30 Temmuz 2008

kağıttan uçak

kağıttan uçak

1.
11’de uyandım. gece. yani yirmiüç:sıfırsıfır. bir-dokuz çalışıcaktım. şu an şifreleri olan bir öykü yazıyorum, derin bir kehanet, ama gizli değil, anlaşılır, ki açıklıyorum, rakamları toplayın ve çıkan sonucu doğum tarihinize bölün, daha sonra. daha sonra yok. sıkıldığımı hissediyorum. kehanetler, komple teorileri, anılarını yazdıran bir ünlü, hayatı boyunca burnuna kar tanesi bile kaçmamış olan bir kokoinmanın (!) yazdığı uyuşturucu romanı. hata dolu, ve ihanet, en azından edebiyata ihanet, her ne kadar edebiyat benim sikimde olmasa da, ihanet kötü, her ne açıdan bakarsan bak kötü görünebilecek tek şeyi belkide bu hayatın, ve ikiyüzlülük dolu fiiller, içerden başka dışardan başka görünen seçimler, ve yine dağılan konu. neden bahsediyordum ben? hiçlik. hepsi bu. bütünüyle ve herhangi başka bir bütünden bağımsız şekilde, hiçlik. wirgina wolf’a benziyor tarzın diyor biri, hiç okumadım diyorum inanmıyor, çünkü alıştırılmışız herkesin herşeyi ecnebilerden çevirmiş olmasına, bir türk altkültüründen bahsedebilirmiyiz bilmiyorum, ama 40 yaşına kadar tamamen underground ruhtan arındırılmış olarak yaşayan mahluklar bi anda altkültürel hayatlara sarınabiliyorlar, ahkam kesebiliyor ve bu konuda otorite olarak gösterilebiliyorlar. ki sorun değil bu, kim ne bok yerse yesin ama benim bokuma sinmesin diyip kestirip atabilirim hemen.. ama söz konusu türk altkültürü ise, bu burjuvalardan değil gecekondulardan başlayabilir bir bakıma, alıntı olmayan öz altkültürümüzden bahsediceksek eğer, ama yapmıyoruz, bunun yerine londra tabanı ile eşleştiriyoruz underground ruhu. ama bir yanlışlık söz konusu olmalı. punk’ı işçi sınıfı çocukları yaratmış olmalı. en azından ben öyle biliyorum, ve açıkçası yanlış bilmediğimden eminim. o halde, söyleyin bana türk işçi sınıfı çocukları ne dinliyor? ve dışardan alıntı olan herhangi bir müzikal altkültürden etkilenen hayatı boyunca çalışmamış ve ileride üstsınıfın bir bireyi olan insanların görüntüsel kültürleri ne işe yarar. o halde en başa dönelim. hayır en başa değil, ortaya. birkaç satır yukarıya. yurtdışı ile eşleştirilmiş olan altkültürü, ülkede kim yaşıyor? ve kaçınılmaz son olarak, bu insanlar birkaç sene içinde neye dönüşüyor? akademisyen? mühendis? babasının yerine şirketin başına geçen insan? sınıfsal bir ayrım yapmıyorum, ve sınıfsal bir ayrım yapanların, benden uzak olmasını istiyorum. zengin bir aileden gelmiş olabilirsiniz, doğum anı hezayanları veya şanşları, bizim seçimimiz değil elbette, ama hayatı boyunca senle aynı yolda yürümemiş olan birinin, sana başın sıkışınca ne yapman gerektiği konusunda akıl vermesi gerçekten can sıkıcı.. evet, bir açıdan bakarsanız, çalıştığım işler, önceki ve şimdiki, her ikisi de, ve daha öncekileri de, tam bir ahmaklık. ahmaklık ötesi. enayilik ötesi. ama çıkış kapısı kapalı. ben kapatmış olabilirim. ve şikayetçi değilim. ki yine de, kabul ediyorum, enayilik olduğunu. ama herkesin kapitalizm tarafından düzülmek için bir deliği vardır. önemli olan, bu düzüş esnasında zevk çığlıkları atmaktansa, kurtulmaya çalışmaktır. toplu bir kurtuluş değil söz konusu olan. toplumsal kurtuluşa inanmıyorum. bireysel özgürlüğü de inanmıyorum. şanşa inanıyorum sadece. talihli olmaya. ve kimi zaman zekaya. yetenek. allah vergisi diyebilirsiniz buna, her ne kadar bir yapı bozuma giderek allah’a verilen verginin bize yol su elektrik olarak değil, kölelik olarak döneceğini söyleyecek olsam da. allah vergisi mi? bir de devlet vergisi var. ve birde, birde, birde, herkese bi tarafımızı verip, delik deşik edilmişken, kim devrimden söz edebilir. yazmak kolaydır, özellikle üst sınıftan geliyor ve rahat bir işte iyi bir maaşa çalışıyorsan, kolaydır işçileri savunman. bu yüzden beat edebiyatına da inanmam. tamamiyle fiyasko. gerçekten. bir çok devrimin fiyasko olması gibi. Belki de hepsi. değişmeyen tek şey görünmez stabilitedir.. aynen görünmez adam gibi bir şey bu. Görünmez stabilite. herşey içerde. üzerimize kitli tüm kapılar. ve karanlık. ve bir çocuk yapıp, onu kurtarmayı düşlersin en sonunda, kendi hayatını defedip başından. başkası için yaşamak kolaydır çünkü, kendin için isyan edebilirsin, ama başkası için asla. ve başkası için köleliği kabul edersin. er yada geç, hepimizin içine düştüğü, lanet son. bir aldatmaca olup olmadığını bilmiyorum, çünkü sistemin aşırı zekice işleyen, üstün bir güç olduğunu sanmıyorum. sistem biziz çünkü, ve fazla zeki olmadığımız için, her suçu görünmeyen unsurlara yıkıyoruz. tanrı, şeytan, sistem, politika, trafik canavarı, marslılar, ölmüş olan atalar. en başa dönecek olursam, ve üzerinden geçersem, tamamlayabilirim tüm kapısı açık cümlelerimi, ama yapmayacağım. böyle kalıcak, böyle kalıcak ve ben lanet bir iş günümü anlatacağım. imlamı düzeltmiyorum, cümlelerimi düzeltmiyorum, kurguma özen göstermiyor, ve anlatımlarımı yarım bırakıyorum. bakın bu hayata bakış açımı yansıtıyor tamam mı? o yüzden, dilediğiniz gibi haykırın, annem 27 yıldır “evi dağıttın yine” der, ve yine dağıtırım. sizde 270 yıl, yazımı düzeltmeye çalışın. sonuçsuz bir savaş bu. ve bu kadar ciddiye alınacağımı bilseydi tanrı, eminim beni yaratmazdı. çünkü o da beni yaratırken ciddiye almadı. ben bir anti teist’im. bir tanrı var ama çokta umrum da diyenlerden ya da. Ya da başka bir deyişle, tanrı kötü diyenlerden. ve tekrar başa dönmeye çalışıyorum. saat onbir demiştim öyle değil mi? gece onbir. böyle başlamıştı. daha sonra, bir zamanların modası olan kehanetlere, komple teorilerine, oradan edebiyata, oradan sikilmiş türk altkültür şeceresine, ve oradan da boşluğa sıçradım. düştüm. düştüğümü gören olmadı. bu iyi bir şey. düşerseniz gülerler çünkü. lise ikide, okula giderken kötü bir şekilde düştüğümde yolda, arkamdaki kız takımı gülmüştü. “düz yolda yürüyemiyor”. evet yürüyemiyordum. yalan yok. ama tüm kusurlarımı kapatıp, daha doğrusu gizleyip mükemmel olmak gibi sonuçsuz bir uğraş peşinde de koşmuyordum hiç olmazsa. ve bununla övünmüyorum, öyle görünmüş olsam da. Hiçbir şeyle övünmüyorum. çünkü marifet değil. gerçek bir işçi çocuğu olmam da marifet değil. ve gerçek bir işçi çocuğu olarak, ülkeye ithal edilen bir başka altkültürü sahiplenmiş olmam da. Ya da ülkedeki en harbi kendi altkültürünü yaşayan çingenelerle beraber büyümüş olmam da. hiç biri marifet değil aslında, çünkü tüm bunları yaparken, ya da çocukluğumda bir rastgelelilik ile  bazı mekanlarda bulunup bazı olaylar yaşarken, farkında değildim. ve tam tersi, uzanabildiği her şeyi ailesine satın aldırabilicek bir aileden gelen başka biri içinde, kötü değildi yaşadığı hayatı. Ya da altkültüre terso değildi. söz konusu sorun, birilerinin başka birilerine yol göstermek isteyişinden, ya da “en harbisi biziz” demek isteyişinden sonra başlıyordu. çünkü denyonun biri çıkıp fanzinler konusunda ahkam kesiyor, başka bir denyo uyuşturucu üzerine hata dolu bir kitap yazıyor, başka bir denyo gerçeğe zıt bir punk romanı yazıyordu. bu ne be diyebilirdiniz, ama kimse duymazdı. ve bahsettiğim söz konusu sorun üzerine bu kadar çok harf tüketmiş olmam, bu durumdan yana rahatsız olduğumu göstermiyor. sadece, kapımıza dayanan yeniçerilere, sizlerle savaşmıyoruz ama çok istiyorsanız bizi öldürebilirsiniz demek istedim. görüntü bu, ve böyle sürecek. dipten gelmiyorum ben. dipte doğdum ve dipte kalıyorum kendi isteğimle. çünkü memnunum burada olmaktan. el uzatıp yukarı çekmeye çalışmayın. hayır, öykümü kısaltıp yayınlama. hayır imlamı düzelterek dergide yazmama izin veremezsin, çünkü izin istemedim. ama istediğim bir şey var, iki ayrı şeritte, birbirine benzeyen iki ayrı otobüste, ilerliyoruz, bunu kanıksayın. hangisinin doğru otobüs olduğunu da bilmiyorum. gerçekten bilmiyorum. sadece arada bir fark var, ve bu doğumdan, ait olduğun sınıftan, aylık gelirinden, ne iş yaptığından, babanın kim olduğundan ya da ne yarak yazdığından gelmiyor. başka bir şey bu. ve ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. sadece öyle hissediyoruz, ve bu yüzden bok yoluna giden otobüsümüzden inip, insanın uykusunu getiren başka bir otobüse binmeyeceğiz. hiç olmassa neye çarparak öleceğimizi görebilelim diye belki, bilemiyorum. gerçekten bilemiyorum. ama hoşnutum bu durumdan. durmaktan ya da. yerinde saymaktan. gerilemekten. ilkel görülmekten. basit ve sıradan. sıradan ve doğal. doğal ve yapmacık. hey bi saniye, karıştırdım, çelişkili bir ifade kullandım. hata. sadece hata dostlarım. bilinçli yapılmış bir hata ama. o yüzden özür dilemeyeceğim, çünkü özre inanmıyorum. ve farkında olmadan düşürülen bir vazo için de özür dilemeye gerek olduğunu düşünmüyorum. “Üzgünüm” diyebiliriz belki. ama özür aptalca o an. affedilmeyi beklemek de. tıpkı herhangi bir şeyden dolayı birini suçlamanın yanlış olduğu gibi. özgür olmak istiyorsak, özgür bırakmalıyız. hepimiz birer dişli çarkız zaten, ve ister istemez, ortak hareket etmek zorunda kalabiliyoruz, yaşam denen armutun çöpünü yemeye devam etmek için. saçmaladın girdap dedi biri şu an, içinden, duydum, duydum ve kesiyorum sosyoekonomik felsefemi. o ne ki? saat onbirdi, on bir. geriye dönüş. çekim iki, sahne bir. motor.


2.
11’de uyandım. gece. yani yirmiüç:sıfırsıfır. bir-dokuz çalışıcaktım. ender denk gelen sekiz saatlik mesai. uçakların yoğun olmadığı bir gün. bu arada, havaalanında çalışıyorum ben. işim; uçakların yüklemesini ve boşaltmasını yapmak. yani içine mucizevi bir şekilde tüm evinizi sığdırdığınız on tonluk valizlerinizi har vurup harman savurmak için çalışıyoruz. uçak ambarını yükle, uçak ambarını boşalt. Uçağı temizle. Yorulmak yasak. Falan filan. günlük mesai süresi 11 ila 13 saat arası değişen beş iş günü. iki izin. genelde izinli olduğun gün geceye döndüğün için, onlar da yalancı izin. şikayet yok. kötünün iyisi bu. o halde devam edelim. bir-dokuz çalışıcaktım ve uçakların pek fazla iniş-kalkış yapmadığı bir geceydi. bir havaalanı argosu oluşsaydı, böyle günlere “azgın olmayan günler” denilebilirdi belki de. neden olmasın. ama dişi ırkın-pardon düzeltiyorum, bir ırkçı değilim ben, ama seksist görünebilirim kimine göre, her ne kadar öyle de olmasam, bunu ortaya sürebilirler, sürdüler, bedenime uymayan bir çok sıfatı alıp çöpe attım ben de. önemli değildi, laf israfıydı sadece. “sağır bir adama, küfür ediyorsunuz” diye yazdım. ama onlar da kördü, okumadılar, ve ben onlara karşı hem sağır hem dilsiz hem de kör olmayı seçtim, ve bu durum ister istemez, küstah ve kendini beğenmiş olarak geri döndü bana. geri dönelim hadi yine. bir türlü giremedim konuya. zihinsel bulantılarım çok bugünlerde, o yüzden sürekli sağa sola sapıyor, bir türlü düz gidemiyorum. tekrar deneyelim, bu son olsun, yine düşersem, yazmayı kesicem bu konu hakkında. konu basit, güzel başlayan bir gecenin sabahında patlayan tokat. alın size anafikir. açılıma geçiyorum. gece bir dokuz çalışıcaktım ve onbirde kalktım. ve servise bindim. pardon pardon. onbirde kalktım ve birşeyler yiyip, bir sigara içip, biraz müzik dinledim. traş oldum. giyindim. yola çıktım. servis geldi. beni aldı. gaza bastı. gayet basit gidiyor öyle değil mi? ali gel topu tut gibi. bana yakışır bir üslup. basit ve kolay. sonra, ve daha sonra. Bir saniye, eksik bir cümlemi tamamlayacağım öncelikle, yoğun olmayan havayolu günlerine, azgın olmayan gün denilebilirdi demiştim, eğer argosu olsaydı bu işin. ama dişi ırkın-düzelti. Hatırladınız mı? evet, düzeltiyorum. ama hatunların yoğun olduğu bir iş yerinde, her iki cinsiyette, çok yakın olmadıkları iş arkadaşları haricinde, genelde bir oyun oynarlar. sıfır küfür, daha az cinsel konu, ve her şeye rağmen ve her zaman olduğu gibi yine de dibine kadar cinsel ayrım. bir hatun beş erkeğin arasına oturursa, biraz uzakta oturan diğer bir erkek grubu, hatun hakkında yorum yapar. kötü yorum. Ya da beş hatunun arasına bir erkek oturur ve onlarla muhabbet yaparsa, yine bu uzakta oturan diğer erkek grubu, bu tek erkekle ilgili yorum yapar. Belki de kıskanır. aynı şey, hatun grupları için de geçerlidir. cinsiyetler arasında bir fark yoktur aslında, sadece bir fark yaratılır ve çoğu zaman da rol yaparız. bu yüzden bu tip “azgın gün” türevi argolarda köşede kalır ya da ters köşe olur çoğu zaman. cinselliği ne kadar aza indirirseniz, o kadar tehlikeli olur. aynı sıkışan gazların patlaması gibi. Anlatabiliyor muyum? servise bindiğim ana geri dönelim. serviste çalan radyoda, müslüm gürses çalıyordu, ilk kez arabesk tınılar çalan bir istasyon açık kalmıştı ve böylesi bir mesai öncesi tesadüfü, pek denk gelmez diyordum kendime. evet, 80’li yılların arabeski katlanılırdı, haz verirdi insana, tesadüf güzeldi, çünkü daima son model pop melodileri ile işe gidip gelirdik. ve şimdi, seksenlerin gerçek ninnisi ile yol alıyorduk. pop’a tercih edebileceğin, ve en azından daha anlamlı, ve dahası 80’lilerdeki türevini düşününce daha isyankar olan bir müzikti çalan. ve birkaç şarkı üst üste geldi. iyiydi. isyan her zaman iyidir, sevgiliye, aşka, hayata, düşsel kadere, düşsel tanrıya olabilir bazen, yani beyhude isyan, ama yine de güzeldir. en azından tahammül edilirdir, ki kafa kıyaksa keyif bile verir. ve ve ve, sonra havaalanına girdik, ve mucize katlanarak devam etti, apron aracına binip merkeze çıkıcaktık, ama gelmedi apron aracı, yerine operation aracı geldi, radyolu idi bu araçta ve radyoda bob marley çalıyordu. gerçekten. “no woman no cry”. keyiflendim. gerçekten keyiflendim. iş yerinde bana daima girdap olarak değild e, devlet nezdindeki adımızla seslenildiği için, bazen unutabiliyordum kendimi. ki girdap, iş yerinde budanmak zorundaydı. herkes iş yerinde budanmak zorundadır. çünkü, kimin niye koyduğu belli olmayan kuralları uygulatıcı olan amirler, hayatlarında bir kez olsun pratik anlamda tecrübe etmedikleri işlerin başına getirilirler ve sizi işinizi yaparken gözetip, açık yakalamaya çalışırlar, hepsi böyle değildir, kabul ediyorum, ama sunexpress’in teknik elemanı mahmut aynen böyle bir insandır. bakın tam ismini verdim size, soyadını ve adresini öğrenince, onları da vericem. gidip öldürün lavuğu. faşizme karşı faşizm. ne dersiniz? ayrıma karşı ayrım? katı mı oldu? onlardan ne farkımız mı kalır? cahil işte deyip geçmelimiyiz?, aç gözlülük ve kurnazlık eşlenik bir yapıda ve cahillik maskesi altında üzerinize çullanınca, yapabileceğiniz tek şey silah çekmektir dostlarım. Yani ben olsam öyle yapardım.  bir yüzünü vurana diğerini çevir diyen hristiyanlık, yeni krallar ve köleler yaratmaktan başka bir işe yaramamıştır. o yüzden, mahmut ile dışarda karşılaşıp, yere serebilirim. ama orada, şimdilik, buda kendini. Buda ki yaşama devam edebilesin. herkes bunu yapıyor. en üst düzeyden, en alta kadar herkes. suni bir güç edinenlere boyun eğen dahiler. suni bir güce diyorum, çünkü aslında, aslen sinik ve iş dışında her yerde ağzına sıçılmasına izin veren insanlar, iş yerinde konum ve makam itibari ile elde ettikleri suni güçleri ile üzerinize boşalmaktan başka bir şey düşünemiyorlar. ve kurtuluş yok. çünkü gerizekalı insanlık tarihi, “sistem” diye bir kelime bulmuş, ve doğaüstü olmayan her türlü kötü dünya gidişatını buna bağlıyor. ve sistem o kadar iyi işliyormuş ki, karşısında durulmazmış. Bu söylem bir yere kadar doğru. sistemin karşısında tek başına durursan, açlıktan ölürsün. ama söz konusu olan sistem adlı görünmez canavarı işleten şey, bir makine değil, biziz. biz kurduk, biz kuduruyoruz. memnun olanlar var. ama onlar kadar, isyan edenler de, bu aptal işkencesinin uzaması için katkıda bulunuyorlar. çünkü yaşamak için, başka şansımız kalmıyor. ve o yüzden bir hayal kurarak yaşamı erteliyoruz. ve o yüzden, ütopya anarşi. bir mucize. ufak gruplarca kurulan ufak yaşamlar dışında. tam bir mucize..  mucize demiştik öyle değil mi? servise binince çalan. ardından merkeze çıkarkan, bob amca. ve sonra giyindim. ve her şey bu kadarla kalsa yine iyi. aşağı inerken, yani apron adlı uçakların park ettiği alana inerken bindiğim araçta da, radyo açıktı, ve bu kez 2pac çalıyordu. oha dediğinizi duyar gibiyim, ama siz ohayı, benim akışkan ruhumdan dolayı dediniz, müslüm, bob, pac, nası hepsini dinler bu adam. gibi bir oha. ben bunu es geçiyor ve kendi “oha”ma dönüyorum, çünkü her zaman bu araçların radyolarında pop çalardı, ama bu kez “tuzaklara dikkat et zenci” diyordu pac şarkıda, ben bir zenciydim. evet. ama latin bir zenci. O da ne demek? bunu burada açıklamayacağım. es geçelim ve devam edelim. radyo. çalan şeyler. mucize. mucize. ve keyif. ve güzel başlayan. ve korku. Bir şeyler yolunda gidiyor gibiydi. keyifliydim. ve ne zaman keyifli olsam aynı zamanda da tedirgin oluyordum. Ya da bir şeyler yolunda gitse. çünkü yolunda giden hiç bir şey normal görünmüyordu gözüme. kafama gök taşı düşücek diye düşünüyordum resmen böylesi anlarda. ve sonra, radyoyu, çalan müzikleri, ve daha bir çok şeyi unutup, kendimi işe verdim. ilk uçak, airbus idi. modelini hatırlamıyorum. ama dev gibi. ve acele acele. hemen uçak kalkıyor sandık ve üstün körü bir temizliğe giriştik. üstün körü gerçekten. sadece büyük çöpler alındı tam olarak galiba. ben masaları siliyordum, şu uzun mesafe vasıtalarının koltuklarında bulunan sorunlu icatları. ben siliyordum, ve zaman az olduğundan, üç beş sekiz yapıyordum. üç beş sekiz demişti amirim. hah işte bu bir şifreydi. girişte şifreli bir öykü yazıyorum demiştim size, yalan söylemiyordum. söz konusu edebiyatsa, asla yalan söylemem. sikerim edebiyatı derken bile yalan söylemiyorum. ihanet etmem asla, eğer biri tarafından içine edilip köşeye atılıcaksa edebiyat, bunu yapan da ben olmalıyım. barışta ve savaşta, daima birlikte. masaları siliyordum. ve amirim “üç beş sekiz” dedi, bunun anlamı, masaları atlayarak silecek olmamdı, bazılarını çaktırmadan es geçicek, bazılarını silerken de gelişigüzel davranıcaktım, çünkü sanıyordukki yolcu binecek ve uçak uzak diyarlara gidicek. ve böylesi anlarda, eğer ikinci bir üst göz uçağa göz atmadan yolcu gelecekse, ve süre az ise, temizlik üstün körü yapılırdı, çünkü yolcular az biraz kirli olan bir masa için sizi elevermezlerdi. çünkü insanlar konuşmaya çekinirler, isyan etmeye, hakkını aramaya, temiz bir uçak elbette hepimizin hakkı, ama uçak insanlığın hakettiği bir buluş değil, aynı elektrik gibi, yada ateş, hiçbir gelişimi haketmiyor insanlık, çünkü tüm gelişim daha iyi savaşmak adına, tüm senaryonun merkezi bu. milliyet, ırk, cinsiyet ve ekonomik savaşlar. hiç birinin anlamı yok. ve hiçbir özgürlük için mücadele vermiyorum. çünkü, kaybedeceğim bir savaşa girmektense, savaşın erişemeyeceği bir bölgede yaşamak istiyorum. Evet evet, bencilim. ama yok öyle bir kurtarılmış bölge. o halde, buradayım, ve zihnen özgürüm her insan gibi. ve ölene dek, zihnimden geçen her şey, kağıt üstüne düşecek. bu nedenle bedenen tutsak edilme, taşlanma yada silinme riskine rağmen hem de. çünkü başka çarem yok. Hiçbirimizin başka çaresi yok. bedenen hizmetinizdeyiz paşam, ama zihnen yüzünüze küfür ediyorsak, bunu haykırmanın da mahsuru yok. ve çok klasik olduğunu biliyorum, “bedenimi alabilirsin ama ruhumu asla” gibi olduğunu bunun. ama klasik olan her şeye özlem içinde artık insanlık. eski güzel günlere. ikinbinler doksanlara, doksanlar seksenlere özlem içinde. ve böylece dönüyor zaman geriye, ben ilkel olmak istiyorum. ilkel ve kaba. doğal hiç olmazsa, ki yine de imkansız. ve imkansız olan her şey gibi, anımızı ertelemekten başka bir işe yaramaz geçmişe duyulan özlem, geleceğe dair hayaller gibi yani. hayatı ertele. başka birinin hayatı için düş gör hatta zaman zaman, dua et, iyi bir yaşam sağla oğluna. cenneti iste tanrından. ama anı ertele. çünkü anı düşünmek, daima boka batmanızı sağlayan bir eylemdir. ve anı yaşamak, en doğrusu olsa da, çoğu zaman yapmaktan kaçındığımız bir şey. geçmişi düşün, geleceğini kurtar. bu öğretildi bize. bunu yapıyoruz. olmayan bir geleceğe doğru. son sürat.  radyo tesadüfleri. güzel gece. hızlıca temizlenen uçak. geri dönüş. birkaç ambara gir. bir uçağı araba yıkar gibi yıka. kime anlatsam gülerdi, araba gibi fırçayla yıkanan uçaklar, embesilce, ama uçağın kendi yıkama makinesine girip yıkanması pahalıya patlıyor. işçiler daha ucuz. yıkar onlar. ve yıkadıkça. ve sonra, sonra, sonra, kötü bir sabah. kötü diyorum, ama asla beklenmedik bir sabah değil. çünkü her güzel gecenin sonunda, bir tohum açmaktan vazgeçer. mahmut, masaları kontrol eder, sabahın köründe. çünkü o uçak, hemen yola çıkmıyordur aslında, acele etmenizin nedeni, hemen yıkanıcak olmasıdır. ne aptalca. hemen yıkarsın uçağı, hemen dediğim üç saat sürer. ve sonra başka abuk subuk işlerle meşgul olursunuz sabahın sekizine kadar. uçak orada bekler ve kimse de bu uçak sabahın sekizinde gidicek, şu temizliği bir daha yapın demez. diyemez, çünkü kimse birbirinden haberdar değildir. Herkes söylenileni yapar sadece. sistemin özü budur. söylentiler, korkular ve suni güçler. ve sabahın sekizinde, neden masalar silinmediği için, mahmut vardiya amirine, vardiya amiri de senin şefine fırça kayar. ortada bir düzensizlik vardır, çünkü “hemen bitirin temizliği” diyen mahmut aynı zamanda, “uçak yıkandıktan sonra ve boş vaktinizin birini çalarak size tekrar temizlettirim bu uçağı ben, yıkama alanına gidicek bu uçak” demez. haberiniz yoktur. ve sonra, sonra, şefiniz yanınıza gelir ve gülerek, “masaları silmemişsin moruk, senin yüzünden fırça yedim ya” der, sen durumu izah etmeye çalışmazsın, çünkü şefin de sen de biliyorsunuzdur ortada dönen sikişi. “abi biliyorsun” dersin sadece. derim yani, “abi biliyorsun” derim, “acele ettirdiler, üç beş sekiz yaptık biz de, yıkamaya gittik sora da, hemen yolcu binmicek miydi ya ona?”, “ne bileyim ya” der şefin, “sikilmiş götün davası olmaz, gel üstümüzü değişelim çıkarız birazdan”. “tamam abi” derim. birer sigara içeriz, ve giyinir, çıkarız. servisle eve gidene kadar müzik yoktur bu kez. Olsa da duymazsın zaten, elde ettiği suni gücünü senin üzerine enjekte etmeyen bir şefin vardır, ve sen bu yüzden her işi, kısıtlı imkanlarına rağmen tam olarak yapmaya çalışırsın, adama laf gelmesin diye, ki ona laf gelse de içine gömer, sana bir sigara verir, “biz ne ne zaman beraber içicez ya” diye sorar, ve eve gelirken yolda bunu yazmak gelir aklına. ve olayı aynen yaşandığı gibi, olayların gerçekleştiği zamansal dizime uygun bir düzende, tüm ayrıntıları özenle tasvir ederek yazabilirsin, yazabilirsin ama işine gelmez. en azından burada kuralları sen koyuyorsundur, ve sikinin keyfine göre öykü yazarsın. aynen bu şekilde olduğu gibi.. okurken keyif almıyorsanız, ya da batıyorsa size, afiyet olsun. keyif alıyorsanız, bende bu keyfi yazarken paylaşıyorum sizinle. eyvallah.. ne diyebilirim. bu kadar açık ve sade. hepimizin başına gelen şeylerden bir kesit. ayrıcalık değil bu, yaşananlar da, yazılanlar da. Hiç biri ayrıcalık ya da üstünlük değil, marifet de değil, anlatmıştım, o yüzden övünmenin anlamı yok ve o yüzden yazdıkları ile,  yaşam tarzı ile, ya da bulundukları konum itibari ile övünen, ve dahası “bu iş böyledir” diyen herkese karşı atan sigortam neticesinde, yoldan saptık. daima yoldan sapacağız zaten. zihni bulanan ve bu yüzden kusan biriyim sadece. daha ötesi yok. o yüzden, bana gelip, “abi sen punk’mısın” diye soran ve altkültür etiketi ile satış yapan yabancı cisimlere özenen o küçük arkadaşıma şunu söylemiştim, “punk olmak diye bir şey yok, malcolm mclaren adlı göt daha zengin oldu bu sayede, hepsi bu. bunun dışında, gerçekten sid masum ve johnny rotten bizi kandırmadı. malcolm onu kandırdı.”. ve uzun bir sohbet, 30’ların fanzinlerinden yetmişlerin punk’ına doğru uzanan. ama başka bir öykü bu. es geçelim. Her şeyi es geçelim, ve en başa dönelim. saat onbirdi.. ve şu an da saat onbir. Ama sabah. yani onbir:sıfırsıfır. tek tatilim. ve şimdi, peter’in sanal bebekleri eşliğinde, sigaramı içerken, onlara kulak vereceğim, otuzbirci bir papazdan bahsediyorlar bana. eğlenceli bir şarkı. radyo değil bu kez. ve bu yüzden korkmama gerek yok. ben yapıyorum bu güzelliği kendime. kontrolüm dışında, tesadüfen iyi giden ve sonunda patlayacak olan her güzelliği ise, görmezden geliyorum. aynen bu yazının, çapraşık gidişatını görmezden geldiğim gibi. serbest kalmış bir zihinle ancak bu kadar. ve aynı nedenden dolayı, kendi hayatımı da görmezden geldim. Siz de öyle yapın. beni görmediniz, duymadınız. ve aslında girdap, şeytandan farkı olmayan mitolojik bir tanrı. böyle düşündüm, buna inandım. amin.


30 temmuz 2008

19 Temmuz 2008

eurydice

düşününce
matah bir bok gibi gelmiyor insana
fanzinler, yazılar, yazarlar
yine de “orda biri var mı?” demek istiyorsun
yıllarca dedin bunu
çoğu kez sesinin
boşlukta yankılanışını duydun sadece
ve uçurumdan aşağı kaydı ayağın
istem dışı bir intihar?
belki de

bir alt katta bir şey tuttu seni
ya da sen bir şeye tutundun
ve yeniden başladın
tekrar inşa
onarım değil ama
yeni baştan inşa
ve sonra
“orda biri var mı?”

bazen vardı, bazen yok
gidenler oldu
kalanlar oldu
kalanlar kalmaya devam edecek mi belirsiz
senin kalıp kalmayacağın da öyle
ama şimdi
şu noktada ve bir kez daha
“orda beni duyan biri var mı?” diyorsun
“ses verin!”
çıt yok

bir sigara yakalım
üstteki dizeyi ersoy albayrak’dan çaldım
“bir sigara yakalım”
hayır ona gönderme yapmıyorum
sadece, çaldığımı itiraf ediyorum
biri testimi kırmadan önce yani
kendimi dövüyorum
kimse bi bok anlamadı burada
ama önemi yok
devam
ne için?
niye?

“do it killself”, önemli bir şiir aslında
açıktı her şey onda
ama bir yenisini daha yazıyor olmak
yeni bir itiş kakışın daha
tetiğe basmak üzere olduğunu gösterir

düşününce
yani gerçekten
matah bir bok gibi gelmiyor insana
fanzinler, yazılar, yazarlar
ama her şeye rağmen bazen
bir şey olsun istiyorsun
okunmak ya da yazılmak değil mesele
sabahın köründe mesela
tam şu an
burada otururken
tek başına
olabildiğince tek başına
otururken
tek başına olmamak istiyorsun
belki gerçekte öyle olmasan bile
içeride de öyle hissetmemek

polis adamın birine ehliyet sormuş
adam da “verdiniz mi ki istiyorsunuz” demiş
“beş kez girdim sınava vermediniz”
“alamadın”
“hayır! siz vermediniz”

aynen böyle aslında
durum bundan ibaret dostlar
yürümekte zorlanırken
ruhen değil, gerçekten zorlanırken
topallarken
sol kasığın bıçaklanmışçasına ağrırken
kaldırdığın onca kilo yük yüzünden
“belki fıtık bu” demek yerine
“bir şey yoktur” deyip yola devam ediyorsun
ve buna rağmen
bir kez daha
sabahın beşinde
intiharla burun buruna gelip
“orada biri var mı?” diyorsun
“siktir git adi orospu çocuğu” bile demiyor kimse
çıt yok

beth bana şarkı söylüyor
ben size şiir yazıyorum
ne beth beni tanıyor
ne de ben sizi
zincirleme kimsesizlik tamlaması

hiç kimse olan bitenin farkında değil
ve ölecek bir gün beth
tüm kadın kahramanlarım ölecek
ben ve odipal ruhum
yeni anneler arayacak kendisine
sevgili değil
çocuk değil
bakıma muhtaç bir fareyim sadece
ve dün gece iki fare yakalandı
aynı evde iki fare
kaynar su
ben yapamazdım
ama yaptılar
aynı evde iki fare diyorum
eş?
kim bilir
iki ölü eş
güzel olmalı
aynı yerde aynı zehirle

ve yazamayacak kadar sarhoşken
bir kez daha
on yıl sonrasını düşünüyorum
on yıl önce olduğu gibi
kar üstünde ölücem diyordum o zamanlar
on yıl önce
on yedimde
“27’de kar üstünde ölücem”
ölmedim
izlanda uzaktı
izmir’e kar yağmazdı
mantıksız bahaneler uydurup inandım
ve ölmedim

sürekli olarak erteliyoruz ölümü
37’de de kar üstünde ölmücem
47’de de
daima
10 yıl sonra
ve daima
“orada biri var mı” derken
bir alt kata düşüp
en baştan başlamak
bu iş böyle
ve böyle gider
ama daima gider

ve belki de bu yüzden, iyi bir aldatmaca
do it yourself
başarısızlığını gizlemek
kaybetmişliğini
yitirilmişliğini
bir dakika
bir yanlışlık var
sen yitirilmiş değilsin girdap
yitirmişsin
gerçek olan bu
iki zıt yöne giden şeyden
daha değersiz olanı
diğerini kaybetmiştir
mantık buna hükmeder
güçlü olan
iten
düşüren
ya da silen
yitirmemiştir
kazanmamıştır da evet
ama yitirmemiştir de
güçler dengesi

ve en başa dönersek
gerçekten matah bir bok değilim
biliyorum
ama yine de insan
üzerindeki sinekleri kovup
güneşe gülümsemek isteyebiliyor zaman zaman
ama güneş yok
sadece aldatmaca var

ve bundan şikayet edemeyecek kadar sarhoş olup
ölümü ertelemekten başka
yapılası hiçbir şey yok
on yıl sonra moruk
aynı şekilde
on yıl geçtiğinde
kaç on yıl olduğunu boş ver
on yıl

sen arkana bakma yeter
eurydice peşinden gelecek
anlaşma böyle
ardına bakma
eurydice peşinden gelecek
karanlıktan çıkacaksın
ve parlayan güneşin
büyük bir süratle erittiği karın üzerinde yatacak
karla beraber eriyecek
su olacak
ve akacaksın
akış
hepsi bu

19.temmuz.2008



17 Temmuz 2008

think again

yazının başına oturdum. ama ne yazabileceğim konusunda en ufak bir ön- düşüncem yok. hiç olmadı zaten. birazdan işe gidicem. şu an sabahın beşi. muhtemelen yine size başıma gelen bir saçmalıktan bahsederim ve aslına bakarsanız, deliliğe yakın bir durum söz konusu burada. her başına gelen zırvayı yazıya dökmek yani. ve biraz da acınası bir durum olabilir. bilemiyorum.  yazıyorum sadece. yazarlık deliliğe yakındır zaten. pardon, özür dilerim, kendime yazar deme cüretini gösterdim. değilim. korkuyorum artık. kılıcını çekmiş onlarca adamın her yazımdan sonra karşıma dikilmesinden bıktım. durumu dengeliyor bu aslında,  kitapsız olarak yüzlerce okuyucu, yüzde onu kadarda eli baltalı eleştirmen. eleştirmen mi? aynısını siz yapsaydınız, yani siz başınıza gelen olayları yazsaydınız, okur muydum bilmiyorum, ya da hayranınız olur muydum? ama yüzünüze tükürmezdim en azından. sevmediğim her şeyi yok etmek gibi bir mizacım yok. ve sevmediğin her şeyi yok etmek, faşizmi çağrıştırıyor bana.

tektipleşelim hadi. kötü yazıyorsun, yazma. edebiyatın içine ediyorsun, yazma. bu bir şiir değil, yazma. sevmediğin her şeyi yok et. dünyayı güzel bir hale getirelim hadi. hitler de denedi bunu. şimdiler de bush’da deniyor. haklı olabilirler belki, kendilerine göre. güzel bir dünya. ama kime göre güzel? insanlığın bir kesişim kümesi olmak zorunda değil, oraya hapsedilmek zorunda da değiliz, “onun da bakış açısı bu” deyip geçiştirebiliriz. ama yapmıyoruz, sevmediğimiz her şeyi öldürmeye çalışıyoruz, sevdiğimiz şeyleri de öldürebiliyoruz hatta zaman zaman.

yazarlık demiştim, diyebilirim öyle değil mi? kızmıyorsunuzdur umarım, hak etmediğim sıfatlar üzerine atıp tutuyor olduğum için. ki kızıyorsanız da, umursandığınızı düşünmeyin hiç olmazsa. umarım bu sizi öfkelendirir, ve umarım hidrojen bombasına daha sıkı sarılırsınız. yazarlık diyorum, deliliğe yakın aslında, hele ki benim tarzımda, başına gelen şeyleri anlat, kendi kendine konuş, kafanın içinde diyaloglar üret, tekrar et, tekrarla, geçmişi yeniden tetikle, kendi kendine konuş. yok başka yapıcak bir şey. her neyse.

bana yararı olucağını sanmıyorum ama, bir kez daha özlem’den bahsetmek istiyorum size, belki hoşunuza gider. onunla nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum. o harikulade günlerden geriye de hiç bir şey kalmadı zaten.

şimdilerde yeni yeni tanıdığım bazı insanlar bana, “neden sürekli susuyorsun” diyorlar. “neden sürekli konuşuyorsunuz” demek istiyorum, ama çıt çıkmıyor. ölüden farkım yok. üstelik zombi gibi bile davranamıyorum, beynimi yediriyorum daha çok. çoktan ölmeliydim ben de belki, hala yaşıyor olmam, istemdışı çalışan kasların hareketi gibi. geçelim. 

özlem. onunla nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum pek. abisi ile beraber, abisinin sevgilisini, seçil’i, evine bırakmaya gitmiştik. özlem seçil’in bi alt katında yaşıyordu. karşıyaka. daha önce de anlattım. hatırlıyor olmalısınız. özlem tarot baktı bana. ve kahve falı. “ee ne görüyorsun” dediğimde o’na, abisi lafa karıştı, “o herkesin falına bakar ama kimseye bir şey söylemez, kafadan çatlak olur kendileri”. daha sonra özlem, “çok iyi yerlere geliceksin” dedi, “ama bu uzun zaman alıcak.”

‘iyi’ anlayışı neydi bilmiyorum, şu anki halim ‘iyi’ değildir ona göre herhalde, bence iyi oysa. uzun bir zaman ile, 7 yıldan fazlasını kast etmiş olmalı üstelik. ve ölüme bu kadar yakın olmayıp, bi kaç ay önce canına kast etmeseydi, hala beraber olurduk belki de. bilemiyorum.

bir anı hatırlıyorum. güzel bir anı. cock sparrer. bağıra çağıra. think again. bağıra çağıra bunu söylüyoruz. viski sarhoşu ruhlarımız. alsancakta. ve bağıra çağıra. elini belime atmıştı, bana tutunuyordu. ben de ona. ruhen ve bedenen. sahile çıktık o halde. herkes bize bakıyordu. şarkıyı değiştirdik, “don't say a word”e geçtik. yine cock sparrer. ve yine sarmaş dolaş. ve yine bağrış çağrış. şarap alıp çimlere geçtik, ve ona bir uçan balon aldım. o uçan balonu göğe bıraktı. hava karardı ve tüm yıldızlar umut satıyordu. o sabah hastaneden çıkarmıştım onu. üçüncü intiharıydı, benimle beraber olduğu süre içindeki üçüncü intiharı demek istiyorum. öncesini bilmiyorum. bir kadınla beraberken, öncesini önemsemezsiniz. ya da ben öyle yaparım. ama bu bir safsatadır. yeniden doğuş safsatası, yoktur öyle bir şey, bu, olsa olsa, yeniden ölüm olabilir, yeni bir aşk, yeni bir ölüm. kısmen geçmişle bulanık.

hastaneden çıkarmıştım onu, intihar etmişti yine, bu kez bileklerini kesmişti. bankada bir sürü parası vardı, babası her ay bir miktar gönderiyordu ama o çekmiyordu hiç. babasından nefret ediyordu. tüm erkeklerden nefret ediyordu. benden bile, zaman zaman. bardak, şişe, ütü, çatal, kumanda, çakmak, ne bulursa üzerime fırlatıyor, tüm hıncını benden alıyordu. ses çıkarmıyordum. tüm öfkesini sindirebilirdim. nedeni buydu belki de, giderken, “hayatını mahvediyorum” ile bunu kast etmişti, olabilir.

emin olmadığınız şeyler üzerinde çok fazla düşünmeyin, olasılıklar kafayı yedirtebilir insana. ben dönem dönem yedim. ve uyuşturucu, bir acıdan kaçış olarak alındığında pek iyi sonuçlar doğurmaz.. ve her neyse işte, hastaneden çıkardım onu, ve hesabı ödedik bir şekilde, baba parası. ve yine beş kuruşsuz olarak takı tezgahına yöneldik. bankada 12 milyar kalmıştı. cepte ise iki milyon. otobüs. finiş. aptal mıydık? muhtemelen. en azından çoğuna göre. ama sizi çöpe atan bir babanın, o çöpe milyarlar dökmesi içinizi ısıtmaz. şarap sadece. ya da ot. en keskin haplar. lsd belki. sonra eroin. sonrası yok. devam ediyorum. tezgahı açıp birkaç satış yaptık, ve her nasılsa, hiç iş yapmayan tezgahta o gün 200 kağıt topladık. sarılmış kolları belki nedeni, ya da üzgün yüzler. sol kolu baştan aşağı jilet izi ile kaplıydı özlem’in. öncesinde bu yüzden kimse bizden bir şey almıyor galiba diye düşünmüştük, şimdi emindik bundan, kollar sargı bezi ile örtününce, satışlar artmıştı bir nebze. garip insanlık seçimi. sadece güçlüler daha çok güç kazanır.

ve gidip viski aldık. ve sigara. ve içmeyi sürdürüp şarkılar mırıldandık. ve zaman aktı. hala akıyor. aradan yedi yıl geçmiş olmasına rağmen. biraz daha ürkek şimdi. biraz daha dikkatli. her geçen gün, biraz daha yalnızlaşarak, ve daha çok yabancı. uzak.

bir adam, iki gün önce, “bütün paran alkole ve sigaraya gidiyor olmalı” demişti, “ailemin faturalarının emdiğinden kalanı” demiştim. “eve sen mi bakıyorsun” dedi. “kısmen” dedim, “kira ve elektrik hariç, her gidere.”
“yine de alkolü kesmiyorsun ha?”
“para biriktirip ne yapacağım?”
“evlenirsin.”

haklı olabilirdi bir açıdan, 22 yıl çalışıp bir ev almıştı, çalışarak her şeyi satın alabilirdin, ama hep aynı yerde çalışman ve yükselmen gerekiyordu. bu adam yükselmişti. benim yaptığım iş ile başlamış, yükleme ve boşaltmadan ekip şefliğine, oradan vardiya amirliğine terfi etmişti, şimdi ne iş yaptığını bilmiyordum ama boş boş otururken görüyordum onu daima, şirketin gizli sahibi bile olabilirdi, böylelerinden her şey beklenir. ve kimbilir bir gün belki ben de onun gibi olucaktım. yazararak kazanamayacağımı biliyordum, ama çalışarak belki bir ev edinirdim. özlem çalışmadan bir ev ve bir araba edinebilirdi. milyarlarla dans eden bir baba. yapmadı ama. birkaç ay önce bir gece, aradı ve “kendimi yalnız hissediyorum” dedi, ağlıyordu, ve o gece intihar etmiş. bristolde. bristol ağlamaya müsayit bir kent gibi gelmişti bana. gri, gri uyuşturucu, gri kadın, mor değil gri. gizli mor belki. asla sezinleyemezsin acısını, ve ortalıkta bağırıp çağırmaz acıdan ölüyorum diye, ama ölür. gerçekten ölür. siz yine de, var olmayan kötü faktörler üzerine, hüzünlenebilirsiniz, ya da silahınızı çekip vurabilirsiniz beni. hareket etmeyeceğim. söz veriyorum.. buradayım. bekliyorum. bir sigara. ardından bir sigara daha. ölmüyorum ama. ben ölmüyorum. benim dışımda herkes ölüyor, ölmeyenlerse kapıyı kitliyor üzerime. kimin haklı olduğunu bilmiyorum, ben değilimdir muhtemelen, hiç haklı olmadım, haklandım daha çok, başkalarını aklarken üstelik. kelime oyunu yapmıyorum. ve acı tiyatrosu değil bu. acı çekmiyorum çünkü. yeterince çektim. aptalı oynuyorum sadece. ve yine de, bu kadar aptallığa rağmen, es keza bile ölmüyorum. kendimi görünmeyen gemimizin kaptanı gibi hissediyorum. ya da bir kara kutu. her şeyi aynen naklet.

özlemle abisi sayesinde tanıştım. hastaneden çıkarttım o gün onu. tuncay intihar etti. idil’in yeşil ojeleri vardı, yeliz’in bir müzik grubu. can ve tuncay aynı kişi. refik asker kaçağı. tüm karakterlerimi saymaya devam edebilirim, hep aynı kişilerden bahsediyor olmam… uçağıma binen insanların, sanki gizli bir filtreren geçiş yaparak, seçilerek gelmiş olmaları… benzer öğeler. benzer gizemler. benzer olaylar. ve adam intihar eder. uyuşturucu. bir kara kutu gibiyim evet. ve ölmeyeceğim. bu konuda üzgün olduğumu itiraf etmeliyim. ama benim seçimim değil. tanrının seçimi olduğunu da sanmıyorum. tanrı mı? eski bir özdeyiş vardır; “sırat köprüsünden geçene kadar ayıya dayı diyenler cennete giderler.” eski bir özdeyiş falan değil, ben uydurdum. ama ben uymuyorum. ve farkındayım o çok güzel edebiyatınıza bir sivrisinek gibi bulaştığımın. özür dilerim. ama beni kaale almadan da yaşayabilirsiniz, ve eminim böylesi, her iki taraf için de daha iyi olur.

özlem içinde daha iyi olurdu, eğer kollarındaki kesikler yüzünden hiçbir işe alınmamış olmasaydı. ya da babası tarafından türlü işkenceler. bu tip şeyler. hesabınıza her ay bir milyar yatsaydı, takı tezgahı açıp, para kazanmaya çalışır mıydınız? ya da intihar? bilemiyorum. o böyle yaptı. ve böyle yaptığı için de, cehenneme gitmiştir. bilirsiniz, cehennem, intihar, ıvır zıvır. biz böyleydik işte, dümdüz, ayılarla savaşıyor ve toprağa dönüşüyorduk. ateş et bana tanrım.

şimdi, izninizle, işe gideceğim. bu arada, bir daha asla, hiç kimseyle, bağıra çağıra “think again”i söyleyemeyeceğim, biliyorum, evet, ama önemi yok. birşeyler yaşandı, bir şeyler kaldı, bir şeyler kalmaya devam ediyor, ama hiç bir şey yaşanmıyor artık.

sahte, dolaysız, ve alaycı acılarla kapınız çalınırsa, evden kaçın, ben öyle yapıyorum.

ve “lütfen lütfen lüften” dedi adam, “benden uzak dur”, durmadılar ama. onun da ağzına sıçtılar. kim olduğunu boş verin ve devam edin, her ne yapıyorsanız. ben burada, harflerden resim yapmayı sürdüreceğim. okumak zorunda değilsiniz, sessiz olun yeter. ama önce işe gitmeliyim..

17.temmuz.2008


16 Temmuz 2008

ondörtbuçuk..

ondörtbuçuk..

işteyim. oturuyorum. ofisin bahçesinde. sigara içmemize izin verilen tek bölgede. çay-sigara. yeni giriş yaptım. benimle birlikte yeni giriş yapanlarla beraber dinleniyorum. son cümleme anti-girdap timi’nin laf sokucağını sezinliyorum; birlikte-beraber.. farkındayım, ve çenenizi kapayın! (ve’den önce virgül kullanılmaz). işteyim. evet bir işim var. öğlen oniki gece bir vardiyası. yeni giriş yaptım ve saat henüz oniki on beş. birkaç vardiya var, gece bir sabah dokuz gibi. sabah sekiz buçuk akşam altıbuçuk gibi. sabah sekiz buçuk akşam sekiz buçuk. öğlen oniki gece onbir. öğlen oniki gece bir. öğlen üç gece bir. akşamüstü beş, gece bir. akşamüstü beş, sabah beş. böylece devam ediyor. her gün değişik bir saatte iş başı yapıyorum. havaalanı, yükleme boşaltma. aradabirde, adam eksik olduğunda, uçak temizliği. ücret asgari. bir gün tatil. servis. yemek. fena sayılmaz. kötünün iyisi. seçimler. birkaç kötü seçenek. saatime bakıyorum. 12 saat 45 dakika kaldı çıkışa. güzel. ekip şefim beni çağırıyor, “uçak geliyor hadi iniyoruz”. her gün değişiyor ekip şefim. yeniyim henüz, bu yüzden, deneniyorum, hergün başka bir grup. bir süre sonra bir ekibe verilicem. şimdilik takviye gücüm. eksik tamamlama elemanı. benim gibi yeni giren sekiz kişi ile beraber. aslında yirmi kişiydik, ilk başta. ve 11 kişi işi ağır bulup bıraktı. ya böyle bir lükse sahiplerdi, yada henüz pek fazla iş deneyimi edinmemişlerdi. bedenen ağır olmayan iş, zihnini düzerdi. yada maaşı aksardı. sigortası olmazdı. yada servisi. yemeği. yada akıl sağlığı yerinde olmayan bir patron seni aptallıkla suçlardı. olabilir. dokuz kişi kalmıştık dediğim gibi ve o dokuzunun çoğuda bırakıcaktı işi. şimdilik devam ediyorlardı. seçim şanşım yoktu, devam etmek dışında. on ay sözleşme. on aylığına, stres değişikliği. iş arama stresinden çalışma stresine terfi. 10 ay, kadrolu olamazsam eğer.  “uçak geliyor hadi iniyoruz” dedi ekip şefim. atladık apron aracına. aşağı indik. henüz frekanstaydı uçak. bekliyorduk. eldivenleri giy. kulaklıkları tak. dubaları hazır et. bekle. kanatların altına, motorun önüne. buruna ve kıçına birer duba koyarsın uçak inince. birde ön ve arka tekerlere takoz. yolcular iner. beklersin. sonra uçak ambarının kapağını açar, konvör’i yanaştırır, ve uçak ambarına girersin. eğilerek girmek zorundasındır, çünkü bir metre yüksekliğindedir ambar. bazıları daha alçak. ve belin ağır her mesai sonrası. 20 kilodan fazlası yasak olduğu halde bazıları elli kilo çıkar bagajların. fırlatırsın kapıya doğru. kapıda bir eleman bekler ve o da konvör’e fırlatır. bagaj kayan banttan aşağı iner, ve aşağıda bir elemanda arabaya dizer. araba dolunca traktör gelir alır arabayı. bir boş araba çekilir ve işleme devam edilir. ağzına kadar dolu uçaklar. dış hat. gurbetçiler. turistler. gezginler. beklersin. boş araba yanaşır. başlarsın fırlatmaya tekrardan bagajları. aynı işlem. bagaj azaldıkça daha hızlı fırlatman gerekir, çünkü kapıdan uzaklaşır ambarın gerisine dolu kayarsın. biter bagajlar. arka ambarınki biter. ön ambara geçersin. önce arka ambar boşaltılır, sonra ön. ve sonra ön ambar yüklenir, en son olarakta arka ambar. dubalar kaldırılır. takozlar kaldırılır. ve gelen bir uçak yoksa merkeze çıkarsın. genellikle peşpeşe gelir uçaklar, anlaşmalı gibi. yarım saat durulur sonra ortalık, gider bi sigara içersin. iş bu, başvurmak isteyenler, form talebinde bulunabilirler. eğlenceli değil biliyorum, ama devam etmek zorundayız, işede, öyküyede.. siz her ikisinide yarıda kesip gidebilirsiniz, bir aşkıda hatta. herşeyi yarıda kesip gidebilirsiniz. pekala, pekala. ses kontrol bir iki.

uçak boşaldı. ardından iki uçak daha geldi. biri rus. diğeri sunex. uçağın içine saklanıp amsterdama kaçmayı düşünüyorum. sunex. hollandaya gidiyor. bagajları yükledim, saat iki, öğlen, güneş, sıcak, ağzına kadar dolan ambarda oturmuş bekliyorum. tek başıma. ekstradan gelicek iki bagaj var, onlar gelince ambara atıcak, kapağı kapatıp diğer uçağa geçicem. dördüncü uçak henüz frekansta. ve son bagajlar gelince ambarı üzerime kapatıp kapatamayacağımı düşünüyorum, kapatamam, içerden kapatamam. uçak motorlarının –çalışırken- önüne yada arkasına geçmeyi düşünüyorum, farklı bir intihar metodu. bunuda yapamam. hepimiz özgürüz. aman ne hoş..

dördüncü uçak frekansta. bekliyoruz. çalıkların içine girip yasak bölgede bir sigara yakıyorum. yakalanırsam beş bin 62 ytl ceza yerim. 62 ytl bana, beş bin çalıştığım şirkete. şirket seni o ceza bitene kadar bedava çalıştırabilir, yada işten atılırsın, işi bırakırsın, kötü bir konuda daima seçim şanşın çoktur, ölüme giden bir çok farklı yol. altmışikiden tavşan bile olabilirsin, cezayı yersen. uçak geliyor. sigarayı atıyor ve ambara koşuyorsun. sonra beşinci uçak. ve nihayet uçaklar sonlanıyor kısa bir süreliğine. merkeze çıkıyor, bir çay içiyor, biraz muhabbet ediyorsun. saat üçbuçuk.10 buçuk saat kaldı. “nerde oturuyorsun sen” diye soruyor bir tip, yeni bir eleman olduğum için. tanışma ve tanıma sekansındaki aptalca sorular. sekans ne demek?

“buca heykel abi”.
“evlimisin”
“hayır bekar”
“yaş kaç?”
“27”
“ne mezunusun sen?”
“üniversite terk”
“hadi ya, niye bıraktınki?”..

böylece sürüp gidiyor, sıkıcı, oldukça. bölümü sevmiyordum bıraktım, dört sene sınıfta kalınca kaydım silindi, attılar.  gayet açık, ama anlamıyor. konuşmayı sürdürüyor adam, bende dinliyor gibi yapıyorum. uçaklar geliyor. uçaklar gidiyor. vardiyalar geliyor vardiyalar gidiyor. saatler sonra saatime bakıyorum, akşam sekiz buçuk. kaç saat kaldı? hesaplamıyorum artık. uçağa giriyoruz. yb bitince, (yb: yükleme/boşaltma), temizliğe geçiyorum, henüz yolcular inmediği için temizlik elemanları bekliyor aşağıda. sonra uçağa çıkıyoruz. romen uçağı. blueair. ve hemen girişte kapıda, mini etekli bir hatun, ayakkabılarını çıkarıp, ayaklarını koltuğa uzatmış, çay içiyor. türkiyeye geldiğinin farkında olmayabilir, yada röntgenlenmek hoşuna gidiyordur. yada başka bir şey. bilmiyorum, ama hiç bozmuyor istifini, çayını içiyor, ben ön tarafa gidip firstclass’dan masaları silmeye başlıyorum. elemanlar arka taraftan ayrılamıyor. ve bu muhabbet geceyarısına kadar sürüyor. “ne biçim hatundu ya”. “off taş gibiydi.” ıvır zıvır. erkeklerin kendi aralarında, kadınlar hakkında yaptığı muhabbet. kadınların kendi aralarında, erkekler hakkında yaptığı muhabbet. arada hiç bi fark yok. dostum tezer hiç’le aynı fikirdeyim. önce o yazdı, sonrada ben. birbirimizden kopya çekmiş olabiliriz. kopya çekmek. başına gelenlerden kopya çekerek kurgulamak. kolay bir yazım tarzı. söz sanatı yok. akış yok. edebiyat yok. itiraz etmiyorum. romen bir diğer hostes bana bişiler diyor, ingilizce, anlamıyorum, operasyon şefim tercüme ediyor, “işiniz ne zaman biter”. “yarım saat” diyorum. pekala. işimiz bitiyor, uçaktan iniyor, bir diğer uçağa geçiyoruz. 15 oldu galiba. uçak sayısı. on beş. saat oniki. gece. bir saat kaldı. oniki kırkbeşte uçak var.  sunex telsize anons yapıyor. “tüm fiyat listeleri, dergileri değiştirin bu uçakta, birde battaniyeleri ve yastık kılıfları.”. ölüm ilanımız oluyor bu anons. merkezle görüşüyor ekip şefimiz, “biz birde çıkıyoruz, başka bir ekip girebilirmi bu uçağa?”. başka bir ekip yok. adam yok.

normalde, tuvaletleri sildiğin bezle, mutfak yada başka bir kısmı silmezsin. yada tuvaletin zeminini temizlediğin paspasla, diğer alanlara paspas çekmezsin. ama kim takıyorki bunu? yada kim denetliyor? bir daha uçağa binmenizi engelleyecek onlarca şey sayabilirim. bir daha lokantaya girmenizi engelleyecek şeyleri saymıştı palahniuk. bir şey değişmedi. bir şey değişmeyecek. radyasyonlu çayları içmeye devam ettiğimiz gibi, yada her seçim zamanı yeni bir dangalağa oy verdiğimiz gibi, ne kadar farkında olursan ol kötü gidişatın, yada pislik dolu olan mekanların, devam edersin her ne yapıyorsan. içine tükürülmüş çorbaları içer, seni kanser edicek gıdaları tüketir, yada üstünkörü temizlenmiş yerlerde yolculuk edersin. görmüyorsan sorun yok. temiz görünüyor. bana deli gibi aşık. biri küresel ısınmamı dedi? es geçelim.

saat iki buçuk oluyor, gece iki buçuk, anca çıkabiliyoruz son uçaktan. gecikme yiyoruz. mesai olmuyor bu. sonraki aylar daha az çalışır ve telafi edersin. böyle deniyor. böyle yürüyor işler. şikayetçi değiliz hiç birimiz, kötünün iyisi. eve giriyorsun. 14buçuk saat mesai. saat üç otuzbeş. evdesin. bira. bir bira daha. sonra bir bira daha. yedi bira daha. tüm günü unutuyor, sızıyor, ertesi gün yeni baştan başlıyorsun. bu kezde başka bir adam, “dişlerini fırçalasana” diyor, “eski sevgilim doktordu” diyorum, “o birşeyler önerdi, onu kullanıyorum”. kullanmıyorum halbuki ama çenesini kapasın istiyorum.
“hadi ya doktormu?”diyor
“hıhım” diyorum.
“çok kötü görünüyor dişlerin” diyor,
“hıhım”
“çok sigara içiyorsun sen” diyor.  “azalt bence biraz abim”.
“boşver” diyorum. aman ne iyi. tüm dünya seni düşünüyor. sonra, sonra, sonra, bir düşünelim, evet, galiba bu kadar, şimdi sözü anti-girdap timine bırakıyorum, nadide yorumları için.. beni eğlendirin.  16temmuz2008





13 Temmuz 2008

tuncay ve zack ikilemi

tuncay ve zack ikilemi

bir barda oturuyorlardı. dünyanın kendi dehasına hamile kaldığını sanan kahramanımız ve o’nun tanrısal bir güce sahip olduğunu zanneden güzel bir hatun. bardaydılar evet, oturuyorlardı, ne kadar zamandır oturduklarını bilmiyorum, oturuyorlardı, bardaydılar, ve hatun, herife, “mutlu musun peki şimdi?” diye sordu, bu konuya nerden geldiklerini de bilemiyoruz, “mutlu musun şimdi?”

“mutlu ya da mutsuz değilim, umursamıyorum” dedi herif. palavra sıkıyordu. büyük bir sahtekardı ve ruhu birkaç yerden şişlenmişti. sadece sevişmek istiyordu o hatunla, öyle demişti kendi kendisine, birkaç saat önceydi bu.

hatunla buluştu, ilk kez görüyordu hatunu, ilk kez görüşüyorlardı, ve sırf et görüyordu kahramanımız hatuna bakınca, duygu yok, acı yok, sadece seks. herifin adı can’dı. hatunun adı elif. elif, can’ın ufak birkaç dergide yayınlanan şiirlerini okumuş ve iletişim kurmuştu. “merhaba, ben büyük bir hayranınızım…” ıvır zıvır. bu tarz birkaç mail alıyordu can, yayınladığı her şiirinden sonra, o kadar da iyi yazıyor sayılmazdı aslında, sadece farklı yazıyordu hepsi bu.

bir tarzı vardı, bir tarz edinmişti kendisine, ve diğer yazarların söylediği şeylerin birebir aynısını söylese de, tarz farkı, ya da bir tarza sahip oluşu, onu ayakta tutuyordu. ve sıkılmıştı. her türlü ilişkiden sıkılmıştı, iş ilişkilerinden, aşk ilişkilerinden, aile ilişkilerinden… sonunda herkese rest çekmiş, boktan bir işe girip, ufak bir ev kiralamıştı. samimi olarak ve uzun süredir görüştüğü çok az insan vardı. arada bir de “seninle tanışmak istiyorum” diyen hatunları evine götürüyordu. böyle sürüyordu hayatı. otuzuna gelmişti. ya da otuz beş. o civarlarda bir yerde. yirmi bir yaşında bir dostu vardı can’ın. adı mehmet. oda şair sayılabilirdi, ama henüz yolun başındaydı, fanzin basıp eşe dosta okuttuğu birkaç zırva dışında yayınlanmayı başaramamıştı ve hayatın  “öğrenme” aşamasındaydı.

bir yazarın kalıcı bir tarz oluşturabilmesi için birkaç safhadan geçmesi gerekiyordu, sonrasında yerleşen ve kalıplaşan fikirlerle, keskin, sert ve düz bir tarz oluşturabilirdin. bu önemliydi. her kitabında farklı bir şeyden söz edebilirsin, ama hemen hemen hepsinde yeşil, yeşil olmalıydı, kırmızı ise kırmızı. kesin ve net doğrular. kişisel ve değişmeyen bir bakış açısı. yerine oturmuş. sarsılmaz. saf ve katışıksız. ve doğal bir süs. yalan aroma. kısaca, gerçeğin doğasına uygun ama yalan bir doğası olan. gerçekçi kurgu. inanması kolay. bilimkurgu bile olsa yazdığın.


bunları anlatmıştı can, mehmet’e, ve devam ediyordu ders vermeye, ders verir bir yanı yoktu aslında ama mehmet’i çok etkiliyordu anlattıkları, kimi zaman söylediklerinin yanlış olduğunu düşünse de.

“aşkı siktir et” diyordu can, “kadınları siktir et, erkekleri siktir et, aileni siktir et, babanı öldür, kardeşlerini öldür, iyi bir yazar olmak istiyorsan sadece kendin için yaşamalısın. bir çok kitap okumak iyi bir yazar yapmaz seni, bir çok şey yaşarsan eğer, ki o zaman bile, belki… büyük acılar besleyecektir yazını. ama eninde sonunda şunu öğrenmen gerekiyor, acı sonsuzdur, dibi yoktur acının ve siktir ettiğin sürece yaşarsın. başını ellerinin arasına alıp kara kara düşünmektense, sikini ellerinin arasına alıp boşal. tercih senin. ama yaz evlat, düşünme. yazabildiğin kadar yaz. sen de bu gücü görüyorum. ama henüz erken bir dönemdesin. kalıcı acılar edinmedin henüz, o yüzden kesin yargıların da oluşmadı. her acıdan sonra, iyileştirici merhemler arıyorsun, ve bir süre daha aramaya devam edeceksin. ama bir gün, acıyı kabullenip sessizce ağlamaya başladığın zaman, ve hiçbir kurtuluşa inanmadığında, dalından koparılmış olacaksın, henüz erken. iyi bir tekme, yüksek bir kazık, aşk tuzağı, bir dostun hilesi, otoriteden yenilen bir yumdruk. ölüm. red edilmeler. terk edilişler. edilgenlik. kendine zaman tanı. ve unutma, kesin yargılar edinmelisin, sert ve tavizsiz. ”

“ama hiçbir şeyin doğruluğundan emin olamıyorum”
“bundan emin misin peki?”
“anlamadım abi?”
“hiçbir şeyden emin olamıyorum diyorsun, bundan eminsin ama değil mi?”
“evet, eminim.”
“gördüğün gibi. bunu yaz o zaman. ben de hiçbir şeyin doğruluğundan emin değilim, hiçbir şeye inanmıyorum, sadece, doğru olan buymuş gibi yapıyorum, seçmek zorundasındır. doğru diye bir şey yoktur. hangi yalanı daha ustaca söyleyebilirsen, onu seç, ve oyununu oyna. tüm kadınlar üzerine atlayacaktır. kadınlar büyük oyuncuları seçer, acısını göstermeyen oyuncuları. iyi örülmüş bir yalana inanmak, çoğu zaman gerçek bir acıdan inlemeye yeğlenir. kendini kandır, herkesi kandır. ve tuzaklara dikkat et.”.
“ama kadınlar benim umurumda değil, ben sadece yazmak istiyorum.”
“geçen gece o yüzden mi ağlayıp sızlıyordun?”
“aşıktım ona”
“kadınlar umurunda evlat. kadınlar için yazmıyor olabilirsin, ama kadınlar umurunda. bir gün kadınlar umurunda olmadığında, sadece seks görmeye başlayacaksın, en ufak bir aşk belirtisi olmayacak. o zaman kadınları umursamıyorum diyebilirsin. ”
“bu konuda tartışmak istemiyorum seninle abi, ben duygusal bir ilişki istiyorum.”
“sen sadece acı çekmek istiyorsun, ‘yeni acılar edinme limiti’ni doldurmadın henüz. tahammül sınırını aştığında, kalıcı birkaç acı edinir, ve onlarla sızlanır durursun sonsuza dek, aşık olmazsın, aşık olmuşsundur, ve acı çekiyorsundur, yüz yıl acı çekeceksindir, iki yüz yıl, üç yüz yıl. yaşadığın sürece. ve yeni acı yerine yeni delik edinirsin, hepsi bu. şu hatun fena parça değil öyle değil mi?”
“gözleri güzel.”
“sikmişim gözlerini, göğüsleri güzel.”


böylece sürüp gitti, bir saat kadar. daha sonra mehmet evine gitti. cem barda kaldı ve içmeyi sürdürdü. pardon, cem değil, can’dı kahramanın adı. karıştırdım.

barda. can içmeye devam ederken telefon çaldı. dün, e-posta gelmişti, “merhaba ben bir okuyucunuzum, adım elif, sizinle tanışmak istiyordum, bende yazıyorum, size gösterip tavsiyelerinizi dinlemek isterim.”
ve can telefonunu verdi. elif aradı. ve bara geldi. konuştular bi süre. eski aşklarını anlattı can. nasıl acı çektiğini. nasıl terk edildiğini. yeni bir aşka tahammül edemeyeceğini, inancını yitirdiğini, ama yine de bir açık kapı olduğunu, ama hiçbir hatun, yatak odasını es geçmediği için aşık olmadığını. kadınlara düşkün değilim dedi, kadınlar bana düşkün, akış bu yönde. ben istemiyorum. istediklerini yapıyorum.

tüm bunları yataktaki münasebetlerinden sonra anlattı can, elif’e. barda içmişler, sonrada eve geçmişlerdi. can’ın evine. yatakta birkaç falso. biraz alkol. muhabbet. ölü aşk kuşu. gece. sabah. işe gitti can daha sonra, bir şirketin ambarında çalışıyordu. oniki saat. koliler. yükleme boşaltma. canı çıkıyordu gerçekten. ve sigortası yoktu. ve maaşı azdı. ama şikayet etmiyordu. yorgun argın eve gelip, birkaç bira sonra sızıyor ve ertesi gün işine devam ediyordu. altı gün ölüm - bir gün hayat. iyi yazıyordu ama beş para etmezdi şiirleri. iyiydi, hepsi bu. beş para etmezdi belki ama beş bin hatun ediyordu ve o bunu önemsemiyordu.  bu kadar. standart bir yaşam. düz. sakin. keşfedilmeyecekti. hayatının sonuna kadar keşfedilmeyecekti. ve bunu bile önemsemiyordu. anlaşılıp anlaşılmamak hikâyeydi. kendi dehasının farkındaydı sadece, hepsi bu.. açıklama yapmak zorunda hissetmiyordu kendini hiçbir konuda, yaşıyordu sadece, bildiği gibi yaşıyordu, kimsenin bir şey bilmediğini de biliyordu.

akşam elif aradı ve tekrar görüşmek istedi, “işim var” dedi ona, daha sonra belki, “yazılarımı okudun mu” dedi hatun, “okuyacağım” dedi tuncay, pardon can. “daha sonra belki”, okumucaktı, geçiştiriyordu, herkesi geçiştiriyordu, geçiştiriliyordu da aynı zamanda. bir çok yayınevi, bir çok dergi, cevap yok. önemsemiyordu artık, teslim olmuştu, arada sırada bazı arkadaşları alır ve onun adına gönderirdi dergilere, yazdıklarının yüzde biri yayınlanmıştı sağda solda, geri kalanlar ölü, çöp yığını, soba tutuşturmak için harcanmış, yırtılıp atılmış, orda burda unutulmuş…

bu şekilde sürdü, kaç yıl sürdüğünü bilmiyorum, devam edip etmediğini de. asıl yazan o’ydu, biz kopyalarıydık sadece. ve sonra rotherdam’da, bir küvette, bileklerini kesti. aynen filmlerdeki gibi. tik-tak. tamam. geriye kalan hiç bir şey yok, birkaç kişinin zihninde duran film şeritleri dışında, hiç bir şey yok. 2003 yılında, otuz ikisinde, dünyadan kürtaj edilmiş bir dahiydi. daha fazlasını bilmiyorum..

13.temmuz.2008



4 Temmuz 2008

ingiliz hostesler ve türk erkekleri

“boşa uğraşıyorsun” diye fısıldıyor kulağıma
“hiçbir şey değişmeyecek”
“bir şeyleri değiştirmeye çalışmıyorum” diye çığlık atıyorum
ama kimse duymuyor
ve devam ediyor kulağıma fısıldamaya
“hiçbir şey değişmeyecek”
“değişiyor” diye çığlık atıyorum
“ben değiştirmeye çalışmıyorum
bilakis stabil kalmasını istiyorum
her şeyin
herkesin
boşluğa akmasını
en doğal hali ile
yok olmasını ya da
patlayıp dağılmasını
harikulade hiçlik
ama değişiyor
zigzag çiziyor
ortama uyum sağlıyor herkes
hızlandırılmış evrim
insan ruhunda alev aldı”
ses devam ediyor
“boşuna uğraşıyorsun, boşuna”

--

uçağa girdik
temizlemek için
ingilizler
fırst choice
her neyse
temizlik ekibindeydim
8 kişi
8 erkek
hostesler ingiliz
güzeller
ve pek türkçe bilmiyorlar
uçak alabildiğine batık
ve zamanımız az
buraya kadar tamam mı?
devam ediyorum

hostesler gülüp şakalaşıyordu kendi aralarında
kendi dillerinde
kendi kültürlerince
biz ingilizce bilmiyorduk
hiç birimiz ingilizce bilmiyorduk
ve onlar belki de
bizim hakkımızda konuşuyorlardı
olabilir
türk erkekleri
sürekli bakıp duruyorlardı bize
biz de onlara
mini etek
ve azmış durumda olan
sekiz erkek
her neyse
sonra işim bitti
masaları ve koltukları siliyordum ben
görev dağılımı yapılmıştı
kimi kemerleri düzeltiyor
kimi çöpleri topluyor
kimi yastıkları düzenliyor
falan filan
benim işim bitti
kapıdan çıkıyordum
üç hostes kapı ağzında oturmuş
vızır vızır konuşuyorlardı
pardon daha önce
içlerinden biri
yanımdaki arkadaşıma
bir prezervatif vermişti
bazen kola, poğaça, kek veriyorlardı
evet
ama bu kez bir prezervatif vermişti ingiliz hostes
yerde mi bulmuştu bilemiyorum
“al sonra kullanırsın” demişti arkadaşıma
bölük pörçük bir ingilizce bilen arkadaşa
arkadaşım da ona
“onlar bana küçük geliyor” dedi
kahkahalara boğuldu hostes
sonra gidip arkadaşlarının yanına
onların da kahkaha atmasını sağladı

böyleydi bu işler
dünya seksin üzerine dönüyordu
aşk safsataydı
aşkın ortak bir dile ihtiyacı vardı
konuşmaya
tanımaya
tanıdığını sanmaya
aldanmaya
aldatmaya
aldatılmaya
paylaşmaya
paylaşılamamaya
tüm bu zırvalar için aşk gerekiyordu
aşkın dili vardı
seks dilsiz ve sağırdı
dünyanın her yerinde
böyleydi bu işler

ve sonra işim bitti ve
kapıdan çıkarken hostesin tekine baktım
gerçekten baktım
geçip gidene kadar
sakallarımı kesmeyi unutmuştum
ve “nasılda yalarım seni” diye geçirdi hostes içinden
gözlerine baktım derinlemesine
ve geçip gittim
gülümsedi
indim aşağı
umurumda bile değildi
en aşağı indim
temizlik aracının yanına
bekledim
bir türlü inmedi diğer elemanlar
işleri şimdiye bitmiş olmalıydı
bitmiyordu
ağırdan alıyorlar
hostesleri kesiyorlardı
fırsat olsa
7’ye 5 yaparlardı, eminim

gangbang usulü
herkes herkesi arzuluyordu
ve aşk sadece
sikişi kolaylaştırıyordu
her türden sikişi
fiziki ve ruhi
düzenli seks
düzenli acı
düzenli yalan

ve bekledim aşağıda
kapıya çıktı elemanlar
ve yolcular binmeye başlayana kadar aşağı inemediler
erkeklerden nefret ediyordum
kadınlardan nefret ediyordum
bu gidişle
bir uzaylı ile evlenecek
ve karadeliğe gömülecektim
kıyak olurdu
boyut değiştirmek
hiçliğe doğru
emin adımlarla
ama olmuyordu
haklıydı ses fısıldamakta
hiç bir şey değişmiyordu
sadece zigzag çiziyordu
kıvrılıyor
dolanıyor
bulunduğu kabın şeklini alıyor
ve yaşamını sürdürüyordu insanlar

sıvı insanlar vardı
bulunduğu kabın şeklini alan insanlar
birde gaz halindekiler vardı
her yere yayılıp büyüyen
sömüren
sindiren
benzeştiren
yapışan
eriten

ben katıydım
donuktum
soğuk bir buz kütlesiydim ve
sıvı yada gaz haline geçemeyecek
şekil değiştiremeyecek
kaçamayacak ya da ölemeyecek kadar
sıkışıp kalmıştım bir köşede
fark edilmiyordum belki ama
çırpınmıyordum da
her nasılsa işte
geldiği gibi giden
odun gibi

ve sonra
dediğim gibi
uçaktan aşağı indi elemanlar
yeniydim işte
ve hiçbirini tanımıyordum
onlar da beni tanımıyordu tabii
içlerinden biri “seni sevmedim” dedi
“içtenliğin için teşekkür ederim” dedim ona
“ben seni sevdim”

sorun yoktu
rol kesmemişti en azından
samimiydi
kaldı öyle
durdu ve
“bir ibne ya da ispiyoncu olduğunu düşünmüştüm” dedi
“uçaktan aşağı hemen indiğin için”
“her ikisi de değilim” dedim
“ama homofobik de değilim”
“o ne demek” dedi adam
“kökten sünnet edilmiş demek” diye yalan söyledim
ya da doğruydu bu
bilemiyorum

oradaydım sonuç olarak
çalışıyordum
ve mesainin bitmesine
12 uçak
4 saat vardı
ve artık temizlik değil
yükleme ve boşaltma yapacaktım
12’sinden ilk’i alana indi
yine bir ingiliz,
thomas cook
238 yolcu
manchester
eldivenlerimi taktım ve
uçak ambarına daldım

ha bu arada
mesai bitimi eve gidince
hiçbirimiz ingiliz hostesleri düşleyemedik
aletimiz kalkmadı
yorgun bir şekilde yatağa girip
uyuduk ve bu yüzden evli olanlarımızı
eşleri anlayışla karşılamadı

ben biraz bira-votka takılıp
bunları yazdım
ispiyoncuydum evet
haklıydın moruk


4 temmuz 2008