MAD
WORLD
1.
uyandı. gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gözünü açtığında, her ne yöne doğru bakarsa baksın dikkat çekecek şekilde tasarlanmış bir afiş asılıydı odasında, odanın tavanında. ve yan duvarlarda, ok işaretleri ile gösteriliyordu tavan, tavana bakması isteniyordu. öyle afili bir şekilde de parlamıyordu oklar ve afiş. ama kim olursa olsun, odasına giren, okları takip eder ve kafasını tavana dikerdi. "üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" yazıyordu tavanda. hepsi bu. sadece bu. bu, bir
kaç yıl önceydi, zannediyorum. iki yıl olabilir. ya da üç. bir sürü koli, bir sürü ama, irili ufaklı bir sürü koli getirmişti çalıştığı depodan zack. eve getirmiş, ve annesine, odasını güzelleştireceğini anlatmıştı. "olmaz" demişti annesi, "misafirler nerde yatıcak?"
"odamda
yatarlar yine, problem değil bu."
"ama
kolilerden masa ve raf yapacağını söylüyorsun, ayıp olur."
"başka şansım var mı?"
"biraz
sabret, şu
ev bi satılsın"
"o
ev çoktan satılmış zaten" dedi zack sert bir şekilde, arkasını döndü "ve bu oda satılık değil"
sadece kızgınken, net bir hal alıyordu tavrı. diğer zamanlar, hep iki arada bir derede dolanıp duruyordu hayatının merkezinde. hiç olmazsa hâlâ kendi hayatının merkezindeydi, ama bu merkezin etrafında o kadar çok insan dönüyordu ki, dengede durmakta zorluyordu bu
durum onu bazen. kimseyi incitmemeye çalıştığı için, bazen karasızlıklar içinde, kendi hayatından ve arzu ve isteklerinden taviz
verebiliyordu. bir noktaya kadar, ve o nokta gelip çattığında, film kopmuştu zaten. insanlarla beraber yaşamak saçmalıktı. biriyle birlikte bir düşe dalmak, aptallığın daniskasıydı. insanlar bencildi, insanlar açgözlüydü, herşeye sahip olmak istiyor ve etraflarında olup biteni görmüyorlardı. kör sağır ve dilsizdiler ama inatla herşeyi bildiklerini, anladıklarını iddia edip, durmadan konuşuyorlardı. zack pek fazla konuşmuyordu artık. yılmıştı. aptal bir inat uğruna, kendi içinde debelenip durulan yıllar... pes etmemişti aslında, sadece bir bigbang yaşamış, ve çevresinde ne varsa dağıtmıştı. bu da bir sene önce yaşanmış olmalı. ya da iki. ve sonrası, dağılıp giden zaman dilimleri. parçalanan ve eriyen ve sonrasında hatırlanılmayan anlar. sarhoş aşk geceleri yerine, ayık nefret saatlerini yeğlerim yazdı zack, yanı başındaki deftere o günlerin birinde. sonra da defteri, camdan aşağı attı. kim bulursa artık. o an önemini yitirmişti her şey. koskoca 150 sayfa el yazısı, çizim ve anı barındıran defter, sokağın ortasında duruyordu. ve zack camdan sokağa bakıyordu. 2007 nisan olmalıydı bu. onun gibi birşey. zack sokağa bakıyordu, ve insanlara. işlek bir caddeydi. insanlar geçiyordu. arabalar geçiyordu. ve kimse deftere, göz ucuyla bile bakmadı. bekledi zack. neler olacağını bekledi. bir ara içeri girip, müzik açtı. Lacrimas Profundere, without diyecekti.
seviyordu bu şarkıyı. artık sevmeye başlamıştı. son üç aydır, ne zaman alsancak'a inse, bir tür koruma sağlıyordu bu şarkı ona, akıl sağlığını yerinde tutması için, acıyı dengelemeye çalışıyordu. ve şarkı başladı, ve ondan bir sonra çalması için de, joy division'dan, "Love Will
Tear Us Apart"ı
seçti.
ve
beklemeye başladı. defterin kapağına, bir a4 yapıştırmıştı. ve o a4'e kolajlar yapmıştı. bekliyordu. acaba defteri kim alıcak. bir kahkaha attı kendi kendine. "kitapevlerine bıraktığım fanzinlere benziyor lan bu durum"
dedi. "amma komikmiş ha."
kendi
kendine konuşmayı seviyordu zack. kendi kendisinin sırdaşıydı, dostuydu, sevgilisiydi. başka seçeneği kalmamıştı. kendi kendine konuşamayan insan, başka bir insana ne anlatabilirdi ki?
bekliyordu, ve tam bu sırada, şarkının son dizesinde, "But love is nothing
at all Cant you" denirken, bir araba geçti defterin üzerinden. ağlamadım bile, dedi zack kendi kendine camdan
bakarken. zihni başka
bir boyutta geziyordu o sırada, defterin üzerinden bir arabanın geçtiğini, sonra başka bir arabanın geçtiğini, sonra rüzgarda sayfaların uçuştuğunu görmüş ama aldırış etmemişti. aşık olduğu kadının, en yakın dostlarından biriyle seviştiğini biliyordu o sırada, tam da o sırada, aynı anda, evrenin başka bir yerinde, dünyanın başka bir yerinde, ülkenin başka bir yerinde, tatillerinde, eski
sevgilisi, ve hâlâ aşık olduğu kadın, yakın dostlarından biriyle sevişiyor olabilirdi, ve ama her neyse işte dedi zack kendi kendine, onlar sevişiyorlardı, birbirlerini seviyorlardı, bu iyi birşey miydi kötü birşey miydi, bunu bilmiyordu zack, düşünmüyordu da, o kendine düşmüştü, odasının bir anlamı yoktu. eğer özel olarak hazırladığınız bir şeye, kimse değer vermiyorsa, bir noktaya kadar bir anlamı olabilir dedi zack, bunu da kayda geçmedi, kayda geçmiyordu artık, son üç aydır yazdığı ya da yaptığı hiç birşeyi kayda geçmemişti, bekliyordu. bu bir hastalıktı. gelgitli ve bol dalgalı bir denizin merkezinde, sadece kendi içindeki bir boşluğa doğru dönen bir girdapım ben dedi, boşluğa doğru, boşluk, akıyor akıyor akıyor ve sonu gelmiyor.
sonra
odanın kapısını kitledi. sonra içerdeki herşeyi yerle bir etti. bir anda. on beş dakika sürdü. bir bıçakla ve bir makasla, ve bir kibritle. ve kırılan kilit. bir dakika bir dakika, hayır, bunu yapmadı. bunu yapmayı düşledi sadece. daha önce yapmıştı bunu. bir kaç yıl önce yapmış ve pek anlamlı bulmamıştı bu yok etme deneyini. işe yaramadığını görmüştü. kendini yok edemediğin sürece, dış dünyanı katletmenin bir yararı olmazdı. birini öldürmeyi düşledi sonra, kendini öldürmüyordu, o halde intihar etmek isteyen birini öldürebilirdi. ilan verirdi gazeteye. neden
olmasındıki. şansını denerdi. sonra gerçekten, doktorların istediği delili vermiş olurdu: "delisin sen".
deli
falan değildi
zack, aksine gayet mantıklı,
aşırı mantıklı olduğu için bu durumdaydı. ve canının istediği zaman, canının istediği kişi olabilecek kadar da yetenekliydi. tek kişilik bir tiyatro sergiliyordu yiğenine bazen. hayali senaryolar üretiyor ve oynuyordu. yiğeni onu izliyor ve kahkahaya boğuluyordu. bu kadarı yeter dedi, zack, gidip içmeliyim.
gidip içmedi ama, çünkü para yoktu, çünkü işi yoktu, çünkü iş görüşmeleri tam bir fiyaskoydu. ve zaman geçti. ve bir iş bulup oradan da defedildi. dokuz ay sürdü defedilmesi, çünkü sözleşmeyle alınmıştı. hayat sözleşmelerden ibaretti, ve kimse sözünde durmuyordu. zack de kimseye bir söz vermiyordu. anı yaşamak, hayat felsefesi olmuştu ve yaşanan an içinde barınan acının rengi koyulaşıp, yoğunluğu artınca, öfkeye dönüşüyordu. intihar mı cinayet mi intihar mı cinayet mi.
annesinin
bahçede yetiştirdiği çiçeklerden birini koparmış, ve seviyor sevmiyor yerine, intihar mı cinayet mi yapmaya başlamıştı. hayır birini öldürmeyi düşünmüyordu. kimseyi öldürmeyi düşünmüyordu. içine düştüğü durum ve hayatının aldığı şekil için açıyordu bu falı. intihar mıydı cinayet miydi? kendi kendine mi bu durumu
yaratmıştı, yoksa birileri onu tuzağa mı düşürmüştü? sorumlu kimdi? bir sorumlu var mıydı?
sürekli olarak insanlar ona hatalı olduğunu söylüyordu. dik başlı olmak hatalı olmaktı. burnunun dikine gitmek hatalı olmaktı. sahip olduğun şeyler için savaşmak hatalı olmaktı. durumu düzeltmek için ne yapması gerektiğini bilmiyor, dahası hiç birşey yapmak istemiyordu. bu da, bir açıdan, hayatı ekarte etmek anlamına geliyordu.
ve zaman
geçti işte. ışık hızıyla. arada bir kaç atom bombası daha yuttu zack. birine, tüm çıblaklığı ve yalınlığı ile, herşeyini anlattı, ve sonra pişman oldu bundan, çünkü, çünkü anlamamıştı karşısındaki. nasıl anlatabilirdi kendini. kendini anlatmaktan
sıkılmıştı. insanlarla kendisi hakkında, veya konuştuğu kişinin kendisi hakkında konuşmaktan sıkılmıştı. "özel problemlerinizi kendinize saklayın" diye bağırmak istiyordu. ama sesi kısılmıştı sanki. herkes yardım bekliyordu. herkes, tüm problemlerini, zack'in çözebileceğini sanıyordu. sorunlarını anlatıyorlardı durmadan. bir dur demesi gerekiyordu
zack'in bu işe.
ve dedi. sonunda. içine
atılan atom
bombalarından
kalan parçacıklar senkronize bir şekilde birleşip, büyük bir isyanı oluşturdu: "topunuzun amına koyayım"
sonra
kendi içine
dönüp, sadece kendisi için, kendisine ait, bir dünya yarattı kendi zihninde. sonra da onu dışarıya aksettirdi. önce odasını tekrar düzenledi. hâlâ parası ve bir işi yoktu. ve üzerinde çalıştığı işlerin de bir getirisi olmuyordu. zihnindeki
koridorları süpürdü, zihninin duvarlarını boyadı, zihninin tavanını onardı ve zihnindeki odalarında yer edinen tüm ölü böceklere, güzel bir toplu mezarlık hazırlayıp, mezarlığın kapısını sürgüledi. gizli odasının önüne de, "dikkat, köpek yok" yazdı. ve zihninin içinden çıkıp, somut dünya içinde de bir takım düzenlemelere daldı. sonra, sonra, sonra, bir anda, tekrar,
yine, herşeyin
infilak etmemesi için,
bir takım önlemler aldı. ve bu esnada, uyandı işte.
2.
uyandı.
gecenin bir yarısında uyandı ve kendini kötü hissediyordu hâlâ. gerçekten kötü.
üzgün. kirli. saflığını yitirmiş bir iyilik perisi, tüm kötücül gerçeklik altında,
boğulup ölmüştü. öksürükler, mide bulantıları ve baş ağrıları içinde, uyandı ve
tavana baktı tekrar. hiç birşey yazmıyordu tavanda. eski odasını düşündü. özenle
hazırladığı, ve kimsenin gelip bakmak istemediği odasını. kimse için hazırlamamıştı
elbette, ama bir sergiye benziyordu oda. yani bir sergide, gösterime açılabilecek
kadar olağanüstü yaratıcı buluyordu, bu işi. sevmişti. güzel lan, demişti.
yaratıcı bir şey oldu. güldü kendi kendine. kendi kendine gülüyordu durmadan, gülüyor
ve ağlıyor ve sonra tekrar gülüp tekrar ağlıyordu. delilik. gülerken ağlamak, ağlarken düşünmek, düşünürken
tekrar gülmek. belki de.. delilik..
sonra,
bir zamanlar, onu çok
yükseklere çıkartan bir kaç insanı düşündü. her yaptığı şeyi beğeniyordu insanlar, waoow.. okuyor, takip
ediyor, hatta öneriler
sunup yardımcı olmaya çalışıyorlardı. sonra, ortada somut hiç bir neden yokken, bir sihirbazlık gösterisinde yok olan biri gibi, görünmez oluyorlardı. sihirbaz kimdi? "ben değilim" dedi zack.
gene
kendi kendime konuşmaya
başladım, lanet olsun. zack, orda mısın?
şimdi
bir deneme gerçekleştiricez sevgili izleyiciler. sağ elimize bir bıçak alıp, amuda kalkıcaz ve bu esnada, tam doksan derece dik
konumdayken, sağ
elimizdeki bıçakla sol bilemizi kesmeye çalışacağız. amacımız, tam bu esnada bozulan dengemiz sonucu,
elimizdeki bıçağın neremize girebileceğini ya da bir yerimizi kesip kesmeyeceğini saptamak, neden olmasın ki..
dünya kafayı yemiş. tanrılar ölü. ve melekler, tanrıları olmadan, şeytanlara karşı savaşamaz. dünya gerçekten kafayı yemiş.
zack,
gecenin bir yarısı uyandı. ve yataktan çıkmak yerine, tavanı izledi uzun bir süre. sonra mı? sonra, tavana bir tekme atabilseydim keşke dedi, müfettiş gadget gibi uzabilseydi keşke ayaklarım dedi. ya da street figthter'daki dhalsim
gibi. neden olmasın
ki..
gerçekleşebilme imkanı nerdeyse imkansız olan her türlü hayal ve olasılığa, "neden olmasın ki" diyordu zack gülümseyerek. bunun umutla falan bir alakası yoktu. umut etmek istemiyordu artık. gerçekçi ve yaşamsal ve gerçekleşme ihtimali az da olsa var olan hiç bir konuda umut etmek istemiyordu. yeteri
kadar hayal kırıklığı yaşamıştı, o yüzden gerçekleşme ihtimali fantastik edebiyata, bilimkurgu
sinemasına
veya çizgiroman
senaristlerine bağlı olan düşler üzerine hayal kurmak, sonra da "neden
olmasın
ki" demek, eğlenceli
geliyordu ona..
keşke dedi sonra, keşke bunları paylaşabileceğim biri daha olsaydı. sokayım, kendi kendime konuşmaktan sıkıldım ve bir başkası ile konuşup susturulmaktan bıktım. yanlış anlaşılmaktan bıktım. dedi zack.
Donnie
Darko gerçek
mi?
her şeyin hissizleşmesi ve hiçliğin her şeyleşmesi üzerine, automaniagraphic bir roman yazmak
istiyorum.
hey bakın, kendi kendime ürettiğim özel bazı sözcükler var ve bana ne anlama geldiğini soranlara, dolunay çıkınca saldırabilirim. anladınız mı? soru sormayı bırakın artık. soru sormak, ve sorgulamak. ben geçtim o evreleri. ve size yardımcı da olamam. herkesin takip etmesi gereken doğru bir yol yoktur çünkü. herkesin hayatında kendine ait öznel ve bireysel bir yolu vardır. kimse kimseyle ortak bir yolda yürüyemez. hatta iki sevgili, hatta karı koca bile, aynı yol üzerinde yürüyemez. yakın olabilir yollar, bazen kesişebilir, bazen parelelleşebilir, ama kimse kimse ile, hayatının sonuna dek ortak bir yolda yürüyemez. hayatın sonuna dek yollar çoğu zaman kesişebilir, ama tamamen ortak bir yolda yürünemez. bunu kabullenemediğimiz için çıkıyor çatışmalar. çünkü herkes, ya birini kendine benzetmek, ya da
birine benzemek, ya da başka birinin izinden gitmek istiyor. saçmalığın daniskası.
daniska
ne demek? ve danimarka gerçek mi? hiç gitmedim de..
zack
bazen, resmini gördüğü bazı yerlerin, gerçek olup olmadığından şüphe ediyor. mesela prag. mesela bristol.
mesela izlanda. mesela turku. mesela 77 londra'sı.
zack
bazen, tarihin gerçek
olup olmadığından şüphe ediyor. ve bu yüzden, hayali bir insanlık tarihi üretebiliyor kendi kafasında. sonra hayali bir gelecek senaryosu. bu
kurguların
tamamı,
bilimsel bir veriye veya tarihsel bir belgeye göre, safsata olabilir, ki öyledir de muhtemelen, ama muhtemelen bunun
bir önemi yok
zack için..
zack,
orda mısın moruk?
zack
uyandı ve
mickey mouse ile Mickey Rourke aynı filmde dövüşseydi ne olurdu ki dedi. aniden geldi bu aklına. sonra mortal kombat 2'deki kitana ile
seviştiğini hayal etti. hayır mastürbasyon yapmak için değil. eğlenmek için bir düş bu. gerçekte var olmayan bir kadına aşık olmak, her koşulda daha az tehlikelidir. en fazla aklını kaybedebilirsin böyle bir durumda. ki bu risk, normal şartlar altında, zaten olası. o halde, yaratılan hayal dünyasında yaşamak ya da bir kaç sanrıya inanıp, somut gerçekliği ret etmenin, yaşanan sahte gerçeklerden dolayı acı çekmekten daha mantıklı olduğu söylenebilir.
Donnie
Darko, orda mısın moruk?
hayal ürünü bir kaç karakter yaratıp, onlarla birlikte yaşamak, neden kaynaklanır?
doktora
bunu sormuştum
bir kaç sene önce. konuşmanın şekli bu noktaya gelmişti ama ben taşak geçiyordum, doktor beni ciddiye alıyordu..
bi insanı, ne kadar çok ciddiye alırsanız, sizin ağzınıza sıçma ihtimali de o kadar artar
bir insanı ne kadar çok ciddiye alırsanız, o da size karşı o kadar çok cüretkarlaşır
o nedenle
ben, kendim dışında, ve bir kaç anti-biyomedikal deli dışında, kimseyi ciddiye almıyorum.
beni çok kırdın girdap
banane
bu kadar
açık ve net
mesele.
banane
çünkü, çünkü zack diyor ki: "artık tahammül gücüm kalmadı moruk" diyor, "sıkıldım" diyor, "ölüyorum" diyor, "ölmek üzereyim" diyor, "yoruldum"
diyor, "bittim" diyor, "yeter artık" diyor...
zack uyanıyor ve bir sigara yakıyor. zack uyanıyor ve bir sigara daha yakıyor. aslında hiç uyumuyor zack. nerdeyse hiç. uzanıyor sadece, dinlenmek için. ama uykuya daldığı, ya da eskisi gibi deliksiz bir şekilde uyuduğu söylenemez. yatıyor işte sadece, öylesine. hepsi bu.
zack uyanıyor ve düşler dünyasına dalıyor. gördüğü her somut cismi, kullanım amacının dışında bir nesne ile eşleştiriyor. iki çay bardağı bir gözlük, veya uzaktan kumanda bir cep telefonu
olabilir. tasarlıyor
da bunları
somut bir şekilde.
ama bieanal yok. sergi yok. kitap yok. dergi yok. hiç birşey yok. bunlara sahip olanları izliyor sonra zack. "son kitabını yayınlayan alternatif yaşamların yazarı, hack'n eyed bad day ile, çok tartılaşacak bir röportaj gerçekleştirdik"
okumuyor
bile zack, değil
ki tartışsın.
"kendine
değer
vermelisin" diyor biri ona. zack de gülüyor buna, deli bir gülüş, "tamam öyle yaparım" diyor sonra da.
biri
gelip, herşeyin
yoluna gireceğini
ve çok mutlu
olacağını söylüyor zack'e, "bir kadınla tanışıcak ve aşık olacaksın" diyor
"ne
o lan uzaylılar
beni mi seçmiş yoksa" diyor zack.
"nası yani" diyor herşeyin yoluna gireceğini söyleyen kahin,
"yani,
yaşanan dünya üzerinde, söylediğin şey biraz imkansız geliyordu da bana" gülüyor sonra da...
noi
albinoi gerçek
mi?
zack,
eline bir lastik alıp,
arı avlar.
biliyor musunuz? nedeni, o arılardan birinin, öfkelenip, kendisine sokmasını sağlamak. oyun oynuyor yani aslında ve hiç bir arıyı da öldürmüyor bu oyun esnasında. yakınlarına hedef alıyor gerdiği lastiği. ve arılar da, her ne hikmetse, sokmuyor onu.
hayvanlara arası
iyi zack'in. bahçesine
gelen bir sürü kedisi ve köpeği vardır. yolda köpekler peşine takılır mesela. bir kaç gün önce sabahın yedisinde, evine doğru yürürken peşinde üç sokak köpeği vardı ve yaşlı bir kadın:
"oğlum, bu köpekler ısırmasın" dedi,
"insanlar
daha ısırgandır teyze" dedi zack de,
kadın "töbe töbe" deyip yoluna devam etti..
girdap,
bu anlattıkların gerçek mi?
"saçma sapan sorular sorma" dedi zack, üç gün önce kendisi ile röportaj yapmaya çalışan bir bulaşık reterjanına. bir dergide yazıyormuşmuş, falan filan. ilk soru: "neden yazıyorsun?", ikinci soru: "türkiye'deki edebiyat sahnesi içinde, yerinizin nerde olduğunu düşünüyorsunuz?", üçüncü soru: "sizce iyi bir yazarın yerine getirmesi gereken en önemli görev nedir", dördüncü soru: "türk edebiyatı'nın bugüne kadar yarım bıraktıkları ödevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?"
sonra
zack'in ilk dört
soruya verdiği
cevaplar, "neden ölmüyorsun?",
"ben evde oturuyorum, edebiyat misafirim olmadı hiç", "görevimiz tehlike, mesajlar beş saniye", "türk edebiyatının öğretmeni kim?"
sonra,
sonra.. komik. ilk dört cevabımı
beğenmedi
eleman, bende soruları beğenmemiştim zaten, röportaj gerçekleşmedi. güzel.. güzel olmayan çok şey var halbuki hayatta.. bekliyoruz.
aerodinamik zihnimizle, pnömatik bedenimiz ve statik acımız arasında, tehlikeli bir oyuna dalıyoruz.
Gary
Jules gerçek
mi?
zack
uyandı ve
tavana baktı.
boşluk. ve sürekli boşalarak yoluna devam eden bir akışa karşı durup, talihi ters döndürmeye çalışmanın, faydası yok, dedi. buradayız, böyleyiz, ve devam ediyoruz bu şekilde. bu dokuz metrekare dışında, yaşanabilecek her şey, sizin olabilir. umrumda bile değil, tadılabilecek tüm mutluluklar veya sahip olunabilecek varlıklar. bana sönmeyen bir sigara ve kağıt kalem ve kesintisiz müzik verin. sonra geriye kalan dünyanın içine etmeye devam edebilirsiniz. sorun değil gerçekten...
ha bu
arada, Robert Smith gerçek mi?
* başlık, Gary Jules'ın bir şarkısının adıdır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder