quiet
world
mesafeyi
ölçtüm. beş bina yüksekliği. iki gün önceydi bu. aşağıya baktım. ve çok
yaklaştım gerçekten. gerçekten çok yaklaştım. bir duyguyu test ettim sadece.
intihar. her an ölebilecekmiş gibi yaşamak, yani bunu kabullenmek, ve şu
bilindik geyikte sözü edildiği gibi, yarın ölücekmiş gibi yaşamak, o kadar da
etkili bir yöntem değildir, benim gibi tanrı tanımazlar için. tanrı tanımazlık
ile ateizm'i değil, bir yaratıcaya inanıp, tüm dinlere veya inanış biçimlerine
göre koyduğu kurallara riayet etmemeyi kast ediyorum. cehenneme gidecek olmayı
kabullenmeyi ve bunu göze alıp, hayatını kendi kurallarına göre yaşamayı. çünkü
biliyorum ki, var bir cehennem – şayet tanrı varsa. olmalı yani. öldükten sonra
yaşam falan. bunca üstün zekalı anti-lop türünü bi gün ölüp yokolsunlar diye
başımıza musallat etmiş olamaz yani. ve varsa şayet, bir ölümsüzlük, ki olması
gerekiyor, olmamasını tercih ediyor olsam da, bir ilahi adalet de söz konusu olmalı
ve o o adalet sistemine göre de, biz boku yiyen taraf olucakmışız gibi
hissediyorum. o yüzden iyidir intihar düşüncesi, zihni dinç tutar.
ve
her neyse işte, balkondaydım ve altıncı kat olmalı, caddeye bakıyorum. uykuzum,
sabaha kadar uyumamışım, içmişim, bir evde misafirim, balkondayım, ve aşağıya
bakıyorum, o sırada kulaklığımda katatonia-quiet world çalıyor. ben bunu
"quiet word" olarak düşlüyorum bir an, ve huzurlu hissediyorum
kendimi, zihinsel anlamda kelimelerin duruşu, belleğine kayıtlı tüm harfleri
unutmak, sessizlik, boşluk, dinginlik. arınma. her şeyden arınıp, hiçliğe doğru
kayma. ve aşağıya bakıyorum o sırada. zannediyorum, altı değil, altı yüz altmış
altıncı kattayım, şeytanla oturmuş karşılıklı bir yemek yiyoruz. ona, sonunun
nereye varacağını soruyorum, çünkü
benden korkuyor. çünkü psikoz evrelerimde, insanlar üzerinde oluşturduğu büyüyü
ve kurguladığı senaryonun ilk varoluştan beri işlediğini anlattığını biliyor.
ve gerçekten korkuyor. ve gerçekten ben de korkuyorum. kadına benziyor silüeti,
ama tam olarak kadın değil, iki at kuyruğu yapmış kafasının iki yanından, ama
cinsiyetsiz bir varlık... gözleri alev gibi parlıyor ve burnu yok. ağzının
olduğu yerde, içeriye doğru derinlemesine bir kanal var sadece, açılıp
kapanıyor konuştukça, derinliği ölçülemiyor. ve sonsuz bir karanlık uzanıyor
içine doğru. kulaklarının olması gereken yerden çıkan iki adet boynuzu var ama
boynuzları zemine paralel olarak ve kendi içinde kıvrılarak uzuyor. aşağı
yukarı otuz santim uzunluğunda iki boynuz. hiç kıl yok yüzünde. rengi turuncu
ile kırmızı arası. terimsi birşeyler boşanıyor her yerinden ama bunlar daha
çok, bir yanardağın ağzından süzülen lavlara benziyor. kendi kendine yanıyor
gibi, ama kıvılcım yok, ateş yok, lav halindeki bir çamura benziyor daha çok.
konuşuyoruz. bu olay bir kaç sene önce gerçekleşiyor bu arada. ve biliyorum
aslında onun ne şeytan ne de gerçekte var olan herhangi görünür veya görünmez
bir varlık olmadığını. bilinçaltı sadece. çocukken bilinçaltında kayda geçilen
bir kaç filmin, bir anda vizyonumda hortlak olarak görünmesi. yani
halüsyünasyon. yani halüsyünasyon denen şeyin, realitik sanrı kısmına giren
olayı. oysa ben heotoskopi yaşamak istiyorum. heotoskopi yaşamadan ölmek
istemiyorum. düşsel sanrılar. sadece düşsel ama. düşünsel bile değil yani.
düşüş bile değil hatta. olduğun yerde sabit dururken, çevrende var olan tüm
gerçekliğin bir anda şekil değiştirmesi. bu, daha çok, astral seyahat olarak
bilinir. oysa, eğer kişi yaşadığı gerçekliği değiştirmek, ve başka bir gezene
yolculuk etmek istiyorsa, bunu her istediği zaman yapması için, zannediyorum
çok daha üstün bir manevi güç elde etmesi gerekir. yani şu, role playing türü
bilgisayar oyunlarındaki "mana" deposunu fullemek gibi bir şey. oysa
kişi, gerçekten zihninin duvarlarını yıkabilirse, kendi içinde sonsuz bir
yolculuğa çıkabilir. başka bir ülkeye, ya da başka bir gezegene uçmaya gerek
yok. gerçeğe gerek yok. gerçekleri görmeye gerek yok. rüyalar, kimi zaman,
gerçek hayattan daha tatmin edicidir. ve kişi, gerçek dünyadan fazlasıyla
sıkılmış veya kendini tamamiyle sıkışıp kalmış gibi hissederse, zihnindeki
zindalarından birinde, bir tünel kazabilir. ve bu, ancak istemdışı bir itki ile
yapılabilir. yani öyle, her canın istediğinde, dünya adlı zindandan
kaçabileceğin bir tünel değildir bu. hem, düşünsel anlamda değil de,
alınabilecek uyarıcı veya uyuşturcular sayesinde, istediğin zaman o tünelden
geçip kendine farklı bir gerçeklik yaratma şansın olsa da, aynı tünelden geri
dönüp, gerçek dünyaya gelmek zorundasındır. zaten dönemiyorsan, tımarhane
yanıbaşındadır. ve eğer, herhangi bir maddeyle değil de, sadece bilinç dışı
deneyimler ile, gerçeklik algını kaybedip, gerisin geriye gerçek dünyaya ve
mantık algına dönemediysen, bu kaçışın sana bir faydası dokunmaz. konu iyice
dağılmış olmalı. o halde, her zaman olduğu gibi, başa alalım. konuyu başa al,
çekim iki, sahne üç;
bir
kaç yıl önceydi. şeytanla karşılıklı oturmuş, konuşuyorduk, kafamın içindeki
şatoların birinde. bana, eğer başarabilirse, insan ırkını tamamen ortadan
kaldıracağını, ve böylece tanrı'ya karşı galip geleceğini anlattı. ben de ona,
buna çok yaklaştığını anlattım. yani burada, söz konusu mesele, şeytan denilen
varlığın, insanın egosuna hitap etme gücüydü. ve bu sadece, bir düştü. ve bir
düşten çıkıp, gerçek dünyaya geri döndüğünüzde, bellekte saklanan o geçmiş
bilgiler, halüsyünasyon evresinden arta kalan anıları mantıklı bir düzene
sokabiliyordu. söz konusu varlık, yani dünyanın içine etmeye çalışan doğa üstü
canlı, şeytan değildi. insanın egosuydu, freud diline göre konuşacak olursak,
bu, süper ego olarak tanımlanabilir. ama ben ne psikoloji zırvalarını bilen, ne
de böyle tecrübe edinilmeden üretilmiş tezlere biat eden biri olarak,
diyebilirimki, insanın içinde öyle on bin üç yüz tane iktidar odağı falan
yoktur. iki tane vardır. siyah ve beyaz gibi. hangi rengin iyi olduğunu
tanımlamaya gerek yok ama, yüzyıllardır süre gelen kalıba göre konuşacak
olursak, siyah ölümdür, beyaz ise yaşam. ve kendi şeytanımla yaptığım konuşmaya
göre, siyah olan ölüm isteği, aynı zamanda öldürme isteğine denk gelmekteymiş.
bu, aynı zamanda, bencillik, kibir, sahip olma, kırıp dökme, kendini üstün
görme, cimrilik ve bu gibi günümüz insanlarının çoğunun ruhsal dna'sında doğum
anından beri baskın olan karakter özellikleriymiş. söz konusu mesele, harun ve
karun hikayesinin de öncesine dayanmakta, dedi bana o gördüğüm ucube. insan,
egosunu yenemediği takdirde, dünyanın içine eder ve bende bunu kullanıyorum
çünkü her insan, ne kadar iyi olursa olsun, söz konusu kendi yaşamı olduğunda,
bencilleşir dedi.
bu
noktada, balkondan caddeye baktığım o anın, gecesine dönmek istiyorum. bir
arkadaşım, "biri bana kötü bir hakaret yaptığında görmezden gelebiliyorum
ama yanımdaki birine yapınca es geçemiyorum" dedi.
bu
noktada, her iki durumu da eşleştirip intihar düşüncesine dönmek istiyorum.
geçmişte başına gelenlerden ya da anlık bir olay sonucu kendini huzursuz ve
öfkeli hissedip, bir insanı öldürmeyi düşünmek, siyah; intihar etmeyi düşünmek,
beyaz. siyah rengin, ölümü çağrıştırdığından bahsetmiştik. ve dolayısı ile, az
önce saydığım karakterize özellikler ile, ölümü birleştirince, ortaya, doğal
yaşamı ve canlı hayatını katletmek, ve dolayısı ile günümüz sisteminin insanlar
üzerinde oluşturduğu mantık, ve bu mantığa göre davranış biçiminin kökeni açığa
çıkıyor. ve, başka bir noktadan, intihar etmeyi bencillik olarak düşünenleri
de, siyah kutba dahil edebiliriz. çünkü, hiç kimse, sizin o nur yüzünüzü görmek
ve sevinmenizi sağlamak için, yaşama katlanmak zorunda değildir. o yüzden,
intihar etmek bencillik değil, düpedüz bireysel bir eylemdir. ve intihar,
günümüz sisteminde, yıkıcı bir eylem değil, "kaybetmek" olarak
tanımlanabilecek bir eylemdir. çünkü dünyayı şekillendiren über zekalı
pezevenkler, balinaların intiharını bile doğru bir şekilde yorumlamaktan
kaçarken, bir insanın ölümünü çok kolaylıkla "güçsüzlük" olarak
nitelerler. ve intihar etmek, güçsüzlük değil, çaresizliktir. ve insanın,
sadece yalnız kalınca kendini çaresiz hisseder, çünkü yalnızlık tek kutuplu bir
dünyada yaşamaktır. yani her türlü etkiye karşı, anlamsızlık ve boşluk hissi
nedeni ile tepkisiz kalmak. bunu aynen walkman ve pilleri gibi
düşünebilirsiniz. eğer, çevrenizdeki insanları pil, kendinizi de walkman olarak
düşünürseniz, sevdiğiniz insanların sesini duyamıyorsanız, sizinle konuşmak
istemiyorlarsa, ya da konuştuklarınızı dinlemek istemiyor ya da saçmaladığınızı
vurguluyorlarsa, ve sözcükleriniz onlar üzerinde bir etki oluşturmuyorsa, yani
sizi duymuyorlarsa, onların yaşadıkları dünyaya ve algı düzeylerine anlam
verememeye başladı iseniz, doğal olarak bu, iletkenlik özelliğinizi
yitirdiğiniz anlamına gelir. ve "çevre" adlı pillerin elektriği, sizi
şarj etmemeye başlar ve bir süre sonra, aynen pili biten bir walkmanden
dinlenilen şarkının yavaşlaması gibi, sözcükleriniz azalır, azalır, azalır ve
tıkanma noktasına gelirsiniz. bu noktada iki seçeneğiniz vardır, intihar ya da
delilik. intihar ederseniz, küfür yersiniz. aptallıkla suçlanırsınız.
delirirseniz, bu kez bir hastaneye kapatılırsınız ve o süper zekalı ve
anlayışsız insanlar sizi tedavi etmek için, hap bağımlısına dönüştürürler.
bunun için, daha ufak çaplı sessizlik ve göz yaşı krizlerine karşı,
anti-depresanlar verdikleri de olur. bir üçüncü şık; uyuşturucu, dolayısıyla
kaçıştır. uyuşturucu, her zaman bir kaçış noktası olmayabilir, çünkü uyuşturucu almadan önceki moral ve motivasyon
halinize göre, başka diyarlara da gidebilirsiniz. insan bilincini ve algı
düzeyini ve dolayısıyla yaşamını şekillendiren tek şey bilinçaltı, ve
bilinçaltının en çok veri depoladığı zaman dilimi de, çocukluk evresidir. bu
noktada, işin içine aile ve çocukluk arkadaşları girer. ve eğer, örneğin 17
yaşına kadar, içinde bulunduğunuz toplum tarafından red edildi iseniz, doğal
olarak, bir çıkış noktası inşa edersiniz. bunun nedeni, sayfalardır anlatıp
durduğum, sessizliktir. "quiet word". ama insan zihni, düşünmeden
duramaz. zen felsefesine dalarsam, iki uçu da harikuladeler diyarına çıkan bir
boruya sizi sokabilirim. ama bu upuzun borunun içine girmek, havasızlıktan ve
sessizlikten ve anlamsızlıktan ve gerçeklikten dolayı, intihar etme veya aklı
dengeyi yitirme risklerini de beraberinde getirir. o nedenle, kendi içinize
doğru derinlemesine ve ababildiğine karanlık bir dalışa geçmeden önce, yaşama
geri dönmenize neden olucak bahanelerinizin var olması şarttır. yoksa, aynen
bitkisel hayattaki bir hastanın, tüm şok tedavilerini red etmesi gibi, sizde
gerçek dünyaya geri dönmeyi bilinçaltınızda düşlemiyor olabilirsiniz. bu
isteği, bilinçli olarak oluşturmanız imkansızdır, çünkü az önce de sözünü
ettiğim gibi, bellek ve algı düzeyine, dolayısıyla bu ikisinin bileşkesinden
açığa çıkan mantığın algoritmaysına etki edebilen tek şey bilinçaltıdır. ve
eğer hafif veya sert bir uyarıcı kullanmayı düşünüyor ya da istiyorsanız,
öncelikle çocukluk evrenizin size ne verdiğini biliyor olmanız gerekir. çünkü,
en basiti marihuna bile, içinizdeki birbirine zıt olan iki kutubunuzu, buna
siyah ve beyaz, süper ego ve id, kalp ve nefis, ya da her ne derseniz deyin,
içinizdeki birbirine zıt o iki kutbun savaşını alevlendirir. ve, bu noktada odada
tek başına iseniz, mesela lsd sonrası bir arkadaşınıza odanızın kapısını
kitletti iseniz, ve oda eşyasız, renksiz, kokusuz, zemini fayans ve camları
dışardan tahtalarla kapatılmış bir oda ise, ve dışarıdan sadece ufak ışık
dalgaları süzülüyorsa, başka bir evrene geçiş yaptınız demektir. ve gerçeğe
dönüş evresinde ki bir risk: şizofreni. ya da çoklu kişilik bozukluğu.
şimdi
sahneyi tersine çevirelim. çevrenizdeki bir çoğunluk, hatta çoğunluğun
çoğunluğu, sizi sürekli dinliyor, saygı gösteriyor, alkışlıyor, tebrik ediyor,
övüyor, seviyor ve anlamaya çalışıyor. hatta sizin üstün zekalı ya da çok
yetenekli biri olduğunuzu düşünüyor. bu yüzden size oy veriyor bile olabilirler
hatta. ve hayatınız, bir albümle, bir film ile, ya da bir kaç seçim sandığı
ile, bir anda değişiyor, yani popüler, dolayısı ile ünlü oluyorsunuz.
bu
noktada sahneyi biraz geriye alıp, beyaz odada sadece duvardan süzülen ışıklar
ile lsd atomlarının temas ettiği nörönlara geri dönelim. yalnızsınız. çıkış
kapınız kitli. tünel kazıp kaçma şansınız yok. böyle bir durumda, algı
değişikliği yaratan herhangi bir psikotrop almamış dahi olsanız, yani bir f
tipinde gecenin üçbuçuğunda karanlıkta kalmış dahi olsanız, zihninizde bir
tünel kazarsınız. yani, toplumun, delirmek diye nitelediği, düşsel bir evrene
kaçış.
şimdi
sahneyi tekrar ileriye alıp, şu popüler balığımıza geri dönelim. bu popüler
balığın, gerçek bir balık olmadığı için, bir hafızası vardır. ve o balık,
aniden gelen değişimle, ikinci bir dosya açar bellekte. çünkü, hayatı
değişmiştir, ve dolayısı ile geçmişini ve nerden geldiğini unutur. böylece algı
düzeyi bozulur. ama insan davranışını asıl yöneten şey bilinç düzeyinden çok
daha derinde yatan bir şey olduğu için, farkında olmadan bir davranış bozukluğu
yaşar. mesela bir anda, çok içten ve cana yakınken, kendini beğenmiş ve küstah
birine dönüşebilir. buna halk dilinde, "burnu büyüdü", argo tabirle,
"götü kalktı" deniyor. ve iktidar güdüsü, veya medyatik olmak, veya
popülerizm, yazının başından beri gevelip durduğum o içe doğru yolculuğa
çıkmamış olan bir bireyi, çok çabuk ekarta edip, değiştirebilir. veya bu durum
da karşımıza, burnu ağrı dağına temas eden, ayakları da bulutlara değen bir
kahraman çıkartır. ama bu kahraman, bana
göre, baş aşağı duruyordur, ayaklar bulutlarda, baş ağrı dağında... ama o
ayaklarının nerede olduğunu unutur ve sadece kellesinin kafasının üzerinde
durup durmadığı ile ilgilenir: bencillik. ve olayları ve insan doğasını, tam
tersinden yorumlar. ve artık insani duygularla değil de, zarar vermek amacıyla
yaşıyordur. ve dahası bunun farkında bile değildir çünkü söz konusu insan tipi,
diğer insanların gözünde tanrı seviyesine yükseldiği için, kendisini peygamber,
ilah, kurtarıcı vs olarak görür. ve böylece daha çok konuşmaya başlar. bu
durum, ortalama her insanda, aynı sonucu doğuracaktır, çünkü şu gördüğüm
boynuzlu ucubenin anlattığına göre, ki o da benim kendi kendime konuşmamdan
başka birşey değil, ve kendi kendimle halüsünasyonatik olarak konuşmalarıma
göre; belli bir düzeyde ya da konumda, güç sahibi olmak, insan doğasına,
tehlikeli bir biçimde etki eder. ve bu etki, walkman pillerinden söz ederken
öngördüğüm senaryonun tersine işlemesine yol açar. yani, bu kez, siz insanlar
üzerinde etkiyorsunuzdur. ve bu noktada insanlar, o intihar edicek konuma gelen
yalnız insanın pozisyonuna düşer. ya size biat eder, köleniz olurlar; bkz:
diktatörlük rejimleri veya demon-critic seçimle başımıza geçirilen kukuletalar;
ya da size hayran olup, tapmaya başlarlar: bkz: peygamberler, ünlüler, starlar,
büyük kardeşler, sevgililer.. vs vs.
dolayısıyla,
her türlü güce tapma biçimi, özgüvenle eksikliğinden kaynaklanır.
dolayısıyla,
her türlü güce sahip olma biçimi: aşırı ve mesnetsiz bir özgüvenle sahip
olunulan birşeydir. ve bir insan, aşırı özgüveni kendi kendine yalnız başına
odasında beklerken oluşturamaz. çevresinin davranış tarzı önemlidir. hatta 3
yaşına gelene kadar, anne ve babasının ona nasıl davrandığı da çok önemlidir.
bu
noktada konuyu en başa döndürüp, balkona geçiyorum...
bir
balkondasınız, ve aşağıya bakıyorsunuz. kaçınızın aklına intihar geldi? her
defasında demek istiyorum. daima. hayatınızın bir döneminde, dişinizin arasına
sıkışan yemek artığı gibi sizi sürekli meşgul etmeye başlamadı ise, intihar
düşüncesi, hala sözünü ettiğim o iki ucu harikuladeler diyarına açılan boruda
sıkışıp kalmamışsınız demektir.
buraya
kadar gelmiş olanlarınız, "girdap, sen ne anlatıyon amına koyayım, kafam
karıştı" diyebilir.
pekala
pekala. anlattım bile. bitti. şimdi oturup, "kimi ne için kendinden büyük
görüyorum, kimi de ne için kendimden aşağı buluyorum" diye
düşünebilirsiniz. bu arada önünüze gelen bir çayın bardağınla bileklerinizi
kesmeyi, traş olurken ya da ağda yaparken, (her ne yapıyorsanız cinsiyetinize
göre) boğazını kesmeyi, ya da altıncı kattan aşağı bakarken intihar etmeyi
düşünün bence. kendinizi test etin. bir duyguyu, gerçekten yaşamadan önce,
düşsel olarak hayal etmek, hatta o duyguyu derinlemesine hissetmek, yaşamda
sonradan başınıza gelebilecek olaylarda, sizi biraz daha güçlendirebilir. hayal
kurmak yerine, gözlerinizi kapayıp, bir hayal dünyasında yaşayın. gecenin bir
yarısı, evdeki şalteri kapatın. tüm perdeleri açın. ve sonra sokak lambasının
ışığı eşliğinde, sonsuza dek o evde kitli kaldığınızı hayal edin. duvarlara
bakın. dakikalarca. ve düşünce anlamında hiç birşeye odaklanmayın. akış.
zihinsel akış, bir süre sonra zihinsel boşluğu getirecektir. bu boşlukta, açığa
çıkabilecek herhangi bir duygu, sonradan başınıza gelmesi muhtemel bazı
yaşamsal değişimlere karşı sizi hazırlıklı kılar. ve üç beş kişi size alkış
tuttu diye kendinizi kaybetmemenizi veya yoktan var olduğunuzu düşünmemenizi
veya sahte bir alçak gönüllüğe kapılıp gitmemenize yol açar. bir duygusal
boşluğa düşüp, kendinizi heba etmenizin önüne de geçebilirsiniz ama meselenin
en zor kısmını da bu nokta oluşturuyor aslında..
burada
mutluluğun formülü falan verilmiyor. ya da huzurun anahtarını satmıyorum. çünkü
ancak kendi içine sinebilen insan, içsel bir huzura kavuşabilir ve huzur
aslında yalan bir kelimedir. çünkü acı dışında, hiç bir insanî duygu, sonsuza
dek sabitlenebilir değildir. öfke veya neşe, veya keder, elem, kaygı, sevinç,
vs vs, anlık olarak girilebilen, ve istem dışı bir şekilde terk edibilen
odalardır. O odalarda, bir acı evine inşa edilmiştir. doğarken bile
ağlıyorsanız, bedene girmeden önceki halinizi siz düşünün. yani aslında
yaşamımız boyunca hissettiğimiz duygusal değişim evrelerimizde, başımıza gelen
tek şey, acı evinde, bazı odalara girip çıkmak. ve bunu, tek başımıza,
gözlerimizi kapatarak bile gerçekleştirebiliyoruz.
o
yüzden, toplumun etkisini hiçselleştiremeyen biri, sözünü ettiğim şu pil
hikayesine göre, her iki şekilde de özünü kaybeder.
bunca
sayfadır zırvalayıp durduğum şey, küçük veya büyük, her türlü güç veya iktidar
veya popüliterinin, insan doğası üzerinde yarattığı değişimin biçimleri
aslında. ve tersi açıdan da, tamamen güçten düşüp, yalnız kalmanın,
sessizleşmenin, içinde sıkışıp kalmanın, oluşturduğu sonuçlar.
bir
erkek, annesinden nefret etmediği sürece, hayatı boyunca bir kadının etkisi
altına girme riskini taşır; opidal benlik.
aynı
durum kadınlar için elektra tribi ile söz konusu olabilir, bunu bilemiyorum.
bir
erkek, annesine aşık olmadığı sürece, hayatına giren kadınlara işkence eder.
söz
konusu nefret ve aşkı, ying-yang'a göre, dengeleyebiliriz.
terazinin
dengesi bozulunca açığa çıkan duygusal boşluk.
dünyaya
geldiğimiz ilk andan beri, bilinçaltımızı besleyip, bizi şekillendiren boşluk.
ve
kelimelerin yok olduğu evrede açığa çıkan zihinsel boşluk. sadece görüntüler ve
sesler. hiç bir düşünce yok. bir balkonun altıncı katındasınız. aşağıya
bakıyorsunuz. ve intihar etmeyi değil de, aşağıya doğru sonsuza dek düştüğünüzü
hayal ediyorsunuz. yani bir zeminin olmadığını. sonsuz düşüş. bu aynı zamanda,
yer çekiminin olmadığı bir ortamda, uçuş anlamına da gelir bu düşüş. ve düşünce
yapınıza etki eden bir çekim noktası olmadığı sürece, zihinsel bir uçuş
yaşarsınız: harikuladeler diyarı.
dünyadan
çıkış. quiet world'u, quit world, quiet world'u da, quit word yapalım. o
balkonda bunları düşünüyordum, intiharı değil.
en
başa dönüp, cenin haline geldiğiniz andaki belleğinizi hayal edin. ne mucizevi
bir şey. sonra bir tünelden geçip dünyaya geliyorsunuz. vay canına. bir hücrede
ölene dek hapsoldunuz artık... insanlar. gittikçe daha fazla insan. daha fazla
anı. daha fazla acı. daha fazla acı. ve gittikçe daha fazla acı. Geçmişteki
mutlu olduğunuz anlar bile, tebessümle hatırlanılan acılar artık. acılar evi
adı verilen bir bellek. ve bir koridor. ışıksız, kapranlık, havasız, uzun,
sınırsız, bir koridor. yürüyorsunuz çünkü yürümek zorundasınız. başka seçim
şansınız yok. gözleriniz kapalı ve zihninizin içinde bir yere gidiyorsunuz.
belki çocukluğa, belki de hayalinizde yarattığınız bir dünyaya. karanlık.
karanlık karanlık. ve birden ayağınız kayıyor, düşmeye başlıyorsunuz. düşüş.
düşüş. düşüş. sonra bir oda. loş. hiç pencere yok. zemin cam kırıkları dolu.
sadece cam kırığından oluşan, ve eşeleseniz sonsuza dek cam kırıkları ile aşağı
kazılacak olan bir zemin. tavan kapkaranlık. düştüğünüz yer orası ve
kapkaranlık. ve oradan sesler geliyor. yaklaşan sesler. gittikçe çoğalıyorlar.
birileri sizi takip ediyor. aralarında sevdiğiniz insanların seside var ama o
sevdiğiniz insanlar sevmediğiniz insanları da seviyor ve beraberinde onları da
getiriyorlar. onlarda mı bu odaya düşecek? ayaklarınız hiç kesilmedi. yerler
cam kırığı dolu ve ayaklarınız hiç kesilmedi. onların ayakları kesilicek mi
düştüklerinde? burası kimin odası? buraya nasıl geldim. duvarlar çürük ve
içeriye ışık hüzmeleri sızıyor. duvarların birinde: "anlatacak çok şeyim
var. dinlemek isteyen kimse yok." yazıyor. o duvara sert bir tekme
atıyorsunuz ve yıkılıyor. ve koşmaya başlıyorsunuz sonra... güneş yok ama
aydınlık. bulutsuz masmavi bir gökyüzünde, bir ovaya çıktınız. koşuyorsunuz.
ormana doğru. son sürat. ve ağaçlar. ve bir sürü hayvan. ve bir sürü hayvan
dolanıyor. koşuyorsunuz. sadece koşuyorsunuz, hiç bir şey düşünmeden ve neden
ve niye kaçtığınızı bilmeden.. hepsi bu...
işte
yaşamda, bir noktadan sonra, çoğu insanın içine düştüğü yaşam biçimi. Hiç
birşey düşünmeden, ve yaşanılan zaman dilimine odaklanılmadan, güzel bir
geleceğe doğru koşup durmak... acılar evinden, dolayısı ile zihin ve bellekten,
dolayısı ile kendinden ve geçmişinden kaçmak. Aksi takdirde, delirme veya
intihar etme riski ile kaplanmış yalnız saatler sizi bekliyordur. Ve o yalnız
başına geçirilen saatlerden sağlıklı bir şekilde çıkılınca, hayat size gerçekten bir çocuk oyuncağı gibi
gelmeye başlıyor. Anlam aramıyorsunuz artık. Tek üstesinden gelemediğiniz şey,
duygusal boşluklar. Geriye kalan her türlü evreyi, yerleşik ve sarsılmaz bir
özgüven sayesinde, doğru bakış açıları ile belleğe kaydediyorsunuz. Ve işte
asıl içinden çıkılamayan acı, bu noktada başlıyor, çünkü o zaman gerçekten o en
saf halde kendini yalnız hissetme hali kapınıza gelip dayanıyor. Ve bir çözüme
inanmaktansa, öylesine yaşamaya ve hiçbirşeyden tad almamaya başlıyorsunuz
böylece. Ve işte o zaman, intihar düşüncesi, gerçekten ağır basıyor ve siz bunu
bile gerçekleştirebilecek güçten mahrum bir halde, bekliyor, bekliyor ve bekliyorsunuz.
Olduğunuz yerde, donuk bir şekilde. Hareket etmek işe yaramaz, umut etmek işe
yaramaz, çaba sarfetmek işe yaramaz, hafıza kaybı geçirmek veya yeniden doğmak
dışında hiç bir şey işe yaramaz. Ve işte bu uzun bekleyiş evreleri arasında
zaman zaman, herşeyle taşak geçip, boş kahkalar atmak dışında, yaşama devam
etmek için yaptığınız başka hiç bir fonksiyonunuz kalmamıştır artık. Buna,
benim literatürümde, tırlatmak denir. Ve, zaman zaman intihar etmeyi
düşündüğünüz, zaman zaman da kahkalarla ve anlamsızca gülmeye başladığınız bir
evreye geçersiniz o noktada. Her ikisininde bir anlamı olmadığını bilir,
boşluğa doğru akarsınız, ve bu akış esnasında, giderek eksilir ve azalırsınız,
ve siz azalırken, zihninizdeki acı evinin üzerine yeni katlar inşa edilir ve
yeni katları çıkıp dolaşmak birşeyi değiştirmeyeceği için (öğrenilmiş
çaresizlik), siz de zemine doğru kazı çalışmalarına devam edersiniz. Zihninizde
daha derine, ve daha da derine doğru iniş... daha fazla sessizlik, ve daha
fazla anlamsızlık ve daha fazla karanlık. hepsi bu.
*
başlık: katatonia'nın bir şarkısının adıdır
16nisan2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder