18 Ağustos 2008

güzel bir gelecek tablosu – YANG

güzel bir gelecek tablosu – YANG

aramızda yoğun bir elektriklenme olduğunu sanmıyorum, bundan kaçınmıştık sanırım, belki de yeniden aşık olmaya korkuyorduk, birbirimize ya da bir başkasına yeniden aşık olma limitimizi tüketmiştik. ben kimseye güvenmiyordum, aşk istemiyordum, seks de istemiyordum, kısmen aseksüel sayılırdım. o bana doğru kayıyordu, beni ilgilendirmiyordu cinsel tercihi, benimle hayatının sonuna kadar sevişmeyebilirdi de, ama zaman zaman aşırı tutkulu bir şekilde sevişiyorduk.. onu yatakta düşlemiyordum hiçbir zaman. pardon, yatakta düşlüyordum evet, ama çıplak olarak değil de, yatağın üzerine bağdaş kurmuş otururken düşlüyordum, ben de karşısında oturmuştum. müzik dinliyor, sohbet ediyorduk. sabahlara dek sohbet… hiç sıkılmadan. ya da bir film, onun seçtiği bir filmi izlerdik. ben uzaktım sinema dünyasına, ama onunla en kötü filmi bile eğlenceli kılabiliyorduk, bir şeyler çıkartıyorduk mutlaka, gülünecek ya da üzerinde tartışılabilecek bir şeyler. böylece akıyordu günlerimiz. sevgili olup olmadığımızı bilmiyorduk, galiba değildik. daha çok, birlikte yaşayan iki ayrı insandık. cinsiyetimiz yoktu birbirimize karşı. evli miydik bilmiyorum. ailelerimizin iç huzuru ve bizim kafamızın rahat olması için evlenmiş olabilirdik. ama birimiz karı ve diğerimiz koca değildi. iki sıkı dosttuk sadece. ve yaşıyorduk bu hayatı, son damlasına kadar yaşayacaktık, gülecek, ağlayacak, kavga edecek, gezip dolaşacak ve hep birlikte olacaktık. ama söz vermemiştik sonsuza dek birlikte olacağımıza dair. hiçbir konuda birbirimize söz vermemiştik. ve soru sormuyorduk asla. birimizin yaptığı herhangi bir şey için, bir diğerimiz “neden?” diye sormazdı.

“neden böyle yapıyorsun, niçin böyle davranıyorsun?”.

yoktu bunlar, sorgu yoktu, eleştiri yoktu. ikimiz de kendi hayatımızı yaşıyorduk aslında. bazen dışarıya beraber çıkıyor, bazen tek başımıza başka arkadaşlarımızla oluyorduk.

“alo, nerdesin?” derdim ona, işten çıkmış olurdum o sırada
“alsancak’tayım” derdi, “arkadaşlarımla, sen napıyorsun?”
“işten yeni çıktım” derdim, “eve gidiyorum”
“tamam, akşam evde görüşürüz”
“tamam”

başka bir gün bu diyalog bir noktadan sonra,

“arkadaşlarımlayım, gelsene sen de” olabilirdi. giderdim ben de. ya da ben çağırırdım. bazen tek takılırdık, bazen beraber, dediğim gibi. her ikimizde özgürdük her konuda. tek başımıza yaşarken ki halimizden daha fazla özgür hissediyorduk kendimizi birlikte yaşarken. aslında sadece, aynı evde tek başına yaşayan iki insandık sanırım. bir elmanın iki yarısı değildik yani. iki tane farklı elmaydık. ve beraberdik. çok seviyorduk birbirimizi, buna katılıyorum ve bu yüzden karışmıyorduk birbirimize. olduğumuz gibiydik. neysek o’yduk. ve bu halimizi seviyorduk, birbirimizin bu halini de seviyorduk. doğal hallerimizi. değiştirmeye çalışmıyorduk birbirimizi, ya da revize etmeye. gerçekti bu yüzden her şey. ben havaalanında kadrolu bir çalışandım. o da bir yerde çalışıyordu. bir ev tutmuştuk. zaman akıp geçiyordu. hatta her birimizin, kendine ait birer ayrı odası vardı. ama beraber de kalıyorduk. benim vardiya saatlerim karışık olduğu için, bazen gündüz bazen gece evdeydim. o da bazen eve gelmiyor, bir arkadaşında kalıyordu. eğer keyfi yerindeyse, nerede olduğunu önemsemiyordum, merak da etmiyordum, bazen anlatırdı neler yaptığını bensizken, bazen anlatmazdı. soru sormazdım ama. o da sormazdı. sevgili pozisyonunda olmadığımız için, bir gün birbirimizi terk etme korkusunu da yaşamıyorduk. yalnız da yaşayabilirdik elbet bir gün, ya da birbirimizden sıkılabilirdik, ama her gün yeni bir şeyler keşfeder ve paylaşırdık. yeni bir kitap, yeni bir müzik grubu, yeni bir sokak belki de… ağaçlarla kaplı şirin bir sokak…

“burayı görmelisin girdap!” der, kolumdan çekiştirir götürürdü beni. birkaç fotoğraf çeker, sonra başka bir yere giderdik. gezmekten nefret ettiğim halde, onunla gezmekten hiç sıkılmazdım, kimsenin göremediği detayları gösterirdi bana çünkü. görür ve gösterirdi. ve bir gün izlanda’yı gösterecektim o’na. beraber gidecektik. en büyük hayalimdi bu; izlanda’ya gitmek. ve gidecektik, ufaktan da olsa para biriktiriyorduk bunun için. dünyayı gezecektik yavaş yavaş. ben yazar olacaktım. ve sonsuza dek tatil yapacaktım o’nunla, yazarlık kolay bir işti, günde iki saat yazar, geri kalan zamanda hayatı yaşardım. bekliyorduk bunu. birçok yeni insanla tanışır, arada bir beni de tanıştırırdı, bende onun sayesinde, öykülerime yeni karakterler kazandırırdım. yazıma güç katıyordu, yaşamıma güç katıyordu, bana güç katıyordu. bir kez bile tartışmadık onunla, çünkü tartışma konusu olacak bir şey yoktu, her ikimiz de birbirimizi zorla bir yere götürmeye çalışmaz ya da bir şeyleri yasaklamazdık. sigarayı bırakmıştım ben, arada sırada içiyordum, alkol alacakken birkaç tane belki. bana iyi bakıyordu. bakıyordu derken, sağlığıma dikkat etmeme yardım ediyordu. dikkat etmek istiyordum sağlığıma. onunla çok daha uzun bir hayat geçirmek istiyordum. birbirimize karşı üstünlük de taslamıyorduk, hiçkimseye karşı üstünlük taslamıyor ya da kendimizden üstün görmüyorduk.. inanmıyorduk “üstünlük” adlı bir şeye. “farklı” kelimesini kullanırdık daha çok, bir kıyaslama yapacaksak. ali ayşe’den daha üstün değil, farklı insanlar. herkes farklı. herkes eşit. kimi insanları sever, kimilerinden nefret ederiz. gayet doğal bir şey… gayet doğal bir şeyiz biz de. buna rağmen zaman zaman çevremizdeki insanların eleştirilerine maruz kalırdık, takmazdık eleştirileri, bu şekilde yaşamak istiyorduk çünkü bu şekilde mutluyduk. tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu. hem uzun uzadıya planlar yapmamıştık. o benimle yaşamak istiyordu, ben o’nunla yaşamak istiyordum, kabul ettik. böyleydi işte. arada bir bana harikulade filmler izletirdi. ama her açık sahnede “şşşt, gözünü kapat bakayım” derdi şakayla. ya da ciddiydi, bilmiyorum bunu. ama kısmen aseksüel sayılırdım ben, kadın çıplaklığı çekmiyordu ilgimi. kadınların ruhu daha çok… ve aradığımı bulmuştum. aramamıştım aslında, karşıma çıkmıştı sadece. çıkmasaydı, tek başıma yaşıyor olurdum hayat boyu. bir kadına ihtiyacım yoktu, ruhuma denk bir dosta ihtiyacım vardı. ve o çıkmıştı karşıma, ve ona sormuyordum hiçbir şey, anlatmak istediği kadarını anlatırdı. dinlerdim. bir erkekle de sevişmiş olabilirdi dün gece. merak etmiyordum. kıskanmıyordum. ruhu benimleydi. ama bakın, bir fark var, ruhu benim değildi, ruhu benimleydi sadece. sahip değildim hiçbir şeyine. “arkanda ben varım” demezdim ona, “yanındayım” derdim. önemliydi bu. arkasında değil yanında olmak. kendimizi yalnız hissetmiyorduk. gözlerine saatlerce bakabiliyordum derinlemesine, gözlerinin içinde kayboluyordum. ama aşık değildim. benimkisi aşk ise çünkü diğerlerininki başka bir şey olmalıydı. herkes gibi düşünmüyordum zaten. insan olmadığımı düşünmeye başlamıştım. ama üstün değildim, insanlar da benden üstün değildi. farklı düşünüyordum sadece çoğu insandan, hepsi bu.

yazıyordum. iyi bir okuyucu kitlesine doğru gidiyordum. umurumda değildi okuyucu kitlesi. yazmam yeterliydi. sonra o benim yazdıklarımı düzenlerdi, kelime hatalarımı mesela. imlâma karışmazdı. hiç kimse imlâma karışamazdı. bunun savaşını vermiştim yıllarca ve kazanmıştım. kitaplarım basılıyordu artık, diğer dillere çevrilecekti, bizler diğer dilleri öğrenecektik biraz yurtdışı gezilerimizde. diğer halkları. diğer sokakları. dünyayı tüketecek ve yeni baştan inşa edicektik, devrim an meselesiydi, o derece deliydik. ama ikimizi bir hücreye kitleselerdi de, hiç sıkılmazdık. konuşurduk paso. zihnimiz bedenimizin dışına çıkar, kahkahalarımız gıcık ederdi bazı insanları. ağlardık da bazen, tek başımıza ya da beraberken. her zaman iyi değildik. hiçbir şey her zaman iyi gidemezdi. denge gerekiyordu. bazen dipteydik ruhen, bazen zirvede. ama her iki şekilde de, sorun etmiyorduk hiçbir şeyi. o benim için gazeteden kolaj keserdi bazen, bir yerde görür ve keser eve getirirdi, “bu işine yarar mı canım?” derdi. ya da fotoğraf çekerdi, “bu işine yarar mı?”. bazen birlikte oturur fanzin hazırlardık, sırf zevk için yapardık bunu. “something in the way”i dinliyorduk bir gün evde, sessiz, sakin, oturmuş, “something in the way”i dinliyorduk, karşımdaki koltuktaydı o ve bana bakıyordu, “iyi ki varsın” dedi, “iyi ki varsın” dedim. biraz gözyaşı döktük. yıllarca gözyaşı dökmüştük farklı zamanlarda, tek başımıza. ama şimdi, başka bir nedenden dolayı idi bu yaş. ve zaman akıp geçiyordu. günler, aylar, yıllar. biz izmir’deydik, izmir bizdeydi. ben onun içindeydim, o da benim içimde. dengeliyorduk birbirimizi. ve bir açıdan da, tek başımıza yaşıyor gibiydik işte, tek başınaymış gibi özgür. birbirimize karşı sorumlu olduğumuz bir şey yoktu çünkü. bir gün eve geldiğimde, yoktu evde, telefon açtım, kapalıydı. merak ettim, mesaj attım bir tane, iletilirdi elbet bir ara. “merak ettim seni, iyi misin?” diye yazmıştım. iletildi mesaj, iyiydi, “iyiyim” diye yazmıştı, şarjı bittiği için kapalıymış telefonu, gelecekmiş yarın. yarın oldu. öğlen çıkıp gelmişti, arkadaşlarıyla takılmış, bir grubu izlemişti bir barda. bazen beraber izlerdik grupları, bazen tek başımıza. pazar günüydü ve onun tatil günüydü cumartesi pazar, benim belli olmuyordu tatil günüm. ve öğlen, ben çıkarken gelmişti eve, sarıldık, “ben çıkıyorum” dedim, “ben de giriyorum” dedi. “akşam görüşürüz” dedim, “kolay gelsin canım” dedi. çıkıp işe gittim. eve gelip kitap okudu. sormadım o gün nerde olduğunu ona. daha sonra bir gün anlattı. böylece akıp gitti işte. akıp gitti. her şey yolunda gitmese de, biz yolumuzda gittik daima, hiçbir şeyi umursamadan. ne kazandık, ne de kaybettik, yaşadık sadece. hepsi bu. yaşadık. gerçekten. tam olarak istediğimiz gibi olmasa da, istediğimizin imkanlar dahilinde olabileceği en maksimum hali ile,

sonra, sonra, sonra…


sonra bilgisayar başından kalktım. balkona çıktım. içeri girdim. diğer balkona çıktım. tekrar içeri girdim ve zamanın geçmesini bekledim. düş kurdum. hepsi bu. ikinci bir “güzel bir gelecek tablosu” çizdim kendime. ikisinden biri gelecek elbet, iki tablodan biri. yin ve yang. tek ya da ikili. ben bekleyeceğim. burada yin’imi.. ya tek başıma olduğum bir gelecek bekliyor beni. ya da aynı zamanda tek başına da olabilen bir insanla birlikte olduğum bir gelecek. her ikisi de kabulüm. ama bir üçüncü seçeneğim yok. olsa da seçmezdim. elimizdeki iki seçenekten birini de seçmiyorum aslında, yani gerçekleşmesi için bir şeylerin, çaba sarf etmiyorum. bekliyorum sadece. her şey kendi kendine oluyor nasılsa. hayır kendi kendine değil, bir yaratıcıya inancım tam hâlâ, düzenleyiciyle, var edene ve sürdürene…

ben mükemmelim. geri kalan her şey boktan. ben boktanım. geri kalan her şey mükemmel. bu işte bir terslik var. ben de bir terslik var. sen de bir terslik var. ve dört yanlış bir doğruyu götürür. dört kötü adam, dünyayı havaya uçurabilir. ama dünya doğru bir yer değil. başka bir gezegende var olabilir belki, düşlediğim her şey. cennet değil, cehennem değil. zihnimin içinden kâğıt üstüne akan masal dünyasında. ben başka bir gezegenden geldim. ejderha adım. uçamayan bir ejderha. ağzından ateş değil duman çıkan bir ejderha.

18.ağustos.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder