27 Ağustos 2008

ardeşen - 2. bölüm

bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. kazan dairesi ve valizlik aynı dört duvarın arasında. bizler de o gece, o dört duvarın arasındayız. çoğu gece gibi, kazan dairesindeyiz, ya da valizlikte. her ikisi de, aynı mekânın farklı isimleri. bir üçüncü isim daha icat ettik, gizli bir isim, alkolik askerlerin taktığı lâkap, “havaalanı” diyoruz oraya. ruhumuzu havalandırıyoruz çünkü. ve “ruhu havalandırmak” iki anlama gelebilir; ruhu havaya kaldırmak, ruhun hava almasını sağlamak. anti-alkolik askerler bir üçüncü anlam daha icat etti, “ruhu kalpten uzaklaştırmak”. böyle söylemişti mahir, “alkol ruhu kalpten uzaklaştırır”. haklı olabilirdi. nefsimizin kölesi olmuş olabilirdik. ama mahir de, başkalarının nefsine köle olmuştu. tarikat liderlerinin nefsine, çünkü tüm kelimeleri, bir yerden alıntıydı, kendine ait bir düşünce tarzı ya da fikri yoktu. kimse haklı gelmiyordu bu durumda bana; kendi olanlar ve başkasının olanlar vardı sadece.. başkasının olanlar, liderlerinin isteğine göre hareket ediyor ve bunlardan dindar olanları liderlerinin istediğini “tanrı’nın buyruğu olarak” görüyorlardı, konumuz bu değildi, konumuz valizlikti, sıcak valizlik, sıcak kalorifer, sıcak kazan dairesi, sıcak şarap, sıcak zihin, sıcak cehennem, sıcak cennet, sıcak araf…

bir jandarma karakolunda kazan dairesindeyiz. şahin, bekir, cumali, ben. cumali, bizim iki üst devremiz ve aynı zamanda kendisi o gün nöbetçi onbaşı. bizler seksen beşe dördüz. cumali seksen beşe iki. ben seksen ikiliyim, cumali seksen beşli, şahin seksen beşli, bekir seksen üçlü. şahin pdrm, ben de pdrm’yim. bekir sıkı içiyor, cumali içince sapıtıyor ama içerken yanımızda bulunan bir üst devre bize güç veriyor. çünkü askerlikte, eğer en alt devre iseniz, boğazınızda 3 ay boyunca kopartıp atamayacağınız bir tasma bağlı demektir. bir alt devreniz geldiğinde, elinize o en alt devrenin tasmasına ait zincirin ufak bir parçası tutuşturulur ve sizin zincirinizi tutan sayısı iki devreye düşer. bir alt devreniz daha gelince, tasmanız çözülür ancak gözaltı süreniz devam eder, teskere altısınızdır. teskereciler kraldır. en sonunda, teskereci olur ve kral olarak, son üç ayı yaşarsınız. diğer karakolları bilmiyorum ve kendi yaşadıklarımı anlatıyorum, o yüzden bu tespitlerime karşı olanlar, lütfen sadece kişisel gözlemlere dayalı bir felsefe güttüğümü ve kesin konuşmadığımı, kendimce yorum yaptığımı dikkate alsınlar. pekâlâ, devam edelim.

bir jandarma karakolunda, kazan dairesindeyiz. en alt devre olarak üç kişiyiz. iki devrem, şahin, bekir ve ben. bir de iki üst devremiz nöbetçi onbaşı cumali. içiyoruz. şarap. papazkarası. saat gecenin on biri. bundan birkaç saat önce, hava kararmak üzereyken ve yağmur hâlâ yağmayı sürdürürken bekir yanıma gelip “gece kaç kaç?” dedi, nöbetimi soruyordu, “sekiz-on” ve “iki-dört” dedim. akşam sekizde cezaevi nöbetini teslim alacak, onda bırakacak ve biraz uyuyup, ikide tekrar gidecektim nöbete, dörtte tekrar teslim edip, biraz daha uyuyup, sabah altıda kalkacaktım. hatta beş buçukta. koğuşun tuvaletlerini temizleyecektim. mıntıkam orasıydı. “içelim” dedi bekir, param yoktu ama bunu söylemedim, gerek de yoktu, para daima bulunurdu, borç alınır, kantinde rütbelilerin hesabına birkaç fazla çay çarpısı çakılır, ya da koalisyon yapardık. o gece, bekir idi finansörümüz, şahin gözcü, cumali de bekçi olacaktı, ben de devriye askeri. bu ne demek? bu şu demek. paraları bekir çıkacak, şahin öncelikle dışarı kaçtığım tellerin önünde sonra da nizamiye kapısında gözetmen olacak, cumali de “nöbetçi astsubay uyuyor mu?” diye bakacak, uyanırsa da odasından aşağı inmemesi için onu oyalayacak bir şeyler uyduran bir bekçi olacaktı. bir şeyler yapacaktık işte. arka tellere yaklaştım parayı alarak. eşofmanlarla elbette. akşam sekiz on nöbetinden gelmiştim. kamuflajları çıkarmış ve eşofmanları giymiştim. cumali herkesi koğuşa soktu, “nöbetçi astsubayın emri, yat sayımı var, herkes koğuşa, aşağı inmek yasak”. nöbetçi astsubay dokuzda vurmuştu kafayı. adını söylemeyeceğim adamın. ama o nöbetçi iken, daima içiyorduk. erkenden uyuyor ve hiçbir şeyle alâkadar olmuyordu, belki o da odasında gizlice içiyordu, kim bilir? her neyse, devam edelim, cumali yalandan bir sayım yaptı ve sonra koğuştan çıktık, biz, cumali, bekir, şahin ve bir de bizle alâkası olmayan birkaç teskereci. bizimle içmek isteyenler vardı ama güvenmiyorduk onlara, sıkı içiyorduk ve sıcaktı valizlik, sarhoş olup başımızı derde sokabilirlerdi, her ne kadar aralarında bizden de sıkı içen alt devreler olma ihtimali varsa da, henüz güvenemezdik. kendimize bile güvenmiyorduk. cumali’ye de güvenmiyorduk. ama o olmadan da içemezdik. otuz milyon verdi bekir. “15 bira al” dedi. dört kişi. “yeter mi?” diye sordum. takviye gerekiyordu, “votka yapalım” dedi şahin. “şarap” dedi cumali. benim oyum, sonucu belirleyecekti, kıllık olsun diye “viski” diyebilirdim ve berabere kalırdık. ama “iki şarap, geri kalanla bira?” dedim. anlaşmayı imzaladık:

“tamam”,
“tamam”,
“tamam”,

“pekâlâ” dedim, “herkes görev yerine.” cumali ana binaya çıktı, nöbet yerine. bekir otuz kâğıdı cebime soktu ve valizlikte askerlerin çantalarından dekor yapmaya başladı. şahin ile tellere doğru yürüdük. etrafta birkaç teskereci vardı ama zarar gelmezdi onlardan. sorun olan trafikçilerdi. aperiyoduk saatlerde karakola gidip geliyordu gece ekibi, ben karakolun karşısındaki tekel bayisinde iken, aniden nizamiyede bitebilir ve beni elimdeki suç delilleri ile görebilirlerdi. bu riske değerdi. her türlü riske değerdi. ve çöpün üzerinden duvara, oradan da tellere tutunup kendimi arkaya salladım. şahin nizamiyeye gidip, okey çekti ve ara sokaktan ana caddeye, oradan da karşıya geçtim. şahin bir okey daha çekince, ilk el açıldı. okey dışarı atmıştık trafik ekibine karşı. tekel bayiinin içinde, şimdilik güvendeydim. beni tanıyordu adam. ilk gidişimde,
“sen asker misin?” diye sormuştu, çekinerek itiraf etmiştim,
“sorun olmaz değil mi?”,
“biz de asker olduk koçum” dedi. lazdı kendisi üstelik, rize’deydim, doğaldı laz olması, lazlar iyi insanlardı, tartışmaya girmediğiniz ya da kızlarına yan gözle bakmadığınız sürece de iyi olmaya devam ederlerdi. ben de onlarla aramı iyi tutmaya çalışıyordum, kızları ile ilgilenmiyordum zaten, ama tartışmaya girmeye de gerek yoktu.

“üç yıldır kimse gelmiyor askerlerden geceleri” demişti adam, “ilk gelen sensin”. ilk gidişimde de demişti bunu, “hadi ya” dedim, alkolik bir devreydik ve üç yıl sonra sezonu açmıştık. ve o gün,
“şarap” dedim, “şarap alacam”. ikinci elin taşları dağıtılmış oldu böylece.
“kaç tane?”,
“ne var?” saydı ellerindekini, fiyatları ile beraber,
“papaz karası yedi mi demiştin.” diye sordum, izmir’e göre fiyatlar uçuktu şarap konusunda, ya da biz ucuz yerleri öğrenemeden askerliği bitirdik.
“evet, yedi”,
“iki papaz karası, kalanı ile bira”,
“otuz mu var demiştin koçum?”,
“evet otuz”.
“iki şarap, 8 bira?”,
“anlaştık, aa şey, sigara bir de”,
“sigara da benden olsun koçum”,
“eyvallah abi”.

askerleri seviyorlardı, yemek ısmarlıyor, içecek ısmarlıyor, ramazanda sigara içersen peşine takılıyor ya da kızlarına asılırsan duvara asıyorlardı seni. seviyordum lazları, bana ters gelen adetleri olsa da, samimi buluyordum birçoğunu. özellikle cezaevinde nöbet tutarken konuştuğum mahkûmları.

“ha bu siktiğimin silahını” demişti bir keresinde bana bir mahkûm, “ben pazarlayınca suçluyum ama amerika ekonomisini silahla kuruyor”,

“haklısın abi” demiştim. haklıydı. silah üretmek konusunda değildi haklı oluşu, çifte standarttaydı söz konusu haklılığı.

tekel bayiine dönüyoruz tekrar. alacaklarımı aldım, kapıda durdum. şahin bir okey daha çekti ve ara sokağa saptım. ikinci eli de kazanmıştık trafik ekibine karşı. son ele başladık.

tellerdeydim. elimde iki torba ile bekliyorum. şahin nizamiyeden ağır adımlarla geliyor ve bekliyor. kısa dönem imam var, etrafta gezinen. adı mahir. aslında adı mahir değil ama adını unuttum ve ona duyunca kıl olacağı bir isim koydum. adı mahir olan imam, kısa dönem askerlik yapan bir ispiyoncu. o varken elimdekilerle telden giremem. ama girmek zorundayım. cumali’nin yanına gidiyor şahin. nöbeti devralıyor cumali’den. cumali nöbetçi onbaşı olarak sahip olduğu tüm hakları kullanıp bahçeye iniyor ve imam’a fırça kayıyor.

“sen koğuş nöbetçisi değil misin? bahçede ne işin var?”.

biraz tartışıyorlar ama sonuçta kolluk kazanıyor ve ben de tellerin üzerinden uçup valizliğe iniş yapıyorum torbalarla birlikte. üç - sıfır. oyun bitti.

2.
saat on bir. anlattığım her şey, buraya kadar anlattığım her şey, yarım saat içinde olup bitti. ve valizlikte, kalorifer borularının arasında, çantalara oturup, şarapları açarak, biralarla karıştırarak, ufacık bir kapalı alanda sigaraya abanıp duman altı olarak, içiyoruz. cumali, şahin, bekir, ben…

birkaç bardak sonra cumali sapıtmaya başlıyor. biz ondan hızlı gidip, alkolü tüketiyor ve koğuşa çıkıyoruz. saat on iki. on iki - iki nöbetçileri gidecek. kimin götüreceğini bilmiyoruz. çünkü cumali’yi sarhoş olarak valizliğe terk edip kapıyı üzerine kilitledik. o orada sızdı. ve koğuş nöbetçisi imamda nöbet tutmak yerine, koğuşta uyumayı seçmiş biz valizlikte içerken. herkes uyuyor, biz sarhoşuz. on iki - iki nöbetçileri nöbete gitmek zorunda. biz uyandırırsak her şeyi çakarlar. cumali uyandırırsa, cezaevi nöbetine götürmek yerine denizden dökebilir sıradaki nöbetçileri. kimseyi uyandırmaz ve biz de uyursak, saatleri dolan ve değişmeyi bekleyen nöbetçiler, cezaevi nöbetçi astsubayını uyandırır, sonrası kıyamet. düşünüyoruz. “bu boku içmeden önce düşünseydiniz” diyor santral. santraldeyiz, ona fikir danışıyoruz, çünkü o bizim üst devremiz. ordu’lu, kendi halinde bir tip. kıyak insan. “siz santralde kalın, ben nöbetçileri uyandırıp hemen gelicem, kendileri gitsin nöbete pezevenkler” diyor santral. “tamam” diyoruz. bekliyoruz. santralin yan odasında karakol nöbetçi astsubayı uyuyor. cezaevi kapısının girişinde bir odada, cezaevi nöbetçi astsubayı uyuyor. kendimizi “dikkat köpek var” yazılı tabelalar arasında buluyoruz. tehlike! daha önce de yaşadık bunları. ama bu kez her şey karıştı ve üstelik benim gece nöbetim var. şahin sadece gündüzleri nizamiyede karakol nöbeti tutuyor. silahı yok. p.d.r.m ve a.s.k raporu işe yaramış. karakola gelen vatandaşları, ana binada gitmek istedikleri yere götürüyor üstlerini arayıp. sabah sekiz, akşam altı tutuyor nöbeti. güneşte, yağmurda, asla izin yapmıyor hafta içi. “memurum lan ben asker değilim” diyor bize. bekir kantinci olduğu için, nöbetleri akşamları oluyor bazen. onu da koğuşta tutuyor. boka sapan benim. ama hayatımı daima ince bir ipin üzerinde düşme korkusu taşımadan cambazlık yaparak harcadım. alışkınım. santral geliyor. nöbetçiler gidiyor. nöbetçiler geliyor. şahin ve bekir’le beraber valizliğe iniyor, cumali’yi uyandırıp bahçede bir banka oturtuyoruz. ayılması gerekiyor. ve banyoya sokuyoruz onu, sonra gözlerini açıp, “bana nöbetçi astsubayı getirin, dövücem onu” diyor. bekir ve şahin sızıyor. cumali ile baş başa kalıyor ve saate bakıyorum. bir buçuk. iki - dört nöbetim var. hâlâ sarhoşum. ama kendimdeyim. yani kendimde olduğumu söylediğim için, sarhoşum demektir. basit alkolik mantığı. cumali nihayet kendine geliyor, nöbetçileri güç bela uyandırıyor ve nöbete gidiyoruz. ben ne doldur boşalt yapıyorum ne de bot giyiyorum. eksik kamuflajlarla ve şarjör almayı unutarak, boş mp5’le, ikinci kuledeyim. nöbetçi astsubaya en uzak kule. birinci kuleye geçecek olan tipe, “karakolda nöbetçi astsubay kim?” diyorum, söylüyor, tim komutanımmış ve tim komutanımın nöbetçi astsubay olduğunu bilseydim, ona da bir şişe götürürdüm diye düşünüyorum. ya da daha çok içerdim. ama yapmadım. iki birayı çöpe attık. ama dış çöpe. boş şişelerle birlikte. gizlice. orayı anlatmayı es geçtim ve hâlâ es geçiyorum. ikinci kulede, not defterime bir şeyler karalayıp, kulenin içinde sızıyorum. tahtanın üzerinde. dört olunca gelip değiştirirler nasılsa diyorum. dört-altı buçuk nöbetçileri gelir değiştirir. mahkûmlardan da kaçan olmaz. her şeyi, şansa havale ediyor ve sızıyorum. ve altı buçukta dürtüyor beni cumali, hava aydınlanmış.

“sabit bıraktım seni nöbette” diyor cumali, “kaldıramadım”.


“boşver” diyorum, “mıntıkadan kurtuldum”.

dört – altı buçuk nöbetçisi kısmen mıntıkadan kurtulurdu. karakola gelir, tıraş olur, kahvaltı yapar ve içtimaaya çıkardı. böyleydi bizim oralarda. bazen mıntıka yaparlardı ama yerine yapacak kimse bulunamamışsa ve her neyse dostlar, iki dört nöbetini, iki altı buçuk yaparak, karakola döndüm, kahvaltı yaptım, bir sigara yaktım, tıraş oldum, içtima için sıraya girdim. tim komutanım geldi, o gece cezaevinde nöbetçi astsubay olan tim komutanım yanıma geldi. beni köşeye çekti ve bir sakız verdi, naneli, “al bunu çiğne, hayatını sikicem senin, göt” dedi, gülüyordu, gülüyordum…

27ağustos2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder