this
empty crow
1.
sabah, nefes nefese uyandım. ve kustum.
berbat bir şekilde, kaldığım odanın ortasına. kanla karışık bir sıvı, çünkü
midem bomboştu. ve nefes alamıyordum. bir an için öleceğimi düşündüm ama
ölmedim. sonra bir sigara yakıp, ölümü askıya almaktan vazgeçtim. “geliceksen
gel orospu çocuğu” dedim azraile, orgazmı geciktirme, sikip durduğun yeter,
ağrılara dayanamıyorum artık, geliceksen gel. bekledim, cevap veren olmadı.
sonra kusmuğumu temizleyip, balkona çıktım.
kendime bir kahve yapıp balkona çıktım ve
bir sigara daha yaktım. sabahın yedisiydi ve işe giden insanlar geçiyordu
sokaktan. bu sokak bana ilham veriyordu. yazıcak bir şeyler bulmak için, sokağa
çıkmama gerek yok, zaten fazlasıyla insan geçiyor sokağımdan. ve sabahın bu
saatinde, işe giden insanları görmek, onlara bakmak, yüz ifadelerini görmek,
onların beni görmesi, yeteri kadar çok malzeme sağlıyor bana, sallapati şeyler
üretmek için.
bir de, yaşanan bir gerçeklik var tabii,
yaşanıp bitmiş olan, ve artık sadece bir film şeridi olarak zihinde varlığını
koruyan geçmiş zaman dilimi. serserilik yapılan yıllar. serserilik yapıcak
gücüm yok artık. ne ruhum ne de bedenim kaldırır sokakları. o yüzden evden
çıkmıyorum günlerdir. yani çıkamıyorum. yani canım istemiyor. yani kendimi eve
hapsettim. zaten sürekli olarak nefesim tıkanıyor ve nedense insanlar beni her
gördüğünde, daha iyi görünüyorsun, diyor. garip. her neyse. olayımı daha fazla
trajik hale getirmek istemiyorum, işin komik tarafını ele alıp gülelim. ne
dersiniz? eğlenceli şeylerden bahsedelim... geçenlerde bir eleman, hiçbir şey
yaşamamışsın, o yüzden hep aynı şeyleri yazıyorsun, dedi, yani bu tip bir
eleştiri yaptı, cevap vermedim, cevap vermeye gerek duymadım, çünkü ne
yaşadığım ya da ne yazdığım, açıkçası, sadece beni ilgilendirir. ve ne
yaşadığımın fazlasıyla farkındayım. ama artık, yeni bir şeyler yaşayabilecek
kadar enerjimin olduğunu düşünmüyorum. o yüzden, eski hikayelerle, yaşanmış
gerçek aşk hikayeleri ile, ehaha, o ne demek lan, baştan alalım, yaşanmış saçmalıklarla
yolumuza edelim.
2.
uzun zaman önceydi. alsancak’ta, kıbrıs
şehitlerine yakın bir evde kalıyordum. tuncay ve refik'le beraber. o günlerde,
refik, istanbul’daydı, seçil ile beraber, bir kaç incik boncuk ve satılabilecek
başka şeyler araştırmaya gitmişlerdi. ben de tuncay'a refakat ediyordum
diyelim. gerçi tuncay'ın da benim refakatime ihtiyacı yoktu, çünkü, nerdeyse
her gün, bi hatunla beraber oluyordu. o geceyi, farklı olarak, iki hatunla
beraber geçirmişti.
sabah. bu kez tuncay, bir öksürük krizi ile
uyanmış ve doğruca tuvalete koşmuştu. öksürük ve öğürtülerine uyanmış,
uzandığım yerde bekliyordum. salonda. odadan iki hatun çıktı, birinin boyu
kısa, diğerinin uzundu. uzun olanın altında bir şort vardı sadece ve bacakları
epey güzel görünüyordu, arzulamadım ama onu, hiç kimseyi arzulamıyordum o
yıllarda, kafayı başka şeylerle bozmuştum. her neyse, hatun benden biraz
büyüktü, 24 yaşlarında falandı yani, ben de on sekiz civarlarındaydım o
yıllarda.
"n’aber dostum" dedi bana hatun,
gözlerimin açık olduğunu görünce.
"hiç" dedim, "başım
ağrıyor."
"birazdan bi kaç şey alırız,
geçer" dedi, uyuşturucudan, ya da uyarıcılardan ya da alkolden
bahsediyordu, bir şeyler işte, nefes almak, meyve suyu içmek ya da kahvaltı
etmek daha mantıklıydı aslında, yani eğer yaşamak istiyorsan bunları yapman
gerekiyordu, ama o günlerde o evde yaşayan hiç kimsenin yaşamak istediğini
sanmıyorum. ya da şöyle diyelim, yaşlanıcak kadar yaşamak istediğini. evet,
böylesi daha doğru oldu. her neyse. kısa boylu olan hatunun üzerinde gecelik
türevi bir elbise vardı, gecelik olup olmadığını bilmiyorum, askılı, altı etek
olan, buluz gecelik karışımı bir şey işte. "sigara kaldı mı" diye
sordu bana başını tutarak, kötü görünüyordu, oldukça kötü, uzandığım yerden
cevap verdim, "gidip alırım birazdan"
gelip yanı başımdaki koltuğa oturdu. adı
nilay mı neydi hatunun, öyle bi şey, nilay diyelim. diğerinin, yani uzun boylu
olanının adını hatırlamıyorum, ona da ebru diyelim. hikâyenin daha kolay
anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi için, isimlerin önceden belirtilmesi önemli
gibime geliyor. her neyse, daha sonra tuncay döndü ve "iyi misin
adamım" dedi bana.
"idare eder" dedim "para
kaldı mı ya? sigara alayım."
"kalmadı" dedi.
"yazdırıyorum o halde."
"dene bakalım."
ayağa kalkıp üzerime bir şeyler giydim ve
salondan çıkıp, kapıyı açıp, merdivenlerden indim güç bela. o yıllarda bedensel
açıdan iyi durumdaydım, bronşit başlangıcı yoktu, iki pnömotoraks ameliyatı
olmamıştım henüz, psikoz yoktu, paranoya yoktu, acı yoktu, umutsuzluk yoktu,
kendini güvende hissetmeme hali yoktu, boşluk yoktu, korku yoktu, asla yok
olmayan her şeyin hala var olduğu zamanlardayız oysa şimdi, o zamanlar farkında
değildik bunun, hepsi bu. vs vs vs…
hâlâ bir şeylerin biraz daha yaşanabilir
kılınacağına dair, ya da gelecekte işlerin yolunda gideceğine dair bir umut
taşıyordum içimde o yıllarda. şimdi umut etmenin ya da umutsuz olmanın arasında
pek fark gözetmiyorum. her ikisi de hikâyeden ibaret. ne kadar umutlu ya da
umutsuz olursanız olun, yaşadığınız hayat, sadece size bağlı olarak
şekillenmediği için, ancak, her şey sonuçlandıktan sonra mutluluk ya da
mutsuzluk oranlarınızı belirliyor, bu umut safsatası.
eğer bir olayın gerçekleşmesi için, çok fazla
umut beslerseniz, ve sonucunda gerçekleşmezse, ciddi bir hayal kırıklığına
uğruyorsunuz. eğer umut etmezseniz de, zaten bir şeyin gerçekleşmesi için çaba
sarf etmiyorsunuz. bu kez de, kendi kendine, veya başkalarının desteği
sayesinde, umutsuz bir vaka gerçeğe dönerse, o zaman bu sürprizden dolayı,
aşırı mutlu olabiliyorsunuz. falan filan. ya da kısaca, aptal kelime oyunları.
beni artık, o kadar da mutlu edicek bir şey kaldığını düşünmüyorum, dünya
üzerinde. müzik sadece, hepsi bu. güçlü tınılar. geçelim.
bakkala gittim ve "günaydın abi,
sigara alıcaktım" dedim
"borcunuzu ne zaman
ödeyeceksiniz" dedi
"en kısa zamanda diye söyledi
tuncay" dedim, "refik istanbul’a, bazı dostlardan borç almak için
gitmiş." yalan söylüyordum ve inanmadı elbette.
her neyse işte, sonuç olarak sigarayı
vermedi adam. “önce borcunuzu ödeyin lan” dedi. ben de dönüşte yoldan geçen
birinden tek bir sigara isteyip eve döndüm. giderken kapıyı açık bıraktığım
için, direkt salona girdim ve salon boştu. tuncay'ın odasının kapısı kapalıydı.
gene vuruşuyorlar herhalde deyip ses çıkarmadım. sigarayı yaktım ve içmeye
başladım, sigara yarıya inmişken banyonun kapısı açıldı ve içerden nilay çıktı.
üzerine bir havlu sarmıştı. karşıma oturdu ve “paket nerde?” dedi.
“paket yok vermedi eleman, yoldan geçen
birinden tek aldım”, dedim
“bi nefes içeyim o zaman” dedi.
“al geri kalanı iç” dedim.
uyuşturucu kullanılan bir ortamda,
gerçekten paylaşım denilen şeyin bokunu çıkartabilir, sonraki döneminizde de,
herkesi paylaşımcı zannederek üst üste bir dolu kazık yersiniz. her neyse,
sigarayı aldı hatun ve bacak bacak üzerine atarak gerindi, bacakları güzel
görünüyordu, ama ben daha çok saçları ile ilgileniyordum. uzun siyah dalgalı
saçları ile. her neyse, daha sonra bana
"sen özlem'in sevgilisisin değil mi?"
dedi
"bilmiyorum, değiliz galiba"
dedim
"nasıl yani?" dedi
"boş ver" dedim "karışık bir
konu bu"
"onu seviyor musun?"
"o da beni seviyormuş ama birlikte
değiliz"
"neden?"
"bilmiyorum"
"kendisine sormadın mı?"
"bira içelim" dedim ve ayağa
kalkıp mutfağa gittim.
biliyordum aslında sorduğu soruların
cevaplarını, ama herkesin bir noktaya kadar içlerine girmelerine izin
verdikleri insanlar vardır, o noktadan sonrası tehlikeli olabilir, çünkü çok
fazla kişisel sır, çok fazla bağlantı ve bir süre sonra, eğer o insan
fazlasıyla içinize girmiş, duvarınızı aşmış ve her şeyinizi deşifre etmişse,
duygusal bir boku da başlatabiliyor bu, ve ben insanlara soru sormayan biriyim,
kimse de benim gibi, bir noktaya kadar saydam olmadığı için, işler tek taraflı
yürüyor. o günlerde biraz kapalıydım, pek konuşmuyordum. her neyse, elimde iki
şişeyle geri döndüm ve iki şişeyi de tuncay kapıp, birini ebru’ya verdi,
"eyvallah adamım" diye gülerek. odadan çıkmışlardı. gidip iki şişe
daha alıcakken, nilay kalktı yerinden ve “sen otur ben alırım” dedi. bu sırada
ebru bana dönüp “seninle de sevişsek fena olmaz ha” dedi bir kahkaha atarak, “neden
aramıza katılmadın dün gece?”
“onun bazı sorunları var” dedi tuncay.
“ne o lan, eşcinsel falan mısın” dedi ebru
bana.
“aşık olduğu bir kadın da var aynı zamanda”
dedi tuncay, “çocuğun üzerine gitme.”
“tamam tamam şaka yapıyordum” dedi ebru.
benden yaşça büyük bir kaç insanın arasında
durmuş, benim hakkımdaki konuşmalarını dinliyordum ses çıkarmadan.
“biraz garip bir çocuk ama” dedi ebru içeri
girip, “hiç konuşmuyor.”
“zamanla konuşmayı öğrenicek” dedi tuncay
“benim gençliğime benziyor.”
“oho ho” dedi ebru, “yaşlanmış gibi
konuştun.”
“yaşlandım” tabii dedi tuncay, “baksana şu
halime, saçlarım dökülüyor.”
“bu çocuk iyi yazıyor ama” dedi nilay.
“işe yaramaz” dedi tuncay, “o şekilde
yazmanın, yaşama pozitif bir etkisi olmaz. bakın, ben bıraktım yazmayı, arada
sırada saçmalarsam da, bi köşe de unutuyorum.”
tuncay sürekli konuyu benim üzerimden
kendine çekmeye çalışıyor, bu iki hatun da bana odaklanmaya çalışıyordu. o
yıllarda, bir idiottan farkım yoktu, gerçi hâlâ yok, ama o zamanlar sessiz bir
idiottum, şimdiyse konuşan, tepki veren ve ufak bir underground üne sahip bir
idiotum. kısaca değişen bir şey olmadı geçen ona sence içinde. tuncay haklıydı,
yazmanın, yaşamıma en küçük bir artısı olmuyordu, yaşamını sürdürmekten ziyade
delirmemek ve konuşacak kimse bulamadığın için yazıyordun. sonrasının bir
anlamı olmasa da, yayınlıyordun üstüne. insanlar gelip tebrik ediyordu, sen de
eyvallah deyip geçiyordun, hepsi bu.
sonra dışarı çıktık, ebru ve nilay evlerine
gitti. ben de tuncayla beraber, takı tezgahı açmaya. aralık ayı mı neydi. öyle
bir şey. iki bin yılı. hava hafiften kapanıyordu ve yağmur çiseliyordu, ama paraya
ihtiyacımız vardı, gerçekten paraya ihtiyacımız vardı ve böyle kapalı,
kasvetli, sıkıcı günlerde, pek satış olmayacağını bilsek de, o tezgahı açmak
zorundaydık. anlıyor musunuz? yolda gördüğümüz iki elemandan birer sigara alıp
yolumuza devam ettik, tezgâhı açtık, takıları ve bir kaç ilginç aksesuarı
sergilenebilecek şekilde dizdikten sonra, beklemeye başladık. bu sırada tuncay,
iki hafif ölçekli uyarıcıdan bir kaç tablet verdi, ikisini karıştırınca,
kendini üç dört saat kadar enerjik hissediyordun. bunlar, eczaneden reçeteyle
alabileceğiniz ama almanın da kolay olduğu iki haptı.
tuncay çalmıştı bunları, tezgâh açacağımız
yere gelirken girdiğimiz bir eczaneden. ben hatunu, kekemeliğimle oyalarken, o
iki dakkada işi bitirmiş ve dışarı çıkmıştı. ardından ben, zaten türkiye’de
bulunmadığını bildiğim bir ilacın, türkiye’de bulunmadığını söyleyen hatuna
“teşekkür ederim, tamam amerika’ya dönünce tedarik edeceğim o halde.” dedim ve
çıktım..
amerika’yla bir bağlantım falan da yoktu,
yalan söylüyordum. eğer, ihtiyacınız olan şeylere erişmeniz engelleniyorsa, her
türlü yalan dolana başvurmak zorunda kalırsınız ve bu da sizi vicdani olarak
pek rahatsız etmez. böyle diyordu tuncay, kapitalizm herkesin birbirini düzmek
zorunda olduğu bir sistem, diyordu, eğer olayı vicdan meselesi haline getirir
ve emeğinin hakkıyla kazanmaya çalışırsan, aç kalabilirsin. o yüzden, geçimini
sağlayabilecek kadarını, geçimini sağlayabileceğinden fazlasını kazananlardan
çalmalısın, bu senin en doğal hakkın. ben hırsızlık yapmıyorum, adaletimi
sağlıyorum, robin hood gibi düşün meseleyi, eşitlik, ekonomik denge unsuru.
tuncay çok fazla kitap okumuştu ve artık
okumuyordu, marx, bakunin, kropotkin, hobbes, adam simith, bir sürü düşünür,
her koldan… kendince hayatı çözdüğüne inanıyor ve ideolojik hiçbir şeye
inanmıyordu artık, ona göre en doğru yaşam biçimi sosyalizmdi ama sosyalistler
vicdanlarına yenik düşüp, kapitalizm karşısında ciddi bir tehdit olamadan
sefalet içinde ölüyordu. ben ölmeyeceğim, diyordu bana, ben eroin bağımlısıyım,
yani zaten ölmüşüm, diyordu, o yüzden bir daha ölmem, ta ki kendi işimi
bitirene dek, ama sen hayatını yaşayacaksın, anladın mı beni?
yol boyunca bunları geveleyip durdu ve
sonra sevgi yoluna gelip tezgâhı açtık ve bana iki değişik haptan bi kaç tablet
verdi işte. ben istiyordum bunları, çünkü o sıralar ben de eroin dışında ne bok
bulursam içiyordum.. aslında eroine de başlayacaktım ama tuncay ve refik, böyle
bir durumda beni öldüresiye döveceklerini, hatta kordonda denizden aşağı
atabileceklerini söylemişlerdi ve çok ciddiydiler bunu söylerken, çok
sinirliydiler. "biz zaten bu boka bi kere bulaştık adamım" demişti
bana refik, "bak, şimdi çıkamıyoruz işin içinden, bir de sen başlama,
diğer her ne bok istiyorsan iç, onlardan kurtulabilirsin, zamanı geldiğinde."
ki öyle de oldu.. kurtulmadım gerçi ama
kontrol ben de, yılda bir iki üç kez geri dönerim.. "bir tur daha dönelim
- öldür şunu - elimdeki ölü - kaşık nerde? peki ya çakmak?" geçelim.
her neyse işte, tezgâhı açıp beklemeye
başladık... bir satış yaparsak, bir sigara alabilecektik.. bekliyordum. kimse
geçmiyordu yoldan. sabahın dokuzuydu. hafiften yağmur çiseliyordu, biz de
üzerimize iki eski püskü yağmurluk geçirmiş, tezgâhın üzerine de dört çıta ve
bir poşetten güzel bir kapalı tribün inşa etmiş, bekliyorduk. sefalet.
20 ya da 25 dakika, hiç konuşmadan geçti.
tuncay öylece durmuş, yere bakıyordu. ben de öylece durmuş yere bakıyordum. boş
bakışlar. sonra,
"moruk, kafayı yiyicem ya" dedi.
"ben yedim bile" dedim.
"anasını sikeyim, kimse geçmiyor arabalar
dışında.”
"n’apıcaz?"
"bilmem, bekliyoruz işte,
bekleyelim"
"hıhım"
beklemeye devam ettik, hilton oteline yakın
bir yerdeydik ve o caddeden arada bir arabalar geçiyor, arada bir insanlar
geçiyor, ama kimse dönüp tezgâhı açtığımız sokağa girmiyordu, bizler de öyle
çığırtkan insanlar değildik, gerçi tuncay, kafası biraz daha iyi olsa, yoldan
geçen insanları her türlü tezgâha çeker ver bir şeyler kakalardı da, henüz o
seviyeye gelmemişti. hem yoldan geçen insanların çoğu da işe veya okula giden
insanlar olduğu için, onun on dakika sürecek olan pazarlama nutkunu dinleyecek
zamanları olmazdı.
"tek mi çift mi oynayalım" dedi
tuncay.
"anlaştık" dedim.
tek mi çift mi şöyle oynanır; yoldan geçen
arabaların son rakamlarına göre, bir kişi tek, diğeri çift der. böyle saçma
salak bir oyun, ama can sıkıntısını öldürmeye birebirdir. ve tuncay, tek, dedi,
ve ben, çift, dedim, ve arabaları beklemeye başladık. bu kez de araba geçmemeye
başlamıştı. her şey ters gidiyordu. ve telefon çaldı, tuncayın telefonu, çünkü
o sıralarda benim kendime ait bir telefonum yoktu, olsaydı da çalmazdı gerçi,
hâlâ çalmaz…
her neyse, dönelim geçmişe, elimizde bir
tek geçmiş güzel günler kaldı. arayan ebru’ydu ve aşk masalları sallıyordu
tuncay'a, tuncay da lafı dönüp dolaştırıp sekse getiriyordu. sonra kapattılar
telefonu ve tuncay bana dönüp, “geçen araba oldu mu moruk” dedi.
“yok olmadı moruk” dedim.
"nilay çok iyi bir kız" dedi “ama
bu ebru kaltağı kıskançlık krizine girmiş, salak, geri zekalı kaltak"
"boş ver" dedim, "nilay’ı
ben de sevdim, ama ebru gerçekten rahatsız edici"
"neyse, insanlarla sevişmeye
başlayınca, onları daha iyi tanıyorsun aslında, en yalın hallerini görünüyorsun
yatakta, sadece bedenen çıplak olmuyorlar, ruhsal olarak da çırılçıplak
kalıyorlar, her şeylerini görüyorsun, tabii görebilecek gözlere sahipsen."
"ben bilmiyorum abi" dedim.
"öğrenirsin zamanla" dedi,
"daha yaşayacağın çok şey var."
her neyse, sonra zaman geçti işte. bir kaç
takı sattık o gün. akşamüstüne doğru, yoldan bi hatun geçiyordu, tuncay önüne
geçip, "kulağınız boş görünüyor ve bu size yakışmıyor hanımefendi"
dedi. tuncay hatunları nasıl tavlayacağını çok iyi bilir, her anlamda nasıl
tavlayacağını. normalde onun asıldığını düşünürsünüz ama onun umurunda bile
değildir hatunlar, o kendi içindeki acıyı yatıştırabilmek ve geceyi
atlatabilmek ve yalnız kalmamak için hatunlarla beraber olduğunu söyler, ve
doğruyu söylüyordur ve gerçekten ağzı da iyi laf yapar. hatun dönüp "şey
ben, ne desem bilemedim" dedi.
"bir şey demeniz gerekmiyor"
dedi, "deneyin ve görün, yeter." gülümsedi hatun, ve sonra tuncay
eğilip bir kaç küpe gösterdi hatuna, bi kaç da laf çevirdi, ve sattı küpeyi.
bu şekilde geçiyordu günler, kimi zaman yüz
kağıt topluyorduk, kimi zaman hiç, kimi zaman bir şeyler çaldık, kimi zaman bir
şeyler hediye ettik insanlara, bir keresinde bi lise öğrencisi gelmişti, henüz
on altı yaşındaydı, ve bir bilekliği çok sevdi, o gün özlemle beraberdik tezgahta.
"uf ya bu çok güzelmiş" dedi lise öğrencisi, bana dönerek fiyatını
sordu, söyledim, “ya çok pahalıymış ama” dedi “yani aslında pahalı değil de
işte, bana pahalı geliyor.”
"al" dedi özlem ona, "ben
yaptım onu, hediyem olsun."
"a-a, sen mi yaptın?" dedi hatun.
"hıhım" dedi özlem "ama
işime yaramıyorlar, senin işine yarar belki, sana şans getirir bakarsın, hediye
etmek istiyorum, ama derslerine sıkı çalış oldu mu, ve ne olmak istiyorsan
büyüyünce, o olmaya çalış."
"çok teşekkür ederim abla ya"
dedi hatun "şey ben, karşılığında bir şey vermek istiyorum ama, şey, yani."
"tamam, önemli değil" dedi özlem
"al ve git. o, senin, kaybetme, kendini de kaybetmemene yardımcı olur belki."
3.
sonra zaman geçti işte, ışık hızıyla hem
de... ve bir kaç gün önce, sabahın altısında, balkonda oturuyordum. hava
aydınlanmak üzereydi ve insanlar işe gitmeye hazırlanıyordu yine. evim birinci
kat olduğu için, yani sokağın zeminine paralel olduğu için, yoldan geçen
herkesle göz göze geliyordum. yan taraftaki evin balkonuna bir hatun çıktı,
oturup bir sigara yaktı, bu hatunu ilk kez görüyordum, normalde o evde böyle
biri yaşamıyordu. 30 yaşlarındaydı hatun, ama çökmüş görünüyordu, her neyse bir
ara göz göze geldik ve "günaydın" dedim, "günaydın" dedi ve
şaşırdı, "ben seni tanıyor muyum?"
"ben seni ilk kez gördüm ama ben
burada yaşıyorum, normalde böyle durumlarda bi günaydın derim insanlara."
"hmm anlıyorum, sen bana hiç yabancı
gelmedin ama"
"nasıl yani?"
"ben seni tanıyorum, diyorum, yani
yanılmıyorsam"
"yanılıyorsundur umarım"
yüzünü ekşitip, "bu ne demek"
diye sordu
"hiçbir şey demek değil, tanımıyorum
seni" dedim, iş koymaya çalışan hatunlardan biri olduğunu düşünüyordum, ve
pek insan canlısı biri de değilimdir. her neyse,
"ya belki karıştırıyorumdur ama girdap
mı adın" diye sordu.
"ha siktir, ya sen kimsin?" dedim.
"nilay" dedi.
tekrar "ha siktir" dedim,
"şu bizim dokuz sene önceki nilay mı?"
"ta kendisi."
"çok değişmişsin."
"sesinden tanıdım aslında seni, sen de
değişmişsin."
"değişiklik iyidir" dedim,
"napıyorsun burada."
balkondan balkona konuşuyorduk. tesadüfün
böylesi. sonra bana içeri girmek zorunda olduğunu, burada teyzesinin
yaşadığını, kendisinin çevik bire yakın bir yerde bir evi olduğunu ve evini iki
öğrenciye kiralayıp, onlarla beraber yaşayarak yaşamını sürdürdüğünden
bahsetti, sonra öğlen buluşmak üzere evlerimize geri döndük..
4.
gidip biraz daha uyudum ve öğlene doğru
kalkıp balkona çıktım, nilay balkonda oturmuş, bacak bacak üstüne atmış,
bekliyordu
"ne bekliyorsun bakalım" dedim.
"şşş sessiz ol, içerde eniştem
var" dedi.
"tamam, dışarı çıkalım mı" dedim.
"akşamüstü beşte heykelde
buluşalım" dedi sessizce.
"anlaştık" dedim ve içeri girip
biraz daha uzandım, kitap okuyordum uzandığım yerde, zen üzerine yazılmış bir
kitap daha, yani kitabın konusu zenle zerre alakalı değil, ama zen üzerine
yazılmış, anlatabiliyor muyum?
her neyse, sonra akşamüstü beş oldu ve
heykele çıkıp nilay'ı gördüm, yanına gittim, sarıldık, "ee n’apıyoruz?"
dedi.
"bilmem" dedim "açıkçası
mekânlar bana dokunuyor."
"bize gidelim mi?"
"evde başka kim var?"
"şu aralar boş, bizim kızlar
ailelerinin yanına gitti."
"tesadüfler silsilesi devam
ediyor" dedim.
"siktir et tesadüfleri, neler
yapıyorsun anlat bakalım" dedi.
"hiç" dedim, "bildiğin gibi
her şey"
"lan oğlum hakkında hiçbir şey
bilmiyorum ki, hâlâ konuşamıyor musun yoksa?"
"yok yok, o sorunu çözdük, gördüğün
gibi."
"evet, daha rahatlamış görünüyorsun."
"eskiden içim rahattı, şimdi dışarıdan
rahat görünüyorum, ters yüz edildim." bi kahkaha attım, o da bir kahkaha
atıp, "ne içiyoruz" dedi.
"ya şey, bende"
"ya, siktir et parayı şimdi, ne
içiyorsun" dedi.
"şarap" dedim, bi markete girdik,
üç şişe şarap, iki paket sigara alıp çıktık, iyi görünüyordu hatun, sadece
biraz çökmüştü, hepsi bu, hâlâ uyuşturucu kullanıp kullanmadığını merak
ediyordum aslında ama sormaya gerek duymadım, onunda sormaya gerek duymadığı ve
sormaya çekindiği sorular olduğunu biliyordum, zamanla her şey açığa çıkardı
nasılsa. bir apartmana girip beşinci kata tırmanmaya başladık. o önden
çıkıyordu ve altındaki eteğin altından bacakları hâlâ enfes görünüyordu
açıkçası. etkilendiğimi inkâr edemem, ama gecenin sonunu, akıcak olan muhabbet
belirleyecekti. sonuçta, iki çift geyik döndürüp, dünya görüşünüz hakkında da
iki üç politik saçmalık zırvalayamadıktan sonra, bir hatunla düzüşmenin anlamı
yoktu, ön sevişmenin de öncesi ön muhabbetti belki. benim de aklımda, açıkçası
hiç, bu hatunun evine gideyim de bir güzelim düzüşelim gibi bir saçmalık
barınmıyordu, eski bir dostla tekrar karşılaşmak, moralimi düzeltmişti, hepsi
bu.
her neyse eve çıktık ve içeri girdik. müzik
açtı,
"ne dinlersin" dedi
"aç bakalım sen bir şeyler" dedim
“o halde biraz nostalji yapacağız"
dedi ve cock sparrer açtı bana.
"yapma bunu" dedim.
"yaptım bile" dedi.
"ağlatıcaksın" dedim.
"neden?"
"neler olduğunu bilmiyorsun."
"anlat o zaman."
"ne anlatayım?"
"neler olduğunu."
"ali ayşe’yi sevdi ve ayşe’nin babası
ali’yi öldürdü" kahkaha attım, ama acı bir kahkahaydı.
"bu ne lan şimdi?" dedi.
"böyle şeyler de oluyor hayatta
güzelim" dedim.
"bırak şimdi geyiği, görüşüyor musun
hâlâ bizimkilerle, tuncay n’apıyor?"
"o, öldü" dedim.
"nasıl lan? ne zaman?"
"rotherdam.. intihar.. ya bu konuyu
geçelim mi? şu müziği de kapat lütfen, duygusal bir boka bağlayacaksın beni şimdi"
işin ilginç yanı, o an çalan şey, pek de
öyle duygusala bağlanabilecek bir melodi değildi ama bazı şarkıların zihninizde
oluşturduğu acısal anı tahribatları vardır. aslında, zamanında o şarkılar güzel
zamanlarınıza aittir, ama artık o güzel zamana ait olan anıları paylaştığınız
insanlar hayatta olmadığı için, o şarkılarda size acı vermeye başlamıştır, cock
sparrer da, bir skin grubu olmasına rağmen, ben de böyle ağlamaklı bir his
oluşturabilir. her neyse geçelim…
"geçelim" dedim, o başka bir
gruba geçince, "bunu da geçelim" dedim.
"a-a, sokucam ama, kalk kendin ayarla
müziğini" dedi. kalkıp kendim ayarladım müziğimi.. ve cock sparrer açıp
yerime oturdum.
"al işte" dedi "bi çatlak
daha, beni az önce bunu kapatmam için kaldırmadın mı yerimden."
"çalınabilecek en iyi şey bu"
dedim ona, "şu an için bu, çok fazla şey çaldırdık insanlara geçmişte,
elimizde de kala kala çalınabilecek üç beş şarkı kaldı, onları da çaldırmaya
niyetim yok."
"lan çok şairsel konuştun ha"
dedi.
"siktir et şairselliği, sen neler yapıyorsun"
dedim.
"ben işte, burada iki öğrenci var,
onlar bana toplam dört yüz kâğıt veriyorlar, kira olarak, ben de onla kendimi
idare ediyorum."
"iyi iş" dedim "güzel"
"sen çalışıyor musun bi yer de?"
"çalışıyordum, artık çalışmak
istemiyorum, çalışma eylemine eskiden de karşıydım biliyorsun"
"evet, ee? geçim?"
"bir kaç web sitesi yapıyorum
isteyene, evden, öyle bir şeyler."
"ha iyi o zaman" dedi,
"özlem n’apıyor?"
"hay sokayım ya, o da öldü."
"herkes ölmüş lan, seçil"
"ha bak o almanya’da, evlendi"
"refikle mi?"
"yok be güzelim, ne refik’i, babası bi
herifle evlendirecekti ya o zamanlar seçil’i"
"ya onu biliyorum, hatırladım şimdi,
ee?"
"öyle işte, yılda bir kere türkiye’ye
ailesinin yanına geliyor, yazları, yakında gelir, haber veririm sana da,
takılırız."
"anlaştık, şey, bir şey daha sorucam
ama, gene öldü diyeceksin diye korkuyorum"
"refik n’apıyor bilmiyorum, son iki
yıldır haber alamıyorum, en son 2007 yılında geldi izmir'e, sonra bi daha ses
çıkmadı, hayatta mı bilmiyorum"
"kötü ya" dedi
"kötü" dedim, "her şey
fazlasıyla kötü ve sıkıcı ve saçma"
"çok haklısın"
"senin şu çatlak karı n’aptı?"
"kim?"
"ya vardı ya bi tane, adını
unuttum"
"valla ben de unuttum"
"geçelim o zaman"
sonra işte, iki şişe şarap tükendi, ve bir
şişe yarıya inince, gidip iki şişe daha aldım, geldim, geldiğimde, uzandığını
gördüm, ışığı kapatıcakken, kalktı ve
"n’apıyorsun?" dedi
"sızdın sandım" dedim
"bana tecavüz edicektin yani"
dedi gülümseyerek, fazlasıyla sarhoştu.
"aklımdan böyle bir şey geçirmedim
değil hani" dedim gülerek.
geçirmemiştim aslında, ama isteseydi de ret
etmezdim, ruhuma defalarca tecavüz edildikten sonra.. sonra dönüp sikindirik
bir grup açtı bilgisayardan, ama çaldıkça sikindirik olmadıklarına karar
verdim. bazen bazı şeyleri sonradan seversiniz, ve sonradan sevdiğiniz şeyler,
daha kalıcı bir bağ oluşturur. benim this empty flow aşkımda olduğu gibi.
geçelim.
gecenin ikisine geliyordu saat. konu tekrar
tuncay'a döndü
"çok sevdim onu biliyor musun?"
dedi
"yok, hayır" dedim
"ama işte, şu ebru çatlağı yüzünden bi
türlü itiraf edemedim, hoş gerçi itiraf etsem de sonuç değişmezdi, tuncay başka
bir âlemde yaşıyordu, kendisini kapatmıştı, benimle beraberken araya üçüncü bir
hatun almasına uyuz oluyordum"
"o, böyleydi" dedim
"duygusal boşluğa bir an bile fırsat vermiyordu, yeni bir acı daha
çekmemek için ki ben de artık bunu yapıyorum"
"yani değişim" dedi
"yani dönüşüm" diye düzelttim
"en doğrusu bu aslında" dedi
"uyuyalım artık, ben çok sarhoş oldum"
"olur"
ayrı kanepelerde sızdık ve sabahın
yedisinde bi baş ağrısı ile uyanıp sağa sola dönerek tekrar uykuya daldım bir
süre sonra. tamamen uyandığımda, saat ona geliyordu. gözlerimi açtım ve
nilay'ın dün gece bıraktığım yerde olmadığını gördüm, müzik açıktı ve magenta
skycode çalıyordu, this empty crow, aynı şarkı dönüp duruyordu, dün gece müzik
üzerine de konuşmuştuk ve sabahına hatunun tavsiyelerimi ciddiye aldığını
gördüm.
9 sene önce olduğu gibi, banyodan üzerine
bir havlu sarıp çıktı ve karşı koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. elimde
yarıya kadarını içtiğim bir sigara vardı. gülümsedi. gülümsedim. hatırlıyorduk
geçmişi, tüm detaylarıyla hem de, güzel bir şeydi bu. yani, ortak bir geçmişe
sahip olduğunuz insanlarla bazen nostaljiye dalmak güzeldir, geçmişte takılıp kalmadığınız
sürece, sorun yok.
"son sigara" dedim, "içer
misin?"
"sen onu bana ver, bakkala inip bira
ve sigara al" dedi.
"tamam" dedim, hâlâ sağlığımıza
önem vermiyor, kahvaltı yerine sigara, çay veya meyve suyu yerine alkol
alıyorduk, hiçbir şey değişmemişti geçen onca sene içinde. aslına bakarsanız, o
gün bir tesadüf daha olmasını istedim, yani şu hatunun evinde kalan
öğrencilerden birinin de, yıllar önce özlem'in bileklik hediye ettiği o 16 yaşındaki
lise öğrencisi olmasını. ama bu kadarı da fazla olurdu zaten. her neyse işte,
bakkala gidip geldim. yıllar içinde değişen bir şey de, artık paramızın, bizi
idare edicek kadar olmasıydı ve sefalet içinde yaşıyor sayılmazdık, biraz sınıf
atlamıştık belki de, ve hiç değilse artık birilerinden bir şeyler yürütmemize
gerek kalmıyordu, artık çok fazla uyarıcı veya türevlerini de kullanmıyorduk.
ve eve geldiğimde, hatunun, bir sehpanın üzerindeki iki tutam cigara ile
oynaştığını gördüm
"bulmuşsun" dedim, dün iki saat,
o otu aramış ama bulamamıştı.
"buldum, aradıklarımı aramadığım zaman
buluyorum."
"arayan belasını bulur derler” dedim.
"o zaman bu şey bir bela değil"
dedi cigarayı kast ederek
"değil tabiyki de" dedim.
"çok sık içiyor musun hâlâ?"
"artık, yılda bir kaç kez sadece"
"ben de. sarmayı öğrenebildin mi?”
“yok, hâlâ iyi saramam, sana bırakıyorum.”
sonra bir üçlü sardı ve tükettik, sonra
sevişmeye başladık. nasıl oldu bilmiyorum. bir anda öpüşmeye başlamıştık. sonra
üzerime çıktı, sonra üzerine çıktım. her şey bir anda olup bitti. tüm acımı
boşalmışım gibi hissettim boşalırken. acı çektim yani gerçekten. ruhumu,
filtreli bir vakum gibi emiyor ve sadece zehri alıyormuş gibi hissettim, beni
emerken. crack'in, ağızda bıraktığı o tuhaf tadı hissettim, onu yalarken de.
sonra işte, her şey bir anda olup bitti ve perdeler hâlâ örtük, ışıklar da hâlâ
sönük olduğu için, loş bir ortamda, biraz beraber olup, öğlene doğru da sıkı
bir kahvaltı yaptık. sonra bana
"ee, başka neler yapıyorsun oğlum
anlatsana" dedi
"sen kaç yaşındaydın ya" dedim
"ohoo, âşık mı oldunuz efendim"
dedi
"sikmişim aşkı" dedim
"ha iyi o zaman, otuzu geçeli üç yıl
oldu"
"otuza üç yılım kaldı"
"tehlikeli"
"ney?"
"otuza yaklaşmak"
"yaşlanıyoruz kızım"
"hâlâ hayattayız hiç değilse"
dedi ve bir pot kırdığını fark ederek özür diledi,
"siktir et ya" dedim, biz de
ölücez zaten, şunun şurasında kaç senemiz kaldı ki?"
"ee başka?"
"başka bişi yok" dedim
"yazmıyor musun artık"
"ya bırak o hikâyeyi, internette var
işte, girer bakarsın, siktir et"
"tamam, peki"
sonra tutup, bok varmış gibi, akşama doğru,
kafalarımız iyice demlenmişken, fonumuza melankolik bir şeyler açtı ve bu bana
hiç iyi gelmedi... bu, o’na da hiç iyi gelmedi. hepimizin, geçmişte, benzer
acıları vardı, tüm insanların, ama acınızı acısına ekleyip sizle beraber
ağlamak yerine, teselli etmeye çalışan, ya da abarttığımızı vurgulayan, ya da
"herkes aynı şeyleri yaşıyor" diyerek acınızı normalleştirmeye
çalışan herkese kin besliyorduk. hepimizin benzer sorunları vardı sonuçta,
paraya ihtiyacımız vardı, yalnız kalmamaya ihtiyacımız vardı, yalnız kalmaya da
ihtiyacımız vardı, bazen sevişmeye, bazen de âşık olmaya ihtiyacımız vardı, ve
yaşadıklarını abartan herkese de kin besliyorduk.
"bazen" dedi bana "şu
televizyon dizilerini izliyorum da, işte yalnızım bu aralar, bizim kızlar
memleketinde, canım sıkılıyor, izliyorum, ve 'ne yaşadınız ki ne yazıyorsunuz’
diyesim geliyor o fotokopi senaristlere" dedi "kimse, gerçek hayatı
anlatmıyor" dedi "kimse, gerçek hayatını da anlatmıyor" dedi
"o yüzden ben de böyle kendi kendime, evimde yaşayan öğrencilerle, dönem
dönem değişen öğrencilerle oyalanıyorum." dedi
"güzel bence" dedim,
"geçmişte yaşanan her şey, artık bana çok fazla geliyor" dedim,
"o yüzden, pek evden çıkmıyorum" dedim, "insanlarla pek iletişim
de kurmak istemiyorum" dedim, "insanlar çok saldırgan" dedim,
"çok benciller, seni ya dönüştürmek ya da sindirmek istiyorlar" dedim,
"ve sürekli yardım istiyorlar, kimse kendi işini kendisi göremiyor, hep
birilerinin üzerine yıkmak istiyorlar" dedim.
"haklısın" dedi "neyse ki
işte, bi evim var, idare ediyorum bu şekilde, kira falan."
"öyle" dedim "ben de ailem
ölünce n’apıcam bilmiyorum."
"sen onlardan önce ölürsün" dedi
gülerek, "şey kızma, şaka yapıyorum"
"haklı olabilirsin" dedim gülerek
"ama ölmem ben, büyüyünce çok zengin olacam."
"büyük adam olucaksın ha" dedi,
gülüyorduk.
"büyük adam olacam evet, ülkeyi
kurtarıcam."
"dünyayı kurtaran adam" bi
kahkaha attı.
"dünyası kurtadam, madam" dedim,
bi kahkaha daha attı, benzetmemi anladığına
sevindim. çoğu zaman insanlarla konuşurken beni anlamadıklarını düşünüp
irkiliyordum, dünyası kurt adam, gece ve gündüz, gündüz ve gece.. dön dolaş..
dolunay. pisagor teoremi. crack'in, ayrışmadan önceki o saf hali. ve ruhun
acıya bulanmadan önceki, umutlu hali. ve gecenin, üzerimizdeki dinginlik ve
melankolik hali. ve gündüz insan kalabalığı olan sokakların, mide bulandırıcı
yan etkisi. sonra işte, o gece de orda takılıp, sabahın beşinde, pederin emekli
maaşını çekmek için çıktım evden, sabahın beşinde çıktım, çünkü daha sonra
güneş doğucak ve çok fazla sıra olucak ve çok fazla insanla muhatap olmak zorunda
kalıcaktım. çevik bir’den, heykele doğru sapıp, oradan da sürücü kursuna doğru
dönüp ilerledim.
bizim buralar geceleri hareketlidir, üç beş
tane çorbacı ve lokanta var, sabaha dek açık, onların önünden geçtim, üçü kapatmıştı,
ikisinde hâlâ müşteri vardı, masaları toplayan ve yerleri süpüren garsonlara
kolay gelsin ve günaydın deyip bir tanıdık daha çıkmaması için dua ettim.
nilay, bir tanıdık olarak iyiydi ama kimi eski tanıdıklar, artık görmek
istemediğiniz ama sizi görmek için can atan insanlar olabilir. sonra işte
bankamatiğe gittim, parayı çekip eve gelip, sıfırladım parayı. faturalar
ağzımıza sıçarken, hâlâ bir kaç insanın o sihirli kahkahâlârını ve hüzünlü
neşelerini, hüznün neşesini, bizden esirgemedikleri için, -ve hiç olmazsa hâlâ
bizi kamufle edicek bir evimiz olduğu için, kendimi şanslı hissedip, şarap
kokan nefesimle uykuya daldım.
zihnimin içinde dönüp duran film
şeritlerinin canı cehenneme, yaşandı ve bitti ve artık yaşanabilecek bir hayat
yok önümde... uzatma dakikaları. ve yenik
durumda olduğumuzu söylüyorlar durmadan, oyuna dahil olmadığımız halde. ve
skoru değiştirebilecek bir atağa kalkmak konusunda hevesimiz yok, sahayı terk
etmeye hazırız.. hepsi bu.. bir üstünlük savaşı gütmeden süren ve berabere
biten bir kaç iyi gece daha yaşamak, kâfi.
başlık, magenta skycode’un bir şarkısının
adıdır
21 mayıs 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder