16 Nisan 2009

quiet world

quiet world

mesafeyi ölçtüm. beş bina yüksekliği. iki gün önceydi bu. aşağıya baktım. ve çok yaklaştım gerçekten. gerçekten çok yaklaştım. bir duyguyu test ettim sadece. intihar. her an ölebilecekmiş gibi yaşamak, yani bunu kabullenmek, ve şu bilindik geyikte sözü edildiği gibi, yarın ölücekmiş gibi yaşamak, o kadar da etkili bir yöntem değildir, benim gibi tanrı tanımazlar için. tanrı tanımazlık ile ateizm'i değil, bir yaratıcaya inanıp, tüm dinlere veya inanış biçimlerine göre koyduğu kurallara riayet etmemeyi kast ediyorum. cehenneme gidecek olmayı kabullenmeyi ve bunu göze alıp, hayatını kendi kurallarına göre yaşamayı. çünkü biliyorum ki, var bir cehennem – şayet tanrı varsa. olmalı yani. öldükten sonra yaşam falan. bunca üstün zekalı anti-lop türünü bi gün ölüp yokolsunlar diye başımıza musallat etmiş olamaz yani. ve varsa şayet, bir ölümsüzlük, ki olması gerekiyor, olmamasını tercih ediyor olsam da, bir ilahi adalet de söz konusu olmalı ve o o adalet sistemine göre de, biz boku yiyen taraf olucakmışız gibi hissediyorum. o yüzden iyidir intihar düşüncesi, zihni dinç tutar.

ve her neyse işte, balkondaydım ve altıncı kat olmalı, caddeye bakıyorum. uykuzum, sabaha kadar uyumamışım, içmişim, bir evde misafirim, balkondayım, ve aşağıya bakıyorum, o sırada kulaklığımda katatonia-quiet world çalıyor. ben bunu "quiet word" olarak düşlüyorum bir an, ve huzurlu hissediyorum kendimi, zihinsel anlamda kelimelerin duruşu, belleğine kayıtlı tüm harfleri unutmak, sessizlik, boşluk, dinginlik. arınma. her şeyden arınıp, hiçliğe doğru kayma. ve aşağıya bakıyorum o sırada. zannediyorum, altı değil, altı yüz altmış altıncı kattayım, şeytanla oturmuş karşılıklı bir yemek yiyoruz. ona, sonunun nereye varacağını soruyorum,  çünkü benden korkuyor. çünkü psikoz evrelerimde, insanlar üzerinde oluşturduğu büyüyü ve kurguladığı senaryonun ilk varoluştan beri işlediğini anlattığını biliyor. ve gerçekten korkuyor. ve gerçekten ben de korkuyorum. kadına benziyor silüeti, ama tam olarak kadın değil, iki at kuyruğu yapmış kafasının iki yanından, ama cinsiyetsiz bir varlık... gözleri alev gibi parlıyor ve burnu yok. ağzının olduğu yerde, içeriye doğru derinlemesine bir kanal var sadece, açılıp kapanıyor konuştukça, derinliği ölçülemiyor. ve sonsuz bir karanlık uzanıyor içine doğru. kulaklarının olması gereken yerden çıkan iki adet boynuzu var ama boynuzları zemine paralel olarak ve kendi içinde kıvrılarak uzuyor. aşağı yukarı otuz santim uzunluğunda iki boynuz. hiç kıl yok yüzünde. rengi turuncu ile kırmızı arası. terimsi birşeyler boşanıyor her yerinden ama bunlar daha çok, bir yanardağın ağzından süzülen lavlara benziyor. kendi kendine yanıyor gibi, ama kıvılcım yok, ateş yok, lav halindeki bir çamura benziyor daha çok. konuşuyoruz. bu olay bir kaç sene önce gerçekleşiyor bu arada. ve biliyorum aslında onun ne şeytan ne de gerçekte var olan herhangi görünür veya görünmez bir varlık olmadığını. bilinçaltı sadece. çocukken bilinçaltında kayda geçilen bir kaç filmin, bir anda vizyonumda hortlak olarak görünmesi. yani halüsyünasyon. yani halüsyünasyon denen şeyin, realitik sanrı kısmına giren olayı. oysa ben heotoskopi yaşamak istiyorum. heotoskopi yaşamadan ölmek istemiyorum. düşsel sanrılar. sadece düşsel ama. düşünsel bile değil yani. düşüş bile değil hatta. olduğun yerde sabit dururken, çevrende var olan tüm gerçekliğin bir anda şekil değiştirmesi. bu, daha çok, astral seyahat olarak bilinir. oysa, eğer kişi yaşadığı gerçekliği değiştirmek, ve başka bir gezene yolculuk etmek istiyorsa, bunu her istediği zaman yapması için, zannediyorum çok daha üstün bir manevi güç elde etmesi gerekir. yani şu, role playing türü bilgisayar oyunlarındaki "mana" deposunu fullemek gibi bir şey. oysa kişi, gerçekten zihninin duvarlarını yıkabilirse, kendi içinde sonsuz bir yolculuğa çıkabilir. başka bir ülkeye, ya da başka bir gezegene uçmaya gerek yok. gerçeğe gerek yok. gerçekleri görmeye gerek yok. rüyalar, kimi zaman, gerçek hayattan daha tatmin edicidir. ve kişi, gerçek dünyadan fazlasıyla sıkılmış veya kendini tamamiyle sıkışıp kalmış gibi hissederse, zihnindeki zindalarından birinde, bir tünel kazabilir. ve bu, ancak istemdışı bir itki ile yapılabilir. yani öyle, her canın istediğinde, dünya adlı zindandan kaçabileceğin bir tünel değildir bu. hem, düşünsel anlamda değil de, alınabilecek uyarıcı veya uyuşturcular sayesinde, istediğin zaman o tünelden geçip kendine farklı bir gerçeklik yaratma şansın olsa da, aynı tünelden geri dönüp, gerçek dünyaya gelmek zorundasındır. zaten dönemiyorsan, tımarhane yanıbaşındadır. ve eğer, herhangi bir maddeyle değil de, sadece bilinç dışı deneyimler ile, gerçeklik algını kaybedip, gerisin geriye gerçek dünyaya ve mantık algına dönemediysen, bu kaçışın sana bir faydası dokunmaz. konu iyice dağılmış olmalı. o halde, her zaman olduğu gibi, başa alalım. konuyu başa al, çekim iki, sahne üç;

bir kaç yıl önceydi. şeytanla karşılıklı oturmuş, konuşuyorduk, kafamın içindeki şatoların birinde. bana, eğer başarabilirse, insan ırkını tamamen ortadan kaldıracağını, ve böylece tanrı'ya karşı galip geleceğini anlattı. ben de ona, buna çok yaklaştığını anlattım. yani burada, söz konusu mesele, şeytan denilen varlığın, insanın egosuna hitap etme gücüydü. ve bu sadece, bir düştü. ve bir düşten çıkıp, gerçek dünyaya geri döndüğünüzde, bellekte saklanan o geçmiş bilgiler, halüsyünasyon evresinden arta kalan anıları mantıklı bir düzene sokabiliyordu. söz konusu varlık, yani dünyanın içine etmeye çalışan doğa üstü canlı, şeytan değildi. insanın egosuydu, freud diline göre konuşacak olursak, bu, süper ego olarak tanımlanabilir. ama ben ne psikoloji zırvalarını bilen, ne de böyle tecrübe edinilmeden üretilmiş tezlere biat eden biri olarak, diyebilirimki, insanın içinde öyle on bin üç yüz tane iktidar odağı falan yoktur. iki tane vardır. siyah ve beyaz gibi. hangi rengin iyi olduğunu tanımlamaya gerek yok ama, yüzyıllardır süre gelen kalıba göre konuşacak olursak, siyah ölümdür, beyaz ise yaşam. ve kendi şeytanımla yaptığım konuşmaya göre, siyah olan ölüm isteği, aynı zamanda öldürme isteğine denk gelmekteymiş. bu, aynı zamanda, bencillik, kibir, sahip olma, kırıp dökme, kendini üstün görme, cimrilik ve bu gibi günümüz insanlarının çoğunun ruhsal dna'sında doğum anından beri baskın olan karakter özellikleriymiş. söz konusu mesele, harun ve karun hikayesinin de öncesine dayanmakta, dedi bana o gördüğüm ucube. insan, egosunu yenemediği takdirde, dünyanın içine eder ve bende bunu kullanıyorum çünkü her insan, ne kadar iyi olursa olsun, söz konusu kendi yaşamı olduğunda, bencilleşir dedi.

bu noktada, balkondan caddeye baktığım o anın, gecesine dönmek istiyorum. bir arkadaşım, "biri bana kötü bir hakaret yaptığında görmezden gelebiliyorum ama yanımdaki birine yapınca es geçemiyorum" dedi.

bu noktada, her iki durumu da eşleştirip intihar düşüncesine dönmek istiyorum. geçmişte başına gelenlerden ya da anlık bir olay sonucu kendini huzursuz ve öfkeli hissedip, bir insanı öldürmeyi düşünmek, siyah; intihar etmeyi düşünmek, beyaz. siyah rengin, ölümü çağrıştırdığından bahsetmiştik. ve dolayısı ile, az önce saydığım karakterize özellikler ile, ölümü birleştirince, ortaya, doğal yaşamı ve canlı hayatını katletmek, ve dolayısı ile günümüz sisteminin insanlar üzerinde oluşturduğu mantık, ve bu mantığa göre davranış biçiminin kökeni açığa çıkıyor. ve, başka bir noktadan, intihar etmeyi bencillik olarak düşünenleri de, siyah kutba dahil edebiliriz. çünkü, hiç kimse, sizin o nur yüzünüzü görmek ve sevinmenizi sağlamak için, yaşama katlanmak zorunda değildir. o yüzden, intihar etmek bencillik değil, düpedüz bireysel bir eylemdir. ve intihar, günümüz sisteminde, yıkıcı bir eylem değil, "kaybetmek" olarak tanımlanabilecek bir eylemdir. çünkü dünyayı şekillendiren über zekalı pezevenkler, balinaların intiharını bile doğru bir şekilde yorumlamaktan kaçarken, bir insanın ölümünü çok kolaylıkla "güçsüzlük" olarak nitelerler. ve intihar etmek, güçsüzlük değil, çaresizliktir. ve insanın, sadece yalnız kalınca kendini çaresiz hisseder, çünkü yalnızlık tek kutuplu bir dünyada yaşamaktır. yani her türlü etkiye karşı, anlamsızlık ve boşluk hissi nedeni ile tepkisiz kalmak. bunu aynen walkman ve pilleri gibi düşünebilirsiniz. eğer, çevrenizdeki insanları pil, kendinizi de walkman olarak düşünürseniz, sevdiğiniz insanların sesini duyamıyorsanız, sizinle konuşmak istemiyorlarsa, ya da konuştuklarınızı dinlemek istemiyor ya da saçmaladığınızı vurguluyorlarsa, ve sözcükleriniz onlar üzerinde bir etki oluşturmuyorsa, yani sizi duymuyorlarsa, onların yaşadıkları dünyaya ve algı düzeylerine anlam verememeye başladı iseniz, doğal olarak bu, iletkenlik özelliğinizi yitirdiğiniz anlamına gelir. ve "çevre" adlı pillerin elektriği, sizi şarj etmemeye başlar ve bir süre sonra, aynen pili biten bir walkmanden dinlenilen şarkının yavaşlaması gibi, sözcükleriniz azalır, azalır, azalır ve tıkanma noktasına gelirsiniz. bu noktada iki seçeneğiniz vardır, intihar ya da delilik. intihar ederseniz, küfür yersiniz. aptallıkla suçlanırsınız. delirirseniz, bu kez bir hastaneye kapatılırsınız ve o süper zekalı ve anlayışsız insanlar sizi tedavi etmek için, hap bağımlısına dönüştürürler. bunun için, daha ufak çaplı sessizlik ve göz yaşı krizlerine karşı, anti-depresanlar verdikleri de olur. bir üçüncü şık; uyuşturucu, dolayısıyla kaçıştır. uyuşturucu, her zaman bir kaçış noktası olmayabilir, çünkü  uyuşturucu almadan önceki moral ve motivasyon halinize göre, başka diyarlara da gidebilirsiniz. insan bilincini ve algı düzeyini ve dolayısıyla yaşamını şekillendiren tek şey bilinçaltı, ve bilinçaltının en çok veri depoladığı zaman dilimi de, çocukluk evresidir. bu noktada, işin içine aile ve çocukluk arkadaşları girer. ve eğer, örneğin 17 yaşına kadar, içinde bulunduğunuz toplum tarafından red edildi iseniz, doğal olarak, bir çıkış noktası inşa edersiniz. bunun nedeni, sayfalardır anlatıp durduğum, sessizliktir. "quiet word". ama insan zihni, düşünmeden duramaz. zen felsefesine dalarsam, iki uçu da harikuladeler diyarına çıkan bir boruya sizi sokabilirim. ama bu upuzun borunun içine girmek, havasızlıktan ve sessizlikten ve anlamsızlıktan ve gerçeklikten dolayı, intihar etme veya aklı dengeyi yitirme risklerini de beraberinde getirir. o nedenle, kendi içinize doğru derinlemesine ve ababildiğine karanlık bir dalışa geçmeden önce, yaşama geri dönmenize neden olucak bahanelerinizin var olması şarttır. yoksa, aynen bitkisel hayattaki bir hastanın, tüm şok tedavilerini red etmesi gibi, sizde gerçek dünyaya geri dönmeyi bilinçaltınızda düşlemiyor olabilirsiniz. bu isteği, bilinçli olarak oluşturmanız imkansızdır, çünkü az önce de sözünü ettiğim gibi, bellek ve algı düzeyine, dolayısıyla bu ikisinin bileşkesinden açığa çıkan mantığın algoritmaysına etki edebilen tek şey bilinçaltıdır. ve eğer hafif veya sert bir uyarıcı kullanmayı düşünüyor ya da istiyorsanız, öncelikle çocukluk evrenizin size ne verdiğini biliyor olmanız gerekir. çünkü, en basiti marihuna bile, içinizdeki birbirine zıt olan iki kutubunuzu, buna siyah ve beyaz, süper ego ve id, kalp ve nefis, ya da her ne derseniz deyin, içinizdeki birbirine zıt o iki kutbun savaşını alevlendirir. ve, bu noktada odada tek başına iseniz, mesela lsd sonrası bir arkadaşınıza odanızın kapısını kitletti iseniz, ve oda eşyasız, renksiz, kokusuz, zemini fayans ve camları dışardan tahtalarla kapatılmış bir oda ise, ve dışarıdan sadece ufak ışık dalgaları süzülüyorsa, başka bir evrene geçiş yaptınız demektir. ve gerçeğe dönüş evresinde ki bir risk: şizofreni. ya da çoklu kişilik bozukluğu.

şimdi sahneyi tersine çevirelim. çevrenizdeki bir çoğunluk, hatta çoğunluğun çoğunluğu, sizi sürekli dinliyor, saygı gösteriyor, alkışlıyor, tebrik ediyor, övüyor, seviyor ve anlamaya çalışıyor. hatta sizin üstün zekalı ya da çok yetenekli biri olduğunuzu düşünüyor. bu yüzden size oy veriyor bile olabilirler hatta. ve hayatınız, bir albümle, bir film ile, ya da bir kaç seçim sandığı ile, bir anda değişiyor, yani popüler, dolayısı ile ünlü oluyorsunuz.

bu noktada sahneyi biraz geriye alıp, beyaz odada sadece duvardan süzülen ışıklar ile lsd atomlarının temas ettiği nörönlara geri dönelim. yalnızsınız. çıkış kapınız kitli. tünel kazıp kaçma şansınız yok. böyle bir durumda, algı değişikliği yaratan herhangi bir psikotrop almamış dahi olsanız, yani bir f tipinde gecenin üçbuçuğunda karanlıkta kalmış dahi olsanız, zihninizde bir tünel kazarsınız. yani, toplumun, delirmek diye nitelediği, düşsel bir evrene kaçış.

şimdi sahneyi tekrar ileriye alıp, şu popüler balığımıza geri dönelim. bu popüler balığın, gerçek bir balık olmadığı için, bir hafızası vardır. ve o balık, aniden gelen değişimle, ikinci bir dosya açar bellekte. çünkü, hayatı değişmiştir, ve dolayısı ile geçmişini ve nerden geldiğini unutur. böylece algı düzeyi bozulur. ama insan davranışını asıl yöneten şey bilinç düzeyinden çok daha derinde yatan bir şey olduğu için, farkında olmadan bir davranış bozukluğu yaşar. mesela bir anda, çok içten ve cana yakınken, kendini beğenmiş ve küstah birine dönüşebilir. buna halk dilinde, "burnu büyüdü", argo tabirle, "götü kalktı" deniyor. ve iktidar güdüsü, veya medyatik olmak, veya popülerizm, yazının başından beri gevelip durduğum o içe doğru yolculuğa çıkmamış olan bir bireyi, çok çabuk ekarta edip, değiştirebilir. veya bu durum da karşımıza, burnu ağrı dağına temas eden, ayakları da bulutlara değen bir kahraman çıkartır.  ama bu kahraman, bana göre, baş aşağı duruyordur, ayaklar bulutlarda, baş ağrı dağında... ama o ayaklarının nerede olduğunu unutur ve sadece kellesinin kafasının üzerinde durup durmadığı ile ilgilenir: bencillik. ve olayları ve insan doğasını, tam tersinden yorumlar. ve artık insani duygularla değil de, zarar vermek amacıyla yaşıyordur. ve dahası bunun farkında bile değildir çünkü söz konusu insan tipi, diğer insanların gözünde tanrı seviyesine yükseldiği için, kendisini peygamber, ilah, kurtarıcı vs olarak görür. ve böylece daha çok konuşmaya başlar. bu durum, ortalama her insanda, aynı sonucu doğuracaktır, çünkü şu gördüğüm boynuzlu ucubenin anlattığına göre, ki o da benim kendi kendime konuşmamdan başka birşey değil, ve kendi kendimle halüsünasyonatik olarak konuşmalarıma göre; belli bir düzeyde ya da konumda, güç sahibi olmak, insan doğasına, tehlikeli bir biçimde etki eder. ve bu etki, walkman pillerinden söz ederken öngördüğüm senaryonun tersine işlemesine yol açar. yani, bu kez, siz insanlar üzerinde etkiyorsunuzdur. ve bu noktada insanlar, o intihar edicek konuma gelen yalnız insanın pozisyonuna düşer. ya size biat eder, köleniz olurlar; bkz: diktatörlük rejimleri veya demon-critic seçimle başımıza geçirilen kukuletalar; ya da size hayran olup, tapmaya başlarlar: bkz: peygamberler, ünlüler, starlar, büyük kardeşler, sevgililer.. vs vs.

dolayısıyla, her türlü güce tapma biçimi, özgüvenle eksikliğinden kaynaklanır.

dolayısıyla, her türlü güce sahip olma biçimi: aşırı ve mesnetsiz bir özgüvenle sahip olunulan birşeydir. ve bir insan, aşırı özgüveni kendi kendine yalnız başına odasında beklerken oluşturamaz. çevresinin davranış tarzı önemlidir. hatta 3 yaşına gelene kadar, anne ve babasının ona nasıl davrandığı da çok önemlidir.

bu noktada konuyu en başa döndürüp, balkona geçiyorum...

bir balkondasınız, ve aşağıya bakıyorsunuz. kaçınızın aklına intihar geldi? her defasında demek istiyorum. daima. hayatınızın bir döneminde, dişinizin arasına sıkışan yemek artığı gibi sizi sürekli meşgul etmeye başlamadı ise, intihar düşüncesi, hala sözünü ettiğim o iki ucu harikuladeler diyarına açılan boruda sıkışıp kalmamışsınız demektir.

buraya kadar gelmiş olanlarınız, "girdap, sen ne anlatıyon amına koyayım, kafam karıştı" diyebilir.

pekala pekala. anlattım bile. bitti. şimdi oturup, "kimi ne için kendinden büyük görüyorum, kimi de ne için kendimden aşağı buluyorum" diye düşünebilirsiniz. bu arada önünüze gelen bir çayın bardağınla bileklerinizi kesmeyi, traş olurken ya da ağda yaparken, (her ne yapıyorsanız cinsiyetinize göre) boğazını kesmeyi, ya da altıncı kattan aşağı bakarken intihar etmeyi düşünün bence. kendinizi test etin. bir duyguyu, gerçekten yaşamadan önce, düşsel olarak hayal etmek, hatta o duyguyu derinlemesine hissetmek, yaşamda sonradan başınıza gelebilecek olaylarda, sizi biraz daha güçlendirebilir. hayal kurmak yerine, gözlerinizi kapayıp, bir hayal dünyasında yaşayın. gecenin bir yarısı, evdeki şalteri kapatın. tüm perdeleri açın. ve sonra sokak lambasının ışığı eşliğinde, sonsuza dek o evde kitli kaldığınızı hayal edin. duvarlara bakın. dakikalarca. ve düşünce anlamında hiç birşeye odaklanmayın. akış. zihinsel akış, bir süre sonra zihinsel boşluğu getirecektir. bu boşlukta, açığa çıkabilecek herhangi bir duygu, sonradan başınıza gelmesi muhtemel bazı yaşamsal değişimlere karşı sizi hazırlıklı kılar. ve üç beş kişi size alkış tuttu diye kendinizi kaybetmemenizi veya yoktan var olduğunuzu düşünmemenizi veya sahte bir alçak gönüllüğe kapılıp gitmemenize yol açar. bir duygusal boşluğa düşüp, kendinizi heba etmenizin önüne de geçebilirsiniz ama meselenin en zor kısmını da bu nokta oluşturuyor aslında..

burada mutluluğun formülü falan verilmiyor. ya da huzurun anahtarını satmıyorum. çünkü ancak kendi içine sinebilen insan, içsel bir huzura kavuşabilir ve huzur aslında yalan bir kelimedir. çünkü acı dışında, hiç bir insanî duygu, sonsuza dek sabitlenebilir değildir. öfke veya neşe, veya keder, elem, kaygı, sevinç, vs vs, anlık olarak girilebilen, ve istem dışı bir şekilde terk edibilen odalardır. O odalarda, bir acı evine inşa edilmiştir. doğarken bile ağlıyorsanız, bedene girmeden önceki halinizi siz düşünün. yani aslında yaşamımız boyunca hissettiğimiz duygusal değişim evrelerimizde, başımıza gelen tek şey, acı evinde, bazı odalara girip çıkmak. ve bunu, tek başımıza, gözlerimizi kapatarak bile gerçekleştirebiliyoruz.

o yüzden, toplumun etkisini hiçselleştiremeyen biri, sözünü ettiğim şu pil hikayesine göre, her iki şekilde de özünü kaybeder.

bunca sayfadır zırvalayıp durduğum şey, küçük veya büyük, her türlü güç veya iktidar veya popüliterinin, insan doğası üzerinde yarattığı değişimin biçimleri aslında. ve tersi açıdan da, tamamen güçten düşüp, yalnız kalmanın, sessizleşmenin, içinde sıkışıp kalmanın, oluşturduğu sonuçlar.

bir erkek, annesinden nefret etmediği sürece, hayatı boyunca bir kadının etkisi altına girme riskini taşır; opidal benlik.

aynı durum kadınlar için elektra tribi ile söz konusu olabilir, bunu bilemiyorum.

bir erkek, annesine aşık olmadığı sürece, hayatına giren kadınlara işkence eder.

söz konusu nefret ve aşkı, ying-yang'a göre, dengeleyebiliriz.

terazinin dengesi bozulunca açığa çıkan duygusal boşluk.

dünyaya geldiğimiz ilk andan beri, bilinçaltımızı besleyip, bizi şekillendiren boşluk.

ve kelimelerin yok olduğu evrede açığa çıkan zihinsel boşluk. sadece görüntüler ve sesler. hiç bir düşünce yok. bir balkonun altıncı katındasınız. aşağıya bakıyorsunuz. ve intihar etmeyi değil de, aşağıya doğru sonsuza dek düştüğünüzü hayal ediyorsunuz. yani bir zeminin olmadığını. sonsuz düşüş. bu aynı zamanda, yer çekiminin olmadığı bir ortamda, uçuş anlamına da gelir bu düşüş. ve düşünce yapınıza etki eden bir çekim noktası olmadığı sürece, zihinsel bir uçuş yaşarsınız: harikuladeler diyarı.

dünyadan çıkış. quiet world'u, quit world, quiet world'u da, quit word yapalım. o balkonda bunları düşünüyordum, intiharı değil.

en başa dönüp, cenin haline geldiğiniz andaki belleğinizi hayal edin. ne mucizevi bir şey. sonra bir tünelden geçip dünyaya geliyorsunuz. vay canına. bir hücrede ölene dek hapsoldunuz artık... insanlar. gittikçe daha fazla insan. daha fazla anı. daha fazla acı. daha fazla acı. ve gittikçe daha fazla acı. Geçmişteki mutlu olduğunuz anlar bile, tebessümle hatırlanılan acılar artık. acılar evi adı verilen bir bellek. ve bir koridor. ışıksız, kapranlık, havasız, uzun, sınırsız, bir koridor. yürüyorsunuz çünkü yürümek zorundasınız. başka seçim şansınız yok. gözleriniz kapalı ve zihninizin içinde bir yere gidiyorsunuz. belki çocukluğa, belki de hayalinizde yarattığınız bir dünyaya. karanlık. karanlık karanlık. ve birden ayağınız kayıyor, düşmeye başlıyorsunuz. düşüş. düşüş. düşüş. sonra bir oda. loş. hiç pencere yok. zemin cam kırıkları dolu. sadece cam kırığından oluşan, ve eşeleseniz sonsuza dek cam kırıkları ile aşağı kazılacak olan bir zemin. tavan kapkaranlık. düştüğünüz yer orası ve kapkaranlık. ve oradan sesler geliyor. yaklaşan sesler. gittikçe çoğalıyorlar. birileri sizi takip ediyor. aralarında sevdiğiniz insanların seside var ama o sevdiğiniz insanlar sevmediğiniz insanları da seviyor ve beraberinde onları da getiriyorlar. onlarda mı bu odaya düşecek? ayaklarınız hiç kesilmedi. yerler cam kırığı dolu ve ayaklarınız hiç kesilmedi. onların ayakları kesilicek mi düştüklerinde? burası kimin odası? buraya nasıl geldim. duvarlar çürük ve içeriye ışık hüzmeleri sızıyor. duvarların birinde: "anlatacak çok şeyim var. dinlemek isteyen kimse yok." yazıyor. o duvara sert bir tekme atıyorsunuz ve yıkılıyor. ve koşmaya başlıyorsunuz sonra... güneş yok ama aydınlık. bulutsuz masmavi bir gökyüzünde, bir ovaya çıktınız. koşuyorsunuz. ormana doğru. son sürat. ve ağaçlar. ve bir sürü hayvan. ve bir sürü hayvan dolanıyor. koşuyorsunuz. sadece koşuyorsunuz, hiç bir şey düşünmeden ve neden ve niye kaçtığınızı bilmeden.. hepsi bu...

işte yaşamda, bir noktadan sonra, çoğu insanın içine düştüğü yaşam biçimi. Hiç birşey düşünmeden, ve yaşanılan zaman dilimine odaklanılmadan, güzel bir geleceğe doğru koşup durmak... acılar evinden, dolayısı ile zihin ve bellekten, dolayısı ile kendinden ve geçmişinden kaçmak. Aksi takdirde, delirme veya intihar etme riski ile kaplanmış yalnız saatler sizi bekliyordur. Ve o yalnız başına geçirilen saatlerden sağlıklı bir şekilde çıkılınca,  hayat size gerçekten bir çocuk oyuncağı gibi gelmeye başlıyor. Anlam aramıyorsunuz artık. Tek üstesinden gelemediğiniz şey, duygusal boşluklar. Geriye kalan her türlü evreyi, yerleşik ve sarsılmaz bir özgüven sayesinde, doğru bakış açıları ile belleğe kaydediyorsunuz. Ve işte asıl içinden çıkılamayan acı, bu noktada başlıyor, çünkü o zaman gerçekten o en saf halde kendini yalnız hissetme hali kapınıza gelip dayanıyor. Ve bir çözüme inanmaktansa, öylesine yaşamaya ve hiçbirşeyden tad almamaya başlıyorsunuz böylece. Ve işte o zaman, intihar düşüncesi, gerçekten ağır basıyor ve siz bunu bile gerçekleştirebilecek güçten mahrum bir halde, bekliyor, bekliyor ve bekliyorsunuz. Olduğunuz yerde, donuk bir şekilde. Hareket etmek işe yaramaz, umut etmek işe yaramaz, çaba sarfetmek işe yaramaz, hafıza kaybı geçirmek veya yeniden doğmak dışında hiç bir şey işe yaramaz. Ve işte bu uzun bekleyiş evreleri arasında zaman zaman, herşeyle taşak geçip, boş kahkalar atmak dışında, yaşama devam etmek için yaptığınız başka hiç bir fonksiyonunuz kalmamıştır artık. Buna, benim literatürümde, tırlatmak denir. Ve, zaman zaman intihar etmeyi düşündüğünüz, zaman zaman da kahkalarla ve anlamsızca gülmeye başladığınız bir evreye geçersiniz o noktada. Her ikisininde bir anlamı olmadığını bilir, boşluğa doğru akarsınız, ve bu akış esnasında, giderek eksilir ve azalırsınız, ve siz azalırken, zihninizdeki acı evinin üzerine yeni katlar inşa edilir ve yeni katları çıkıp dolaşmak birşeyi değiştirmeyeceği için (öğrenilmiş çaresizlik), siz de zemine doğru kazı çalışmalarına devam edersiniz. Zihninizde daha derine, ve daha da derine doğru iniş... daha fazla sessizlik, ve daha fazla anlamsızlık ve daha fazla karanlık. hepsi bu.
* başlık: katatonia'nın bir şarkısının adıdır

16nisan2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder