21 Mayıs 2009

this empty crow

this empty crow

1.
sabah, nefes nefese uyandım. ve kustum. berbat bir şekilde, kaldığım odanın ortasına. kanla karışık bir sıvı, çünkü midem bomboştu. ve nefes alamıyordum. bir an için öleceğimi düşündüm ama ölmedim. sonra bir sigara yakıp, ölümü askıya almaktan vazgeçtim. “geliceksen gel orospu çocuğu” dedim azraile, orgazmı geciktirme, sikip durduğun yeter, ağrılara dayanamıyorum artık, geliceksen gel. bekledim, cevap veren olmadı. sonra kusmuğumu temizleyip, balkona çıktım.

kendime bir kahve yapıp balkona çıktım ve bir sigara daha yaktım. sabahın yedisiydi ve işe giden insanlar geçiyordu sokaktan. bu sokak bana ilham veriyordu. yazıcak bir şeyler bulmak için, sokağa çıkmama gerek yok, zaten fazlasıyla insan geçiyor sokağımdan. ve sabahın bu saatinde, işe giden insanları görmek, onlara bakmak, yüz ifadelerini görmek, onların beni görmesi, yeteri kadar çok malzeme sağlıyor bana, sallapati şeyler üretmek için.

bir de, yaşanan bir gerçeklik var tabii, yaşanıp bitmiş olan, ve artık sadece bir film şeridi olarak zihinde varlığını koruyan geçmiş zaman dilimi. serserilik yapılan yıllar. serserilik yapıcak gücüm yok artık. ne ruhum ne de bedenim kaldırır sokakları. o yüzden evden çıkmıyorum günlerdir. yani çıkamıyorum. yani canım istemiyor. yani kendimi eve hapsettim. zaten sürekli olarak nefesim tıkanıyor ve nedense insanlar beni her gördüğünde, daha iyi görünüyorsun, diyor. garip. her neyse. olayımı daha fazla trajik hale getirmek istemiyorum, işin komik tarafını ele alıp gülelim. ne dersiniz? eğlenceli şeylerden bahsedelim... geçenlerde bir eleman, hiçbir şey yaşamamışsın, o yüzden hep aynı şeyleri yazıyorsun, dedi, yani bu tip bir eleştiri yaptı, cevap vermedim, cevap vermeye gerek duymadım, çünkü ne yaşadığım ya da ne yazdığım, açıkçası, sadece beni ilgilendirir. ve ne yaşadığımın fazlasıyla farkındayım. ama artık, yeni bir şeyler yaşayabilecek kadar enerjimin olduğunu düşünmüyorum. o yüzden, eski hikayelerle, yaşanmış gerçek aşk hikayeleri ile, ehaha, o ne demek lan, baştan alalım, yaşanmış saçmalıklarla yolumuza edelim.

2.
uzun zaman önceydi. alsancak’ta, kıbrıs şehitlerine yakın bir evde kalıyordum. tuncay ve refik'le beraber. o günlerde, refik, istanbul’daydı, seçil ile beraber, bir kaç incik boncuk ve satılabilecek başka şeyler araştırmaya gitmişlerdi. ben de tuncay'a refakat ediyordum diyelim. gerçi tuncay'ın da benim refakatime ihtiyacı yoktu, çünkü, nerdeyse her gün, bi hatunla beraber oluyordu. o geceyi, farklı olarak, iki hatunla beraber geçirmişti.

sabah. bu kez tuncay, bir öksürük krizi ile uyanmış ve doğruca tuvalete koşmuştu. öksürük ve öğürtülerine uyanmış, uzandığım yerde bekliyordum. salonda. odadan iki hatun çıktı, birinin boyu kısa, diğerinin uzundu. uzun olanın altında bir şort vardı sadece ve bacakları epey güzel görünüyordu, arzulamadım ama onu, hiç kimseyi arzulamıyordum o yıllarda, kafayı başka şeylerle bozmuştum. her neyse, hatun benden biraz büyüktü, 24 yaşlarında falandı yani, ben de on sekiz civarlarındaydım o yıllarda.
"n’aber dostum" dedi bana hatun, gözlerimin açık olduğunu görünce.
"hiç" dedim, "başım ağrıyor."
"birazdan bi kaç şey alırız, geçer" dedi, uyuşturucudan, ya da uyarıcılardan ya da alkolden bahsediyordu, bir şeyler işte, nefes almak, meyve suyu içmek ya da kahvaltı etmek daha mantıklıydı aslında, yani eğer yaşamak istiyorsan bunları yapman gerekiyordu, ama o günlerde o evde yaşayan hiç kimsenin yaşamak istediğini sanmıyorum. ya da şöyle diyelim, yaşlanıcak kadar yaşamak istediğini. evet, böylesi daha doğru oldu. her neyse. kısa boylu olan hatunun üzerinde gecelik türevi bir elbise vardı, gecelik olup olmadığını bilmiyorum, askılı, altı etek olan, buluz gecelik karışımı bir şey işte. "sigara kaldı mı" diye sordu bana başını tutarak, kötü görünüyordu, oldukça kötü, uzandığım yerden cevap verdim, "gidip alırım birazdan"

gelip yanı başımdaki koltuğa oturdu. adı nilay mı neydi hatunun, öyle bi şey, nilay diyelim. diğerinin, yani uzun boylu olanının adını hatırlamıyorum, ona da ebru diyelim. hikâyenin daha kolay anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi için, isimlerin önceden belirtilmesi önemli gibime geliyor. her neyse, daha sonra tuncay döndü ve "iyi misin adamım" dedi bana.
"idare eder" dedim "para kaldı mı ya? sigara alayım."
"kalmadı" dedi.
"yazdırıyorum o halde."
"dene bakalım."

ayağa kalkıp üzerime bir şeyler giydim ve salondan çıkıp, kapıyı açıp, merdivenlerden indim güç bela. o yıllarda bedensel açıdan iyi durumdaydım, bronşit başlangıcı yoktu, iki pnömotoraks ameliyatı olmamıştım henüz, psikoz yoktu, paranoya yoktu, acı yoktu, umutsuzluk yoktu, kendini güvende hissetmeme hali yoktu, boşluk yoktu, korku yoktu, asla yok olmayan her şeyin hala var olduğu zamanlardayız oysa şimdi, o zamanlar farkında değildik bunun, hepsi bu. vs vs vs…

hâlâ bir şeylerin biraz daha yaşanabilir kılınacağına dair, ya da gelecekte işlerin yolunda gideceğine dair bir umut taşıyordum içimde o yıllarda. şimdi umut etmenin ya da umutsuz olmanın arasında pek fark gözetmiyorum. her ikisi de hikâyeden ibaret. ne kadar umutlu ya da umutsuz olursanız olun, yaşadığınız hayat, sadece size bağlı olarak şekillenmediği için, ancak, her şey sonuçlandıktan sonra mutluluk ya da mutsuzluk oranlarınızı belirliyor, bu umut safsatası.

eğer bir olayın gerçekleşmesi için, çok fazla umut beslerseniz, ve sonucunda gerçekleşmezse, ciddi bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. eğer umut etmezseniz de, zaten bir şeyin gerçekleşmesi için çaba sarf etmiyorsunuz. bu kez de, kendi kendine, veya başkalarının desteği sayesinde, umutsuz bir vaka gerçeğe dönerse, o zaman bu sürprizden dolayı, aşırı mutlu olabiliyorsunuz. falan filan. ya da kısaca, aptal kelime oyunları. beni artık, o kadar da mutlu edicek bir şey kaldığını düşünmüyorum, dünya üzerinde. müzik sadece, hepsi bu. güçlü tınılar. geçelim.

bakkala gittim ve "günaydın abi, sigara alıcaktım" dedim
"borcunuzu ne zaman ödeyeceksiniz" dedi
"en kısa zamanda diye söyledi tuncay" dedim, "refik istanbul’a, bazı dostlardan borç almak için gitmiş." yalan söylüyordum ve inanmadı elbette.

her neyse işte, sonuç olarak sigarayı vermedi adam. “önce borcunuzu ödeyin lan” dedi. ben de dönüşte yoldan geçen birinden tek bir sigara isteyip eve döndüm. giderken kapıyı açık bıraktığım için, direkt salona girdim ve salon boştu. tuncay'ın odasının kapısı kapalıydı. gene vuruşuyorlar herhalde deyip ses çıkarmadım. sigarayı yaktım ve içmeye başladım, sigara yarıya inmişken banyonun kapısı açıldı ve içerden nilay çıktı. üzerine bir havlu sarmıştı. karşıma oturdu ve “paket nerde?” dedi.
“paket yok vermedi eleman, yoldan geçen birinden tek aldım”, dedim
“bi nefes içeyim o zaman” dedi.
“al geri kalanı iç” dedim.

uyuşturucu kullanılan bir ortamda, gerçekten paylaşım denilen şeyin bokunu çıkartabilir, sonraki döneminizde de, herkesi paylaşımcı zannederek üst üste bir dolu kazık yersiniz. her neyse, sigarayı aldı hatun ve bacak bacak üzerine atarak gerindi, bacakları güzel görünüyordu, ama ben daha çok saçları ile ilgileniyordum. uzun siyah dalgalı saçları ile. her neyse, daha sonra bana
"sen özlem'in sevgilisisin değil mi?" dedi
"bilmiyorum, değiliz galiba" dedim
"nasıl yani?" dedi
"boş ver" dedim "karışık bir konu bu"
"onu seviyor musun?"
"o da beni seviyormuş ama birlikte değiliz"
"neden?"
"bilmiyorum"
"kendisine sormadın mı?"
"bira içelim" dedim ve ayağa kalkıp mutfağa gittim.

biliyordum aslında sorduğu soruların cevaplarını, ama herkesin bir noktaya kadar içlerine girmelerine izin verdikleri insanlar vardır, o noktadan sonrası tehlikeli olabilir, çünkü çok fazla kişisel sır, çok fazla bağlantı ve bir süre sonra, eğer o insan fazlasıyla içinize girmiş, duvarınızı aşmış ve her şeyinizi deşifre etmişse, duygusal bir boku da başlatabiliyor bu, ve ben insanlara soru sormayan biriyim, kimse de benim gibi, bir noktaya kadar saydam olmadığı için, işler tek taraflı yürüyor. o günlerde biraz kapalıydım, pek konuşmuyordum. her neyse, elimde iki şişeyle geri döndüm ve iki şişeyi de tuncay kapıp, birini ebru’ya verdi, "eyvallah adamım" diye gülerek. odadan çıkmışlardı. gidip iki şişe daha alıcakken, nilay kalktı yerinden ve “sen otur ben alırım” dedi. bu sırada ebru bana dönüp “seninle de sevişsek fena olmaz ha” dedi bir kahkaha atarak, “neden aramıza katılmadın dün gece?”

“onun bazı sorunları var” dedi tuncay.
“ne o lan, eşcinsel falan mısın” dedi ebru bana.
“aşık olduğu bir kadın da var aynı zamanda” dedi tuncay, “çocuğun üzerine gitme.”
“tamam tamam şaka yapıyordum” dedi ebru.

benden yaşça büyük bir kaç insanın arasında durmuş, benim hakkımdaki konuşmalarını dinliyordum ses çıkarmadan.

“biraz garip bir çocuk ama” dedi ebru içeri girip, “hiç konuşmuyor.”
“zamanla konuşmayı öğrenicek” dedi tuncay “benim gençliğime benziyor.”
“oho ho” dedi ebru, “yaşlanmış gibi konuştun.”
“yaşlandım” tabii dedi tuncay, “baksana şu halime, saçlarım dökülüyor.”
“bu çocuk iyi yazıyor ama” dedi nilay.
“işe yaramaz” dedi tuncay, “o şekilde yazmanın, yaşama pozitif bir etkisi olmaz. bakın, ben bıraktım yazmayı, arada sırada saçmalarsam da, bi köşe de unutuyorum.”

tuncay sürekli konuyu benim üzerimden kendine çekmeye çalışıyor, bu iki hatun da bana odaklanmaya çalışıyordu. o yıllarda, bir idiottan farkım yoktu, gerçi hâlâ yok, ama o zamanlar sessiz bir idiottum, şimdiyse konuşan, tepki veren ve ufak bir underground üne sahip bir idiotum. kısaca değişen bir şey olmadı geçen ona sence içinde. tuncay haklıydı, yazmanın, yaşamıma en küçük bir artısı olmuyordu, yaşamını sürdürmekten ziyade delirmemek ve konuşacak kimse bulamadığın için yazıyordun. sonrasının bir anlamı olmasa da, yayınlıyordun üstüne. insanlar gelip tebrik ediyordu, sen de eyvallah deyip geçiyordun, hepsi bu.

sonra dışarı çıktık, ebru ve nilay evlerine gitti. ben de tuncayla beraber, takı tezgahı açmaya. aralık ayı mı neydi. öyle bir şey. iki bin yılı. hava hafiften kapanıyordu ve yağmur çiseliyordu, ama paraya ihtiyacımız vardı, gerçekten paraya ihtiyacımız vardı ve böyle kapalı, kasvetli, sıkıcı günlerde, pek satış olmayacağını bilsek de, o tezgahı açmak zorundaydık. anlıyor musunuz? yolda gördüğümüz iki elemandan birer sigara alıp yolumuza devam ettik, tezgâhı açtık, takıları ve bir kaç ilginç aksesuarı sergilenebilecek şekilde dizdikten sonra, beklemeye başladık. bu sırada tuncay, iki hafif ölçekli uyarıcıdan bir kaç tablet verdi, ikisini karıştırınca, kendini üç dört saat kadar enerjik hissediyordun. bunlar, eczaneden reçeteyle alabileceğiniz ama almanın da kolay olduğu iki haptı.

tuncay çalmıştı bunları, tezgâh açacağımız yere gelirken girdiğimiz bir eczaneden. ben hatunu, kekemeliğimle oyalarken, o iki dakkada işi bitirmiş ve dışarı çıkmıştı. ardından ben, zaten türkiye’de bulunmadığını bildiğim bir ilacın, türkiye’de bulunmadığını söyleyen hatuna “teşekkür ederim, tamam amerika’ya dönünce tedarik edeceğim o halde.” dedim ve çıktım..

amerika’yla bir bağlantım falan da yoktu, yalan söylüyordum. eğer, ihtiyacınız olan şeylere erişmeniz engelleniyorsa, her türlü yalan dolana başvurmak zorunda kalırsınız ve bu da sizi vicdani olarak pek rahatsız etmez. böyle diyordu tuncay, kapitalizm herkesin birbirini düzmek zorunda olduğu bir sistem, diyordu, eğer olayı vicdan meselesi haline getirir ve emeğinin hakkıyla kazanmaya çalışırsan, aç kalabilirsin. o yüzden, geçimini sağlayabilecek kadarını, geçimini sağlayabileceğinden fazlasını kazananlardan çalmalısın, bu senin en doğal hakkın. ben hırsızlık yapmıyorum, adaletimi sağlıyorum, robin hood gibi düşün meseleyi, eşitlik, ekonomik denge unsuru.

tuncay çok fazla kitap okumuştu ve artık okumuyordu, marx, bakunin, kropotkin, hobbes, adam simith, bir sürü düşünür, her koldan… kendince hayatı çözdüğüne inanıyor ve ideolojik hiçbir şeye inanmıyordu artık, ona göre en doğru yaşam biçimi sosyalizmdi ama sosyalistler vicdanlarına yenik düşüp, kapitalizm karşısında ciddi bir tehdit olamadan sefalet içinde ölüyordu. ben ölmeyeceğim, diyordu bana, ben eroin bağımlısıyım, yani zaten ölmüşüm, diyordu, o yüzden bir daha ölmem, ta ki kendi işimi bitirene dek, ama sen hayatını yaşayacaksın, anladın mı beni?

yol boyunca bunları geveleyip durdu ve sonra sevgi yoluna gelip tezgâhı açtık ve bana iki değişik haptan bi kaç tablet verdi işte. ben istiyordum bunları, çünkü o sıralar ben de eroin dışında ne bok bulursam içiyordum.. aslında eroine de başlayacaktım ama tuncay ve refik, böyle bir durumda beni öldüresiye döveceklerini, hatta kordonda denizden aşağı atabileceklerini söylemişlerdi ve çok ciddiydiler bunu söylerken, çok sinirliydiler. "biz zaten bu boka bi kere bulaştık adamım" demişti bana refik, "bak, şimdi çıkamıyoruz işin içinden, bir de sen başlama, diğer her ne bok istiyorsan iç, onlardan kurtulabilirsin, zamanı geldiğinde."

ki öyle de oldu.. kurtulmadım gerçi ama kontrol ben de, yılda bir iki üç kez geri dönerim.. "bir tur daha dönelim - öldür şunu - elimdeki ölü - kaşık nerde? peki ya çakmak?" geçelim.

her neyse işte, tezgâhı açıp beklemeye başladık... bir satış yaparsak, bir sigara alabilecektik.. bekliyordum. kimse geçmiyordu yoldan. sabahın dokuzuydu. hafiften yağmur çiseliyordu, biz de üzerimize iki eski püskü yağmurluk geçirmiş, tezgâhın üzerine de dört çıta ve bir poşetten güzel bir kapalı tribün inşa etmiş, bekliyorduk. sefalet.

20 ya da 25 dakika, hiç konuşmadan geçti. tuncay öylece durmuş, yere bakıyordu. ben de öylece durmuş yere bakıyordum. boş bakışlar. sonra,
"moruk, kafayı yiyicem ya" dedi.
"ben yedim bile" dedim.
"anasını sikeyim, kimse geçmiyor arabalar dışında.”
"n’apıcaz?"
"bilmem, bekliyoruz işte, bekleyelim"
"hıhım"


beklemeye devam ettik, hilton oteline yakın bir yerdeydik ve o caddeden arada bir arabalar geçiyor, arada bir insanlar geçiyor, ama kimse dönüp tezgâhı açtığımız sokağa girmiyordu, bizler de öyle çığırtkan insanlar değildik, gerçi tuncay, kafası biraz daha iyi olsa, yoldan geçen insanları her türlü tezgâha çeker ver bir şeyler kakalardı da, henüz o seviyeye gelmemişti. hem yoldan geçen insanların çoğu da işe veya okula giden insanlar olduğu için, onun on dakika sürecek olan pazarlama nutkunu dinleyecek zamanları olmazdı.

"tek mi çift mi oynayalım" dedi tuncay.
"anlaştık" dedim.

tek mi çift mi şöyle oynanır; yoldan geçen arabaların son rakamlarına göre, bir kişi tek, diğeri çift der. böyle saçma salak bir oyun, ama can sıkıntısını öldürmeye birebirdir. ve tuncay, tek, dedi, ve ben, çift, dedim, ve arabaları beklemeye başladık. bu kez de araba geçmemeye başlamıştı. her şey ters gidiyordu. ve telefon çaldı, tuncayın telefonu, çünkü o sıralarda benim kendime ait bir telefonum yoktu, olsaydı da çalmazdı gerçi, hâlâ çalmaz…

her neyse, dönelim geçmişe, elimizde bir tek geçmiş güzel günler kaldı. arayan ebru’ydu ve aşk masalları sallıyordu tuncay'a, tuncay da lafı dönüp dolaştırıp sekse getiriyordu. sonra kapattılar telefonu ve tuncay bana dönüp, “geçen araba oldu mu moruk” dedi.
“yok olmadı moruk” dedim.
"nilay çok iyi bir kız" dedi “ama bu ebru kaltağı kıskançlık krizine girmiş, salak, geri zekalı kaltak"
"boş ver" dedim, "nilay’ı ben de sevdim, ama ebru gerçekten rahatsız edici"
"neyse, insanlarla sevişmeye başlayınca, onları daha iyi tanıyorsun aslında, en yalın hallerini görünüyorsun yatakta, sadece bedenen çıplak olmuyorlar, ruhsal olarak da çırılçıplak kalıyorlar, her şeylerini görüyorsun, tabii görebilecek gözlere sahipsen."
"ben bilmiyorum abi" dedim.
"öğrenirsin zamanla" dedi, "daha yaşayacağın çok şey var."

her neyse, sonra zaman geçti işte. bir kaç takı sattık o gün. akşamüstüne doğru, yoldan bi hatun geçiyordu, tuncay önüne geçip, "kulağınız boş görünüyor ve bu size yakışmıyor hanımefendi" dedi. tuncay hatunları nasıl tavlayacağını çok iyi bilir, her anlamda nasıl tavlayacağını. normalde onun asıldığını düşünürsünüz ama onun umurunda bile değildir hatunlar, o kendi içindeki acıyı yatıştırabilmek ve geceyi atlatabilmek ve yalnız kalmamak için hatunlarla beraber olduğunu söyler, ve doğruyu söylüyordur ve gerçekten ağzı da iyi laf yapar. hatun dönüp "şey ben, ne desem bilemedim" dedi.
"bir şey demeniz gerekmiyor" dedi, "deneyin ve görün, yeter." gülümsedi hatun, ve sonra tuncay eğilip bir kaç küpe gösterdi hatuna, bi kaç da laf çevirdi, ve sattı küpeyi.

bu şekilde geçiyordu günler, kimi zaman yüz kağıt topluyorduk, kimi zaman hiç, kimi zaman bir şeyler çaldık, kimi zaman bir şeyler hediye ettik insanlara, bir keresinde bi lise öğrencisi gelmişti, henüz on altı yaşındaydı, ve bir bilekliği çok sevdi, o gün özlemle beraberdik tezgahta. "uf ya bu çok güzelmiş" dedi lise öğrencisi, bana dönerek fiyatını sordu, söyledim, “ya çok pahalıymış ama” dedi “yani aslında pahalı değil de işte, bana pahalı geliyor.”
"al" dedi özlem ona, "ben yaptım onu, hediyem olsun."
"a-a, sen mi yaptın?" dedi hatun.
"hıhım" dedi özlem "ama işime yaramıyorlar, senin işine yarar belki, sana şans getirir bakarsın, hediye etmek istiyorum, ama derslerine sıkı çalış oldu mu, ve ne olmak istiyorsan büyüyünce, o olmaya çalış."
"çok teşekkür ederim abla ya" dedi hatun "şey ben, karşılığında bir şey vermek istiyorum ama, şey, yani."
"tamam, önemli değil" dedi özlem "al ve git. o, senin, kaybetme, kendini de kaybetmemene yardımcı olur belki."

3.
sonra zaman geçti işte, ışık hızıyla hem de... ve bir kaç gün önce, sabahın altısında, balkonda oturuyordum. hava aydınlanmak üzereydi ve insanlar işe gitmeye hazırlanıyordu yine. evim birinci kat olduğu için, yani sokağın zeminine paralel olduğu için, yoldan geçen herkesle göz göze geliyordum. yan taraftaki evin balkonuna bir hatun çıktı, oturup bir sigara yaktı, bu hatunu ilk kez görüyordum, normalde o evde böyle biri yaşamıyordu. 30 yaşlarındaydı hatun, ama çökmüş görünüyordu, her neyse bir ara göz göze geldik ve "günaydın" dedim, "günaydın" dedi ve şaşırdı, "ben seni tanıyor muyum?"
"ben seni ilk kez gördüm ama ben burada yaşıyorum, normalde böyle durumlarda bi günaydın derim insanlara."
"hmm anlıyorum, sen bana hiç yabancı gelmedin ama"
"nasıl yani?"
"ben seni tanıyorum, diyorum, yani yanılmıyorsam"
"yanılıyorsundur umarım"
yüzünü ekşitip, "bu ne demek" diye sordu
"hiçbir şey demek değil, tanımıyorum seni" dedim, iş koymaya çalışan hatunlardan biri olduğunu düşünüyordum, ve pek insan canlısı biri de değilimdir. her neyse,
"ya belki karıştırıyorumdur ama girdap mı adın" diye sordu.
"ha siktir, ya sen kimsin?" dedim.
"nilay" dedi.
tekrar "ha siktir" dedim, "şu bizim dokuz sene önceki nilay mı?"
"ta kendisi."
"çok değişmişsin."
"sesinden tanıdım aslında seni, sen de değişmişsin."
"değişiklik iyidir" dedim, "napıyorsun burada."

balkondan balkona konuşuyorduk. tesadüfün böylesi. sonra bana içeri girmek zorunda olduğunu, burada teyzesinin yaşadığını, kendisinin çevik bire yakın bir yerde bir evi olduğunu ve evini iki öğrenciye kiralayıp, onlarla beraber yaşayarak yaşamını sürdürdüğünden bahsetti, sonra öğlen buluşmak üzere evlerimize geri döndük..

4.
gidip biraz daha uyudum ve öğlene doğru kalkıp balkona çıktım, nilay balkonda oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, bekliyordu
"ne bekliyorsun bakalım" dedim.
"şşş sessiz ol, içerde eniştem var" dedi.
"tamam, dışarı çıkalım mı" dedim.
"akşamüstü beşte heykelde buluşalım" dedi sessizce.
"anlaştık" dedim ve içeri girip biraz daha uzandım, kitap okuyordum uzandığım yerde, zen üzerine yazılmış bir kitap daha, yani kitabın konusu zenle zerre alakalı değil, ama zen üzerine yazılmış, anlatabiliyor muyum?

her neyse, sonra akşamüstü beş oldu ve heykele çıkıp nilay'ı gördüm, yanına gittim, sarıldık, "ee n’apıyoruz?" dedi.
"bilmem" dedim "açıkçası mekânlar bana dokunuyor."
"bize gidelim mi?"
"evde başka kim var?"
"şu aralar boş, bizim kızlar ailelerinin yanına gitti."
"tesadüfler silsilesi devam ediyor" dedim.
"siktir et tesadüfleri, neler yapıyorsun anlat bakalım" dedi.
"hiç" dedim, "bildiğin gibi her şey"
"lan oğlum hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki, hâlâ konuşamıyor musun yoksa?"
"yok yok, o sorunu çözdük, gördüğün gibi."
"evet, daha rahatlamış görünüyorsun."
"eskiden içim rahattı, şimdi dışarıdan rahat görünüyorum, ters yüz edildim." bi kahkaha attım, o da bir kahkaha atıp, "ne içiyoruz" dedi.
"ya şey, bende"
"ya, siktir et parayı şimdi, ne içiyorsun" dedi.
"şarap" dedim, bi markete girdik, üç şişe şarap, iki paket sigara alıp çıktık, iyi görünüyordu hatun, sadece biraz çökmüştü, hepsi bu, hâlâ uyuşturucu kullanıp kullanmadığını merak ediyordum aslında ama sormaya gerek duymadım, onunda sormaya gerek duymadığı ve sormaya çekindiği sorular olduğunu biliyordum, zamanla her şey açığa çıkardı nasılsa. bir apartmana girip beşinci kata tırmanmaya başladık. o önden çıkıyordu ve altındaki eteğin altından bacakları hâlâ enfes görünüyordu açıkçası. etkilendiğimi inkâr edemem, ama gecenin sonunu, akıcak olan muhabbet belirleyecekti. sonuçta, iki çift geyik döndürüp, dünya görüşünüz hakkında da iki üç politik saçmalık zırvalayamadıktan sonra, bir hatunla düzüşmenin anlamı yoktu, ön sevişmenin de öncesi ön muhabbetti belki. benim de aklımda, açıkçası hiç, bu hatunun evine gideyim de bir güzelim düzüşelim gibi bir saçmalık barınmıyordu, eski bir dostla tekrar karşılaşmak, moralimi düzeltmişti, hepsi bu.

her neyse eve çıktık ve içeri girdik. müzik açtı,
"ne dinlersin" dedi
"aç bakalım sen bir şeyler" dedim
“o halde biraz nostalji yapacağız" dedi ve cock sparrer açtı bana.
"yapma bunu" dedim.
"yaptım bile" dedi.
"ağlatıcaksın" dedim.
"neden?"
"neler olduğunu bilmiyorsun."
"anlat o zaman."
"ne anlatayım?"
"neler olduğunu."
"ali ayşe’yi sevdi ve ayşe’nin babası ali’yi öldürdü" kahkaha attım, ama acı bir kahkahaydı.
"bu ne lan şimdi?" dedi.
"böyle şeyler de oluyor hayatta güzelim" dedim.
"bırak şimdi geyiği, görüşüyor musun hâlâ bizimkilerle, tuncay n’apıyor?"
"o, öldü" dedim.
"nasıl lan? ne zaman?"
"rotherdam.. intihar.. ya bu konuyu geçelim mi? şu müziği de kapat lütfen, duygusal bir boka bağlayacaksın beni şimdi"

işin ilginç yanı, o an çalan şey, pek de öyle duygusala bağlanabilecek bir melodi değildi ama bazı şarkıların zihninizde oluşturduğu acısal anı tahribatları vardır. aslında, zamanında o şarkılar güzel zamanlarınıza aittir, ama artık o güzel zamana ait olan anıları paylaştığınız insanlar hayatta olmadığı için, o şarkılarda size acı vermeye başlamıştır, cock sparrer da, bir skin grubu olmasına rağmen, ben de böyle ağlamaklı bir his oluşturabilir. her neyse geçelim…

"geçelim" dedim, o başka bir gruba geçince, "bunu da geçelim" dedim.
"a-a, sokucam ama, kalk kendin ayarla müziğini" dedi. kalkıp kendim ayarladım müziğimi.. ve cock sparrer açıp yerime oturdum.
"al işte" dedi "bi çatlak daha, beni az önce bunu kapatmam için kaldırmadın mı yerimden."
"çalınabilecek en iyi şey bu" dedim ona, "şu an için bu, çok fazla şey çaldırdık insanlara geçmişte, elimizde de kala kala çalınabilecek üç beş şarkı kaldı, onları da çaldırmaya niyetim yok."
"lan çok şairsel konuştun ha" dedi.
"siktir et şairselliği, sen neler yapıyorsun" dedim.
"ben işte, burada iki öğrenci var, onlar bana toplam dört yüz kâğıt veriyorlar, kira olarak, ben de onla kendimi idare ediyorum."
"iyi iş" dedim "güzel"
"sen çalışıyor musun bi yer de?"
"çalışıyordum, artık çalışmak istemiyorum, çalışma eylemine eskiden de karşıydım biliyorsun"
"evet, ee? geçim?"
"bir kaç web sitesi yapıyorum isteyene, evden, öyle bir şeyler."
"ha iyi o zaman" dedi, "özlem n’apıyor?"
"hay sokayım ya, o da öldü."
"herkes ölmüş lan, seçil"
"ha bak o almanya’da, evlendi"
"refikle mi?"
"yok be güzelim, ne refik’i, babası bi herifle evlendirecekti ya o zamanlar seçil’i"
"ya onu biliyorum, hatırladım şimdi, ee?"
"öyle işte, yılda bir kere türkiye’ye ailesinin yanına geliyor, yazları, yakında gelir, haber veririm sana da, takılırız."
"anlaştık, şey, bir şey daha sorucam ama, gene öldü diyeceksin diye korkuyorum"
"refik n’apıyor bilmiyorum, son iki yıldır haber alamıyorum, en son 2007 yılında geldi izmir'e, sonra bi daha ses çıkmadı, hayatta mı bilmiyorum"
"kötü ya" dedi
"kötü" dedim, "her şey fazlasıyla kötü ve sıkıcı ve saçma"
"çok haklısın"
"senin şu çatlak karı n’aptı?"
"kim?"
"ya vardı ya bi tane, adını unuttum"
"valla ben de unuttum"
"geçelim o zaman"


sonra işte, iki şişe şarap tükendi, ve bir şişe yarıya inince, gidip iki şişe daha aldım, geldim, geldiğimde, uzandığını gördüm, ışığı kapatıcakken, kalktı ve
"n’apıyorsun?" dedi
"sızdın sandım" dedim
"bana tecavüz edicektin yani" dedi gülümseyerek, fazlasıyla sarhoştu.
"aklımdan böyle bir şey geçirmedim değil hani" dedim gülerek.

geçirmemiştim aslında, ama isteseydi de ret etmezdim, ruhuma defalarca tecavüz edildikten sonra.. sonra dönüp sikindirik bir grup açtı bilgisayardan, ama çaldıkça sikindirik olmadıklarına karar verdim. bazen bazı şeyleri sonradan seversiniz, ve sonradan sevdiğiniz şeyler, daha kalıcı bir bağ oluşturur. benim this empty flow aşkımda olduğu gibi. geçelim.

gecenin ikisine geliyordu saat. konu tekrar tuncay'a döndü
"çok sevdim onu biliyor musun?" dedi
"yok, hayır" dedim
"ama işte, şu ebru çatlağı yüzünden bi türlü itiraf edemedim, hoş gerçi itiraf etsem de sonuç değişmezdi, tuncay başka bir âlemde yaşıyordu, kendisini kapatmıştı, benimle beraberken araya üçüncü bir hatun almasına uyuz oluyordum"
"o, böyleydi" dedim "duygusal boşluğa bir an bile fırsat vermiyordu, yeni bir acı daha çekmemek için ki ben de artık bunu yapıyorum"
"yani değişim" dedi
"yani dönüşüm" diye düzelttim
"en doğrusu bu aslında" dedi "uyuyalım artık, ben çok sarhoş oldum"
"olur"

ayrı kanepelerde sızdık ve sabahın yedisinde bi baş ağrısı ile uyanıp sağa sola dönerek tekrar uykuya daldım bir süre sonra. tamamen uyandığımda, saat ona geliyordu. gözlerimi açtım ve nilay'ın dün gece bıraktığım yerde olmadığını gördüm, müzik açıktı ve magenta skycode çalıyordu, this empty crow, aynı şarkı dönüp duruyordu, dün gece müzik üzerine de konuşmuştuk ve sabahına hatunun tavsiyelerimi ciddiye aldığını gördüm.

9 sene önce olduğu gibi, banyodan üzerine bir havlu sarıp çıktı ve karşı koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. elimde yarıya kadarını içtiğim bir sigara vardı. gülümsedi. gülümsedim. hatırlıyorduk geçmişi, tüm detaylarıyla hem de, güzel bir şeydi bu. yani, ortak bir geçmişe sahip olduğunuz insanlarla bazen nostaljiye dalmak güzeldir, geçmişte takılıp kalmadığınız sürece, sorun yok.

"son sigara" dedim, "içer misin?"
"sen onu bana ver, bakkala inip bira ve sigara al" dedi.
"tamam" dedim, hâlâ sağlığımıza önem vermiyor, kahvaltı yerine sigara, çay veya meyve suyu yerine alkol alıyorduk, hiçbir şey değişmemişti geçen onca sene içinde. aslına bakarsanız, o gün bir tesadüf daha olmasını istedim, yani şu hatunun evinde kalan öğrencilerden birinin de, yıllar önce özlem'in bileklik hediye ettiği o 16 yaşındaki lise öğrencisi olmasını. ama bu kadarı da fazla olurdu zaten. her neyse işte, bakkala gidip geldim. yıllar içinde değişen bir şey de, artık paramızın, bizi idare edicek kadar olmasıydı ve sefalet içinde yaşıyor sayılmazdık, biraz sınıf atlamıştık belki de, ve hiç değilse artık birilerinden bir şeyler yürütmemize gerek kalmıyordu, artık çok fazla uyarıcı veya türevlerini de kullanmıyorduk. ve eve geldiğimde, hatunun, bir sehpanın üzerindeki iki tutam cigara ile oynaştığını gördüm
"bulmuşsun" dedim, dün iki saat, o otu aramış ama bulamamıştı.
"buldum, aradıklarımı aramadığım zaman buluyorum."
"arayan belasını bulur derler” dedim.
"o zaman bu şey bir bela değil" dedi cigarayı kast ederek
"değil tabiyki de" dedim.
"çok sık içiyor musun hâlâ?"
"artık, yılda bir kaç kez sadece"
"ben de. sarmayı öğrenebildin mi?”
“yok, hâlâ iyi saramam, sana bırakıyorum.”

sonra bir üçlü sardı ve tükettik, sonra sevişmeye başladık. nasıl oldu bilmiyorum. bir anda öpüşmeye başlamıştık. sonra üzerime çıktı, sonra üzerine çıktım. her şey bir anda olup bitti. tüm acımı boşalmışım gibi hissettim boşalırken. acı çektim yani gerçekten. ruhumu, filtreli bir vakum gibi emiyor ve sadece zehri alıyormuş gibi hissettim, beni emerken. crack'in, ağızda bıraktığı o tuhaf tadı hissettim, onu yalarken de. sonra işte, her şey bir anda olup bitti ve perdeler hâlâ örtük, ışıklar da hâlâ sönük olduğu için, loş bir ortamda, biraz beraber olup, öğlene doğru da sıkı bir kahvaltı yaptık. sonra bana
"ee, başka neler yapıyorsun oğlum anlatsana" dedi
"sen kaç yaşındaydın ya" dedim
"ohoo, âşık mı oldunuz efendim" dedi
"sikmişim aşkı" dedim
"ha iyi o zaman, otuzu geçeli üç yıl oldu"
"otuza üç yılım kaldı"
"tehlikeli"
"ney?"
"otuza yaklaşmak"
"yaşlanıyoruz kızım"
"hâlâ hayattayız hiç değilse" dedi ve bir pot kırdığını fark ederek özür diledi,
"siktir et ya" dedim, biz de ölücez zaten, şunun şurasında kaç senemiz kaldı ki?"
"ee başka?"
"başka bişi yok" dedim
"yazmıyor musun artık"
"ya bırak o hikâyeyi, internette var işte, girer bakarsın, siktir et"
"tamam, peki"

sonra tutup, bok varmış gibi, akşama doğru, kafalarımız iyice demlenmişken, fonumuza melankolik bir şeyler açtı ve bu bana hiç iyi gelmedi... bu, o’na da hiç iyi gelmedi. hepimizin, geçmişte, benzer acıları vardı, tüm insanların, ama acınızı acısına ekleyip sizle beraber ağlamak yerine, teselli etmeye çalışan, ya da abarttığımızı vurgulayan, ya da "herkes aynı şeyleri yaşıyor" diyerek acınızı normalleştirmeye çalışan herkese kin besliyorduk. hepimizin benzer sorunları vardı sonuçta, paraya ihtiyacımız vardı, yalnız kalmamaya ihtiyacımız vardı, yalnız kalmaya da ihtiyacımız vardı, bazen sevişmeye, bazen de âşık olmaya ihtiyacımız vardı, ve yaşadıklarını abartan herkese de kin besliyorduk.

"bazen" dedi bana "şu televizyon dizilerini izliyorum da, işte yalnızım bu aralar, bizim kızlar memleketinde, canım sıkılıyor, izliyorum, ve 'ne yaşadınız ki ne yazıyorsunuz’ diyesim geliyor o fotokopi senaristlere" dedi "kimse, gerçek hayatı anlatmıyor" dedi "kimse, gerçek hayatını da anlatmıyor" dedi "o yüzden ben de böyle kendi kendime, evimde yaşayan öğrencilerle, dönem dönem değişen öğrencilerle oyalanıyorum." dedi
"güzel bence" dedim, "geçmişte yaşanan her şey, artık bana çok fazla geliyor" dedim, "o yüzden, pek evden çıkmıyorum" dedim, "insanlarla pek iletişim de kurmak istemiyorum" dedim, "insanlar çok saldırgan" dedim, "çok benciller, seni ya dönüştürmek ya da sindirmek istiyorlar" dedim, "ve sürekli yardım istiyorlar, kimse kendi işini kendisi göremiyor, hep birilerinin üzerine yıkmak istiyorlar" dedim.
"haklısın" dedi "neyse ki işte, bi evim var, idare ediyorum bu şekilde, kira falan."
"öyle" dedim "ben de ailem ölünce n’apıcam bilmiyorum."
"sen onlardan önce ölürsün" dedi gülerek, "şey kızma, şaka yapıyorum"
"haklı olabilirsin" dedim gülerek "ama ölmem ben, büyüyünce çok zengin olacam."
"büyük adam olucaksın ha" dedi, gülüyorduk.
"büyük adam olacam evet, ülkeyi kurtarıcam."
"dünyayı kurtaran adam" bi kahkaha attı.
"dünyası kurtadam, madam" dedim, bi kahkaha daha attı,  benzetmemi anladığına sevindim. çoğu zaman insanlarla konuşurken beni anlamadıklarını düşünüp irkiliyordum, dünyası kurt adam, gece ve gündüz, gündüz ve gece.. dön dolaş.. dolunay. pisagor teoremi. crack'in, ayrışmadan önceki o saf hali. ve ruhun acıya bulanmadan önceki, umutlu hali. ve gecenin, üzerimizdeki dinginlik ve melankolik hali. ve gündüz insan kalabalığı olan sokakların, mide bulandırıcı yan etkisi. sonra işte, o gece de orda takılıp, sabahın beşinde, pederin emekli maaşını çekmek için çıktım evden, sabahın beşinde çıktım, çünkü daha sonra güneş doğucak ve çok fazla sıra olucak ve çok fazla insanla muhatap olmak zorunda kalıcaktım. çevik bir’den, heykele doğru sapıp, oradan da sürücü kursuna doğru dönüp ilerledim.

bizim buralar geceleri hareketlidir, üç beş tane çorbacı ve lokanta var, sabaha dek açık, onların önünden geçtim, üçü kapatmıştı, ikisinde hâlâ müşteri vardı, masaları toplayan ve yerleri süpüren garsonlara kolay gelsin ve günaydın deyip bir tanıdık daha çıkmaması için dua ettim. nilay, bir tanıdık olarak iyiydi ama kimi eski tanıdıklar, artık görmek istemediğiniz ama sizi görmek için can atan insanlar olabilir. sonra işte bankamatiğe gittim, parayı çekip eve gelip, sıfırladım parayı. faturalar ağzımıza sıçarken, hâlâ bir kaç insanın o sihirli kahkahâlârını ve hüzünlü neşelerini, hüznün neşesini, bizden esirgemedikleri için, -ve hiç olmazsa hâlâ bizi kamufle edicek bir evimiz olduğu için, kendimi şanslı hissedip, şarap kokan nefesimle uykuya daldım.

zihnimin içinde dönüp duran film şeritlerinin canı cehenneme, yaşandı ve bitti ve artık yaşanabilecek bir hayat yok önümde... uzatma dakikaları.  ve yenik durumda olduğumuzu söylüyorlar durmadan, oyuna dahil olmadığımız halde. ve skoru değiştirebilecek bir atağa kalkmak konusunda hevesimiz yok, sahayı terk etmeye hazırız.. hepsi bu.. bir üstünlük savaşı gütmeden süren ve berabere biten bir kaç iyi gece daha yaşamak, kâfi.

başlık, magenta skycode’un bir şarkısının adıdır

21 mayıs 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder