27 Ağustos 2008

çalışan nehir

işi bırakmaya karar vermiştim. bir anlık öfke denilebilir buna. ama öfkeden çok, bıkmışlık hali idi, bıkkınlık ve yorgunluk.. “bu kadarı yeterli” demiştim.. sadece alkol ve sigara konusunda diyemiyordum bu üç kelimeyi. diğer her ne varsa yaşamın içinde, bir süre sonra mutlaka dolduruyordu limitini. sevdiğim bir müzik grubunun son albümüne göz atmaz duruma gelebiliyordum, ya da bir filmin henüz 27. dakikasında, “bu kadarı yeterli” deyip, es geçebiliyordum geri kalanı, bir kitabın 132. sayfasında mesela... “bu kadarı yeterli”. ve hayatım boyunca, en çok nefret ettiğim şeylerin liste baştı olmuştu “zorunluluk” fiili.. ve aslına bakarsanız, bunun fiil olduğundan bile emin değilim. edebiyat mı? dil bilgisi kuralları mı? yazım kuralları mı? hepsinin ırzına geçiyorum ve farkındayım bunun, ama hitap ettiğim kesim de çakmıyor zaten edebiyattan ve dil bilgisinden, ben anlaşıyorum onlarla, ve onlar da benle, yani iletişim sorunu yaşamıyoruz kendi içimizde, anlıyor musunuz? sadece de-da’lar gibi şeyleri önemsiyorum ben… o yüzden bana, “imlan ve cümle yapın bozuk olduğu için yazmaya devam edemezsin, ben seni anlamıyorum” edebiyatı çeken o çim yakışıklısına şunu söyleyeceğim; ben zaten sana hitap eden bir su hortumu değilim evlat. devam edelim.. en başa dönelim…

işi bırakmaya karar vermiştim. aynı işteki, ikinci işi bırakma deneyimdi bu. ilkinde, fuardaydık. izmir fuarı, stant, eylül başıydı, gecenin on ikisi.. sabah sekiz buçukta ofisi açmış, ve akşam iş çıkışı şirketin açtığı fuar standına çağrılmıştım. gitmek zorundaydım. henüz işi bırakmak istemiyordum. ve gittim. ve fuar çıkışı, ertesi gün için, herkese öğleden sonra gelebileceği söylenmişken, ben yine aynı saatte gelmeliydim, bana öyle söylenmişti, “ha siktir” demiştim, kendi içimden, ofisi açıcam, telefonlara bakıcam, ortalığı süpürücem, çay demlicem, dünden sarkan birkaç faturayı kesicem, ve daha bir dolu iş, ve gecenin ikisinde evdeyim, ve “tamam” dedim, “bu kadarı yeterli”

 ve ertesi gün anahtarı ofise gönderttim annemle, “işi bıraktığımı söylersin” dedim. ben işi bıraktım ama iş beni bırakmadı. bir hafta peşimden koştular. benim gibi bir enayiyi bulamayacaklardı. biliyorlardı bunu. köşeye sıkıştım. paraya ihtiyacım vardı ve öykülerim beş para etmezdi, ben de beş para etmezdim, yani bir erkek olarak başka bir erkek için demek istiyorum, jigolo bile olamazdım hatta, başka bir iş bulamazdım, mesleğim çoktu ama belgem yoktu, kanıtlayamıyordum yapabileceklerimi, ve savaşı uzatmak için ihtiyacım olan nakde sahip değildim.. bir hafta geçmişti.. işi bıraktığım günün üzerinden bir hafta.. evdeydim. sabahın körü. kapı çaldı. bakkal.. annemle bir şeyler konuşuyor, borcu soruyordu. sonra elektriklerimiz kesildi, pat diye üstelik, haber bile verilmeden, balkona çıkıp bu kesinti bölgesel mi bize mi özel diye baktım, ve aşağıda yürüyen memuru gördüm, seslendim, ve fatura, ödemek, para, iş, ölüm, mesai, film şeridi dizildi önümde, sonra buzdolabının üzerine tutturulmuş olan cehennem kadar yakıcı kağıt parçaları ilişti gözüme, bu su, bu elektrik, bu telefon, bu kiradan eksik kalan, bu oraya, bu buraya, ve telefonum çaldı, patronumun kardeşi bana bir şans vermek istediklerini söylüyordu, öğleden sonra ofiste olursam eğer.. bir şans mı? ben mi size bir şans tanıyacağım, siz mi bana yoksa, diye sormak istedim.. soramazdım. yenilmiştim. ve evden yayan olarak otuz beş dakika yürüdüm. ofise girdim. patronun kardeşi vardı. sonra patron geldi. nasıl işi haber vermeden bırakırdım? burası ciddi bir kurumdu. yol parası verilmiyordu, öğlen yemeği olarak yarım ekmek ve bir parça peynir vardı, acemi birliği kahvaltısından daha az, anlayabiliyor musunuz, öğlen yemeği bu… ve sigorta yoktu, ve maaşın içerde kalacaktı çoğunlukla.. ve bir şans verdim kendime. dayanabilirsin koçum dedim. bir iş daha bulana kadar. o sırada birine aşık oldum, ve böylece tüm çözümsüzlükleri göz ardı ederek, işe devam ettim. ve aynı iş yerindeki ikinci dönemim iki ay sürdü.. tekrar işi bıraktım. bu kez emindim kendimden. iki ay boyunca başka bir iş aramış ama bulamamıştım. işi bırakırsam, belki daha fazla boş vakitle daha kolay iş arar, belki de bulurdum… denemek gerekiyordu. riske giriyordum. riske girmek zorundaydım, aksi takdirde kalıcı sinirsel bir hastalık edinecek ya da günde üç paket sigara içip, faturaları ödeyemeden kendimi azraile haciz ettirecektim.. muhasebe, çok sigarayı da beraberinde getiriyordu.. üstelik temizlik yapıyor, çay yapıyor, müşterilerle telefonda ilgileniyor, mal yüklüyor, mal indiriyor ve ufak şirketlerin ofisinde bir patron ne kadar angarya iş yığabilirse başına, iki katı ile cebelleşiyordum. son damla ise, iş yapmadığımın söylenmesi oldu. hayır ben iş yapmıyordum, bütün gün internette geziyordum. ve biriken hiçbir iş yoktu buna rağmen.. ya bir çelişki söz konusuydu, ya da kandırılıyordum. monitörümün yönü, patronumun görebileceği şekilde çevrildi, ve masamın da yeri değişti tabii. köşeye alındı. ofisteki odanın köşesine.. ekranımın, dış kapıdan girişlerde, ve patronun odasından rahatlıkla görülebileceği şekilde bir köşeye.. ve önümde sadece duvar var. iki koca duvar. sarı renkli duvarlar. bir monitör. ve tüm işlerimi zamanında yaptığım ve o an yapacak hiçbir işim olmadığı için, boş boş beklemeye başladım. klavyeye dokunmuyordum. bekliyor ve sigara içiyordum. sigara içerken, bir yandan da sayı sayıyordum içimden. önce ondan geriye birer birer, sonra birden ileriye üçer üçer, sonra 157’den geriye dörder dörder, düşünmemek için yapıyordum bunu, zihni uyuşturma ya da avutma yöntemlerimden biridir.. deneyebilirsiniz… ve saate baktım, paydosa sekiz saat vardı muhtemelen. çıkış saatim belirsizdi ama giriş saatimden bir dakika ileride ofisi açarsam, 2 buçuk ytl ediyordu, yanlış duymadınız, geç kalmanın dakikası iki buçuk ytl kesinti iken, geç çıkmak diye bir şey söz konusu olmuyordu, mesai yoktu, tam maaş yoktu, sigorta yoktu, yol yoktu, yemek yoktu, ve buradan yok olmaya karar verdim tekrar. saat dokuzda ofisi kapatıp işten çıktım ve dolmuşta patronumu aradım. aslında, “dokuza kadar geleceğim” demişti, “bekle ve çay hazır olsun” demişti ve geldiğinde konuşacaktım, dokuza beş kala, “çayı dök, sen çıkabilirsin, ben eve gidiyorum” demek için aradı.. ve kapadı. ve daha sonra, ofisi kapatıp durağa çıktım, telefon açtım patron tanrıya, tanrı patrona, açmadı telefonu. ve mesaj yazdım ben de. mesaj yazmayı sevmiyordum. telefonda konuşmayı da sevmiyordum. dünyanın en soğuk icadı olarak nitelendiriyordum telefonu. ama mesajı yazdım, “özverime güvenilmeyen bir yerde çalışamam, işi bırakıyorum, ama yarın, izinli olan..” vs vs vs.. aynı yerde abim çalışıyordu ve ertesi gün izinliydi. ertesi gün son kez işe gidecek, abimin yerine bakacaktım, ama çay vermem demiştim, yük taşımam, temizlik yapmam, telefonlara bakmam… sadece faturaları keser, sipariş listelerini hazırlarım. bunu söyledim. biladerimi bir günlüğüne tanrıdan azat edecektim sadece. sonra ben, kendime başka bir tanrı bulmak için, iş görüşmelerine hız kazandıracaktım. ve ertesi gün işe gittim. ofisi açtım. diğer iki eleman geldi. depocu elemanlar. ve patron gelip, benim ona çay vermeyeceğimi bildiği için, altan’a “bundan sonra sen bakıyormuşsun çay işlerine galiba” dedi, bu şekilde emir veriyordu, istek şarkısı gibi emirler yağdırıyordu, kibar bir kraldı, ama kraldı sonuçta, ve altan gelene kadar ne benden çay istemiş ne de kendine çay koymuştu… krallar daima kendini her işi yapmaktan aciz görüyor olmalılar, aciz olmadıklarını biliyorum, kendilerini aciz görmediklerini de, ama ben öyle görüyorum.. ve öğleden sonra, kesilecek fatura kalmadığı için çıktım, eve gittim. ve iş görüşmeleri geldi ardından. iş yoktu, varsa bile ben uygun değildim, diplomam yoktu, tanıdığım kimse yoktu, tecrübem yoktu, onlar beni arayacaktı, ve aramıyorlardı, kendimi kaybetmeye hazırlanıyordum, üstelik tüm çözümsüz denklemleri göz ardı etmeme neden olan uçan halı sevgilim de yok olmuştu, ve tamam dedim.. yeteri kadar iş aradım. şimdi iş beni arayacak.. ve o sırada telefon çaldı.. bir yer.. görüştüğüm bir yer.. web tasarım elemanı arıyorlardı. form doldurmuş dönüp gelmiştim. beş gün sonra çağırdılar gittim. ve adam, işi anlattı. sigorta yok, yol yok, asgari ücret, yemek cebinden… iş şu: “birkaç arkadaşlık sitemiz var, sen bunlara birkaç tane üyelik açacaksın, hatun isimleri ile, internetten de birkaç fotoğraf bulacak ve profil resmi yapacaksın. ve üyelere, işveli mesajlar atacaksın..”
“başka” diye sordum, çünkü biliyordum bu kadarla kalmayacağını
“ek olarak, çay yaparsın, sabah ofisi temizlersin ve seks shopumuzdan gelen izmir içi acil siparişleri otobüsle gider müşteriye verirsin”
“tamam” dedim. ama yalan söylüyordum.. evimde internetim kesikti o günlerde. ve ilk iş günü, birkaç şey öğrenmem için, bilgisayar başında takılacaktım. zaten öğleden sonra gitmiştim, ve paydos sekizde idi. sabah sekiz akşam sekiz.. her neyse, bende maillerime baktım, ve birkaç siteye daha, sonrasında bu uyanık askerlerin sözünü ettiği arkadaşlık sitelerine göz atar gibi yapmayı sürdürürken, maillerimi cevapladım. ve patron altıda gelip, bana beş milyon verdi, “bununla yarın gelirken bir temizlik bezi alırsın”
“tamam abi” dedim, yol paramı çıkarmıştım şimdiden, kârda sayılırdım ve üstelik bedava bir internet kafe bulmuştum kendime.. akşam sekizde çıkabilirdim. ve akşam sekiz olunca “çıkabilir miyim” dedim. “tamam” dedi “çık” yarın kaçta geleceğimi sordum, “sekizde ofiste ol” dedi, “bezi almayı unutma”

ofisten çıktığım anda her şeyi unutmuştum. eve geldim, ve iş aramak istemiyorum bir süre dedim. bu işe de gitmeyeceğim yarın. ve sonra, iş beni buldu. şans.. bir tanıdık. havaalanı. form. torpil. olmuştu işte. güzeldi. on ay sözleşme. yüzde seksen, on ay sonra yine işsiz kalacaktım. düşünmüyordum ama.. nasıl olsa on ay içinde ben işten sıkılacak ve başka bir işe yatay geçiş yapmayı planlayacaktım. hâlâ bunu planlamıyorum gerçi.. ama, sıkıldığımı hissediyorum. her iş, eninde sonunda boktanlaşır.. para karşılığı yapılan hiçbir şey zevk vermez, seks bile.. yazmak bile.. sanat işe dönüştüğü zaman sanat olmaktan çıkar. ve yaşamı, her anlamda, bir tür sanat olarak görenler, mesela  “crispin sartwell”, “bulaşık yıkarken bile, bir sanat eseri ortaya koyduğunuzu hayal edin” diye öğütler bana, o yüzden, herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için çalışmak yerine, tao’ya kapılmak, ve “hiçbir şey yapma, her şey olur” demek, en azından boşuna stres yapmanızı engelleyecektir.. iş aramıyorum, iş beni bulur. yayınevi aramıyorum. biri kitabımı basar. kadın aramıyorum. bir gün denk gelir.. nehire bırakmak kendini. balıklar yüzer. yüzmemek nehirde.. kendi akıntın nereye gidiyorsa.. ve, daima, güzel bir okyanusa açılırsın böylece, ben henüz nehirdeyim, ve nehir benim içimde, chuang tzu gibi konuştuğumun farkındayım ama, kendini, içindeki rüzgara bırakmak, ve dışarıda geriye kalan her ne varsa, onları da kendi hallerine bırakmak, neyse cümleyi kesiyorum burada.. bir kişisel gelişim kitabı yazmıyoruz. kişisel gelişimden de, toplumsal gelişimden de hazzetmiyoruz.. o halde, tekrar en başa dönelim… çimlerde imlamı bozuk bulan tip ne demişti;

“ben gelişim ve teknolojiden yanayım, ilerlemek insanları güzel bir yere götürür, iletişim önemlidir”..

tekrar en başa dönelim ve ilkel insanların hayatları ile günümüzü karşılaştıralım. gelişimin ne menem ve boktan bir şey olduğunu fark etmiyorsak, faturalarla, iş aramalarla, ve sırtımıza binip “hadi koçum, çalışan kazanır” diyenlerle el ele, ama onların diğer eli cebimizde iken, yaşamaya devam edebiliriz, ya da birilerini yaşatmaya.. yaşama içelim.. başka alternatifimiz de yok, ama içine sokulduğun boka “tadı güzelmiş, sen de gel” demek ile, “bokun içindeyim, çıkamayacağımı da biliyorum, devrim yok, ütopya yok, ama hoşnutta değilim” demek arasında, bir fark var sanırım. tıpkı seninle benim aramda bir fark olduğu gibi.. “neden fanzinlerde gerçek isimlerinizi kullanmadınız”. gerçek isimler? what is the gerçek isimler? gerçek; insanların bakış açılarına göre değişebilen, ve gerçekliği ispatlanamaz bir kavramdır. o yüzden, ve daima, ve her yerde, ve hiçbir şey olarak, tao vardır. ne gerçek, ne de yalan.. inanıyorum da.. inanmıyorum da.

ying ve yang  ;ve; da ve da


27.ağustos.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder