7 Ağustos 2019

"çok meşgulüm hacı ben" - "ben de çok pis aylağım aga"

Tolga Havran paylaşmış, araklamasyon mirante adlı fanzinimde yerini alacak bir metin oldu..ek olarak altına bir kaç şey yorumlayarak naklediyorum, çünkü özellikle son iki yıldır 20 yıllık dostlarımdan bile en çok duyduğum şey: "çok meşgulüm", "zamanım yok", yaptıkları bi şey de yok işe gidip eve gelmek dışında.. yazı şu:
Eğer 21. yüzyılda büyük bir şehirde yaşıyorsanız muhtemelen çevrenizde sayısız insanın size ne kadar meşgul olduklarını anlattığına tanık olmuşsunuzdur. Herhangi birine “Naber?” dediğinizde alacağınız yanıt ya “Meşgulüm bu ara” ya da “Bu aralar çok yoğunum” olur. Bu yanıttaki yakınmanın arkasına gizlenmiş bir böbürlenme olduğu da bariz.
Dikkatinizi çekmek istediğim husus ise bunu söyleyen insanların fabrikada çift vardiya çalışmaya zorlanan veya kenar mahalledeki evinden asgari ücretle çalıştığını işine saatlerce otobüs yolculuğu yapan insanlar olmadığı. Bu emekçiler meşgul değil tükenmiştir, yorgundur – ayakta uyuyacak kadar yorgun.
Meşguliyeti nedeniyle ağlayıp sızlayanlar neredeyse her zaman bu meşguliyetlerini kendileri yaratırlar: işleri, gönüllü olarak üstlendikleri yükümlülükleri, dersleri ve çocuklarının aktiviteleri. Kendi hırsları, dürtüleri ve kaygıları yüzünden, meşguliyete bağımlı oldukları için meşguldürler. Meşgul olmadıklarında, serbest zamanları olduğunda karşılaşacakları boşluktan ürküyorlar.
HERKES ÇOK MEŞGUL
Neredeyse tanıdığım herkes çok meşgul. Çalışmadıkları veya işlerinde yükselmelerine yardımcı olacak bir şey yapmadıkları zaman suçlu ve endişeli hissediyorlar. Arkadaşlarına ayırdıkları zaman ise bütün sınavlardan yüz alan öğrencilerin CV'lerinde güzel gözüksün diye gönüllü çalışmalarına benziyor.
Geçenlerde bir arkadaşıma “Bu hafta bir şeyler yapmak ister misin?” diye yazdım. Verdiği yanıt ise “Çok zamanım yok ama bir şeyler olacaksa haber ver, bir iki saatliğine işi ekip gelebilirim” oldu. Bu hafta içinde gerçekleşme ihtimali olan bir etkinlikten bahsetmediğimi, yazdığım şeyin başlı başına bir buluşma daveti olduğunu açıkça belirtmek geldi içimden. Lâkin meşguliyeti sürekli artmakta olan bir gürültü kaynağı gibiydi, aramızdaki iletişimi engelliyordu. Anlaşabilmemiz için birbirimize bağırmamız gerekiyordu ve ben de ona geri bağırmaktan vazgeçtim.
ÇOCUKLAR DA ÇOK MEŞGUL
Günümüzde çocuklar bile meşgul. Okul içinde ve dışında bütün günleri yarım saatlik programlara varana kadar ayarlanmış durumda. Günün sonunda eve ebeveynleri gibi yorgun dönüyorlar. Çalışan anne babaların çocuklarına ev anahtarlarını verdiği, çocukların okuldan çıkıp evlerine ve mahallelerine dönerek 3-4 saat özgürce oynadığı nesildendim. Okul sonrası geçireceğim zaman programlanmamıştı. Ben de keyfime göre ansiklopedi okuyor, animasyon yapıyor, sokakta arkadaşlarım oynuyordum. Bu şekilde geçirdiğim zaman hayatımın geri kalanı için önemli ve işe yarayan yetenekler, içgörüler kazandırdı bana. Dilediğim gibi geçirdiğim bu saatler hayatımın geri kalanını nasıl yaşamak istediğimle ilgili bir model oldu benim için.
BİRBİRİMİZE KOLEKTİF
DAYATMALARIMIZ
Bu histeri hayatın gerekli ve kaçınılamaz koşulu değil, aksine tercih ettiğimiz, boyun eğdiğimiz bir durumdur. Bir süre önce yükselen kiralar nedeniyle kenti terk etmek zorunda kalan ve şimdi Fransa'nın güneyinde bir köyde yaşayan bir arkadaşımla Skype üzerinden görüştüm. Kendisini yıllardan sonra ilk defa mutlu ve rahat olarak tanımlıyordu. İşlerini yine yapıyor, ancak bunlar bütün gününü ve beynini tüketmiyormuş. Kendini tekrardan gençliğinde, öğrenciliğinde gibi hissettiğini anlattı – akşamları arkadaşlarıyla kafelere gidiyormuş. Hatta bir erkek arkadaşı bile olmuş (New York'taki ilişkiler için “Herkes çok meşgul ve herkes 'daha iyi' birisini bulabileceğini düşünüyor” demişti bana). Kendi kişiliğinin bir parçası olduğunu düşündüğü hırslılık, depresiflik, huysuzluk ve huzursuzluğun çevresinin bozucu etkilerinden kaynaklandığını anlamıştı. Aslında hiçbirimiz böyle yaşamayı istemeyiz, kimsenin trafikte beklemek veya liselerdeki gaddarlık hiyerarşisinin bir parçası olmak istemediği gibi. Aksine, bunlar birbirimize kolektif olarak dayattığımız şeylerdir.
Meşguliyet bir tür varoluşsal sigorta, boşluğa karşı bir set görevi görüyor; eğer meşgulseniz, her saatiniz programlanmış ve doluysa, size sürekli ihtiyaç duyan birileri varsa hayatınız saçma, aptalca veya anlamsız olamaz. Maalesef bu sahte vazgeçilmezlik durumunun arkasındaki gerçeği görmek, bunun yapısal bir kendini kandırma hali olduğunu fark etmek epey zor.
Günümüzde gittikçe artan sayıda insan somut, elle tutulur bir şey üretmiyor. Bu yüzden bu yapmacık meşguliyet ve tükenmişlik halinin, insanların şu hayatta yaptıklarının kimsenin umurunda olmayan şeyler olduğunu gizlemekten başka bir işe yaramadığını düşünüyorum.
TUTKULU BİR TEMBELİM
Ben meşgul bir insan değilim, tanıdığım en tutkulu tembel olduğumu söyleyebilirim. Çoğu yazar gibi, yazmadığım tek bir günde bile yaşamayı hak etmeyen günahkâr bir serseri olarak hissediyorum. Bir yandan da günde 4-5 saat çalışarak bu dünyada bir gün daha geçirmeme yetecek bir para kazanabileceğimin farkındayım. En güzel sıradan günlerimde sabahları yazar, ardından uzun bir bisiklet turuna çıkar, öğleden sonraları ayak işleri yapar ve akşamları da arkadaşlarımla görüşür, kitap okur veya film izlerim. Bence bu, yaşamak için makul ve hoş bir gün. Ve eğer beni arayıp görüşmek istediğinizi söylerseniz meşgul olduğumdan, planlarımdan bahsetmek yerine “Ne zaman?” derim.
Ancak, sadece geçtiğimiz bir iki ay boyunca profesyonel zorunluluklar nedeniyle sinsice meşgul olmaya başladım. İlk defa beni davet eden insanlara doğrudan çok meşgul olduğum için katılamayacağımı söyleyebiliyordum. İnsanların neden böyle demekten keyif aldığını anlamaya başladım: kendinizi önemli, rağbet gören ve el üstünde tutulan bir insanmış gibi hissettiriyor. Buna rağmen meşgul olmaktan nefret ettim. Her sabah e-posta kutum, bana yapmak istemediğim işleri yapmamı söyleyen, çözmem gereken sorunlar getiren e-postalarla doluyordu. Her geçen gün artarak daha da katlanılmaz hale gelen meşguliyetimden uzaklaşmak için kenti terk ettim ve bu satırları yazdığım gizli adrese geldim.
DÜNYANIN AKIŞINA DAHİL OLMALI
Burada beni taciz eden yükümlülükler yok. Televizyon yok. E-postalarıma bakmam için uzaktaki bir kütüphaneye gitmem gerekiyor. Haftanın büyük bir kısmını tanıdığım tek bir insan görmeden geçiriyorum. Burada düğünçiçeklerinin, sünelerin ve yıldızların ne olduğunu tekrar hatırladım. Okudum. Ve aylardan sonra ilk defa gerçekten bir şeyler yazdım.
Dünyanın akışına dahil olmadan hayat hakkında yazacak bir şey bulmak nasıl imkansızsa, tekrardan bu akıştan kopmadan yazacak şeyin ne olduğuna ve bunun nasıl yazılması gerektiğine karar vermek de imkansız.
Boşluk, aylaklık sadece bir tatil değil aynı zamanda bir zaruret. Yani örneğin D vitamini vücudumuz için nasıl bir gereklilikse boşluk da beyin için aynı şekilde gerekli. Yokluğunda zihinsel sorunlar baş gösterir. Aylaklığın getirdiği sessizlik ve açık alan, hayattan dışarı bir adım atıp bütünü görmemizi, sıra dışı ve beklenmeyen bağlantılar kurmamızı, yaz ortasında ilhamın vahşi yıldırımlarını beklememizi sağlar. Paradoksal olarak, aylaklık, herhangi bir işi iyi yapmak için şarttır. ABD'li roman yazarı Thomas Pynchon “Yaptığımız işin özü genellikle aylak aylak düşünmektir” demişti miskinlikle ilgili makalesinde. Arşimet'in küvetteki evrakası, Newton'ın elması ve daha birçok örnekte görebileceğimiz gibi tarih boş boş otururken ve hayal kurarken gelen ilham hikâyeleriyle doludur.
“Geleceğin hedefi tam istihdam değil tam işsizliktir, böylece sürekli oyun oynayabiliriz. Mecvut sosyo-ekonomik düzeni yıkmaya işte tam da bu yüzden ihtiyaç duyuyoruz.” Bu sözlerin ot içen bir anarşistin zırvalamaları diye olduğunu düşünebilirsiniz – ancak bunu söyleyen, scuba-diving ve langırt oyunları arasındaki boş vaktinde Childhood's End kitabını [Ç.N.: Bu kitap Türkçe'ye Son Nesil olarak çevrilmiştir] yazan ve günümüzün iletişim uyduları çok önceden hayal eden Arthur C. Clarke'tı.
ÇALIŞMAK YERYÜZÜ İÇİN CEZADIR
İŞarkadaşım Ted Rall bir köşe yazısında geliri işten bağımsız kılmamız ve her yurttaşa bir maaş garantisi vermemiz gerektiğini yazmıştı. Bugün kulağa deli saçması olarak gelse de önümüzdeki yüzyılda kürtaj veya oy hakkı gibi evrensel bir hak haline geleceğini düşünüyorum.
Püritenler çalışmayı bir erdem, iyi ahlakın bir parçası haline getirdiler – oysa unuttukları şey, Tanrı'nın çalışmayı bir ceza olarak yeryüzüne göndermesiydi.
Belki de herkes benim gibi davransa dünyanın çivisi çıkar. Lâkin ben ideal insan yaşamının benim aykırı aylaklığım ile dünyanın geri kalanının bitmeyen çılgın aceleciğinin arasında bir yerde yattığını düşünüyorum. Benim rolüm sadece çocukluğunuzda evde çalışırken camınıza çakıl taşı atıp, bağırarak sizi sokağa oynamaya davet eden çocuk gibi 'kötü' bir çağrıda bulunmak. Benim azimli aylaklığım bir erdemden çok bir lüks. Ama ben bunu bilinçli bir tercih sonucunda gerçekleştirdim: Yıllar önce zamanı paraya tercih etme kararını aldım. Çünkü bu dünyada geçireceğim sınırla zaman ile yapabileceğim en iyi yatırım, bu zamanı sevdiğim insanlarla geçirmek. Bir gün ölüm döşeğimde bu kararımdan pişman olma, “keşke daha fazla çalışsaydım” deme ihtimalim de var. Ancak ben o sırada pişman olmaktansa “keşke Chris ile bir bira daha içebilseydim, Megan ile uzun bir sohbete daha dalabilseydim ve Boyd ile son bir defa kahkaha atsaydım” diyeceğimi düşünüyorum. Hayat meşgul olmak için çok kısa.
TIM KREIDER
---
20 yıl önce ürettiğim işleri yayınlamaya başladığımda tek başımaydım. nerdeyse 3 yılda hemen hemen tek başıma devam ettim, sonra bir şeyler oldu, art niyetli ve başka amaçlarla da olsa, samimiyetle de olsa, birileri geldi omuz verdi, dirsek temasları kuruldu, dayanışıldı, bu süreç hemen hemen 2009'a kadar artarak devam edip, sonrasında giderek azaldı ve 2014'de tamamen patladı, tarihleri bilerek veriyorum. ve özellikle son 2 yıldır, 20 yıllık-10 yıllık dostlarım ve aynı zamanda beraber iş yaptığım insanlarla, bırak bir şeyler üretmeyi iki çay içip 1 saat geyik bile yapamaz oldum. sürekli "abi işim var" "çok yoğunum" "yorgunum" işi olanların işe gidip eve gelmek dışında olmayanların hiçbir şey yapmamak dışında bir bahanesi de yok. üstelik arada bir gaza gelip bana projeler üretmeleri de çabası, sonra gene tık yok. gaza gel vaad ver ortadan kaybol.. altı ay önce de bir karar alıp ben üç beş arkidişim dışında kimseyi aramamaya karar verdim. çünkü gerçekten ama gerçekten önemli bir mevzuda whatsup mesajını görüp bir ay sonra bile geri dönmeye zamanın yoksa, bence o yoğunluğunun senin yaşamını ele geçirdiği ve 20 yıllık dostlarını bile özlemez duruma soktuğu anlamına gelir. kimse de sokağa çıkmaya para yok bahanesini üretmesin..
en ağır işlerde pazar dahil 12-16 saatlik vardiyalarda çalıştım, geceli gündüzlü, yıllardır. kimse ağzımdan "yorgunum" "meşgulüm" lafı işitmemiştir. yoğunum dediysem de o üç kuruş için debelendiğim fabrikalardan değil, ürettiğim işlerin birbirine dolanması nedeni iledir..
dünkü ve sabahki afakanlardan sonra her türlü yerde (tlf rehber dahil) güzide bir temizlik yapıp, insan sayısını da çok ciddi derecede azalttım. bana dünyanın değişmesi için algıların değişmesi ya da tamamen silinmesi için yaşayan insan lazım. kendi ismi ünvanı için yaşayan da, selfie yer bildirimi sofra içiyorum temalı post peşinde koşan da, sisteme nerden yamarım da parayı vururum kaygısı taşıyan insan da öte tarafta bin kısır-döngülü dönme dolabına..
eski bir zırvamdan da bi kaç bişi alıntılayıp susayım:
"“kendini bırakma.” bayılıyorum bu lafa. “kendini bırakma.” ulan mesele bu değil ve ki herkes kendini bıraksa ne kadar güzel olur biliyor musunuz? herkes salsa bi şöyle. devrim mücadele ile değil de salınımla gelse.. hiçbir şey yapmasak yaşamak için. hiçbir şey ama. faturaları ödemeyerek başlasak. kesilirse kesilsin elektrik ve su. ama mesele bu değil. bir şeyler üretme dalgasına veya evrak işlerine bi beş gün bakıvermesek.. adına da grev demesek mesela. fenalardayım desek. bak bu aralar çok kötüyüm üstüme gelmeyin olur mu, desek. şöyle bi onbin kişi, politik düzlemden uzak bir şekilde bunu deyiverse.."
"çok fabrika gezdim. daha bir tane, maaşına gelicek zam için mücadele etmek dışında herhangi başka bir şey için mücadele edicek bir işçi görmedim. vardır belki, ben görmedim sadece. ve maaşına ya da işyerindeki pozisyonuna, veya işin yapılış şekline gelicek iyileştirme için mücadele etmek bana kalırsa fazlasıyla fasa fiso bir mücadele. bütün fabrikaları yakmak için verilen mücadele en afillisi. ama buna yanaşamayız. yoksa ayfonlarımızı kim üreticek de mi ama. ya da peynir tenekelerimize kim marka basıcak. sahi onlar bir yerlerde basılıyordu değil mi? ya da elektronik sayacımızı kim üreticek. onu da birileri yapıyor. ya da ya da, malboromuzun kutusunu kim yapıcak. onu da biri. ya da kim uçağımıza bagajımızı yükleyecek. ben. hepsini yaptım çünkü. ve daha fazlasını. ve çoğumuz birkaç şeyi yaptı.. yapmaya da devam edicez. çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz. nokta."
"mesele aslında politik falan da değil biliyor musunuz? ve ben ve etrafi, hiç de öyle sandığınız gibi, birileri sanıyor bunu, biliyorum, anarşist falan değiliz, politik hiç değiliz. yani sizin olan politikliğiniz biz de bir öğürtüye neden oluyor. özellikle solcuysanız, bu öğürtü yerinde duramayıp kusma şeklinde son buluyor. sokaktayız sadece. ve kimseyi umursamıyoruz. polis de dahil buna. içeri alınma kaygısız işler yapıyoruz. yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. ama işe yaramayacak olduğunu düşündüğümüz eylemlerinize, destek olmuyoruz. "
"şöyle bi beş gün, toplu halde işe gitmeyip, adına da grev değil, fenalardayım desek, fena olmucak. hepsi bu. sonra gene, bir kolu çekip bir tuşa basarız. sorun değil."
--
not: fanzin apartmanı ve avanesi ile 3 yıldır verdiğimiz kavganın (etrafi ile) egosal ya da kişisel değil doğrudan politik bir dert olduğunu anlamayan bizden uzak dursun, çünkü diyalog bile kuramayız örneğin bugün havanın nasıl olacağına dair..
"on changera le monde que vous le vouliez ou non"
"istesiniz de istemeseniz de dünyayı değiştiricez" Keny Arkana

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder