olabilirim, emin değilim, çıktık yola, onu dolmuşa bindirdim, garaj… eve geldim, ve cock sparrer, samimiyetle müziğe daldım.. cock sparrer, hala onlar çalıyor, ve ama ben kendi şarkımı çalmayı kesiyorum.. eski güzel günlerin şerefine, gelicek kötü günlerin kaygısını taşımadan… bu, senin için…. selametle..


16.haziran.2008



1 hafta

1 hafta

ezan okunuyor, ve saatin kaç olduğunu bilmiyorum, ama havanın birazdan aydınlanacağı açık. pazar sabahı, hiç uyumadan girilmiş, ve tüm gün uyuyarak geçirilecek bir pazarın sabahı, balkondayım ve havanın aydınlanmasını bekliyorum, sigaramı içerken, ve biramı da tabii, ve komşularım tarafından tuhaf bir genç olarak göründüğümün farkındayım, üstelik mahalledeki evlerin yarısında üniversite öğrencilerinin yaşadığını hesaba katarsak.. kampüse yakın bir bölge, ve sol binanın ikinci katında üç kız öğrenci var, onların bir üstünde dört tane herif kalıyor ama kimin girip kimin çıktığı belli değil eve, karşımızdaki iki üç evde de dönüyor bir şeyler ama ilgilenmediğim için bilemiyorum, ve pazar sabahları genellikle uyur insanlar, benim için gün fark etmiyor, ya da saat, gündüz, gece, gece yarısı, ayın sonu, ayın başı, ve her neyse işte, balkondayım, birinci kat balkonu, ve her nedense havanın bir hayli aydınlandığı bir sırada, bir polis otosu geçiyor mahalleden, bana bakıyor polis arabasındaki iki hıyar da, ve ben de onlara, yavaş yavaş geçiyor, geçip gidiyorlar, onlara bira şişesi fırlatmak istiyor ama başımı gereksiz yere derde sokmaktan kaçınıyorum, ve daha sonra içeri geçiyor, ve bilgisayarı açıp yazmaya başlıyorum, ve buraya kadar geldim ama sonrasını nasıl sürdürebileceğim konusunda kararsızım, düşünüyorum, anlatabileceğim bir şeyler olmalı mutlaka, ya da uydurabileceğim, bir pazar sabahı, başka bir pazar sabahını anlatabilirim belki, buna ne dersiniz? pekala..

bir hatunla kalıyordum o sıralar, beraber yaşıyor sayılabilirdik, hemen hemen, ama bir hafta sürmüştü ilişkimiz, bir hafta sonra pılısını pırtısını toplamadan ailesinin yanına dönmüş, bir daha da geri gelmemişti, ve aşık değildim ama olabilirdim belki, zamanla, ya da nefret ederdim, ama iyi veya kötü, derinlemesine ve uçlarda duygular beslememe zaman olmadan çıkmıştı hayatımdan, ama o bir hafta, gerçekten iyi geçmişti, bir sevgilisi vardı onu ilk tanıdığımda ve ayrılıcam o adiden deyip duruyordu, ilk kez bir sınavda gördüm onu, ön sırada oturuyordu, kendi sınavında raporlu olduğu için sınava bizim bölümle ve bizim sınıfla beraber girmişti, tarihti ders yanılmıyorsam ya da onun gibi bişi, çoğu bölümün ortak bir dersiydi, ve onların hocası ile bizimkisi aynı olunca, kaçırdığı sınava bizimle girmiş, hemen ön sırama oturmuştu, pardon, ben onun hemen arkasına oturmuştum bilinçsizce, sınıfa girdiğimde o içerdeydi, ve daima geç kalırdım sınavlara, hatta girmezdim bile çoğu zaman, ama o gün nasıl olduysa gireceğim tutmuştu, kampüste birinden ödünç olarak bir kalem edinmiş ve sınıfın yolunu tutmuştum, bilmiyordum sınav olduğunu, kampüste olduğum bir zamana denk gelmişti işte, ve henüz devamsızlıktan kalmadığım için o dersten, gireyim bare demiştim, en azından kopya verirdim birilerine, iyiydi matematiğim, oldukça iyi, pardon size sınavın tarih olduğunu söylemiştim öyle değil mi, değildi tarih, matematikti, şimdi hatırladım, ve girdim, oturdum, önümdeki sırada o oturuyordu ve defterinin üzerinde beş yapraklı yoncanın resmi vardı, “ne bu biliyor musun” dedim,
“evet” dedi “biliyorum, ya sen?”
“ben de biliyorum”

böyle başladı muhabbetimiz, ilk gençlik yıllarının tecrübesizliği ve merakı ile, marihuana yaprağının ney olduğunu bilip bilmediğimiz üzerine birbirimizi sınayarak, ve daha sonra ona, onu daha önce hiç görmediğimi söylediğimde, başka bir bölümde ikinci öğretim olduğunu nakletti bana, ve yıllar önce bir zamanlar kısa bir bölümünü sizlere anlattığım bu olayı şimdi tekrar anlatacağım sayın okurlarım, hafif sarhoş ve biraz da uykulu halim ile…

ona sınavla ilgili bir şey bilip bilmediğini sordum, “bilmiyorum” dedi, ben de bilmediğimi söyledim, “boku yedik desene” dedi bana,
“sen kalksana önümden” dedim “kopya çekebileceğim biri otursun”,
“nedenmiş o” dedi,
“nedeni var mı” dedim, “bir şey bilmiyormuşsun”
“neyse” dedim “siktir et, ilk dönem AA idi benim”
“ney” dedi şaşırarak arkasını dönüp hızla, “nasıl yani, ciddi misin?”, elbette ciddiydim, ösys’de kırk beşte kırk bir yapmıştım üstelik, ama diğer ne varsa devamsızlıktan kalmıştım, ve ona defterindeki yaprağın ne yaprağı olduğunu bilip bilmediğini sorduğumda “dilersen sarmasını bildiğimi de gösteririm” diye cevap vermişti,  “evet biliyorum” dedikten sonra, anlaşmıştık, yanında vardı, ve sınav bitimi onun evinde takılacaktık, sevgilisi ile beraber kalıyordu ama sevgilisi bir günlüğüne şehir dışına, ailesinin yanına gitmişti, çok hızlı gelişmişti her şey, sınav öncesi on beş dakikada, ve sınav her ne kadar umurumda olmasa da hatuna kopya vermek için her soruyu yapmış, üzerine de onun benden bakması için çıkmayıp beklemiştim, böyle işte, ve kağıtları yirmişer dakika aralıklı olarak hocaya teslim etmiş, sonrasında onun evine gitmiştik, güzel bir ev, güzel dekore edilmiş bir ev, “sen içeri geç, ben gelicem” diyor ve mutfağa yöneliyor, eve gelirken aldığımız biraları dolaba koymak için, birer şişe de getiriyor yanında gelirken,
“ya kusura bakma” diyor, “beklettim seni, gelirken kafeye takılmak zorundaydım biraz, sevgilimin çok sevgili arkadaşları ile bir şeyler görüşmem gerekiyordu”,
“önemli değil” diyorum, bir saat beklemiştim onu, okula 25 dakika uzaklıkta olan bir durakta, “hemen geliyorum sen durakta bekle, beraber çıkmış görünmeyelim” diyerek gitmiş, ve bir saat sonra gelmişti, bir şekilde biliyordum ama geleceğini, nasıl bildiğimi bilmiyorum, ama biliyordum, bazen doğru bazen yanlış çıkan enayi umudu değildi kısacası olay, ve her neyse işte, sonuç olarak evdeydik, ve okuldan beraber çıkmamakla beraber, sevgilisi hakkında anlattığı diğer anekdotlara dayanarak ona, “salakça bir ilişki ama neyse, beni ilgilendirmez” demiştim,
“salakça olan ney” demişti,
"sana demiyorum..” demiştim, “insanları bir eşya gibi sahiplenmek falan.. aşıksan aşıksındır.. eğer aşık olduğun kişi hayalinde yarattığın ütopyaya benzesin diye ona şunu yap bun yapma, şöyle davran böyle davranma gibi sınırlar koyuyorsan bu aşk değildir.. ya da yarım aşktır.. birini seviyorsan seviyorsundur, onu sevebileceğin şekle sokuyorsan bu salakça demek istiyorum. aşk, kişilikten fedakarlık etmek demek değildir!"
"aşık olduğumu kim söyledi?" diyor, gülerek,
"saat geç olmadan takılalım şu şeyi" diyorum, cigarayı kast ederek,
“ne o” diyor, “bir yere mi yetişeceksin”, hayır bir yere yetişmeyeceğim ama burada kalmam doğru olmaz, sabahın köründe sevgilisi dönecek çünkü, ve her şeye rağmen, hatunun teki ile iki üçlü çevirip üç beş bira içtim diye lavuğun tekiyle yüz göz olmak istemiyorum, önemli olmadığını, orada kalabileceğimi, sabah sevgilisine ayrılmak istediğini, hatta ayrıldığını söyleyeceğini, ve sorun olmayacağını anlatıyor, yine de her şeye rağmen ben evden mümkün olduğunca erken çıkmalıymışım, görünmemeliymişim, falan filan falan filan, tamam diyorum, anlaştık, ve ne kadar içtiğimizi, ya da neler konuştuğumuzu o arada, tam olarak hatırlamasam da, 7 saat geçiyor, saat gecenin ikisi, biralar bitti.. şaraplar bitti.. ot bitmek üzere.. ve hatun yanımda uzanmış, ben aynı koltukta köşede oturmuş ayaklarımı sehpaya uzatmışım.. hatunsa ayaklarını benim üzerime doğru uzatmış, ellerim ayaklarında.. ama daha öteye geçebilmişiz değiliz.. bunu istemiyorum aslında.. onun isteyip istemediğini bilmiyorum.. ama ben şu an onunla birlikte olmak istemiyorum! seyretmek ve konuşmak daha cazip geliyor.. aslında çoğu zaman iyi bir muhabbet seksten daha iyidir....
hatun uzanmış.. gözleri kızarmış.. saçları dağınık.. ve bana
"sence" diyor.. "nereye gidiyoruz?"
"bilmiyorum.." diyorum "cehennem ise kötü olacak.. ama cennette senin gibiler yoksa canım sıkılacak!"
"bence cennete.." duruyor.. 6-7 saniyelik sessizlikten sonra, "çünkü" diyor, "tanrı bence iyi biri.." sarhoş.. sarhoş. sarhoş diyorum içimden, hem sen hem de tanrı.. sarhoş.. "neye dayanarak söyledin bunu?"
"kendime.. insanlar tanrılarını kendilerine göre değerlendirmeli bence.. bana göre tanrı iyi"
"ee buradan senin de iyi olduğunu ve seni cennetine sokacağı sonucunu mu çıkarıyoruz."
"bilmem.. senin gibiler yoksa benim de canım sıkılırdı. öldükten sonra bir hayat varsa yani"
“umarım yoktur” diyorum,
"ya aslında ben nereye gidiyoruz derken hayattan bahsediyordum?" diyor
"seni bilmiyorum.. ben düşmekteyim uzun bir süredir"
"düşmek?"
"düşmek.. bir boşlukta, zemini bulamadan sonsuza kadar düşmek"
"hah.. dibe bile vuramıyorsun.."
"dibe vurmak budur aslında.. sen nereye gidiyorsun"
"bilmiyorum.. salak heriflerle harcıyorum zamanımı.. şu anki gibi mesela.."
"neden"
"nedenini bilmiyorum.. aldatıyorum onları.. ayrılıyoruz.. sonra başka bir tane.. sonra başka bir tane daha.. ya aslında.. off.. bunu neden söyledim ki.. bir orospu olduğumu düşünüyor olmalısın"
"doğal olduğunu düşünüyorum.."
"bir keresinde 'orospusun kızım sen' dedi şimdiki sevgilim ve bitti işte her şey.. aşkı öldürdü!"
"siktir et bence.. "
"ya aslında ilk başlarda aşık oluyorum tamam mı… ama işte bir anda ölüyor her şey.. köle gibi görülmek çok koyuyor adama… aşk süresince katlanıyorsun.. ama buna katlanmak zaten aşkı öldüren.. sıktım sanırım seni?"
"yoo.. dinliyorum.." diyorum.. sarhoş birini dinlememekle kötü edersiniz.. harflerin en derinden geldiği anlar insanın sarhoş olduğu anlardır. "dinliyorum seni.."
"anlıyorsun değil mi?"
"bundan asla emin olamazsın.. ama anladığımı sanıyorum"
"sevindirici.. birinin anlaması yani.."
"kelimeler hiçbir şeydir.. kelimeler yokken, insanlar daha konuşamıyorken birbirlerini anlıyorlardı.. önemli olan eylemdir.. kelimeler aldatır.."
"eylem de altadır."
"aldatmaz.. yapmacık olan her şey bir gün patlar."
"peki." sihirli sözcüğü o da biliyor galiba.. "okulu bitirebilecek misin?"
"sanmıyorum"
"nolucak peki"
"bu sorudan nefret ediyorum"
"napıcaksın peki?" nedense tanıdığım her hatun, hem de hepsi! bu sikik soruyu soruyor bana.. evlenip yan gelip yatmak mı amaçları? hiç bilemedin, aynı anda çalışıp, bir boklar satın almak, kira ödemek, akraba ziyaretinde bulunmak, çocuk yapmak mı? evet bir mesleğim yok, evet bir işim yok, evet tek mülkiyetim bedenim.. ama seni seviyorum, aşk birlikte bir bok satın almak ve aynı evde yaşamak değildir ki!! sadece seviyorum işte diyorum.. hepsi bu.. yetmiyor bu onlara. yetseydi, sadece bununla yetinebilselerdi ilk etapta, daha fazlasını verebilirdim onlara, doktora bile yapardım anasını satayım, sonra ev sonra çocuk sonra torun hatta, torunu ben yapmayacağım, gelinimden çocuk yapacak kadar sapıtmadım henüz..
"bilmiyorum.." diyorum..
"hiç düşünmüyor musun?"
"bilmiyorum.." diyorum tekrar.. ”intiharı çok sık düşünürüm ben”
"salakça bence"
"intihar düşüncesi dinç tutar adamı. sürekli tavanı izleyip 'acaba kendimi vursam mı' diyorum.. tavanı delip bir üst katı aşağı çökertmek isterim.. ölmek ya da yaşamak pek de umurumda değil.. istediğim gibi yaşayamayacaksam ne için yaşayacağım?"
"saçmalıyorsun gibime geliyor"
"bulunduğun konserden hoşnut olmazsan, yarısında çıkarsın öyle değil mi? terk edersin yani?"
"evet.. sanırım.. zamanımı boşa harcamam.."
"bende bu hayattan hoşnut değilim.."

2 saat daha geçiyor.. saat gecenin dördü.. şarap aldım az önce.. ot bitti.. ve hatun bu kez dizime yatıp ayaklarını diğer tarafa uzatmış durumda, uyuyor.. bana, yazdığı bazı şeyler olduğunu söylemişti.. okur musun demişti.. çok sevindim.. ben herkesin evde bir şeyler yazdığını düşünüyorum.. söylemiyor olabilirler.. ama yazar herkes.. herkes 'yazar'. ve best seller zımbırtılarından daha değerli buluyorum o yazıları.. çünkü içerden geliyor onlar.. beğenilme kaygısı güdülmüyor.. binbir reklam yapılmıyor.. en önemlisi de ney biliyor musunuz? para kazanmak için yazılmış olmuyorlar.. ya da en basitinden, “kazanmak” için yazılmıyorlar.. ve hatun şöyle bir cümle kullanmış yazdığı bir yazıda; "hep soruyorsun 'beni neden seviyorsun?' diye.. bi ton neden sayabilirim aslında sana ama hepsinin farkında olduğunu biliyorum. gereksiz buluyorum bu yüzden. ama sevgimi de kanıtlayabilirim. bunu söyleyebiliyorum, çünkü bana inandığını biliyorum. inanmıyorsan boşa çırpınmam, sevmiyorum bunu ya.. yaşarım kendi içimde."

gözlerini açıp kafasını kaldırıyor ve bakıyor bana doğru.. aşk isteyen yeşil gözler.. ve dudaklar açınıp kapanıyor yine;

"pardon ya, uyumuşum." diyor
"sen uyuyacak mısın?" diyor
"olabilir” diyorum “yerde yatarım ben.. alışkınım.. bir kaç minder falan"
"koltukta yat, ben içerde yatıcam zaten.."
"peki"
sanırım sabah 6 gibi, sızmıştım.. saat 7:30'da karnımda bir yük ile gözlerimi açtım.. sırt üstü yatıyordum.. ve hatun beni uyandırmak için son çareyi karnıma ayağı ile iyice bastırmakta buldu anlaşılan.. çıplak ayak.. bedenimde çıplak.. ama ayak fetişisti değildim neyse ki.. umursamadım.. yan dönüp devam ettim uyumaya.. bu hareketim onu iyice sinirlendirmiş olacak ki, sırtıma geçirdi bir tane.. böbreklerim boğazımdan dışarı çıkacak gibi oldu ve korkuttu bu olasılık beni.. onlar benim tek servetim.. iyi para verirler! ama şimdilik karnımı doyurabilecek kadar kazanıyorum.. neyse, gözlerimi açıp yanımda ayakta duran hatunun yüzene baktım.. yerde yatıyordum;

"yanlış anlama, uyanman için vurdum.. 1 saattir sana sesleniyorum.. üzgünüm ama benim gitmem gerek, sınavım var.. normal olarak sen de gitmelisin.. akşam üzeri 'evin sahibi' gelecek izmir'e.. dün bahsetmiştim hani.." evin sahibi mi? sevgilim demedi.. ilginç..
"5 dakika daha.." arkamı dönmemle iteklenmem bir oluyor.
"gidicem dedim sana.. eğer tiple kavga etmek istiyorsan akşama kadar uyuyabilirsin.. tabi tip benden ayrılacağı için bana kalacak bir yer de bulmalısın". tip ha.. bu her şeyi kendi kafasında kararlaştırmış anlaşılan diye düşünüyorum.. eğiliyor ve dürtüyor bu kez eliyle omzumu.. 
"uff. hadi ya.. gidicem dedim sana.."
"tamam işte 5 dakika"
"1 saattir 5 dakika diyorsun"
"hatırlamıyorum.. gider misin başımdan?"
"tabii, giderim" diyor.. kapının şiddetle çarpıldığını duyuyorum.. uyumaya devam ediyorum..

uyandığımda saat öğlenin biriydi.. evde kimse yoktu.. etraf toplanmıştı.. bir not buldum; "kapıyı kitle, anahtarı bana getir, c blok 208 numarada dersim var akşam beşte.. iyi uykular sana!" iyi uykular kısmı koyu yazılmıştı..

ben de kendi dağınıklığımı toplayıp çıktım.. apartmanın merdivenlerinden inerken, bir tip yukarı doğru çıkıyordu.. bir kat altta biraz bekledim.. tip, az önce çıktığım eve girdi.. sonrasını yazmanın da bir önemi yok ha.. anlıyor olmalısınız yani..

böyle başlamıştı işte, biraz delice, ve aşırı samimiyet kokan bir ilişkinin başındaydık, sevgilisinden ayrılmış, evden taşınmıştı, bir ev tutmuştuk ona, ben genellikle onda kalıyordum, bir hafta, sadece bir hafta geçmişti sınavın üzerinden, bir pazar sabahı, onda kalmadığım bir gecenin sabahı, onu almak için eve gitmiştim, o gün istanbul’a, ailesinin yanına gidecek, bir hafta sonra da gelecekti, gelmedi ama, ailesi yurtta kalmadığını öğrenmiş ve göndermemişti gerisi geriye okula, öyle anlatmıştı aylar sonra aradığı zaman, ailem izin vermiyor, tamam demiştim, bunu aylar sonra söylemen arayıp söylemen tuhaf ama neyse dedim, napıyorsun, iyiyim, sen napıyorsun, bende iyiyim, bi daha da aramadı zaten, ben de aramadım açıkçası, ve şimdi, şimdiki pazar sabahı, ona tuttuğumuz evde başka öğrencilerin kaldığı bir mahallede, başka bir evde oturuyorum, balkondaydım, bir zamanlar bir hatunla bir haftalığına takılıp, dört gece kaldığım bir evin balkonunda başka insanları görünce, içeri girip bunları yazmak istedim, yazdım da galiba, daha önce de bir kısmını anlatmıştım zaten, şimdi buradayım, ve aradan yedi yıl geçti.. hepsi bu kadar… öyle değil mi? kızgınlık yok, kırgınlık yok, öfke yok, kaybedilmiş düşler sadece… hepsi bu.. çoğu zaman olanların kısa metraj bir tekrarı… bu kadar.. olan bu. öyküsü de bu. yerseniz..

16haziran 2008





  

15 Haziran 2008

isimsiz 9

isimsiz 9

gözlerini açtığında karanlık, sadece karanlığı görebildiğin, ve odadaki her şeyin siyah ve siyahın tonları halinde dizildiği, gece yarısı uyanışlarında, farkına varırsın, pek de yolunda gitmediğini işlerin… yalnızsın çünkü, koskoca odanın ufacık bir yerine kapaklanmış, sızıp kalmışsın bir vakit, akşamüstü, ya da akşam, içmiş içmiş içmiş, ve kontrolsüz bir şekilde kalmışsın halının üzerinde, müzik açık kalmış, belki ocak da, ya da soba, cam, kapı, belki birini arıyordun ve telefonu o açmadan sızıp kaldın, kim bilir, kimseyi arayamayacağını biliyorsundur oysa, ve kimsenin de seni aramayacağını, yine de gözlerini açtığında, o lanet karanlıkta telefona erişir ve bir göz atarsın, ve saat belirir karşında, gecenin üçüdür, ya da dördü, ve lanet olsun dersin içinden, kalkar bir sigara yakmaya çalışırsın karanlıkta, ışığı açmak aklına gelmez, ve bir siktir daha çekersin içinden çünkü evde alkol kalmamıştır, ve oturduğun muhitte 24 saat açık büfe vari bir yer cehennemin dibi kadar uzaktır sana, hatta cehennem sana her şeyden daha yakın görünür o an, es geçersin bi kez daha ölümü, beklersin ışığı yakmadan, karanlıkta beklersin ve ağlamak gelir içinden, sigara dumanı, külü nereye attığını görmezsin bile, müzik açık kalmıştır ve dönmeye devam ediyordur, ve düşünüp durursun, bir yere varamayacağını bilsen de düşünerek, hiçbir şekilde bir yere varamazsın aslında, kafesteki kuştan farkın yoktur, tek fark seni kafesleyen telleri göremiyor oluşundur belki, sigara biter, izmariti halıya atarsın, umrunda değildir hiçbir şey, ve yakarsın bitane daha, hasiktir dersin, ve bu hâl, siktiğimin güneşi doğana kadar devam eder, doğarsa tabii, ezandan sonra, hava gri değilse belki, ve bazen güneş de fayda etmez ruhuna, odadaki cisimler belirir, içine etmişsindir her şeyin, kapı kitlidir ve evdekiler pes etmiştir artık, uyuyorlardır, anımsamaya başlarsın kapıyı aç bi konuşalım dediklerini, fayda etmeyeceğini bilirsin, belki de doğru bildiğin tek şeydir bu ve kapısı kitli bi odada alkol seni intiharın elinden kurtarana dek içersin… ve böyle başlarsın kendine gelmeye, biraz kaybolarak..

nedenini bilmiyorum, değişen, şekil değiştiren, cisim değiştiren duygular, bunu yazmak isteyip istemediği de bilmiyorum, ama dedim ya, aniden oluveriyor her şey, belki de bu, hıza ayak uyduramadığım içindir, nedenini bilmiyorum, ve savunamıyorum da hiçbir şeyi, öylece ağzı bantlanmış kurban gibi kalıyorsun ortada, beyni bantlanmış, düş gücü bantlanmış, her şeyin karanlık olduğunu düşünüyor ve yolun sonu bu diyorsun, bir mantık hatası sadece, yorgunluktan kaynaklanan bilinç yitimi, ve her şeyden pes edip, öylece bekliyorsun, ve başta da dediğim gibi, gecenin bi yarısı karanlık bir odaya uyanınca farkına varıyorsun her şeyin kendi yolunu seçtiğinin, sonra doğan güneş, güneş iyi geliyor insana, hiç bir şeyin yolunda gitmiyor oluşuna rağmen kalmayı seçiyorsun. ve acı, biri acı mı dedi, kendi kendime konuşmaya başlıyorum, soru cevap şeklini alıyor yazılar, gerizekalı karakterler üretip, onlara maceralar yaşatıyorsun, sonra günün birinde işten gerçekten ruhun ve iliğin emilmiş halde eve gelip hatunun tekine, aslında hiç tanımadığın ve belki de tanımak istemediğin hatunun tekine derdini anlatıyorsun, aniden gelişiyor her şey, ve radarda baş dönmesi vari bir hıza kapılıp aşık oluyorsun, biliyorum son cümlem biraz eblek oldu, ama önemi yok, sabaha kadar konuşuyor, üç gün üst üste sabahlıyor ve bu kez kurtarılır sanıyorsun bir şeyleri, oysa koca bir yalan bu, ve hatun kendini bi bok sanmana yol açıp seni kutsuyor, bu değil doğru olan, belki de, ama öyle bir tufan esiyor ki üzerinde, her şeyi yitirdiğini fark etsen de aldırmıyorsun, tuhaf bir güç, dünyaya meydan okuyabilicek kadar abuk işlere girişebileceğin bir güç, ama aldatıcı, tek atımda vurulabilicek kadar savunmasız ve bir ortalık malısın, hey kendimden bahsediyorum burada, kimse üzerine alınmasın, sataşmaya niyetim yok, sataşıcak halim de yok, ki kimseye direkt sataşmadım bugüne kadar, gönderilen oklara karşılık verdim sadece, ve eğlenceliydi zaman zaman, şimdi o kadar eğlenmiyorum, eğleniyormuşum gibi yaptığım zamanları es geçersek tabii, oyuna kapılmak, boktan oyuna, herkes gibi davranmak, bazen kolay bazen imkansız, ve şimdi durmuş burada sarhoş bünyemle abuk subuk methiyeler düzüyorum, gizli bir odada kitli kaldığım günleri anımsıyorum.

siz acıdan ölürken, aşık olduğunuz hatunla birlikte gülebilen biri hakkında ne hissedersiniz? üstelik bu kişi, sizin en yakın dostlarınızdan biriyse…

ben hiç bir şey hissetmiyorum artık, hiçbir konuda hiç bir şey hissetmiyorum ve bunun bana iyi geldiğini söyleyebilirim, yalan söylüyorumdur muhtemelen, ve kolay fark edilir çoğunlukla bu, ama, pekala, herkesin yaptığını yapmayacağım, pekala, pekala, burada kesebilirim, kendimi de kesebilirim, bi öncekin de yazıyı kastetmiştim.

ölesiye sarhoş olunan bir gece hatırlıyorum, hayır hatırlamak istemiyorum, ama hatırlıyorum, her şeyi hatırlıyorum, anı anına, ama yazmayacağım, bir daha bu konuda tek satır yazmayacağım, nokta…

15.haziran.2008