işi bırakmaya karar
vermiştim. bir anlık öfke denilebilir buna. ama öfkeden çok, bıkmışlık hali
idi, bıkkınlık ve yorgunluk.. “bu kadarı yeterli” demiştim.. sadece alkol ve
sigara konusunda diyemiyordum bu üç kelimeyi. diğer her ne varsa yaşamın
içinde, bir süre sonra mutlaka dolduruyordu limitini. sevdiğim bir müzik
grubunun son albümüne göz atmaz duruma gelebiliyordum, ya da bir filmin henüz
27. dakikasında, “bu kadarı yeterli” deyip, es geçebiliyordum geri kalanı, bir
kitabın 132. sayfasında mesela... “bu kadarı yeterli”. ve hayatım boyunca, en
çok nefret ettiğim şeylerin liste baştı olmuştu “zorunluluk” fiili.. ve aslına
bakarsanız, bunun fiil olduğundan bile emin değilim. edebiyat mı? dil bilgisi
kuralları mı? yazım kuralları mı? hepsinin ırzına geçiyorum ve farkındayım
bunun, ama hitap ettiğim kesim de çakmıyor zaten edebiyattan ve dil bilgisinden,
ben anlaşıyorum onlarla, ve onlar da benle, yani iletişim sorunu yaşamıyoruz
kendi içimizde, anlıyor musunuz? sadece de-da’lar gibi şeyleri önemsiyorum ben…
o yüzden bana, “imlan ve cümle yapın bozuk olduğu için yazmaya devam edemezsin,
ben seni anlamıyorum” edebiyatı çeken o çim yakışıklısına şunu söyleyeceğim;
ben zaten sana hitap eden bir su hortumu değilim evlat. devam edelim.. en başa
dönelim…
işi bırakmaya karar
vermiştim. aynı işteki, ikinci işi bırakma deneyimdi bu. ilkinde, fuardaydık.
izmir fuarı, stant, eylül başıydı, gecenin on ikisi.. sabah sekiz buçukta ofisi
açmış, ve akşam iş çıkışı şirketin açtığı fuar standına çağrılmıştım. gitmek
zorundaydım. henüz işi bırakmak istemiyordum. ve gittim. ve fuar çıkışı, ertesi
gün için, herkese öğleden sonra gelebileceği söylenmişken, ben yine aynı saatte
gelmeliydim, bana öyle söylenmişti, “ha siktir” demiştim, kendi içimden, ofisi
açıcam, telefonlara bakıcam, ortalığı süpürücem, çay demlicem, dünden sarkan
birkaç faturayı kesicem, ve daha bir dolu iş, ve gecenin ikisinde evdeyim, ve
“tamam” dedim, “bu kadarı yeterli”
ve ertesi gün anahtarı ofise gönderttim
annemle, “işi bıraktığımı söylersin” dedim. ben işi bıraktım ama iş beni
bırakmadı. bir hafta peşimden koştular. benim gibi bir enayiyi
bulamayacaklardı. biliyorlardı bunu. köşeye sıkıştım. paraya ihtiyacım vardı ve
öykülerim beş para etmezdi, ben de beş para etmezdim, yani bir erkek olarak
başka bir erkek için demek istiyorum, jigolo bile olamazdım hatta, başka bir iş
bulamazdım, mesleğim çoktu ama belgem yoktu, kanıtlayamıyordum
yapabileceklerimi, ve savaşı uzatmak için ihtiyacım olan nakde sahip değildim..
bir hafta geçmişti.. işi bıraktığım günün üzerinden bir hafta.. evdeydim.
sabahın körü. kapı çaldı. bakkal.. annemle bir şeyler konuşuyor, borcu soruyordu.
sonra elektriklerimiz kesildi, pat diye üstelik, haber bile verilmeden, balkona
çıkıp bu kesinti bölgesel mi bize mi özel diye baktım, ve aşağıda yürüyen
memuru gördüm, seslendim, ve fatura, ödemek, para, iş, ölüm, mesai, film şeridi
dizildi önümde, sonra buzdolabının üzerine tutturulmuş olan cehennem kadar
yakıcı kağıt parçaları ilişti gözüme, bu su, bu elektrik, bu telefon, bu kiradan
eksik kalan, bu oraya, bu buraya, ve telefonum çaldı, patronumun kardeşi bana
bir şans vermek istediklerini söylüyordu, öğleden sonra ofiste olursam eğer..
bir şans mı? ben mi size bir şans tanıyacağım, siz mi bana yoksa, diye sormak
istedim.. soramazdım. yenilmiştim. ve evden yayan olarak otuz beş dakika
yürüdüm. ofise girdim. patronun kardeşi vardı. sonra patron geldi. nasıl işi
haber vermeden bırakırdım? burası ciddi bir kurumdu. yol parası verilmiyordu,
öğlen yemeği olarak yarım ekmek ve bir parça peynir vardı, acemi birliği
kahvaltısından daha az, anlayabiliyor musunuz, öğlen yemeği bu… ve sigorta
yoktu, ve maaşın içerde kalacaktı çoğunlukla.. ve bir şans verdim kendime.
dayanabilirsin koçum dedim. bir iş daha bulana kadar. o sırada birine aşık
oldum, ve böylece tüm çözümsüzlükleri göz ardı ederek, işe devam ettim. ve aynı
iş yerindeki ikinci dönemim iki ay sürdü.. tekrar işi bıraktım. bu kez emindim
kendimden. iki ay boyunca başka bir iş aramış ama bulamamıştım. işi bırakırsam,
belki daha fazla boş vakitle daha kolay iş arar, belki de bulurdum… denemek
gerekiyordu. riske giriyordum. riske girmek zorundaydım, aksi takdirde kalıcı
sinirsel bir hastalık edinecek ya da günde üç paket sigara içip, faturaları
ödeyemeden kendimi azraile haciz ettirecektim.. muhasebe, çok sigarayı da beraberinde
getiriyordu.. üstelik temizlik yapıyor, çay yapıyor, müşterilerle telefonda
ilgileniyor, mal yüklüyor, mal indiriyor ve ufak şirketlerin ofisinde bir patron
ne kadar angarya iş yığabilirse başına, iki katı ile cebelleşiyordum. son damla
ise, iş yapmadığımın söylenmesi oldu. hayır ben iş yapmıyordum, bütün gün
internette geziyordum. ve biriken hiçbir iş yoktu buna rağmen.. ya bir çelişki
söz konusuydu, ya da kandırılıyordum. monitörümün yönü, patronumun görebileceği
şekilde çevrildi, ve masamın da yeri değişti tabii. köşeye alındı. ofisteki
odanın köşesine.. ekranımın, dış kapıdan girişlerde, ve patronun odasından
rahatlıkla görülebileceği şekilde bir köşeye.. ve önümde sadece duvar var. iki
koca duvar. sarı renkli duvarlar. bir monitör. ve tüm işlerimi zamanında
yaptığım ve o an yapacak hiçbir işim olmadığı için, boş boş beklemeye başladım.
klavyeye dokunmuyordum. bekliyor ve sigara içiyordum. sigara içerken, bir
yandan da sayı sayıyordum içimden. önce ondan geriye birer birer, sonra birden
ileriye üçer üçer, sonra 157’den geriye dörder dörder, düşünmemek için
yapıyordum bunu, zihni uyuşturma ya da avutma yöntemlerimden biridir.. deneyebilirsiniz…
ve saate baktım, paydosa sekiz saat vardı muhtemelen. çıkış saatim belirsizdi
ama giriş saatimden bir dakika ileride ofisi açarsam, 2 buçuk ytl ediyordu,
yanlış duymadınız, geç kalmanın dakikası iki buçuk ytl kesinti iken, geç çıkmak
diye bir şey söz konusu olmuyordu, mesai yoktu, tam maaş yoktu, sigorta yoktu,
yol yoktu, yemek yoktu, ve buradan yok olmaya karar verdim tekrar. saat dokuzda
ofisi kapatıp işten çıktım ve dolmuşta patronumu aradım. aslında, “dokuza kadar
geleceğim” demişti, “bekle ve çay hazır olsun” demişti ve geldiğinde
konuşacaktım, dokuza beş kala, “çayı dök, sen çıkabilirsin, ben eve gidiyorum”
demek için aradı.. ve kapadı. ve daha sonra, ofisi kapatıp durağa çıktım,
telefon açtım patron tanrıya, tanrı patrona, açmadı telefonu. ve mesaj yazdım
ben de. mesaj yazmayı sevmiyordum. telefonda konuşmayı da sevmiyordum. dünyanın
en soğuk icadı olarak nitelendiriyordum telefonu. ama mesajı yazdım, “özverime
güvenilmeyen bir yerde çalışamam, işi bırakıyorum, ama yarın, izinli olan..” vs
vs vs.. aynı yerde abim çalışıyordu ve ertesi gün izinliydi. ertesi gün son kez
işe gidecek, abimin yerine bakacaktım, ama çay vermem demiştim, yük taşımam,
temizlik yapmam, telefonlara bakmam… sadece faturaları keser, sipariş
listelerini hazırlarım. bunu söyledim. biladerimi bir günlüğüne tanrıdan azat
edecektim sadece. sonra ben, kendime başka bir tanrı bulmak için, iş görüşmelerine
hız kazandıracaktım. ve ertesi gün işe gittim. ofisi açtım. diğer iki eleman
geldi. depocu elemanlar. ve patron gelip, benim ona çay vermeyeceğimi bildiği
için, altan’a “bundan sonra sen bakıyormuşsun çay işlerine galiba” dedi, bu
şekilde emir veriyordu, istek şarkısı gibi emirler yağdırıyordu, kibar bir
kraldı, ama kraldı sonuçta, ve altan gelene kadar ne benden çay istemiş ne de
kendine çay koymuştu… krallar daima kendini her işi yapmaktan aciz görüyor
olmalılar, aciz olmadıklarını biliyorum, kendilerini aciz görmediklerini de,
ama ben öyle görüyorum.. ve öğleden sonra, kesilecek fatura kalmadığı için
çıktım, eve gittim. ve iş görüşmeleri geldi ardından. iş yoktu, varsa bile ben
uygun değildim, diplomam yoktu, tanıdığım kimse yoktu, tecrübem yoktu, onlar
beni arayacaktı, ve aramıyorlardı, kendimi kaybetmeye hazırlanıyordum, üstelik
tüm çözümsüz denklemleri göz ardı etmeme neden olan uçan halı sevgilim de yok
olmuştu, ve tamam dedim.. yeteri kadar iş aradım. şimdi iş beni arayacak.. ve o
sırada telefon çaldı.. bir yer.. görüştüğüm bir yer.. web tasarım elemanı
arıyorlardı. form doldurmuş dönüp gelmiştim. beş gün sonra çağırdılar gittim.
ve adam, işi anlattı. sigorta yok, yol yok, asgari ücret, yemek cebinden… iş
şu: “birkaç arkadaşlık sitemiz var, sen bunlara birkaç tane üyelik açacaksın,
hatun isimleri ile, internetten de birkaç fotoğraf bulacak ve profil resmi
yapacaksın. ve üyelere, işveli mesajlar atacaksın..”
“başka” diye sordum,
çünkü biliyordum bu kadarla kalmayacağını
“ek olarak, çay
yaparsın, sabah ofisi temizlersin ve seks shopumuzdan gelen izmir içi acil
siparişleri otobüsle gider müşteriye verirsin”
“tamam” dedim. ama
yalan söylüyordum.. evimde internetim kesikti o günlerde. ve ilk iş günü,
birkaç şey öğrenmem için, bilgisayar başında takılacaktım. zaten öğleden sonra
gitmiştim, ve paydos sekizde idi. sabah sekiz akşam sekiz.. her neyse, bende
maillerime baktım, ve birkaç siteye daha, sonrasında bu uyanık askerlerin
sözünü ettiği arkadaşlık sitelerine göz atar gibi yapmayı sürdürürken,
maillerimi cevapladım. ve patron altıda gelip, bana beş milyon verdi, “bununla
yarın gelirken bir temizlik bezi alırsın”
“tamam abi” dedim,
yol paramı çıkarmıştım şimdiden, kârda sayılırdım ve üstelik bedava bir
internet kafe bulmuştum kendime.. akşam sekizde çıkabilirdim. ve akşam sekiz
olunca “çıkabilir miyim” dedim. “tamam” dedi “çık” yarın kaçta geleceğimi
sordum, “sekizde ofiste ol” dedi, “bezi almayı unutma”
ofisten çıktığım
anda her şeyi unutmuştum. eve geldim, ve iş aramak istemiyorum bir süre dedim.
bu işe de gitmeyeceğim yarın. ve sonra, iş beni buldu. şans.. bir tanıdık.
havaalanı. form. torpil. olmuştu işte. güzeldi. on ay sözleşme. yüzde seksen,
on ay sonra yine işsiz kalacaktım. düşünmüyordum ama.. nasıl olsa on ay içinde
ben işten sıkılacak ve başka bir işe yatay geçiş yapmayı planlayacaktım. hâlâ
bunu planlamıyorum gerçi.. ama, sıkıldığımı hissediyorum. her iş, eninde
sonunda boktanlaşır.. para karşılığı yapılan hiçbir şey zevk vermez, seks
bile.. yazmak bile.. sanat işe dönüştüğü zaman sanat olmaktan çıkar. ve yaşamı,
her anlamda, bir tür sanat olarak görenler, mesela “crispin sartwell”, “bulaşık yıkarken bile,
bir sanat eseri ortaya koyduğunuzu hayal edin” diye öğütler bana, o yüzden,
herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için çalışmak yerine, tao’ya kapılmak, ve
“hiçbir şey yapma, her şey olur” demek, en azından boşuna stres yapmanızı
engelleyecektir.. iş aramıyorum, iş beni bulur. yayınevi aramıyorum. biri
kitabımı basar. kadın aramıyorum. bir gün denk gelir.. nehire bırakmak kendini.
balıklar yüzer. yüzmemek nehirde.. kendi akıntın nereye gidiyorsa.. ve, daima,
güzel bir okyanusa açılırsın böylece, ben henüz nehirdeyim, ve nehir benim
içimde, chuang tzu gibi konuştuğumun farkındayım ama, kendini, içindeki rüzgara
bırakmak, ve dışarıda geriye kalan her ne varsa, onları da kendi hallerine
bırakmak, neyse cümleyi kesiyorum burada.. bir kişisel gelişim kitabı
yazmıyoruz. kişisel gelişimden de, toplumsal gelişimden de hazzetmiyoruz.. o
halde, tekrar en başa dönelim… çimlerde imlamı bozuk bulan tip ne demişti;
“ben gelişim ve
teknolojiden yanayım, ilerlemek insanları güzel bir yere götürür, iletişim
önemlidir”..
tekrar en başa
dönelim ve ilkel insanların hayatları ile günümüzü karşılaştıralım. gelişimin
ne menem ve boktan bir şey olduğunu fark etmiyorsak, faturalarla, iş
aramalarla, ve sırtımıza binip “hadi koçum, çalışan kazanır” diyenlerle el ele,
ama onların diğer eli cebimizde iken, yaşamaya devam edebiliriz, ya da
birilerini yaşatmaya.. yaşama içelim.. başka alternatifimiz de yok, ama içine
sokulduğun boka “tadı güzelmiş, sen de gel” demek ile, “bokun içindeyim, çıkamayacağımı
da biliyorum, devrim yok, ütopya yok, ama hoşnutta değilim” demek arasında, bir
fark var sanırım. tıpkı seninle benim aramda bir fark olduğu gibi.. “neden
fanzinlerde gerçek isimlerinizi kullanmadınız”. gerçek isimler? what is the
gerçek isimler? gerçek; insanların bakış açılarına göre değişebilen, ve
gerçekliği ispatlanamaz bir kavramdır. o yüzden, ve daima, ve her yerde, ve
hiçbir şey olarak, tao vardır. ne gerçek, ne de yalan.. inanıyorum da.. inanmıyorum
da.
ying ve yang ;ve; da ve da
27.ağustos.2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder