geriye dönüşler 2,
bölüm 3.
highest of the
angels
köşeye
sıkışmış gibi hissettiğimi söyledim ona.
abarttığımı
söyledi. “onlar sana aspirin gibi gelmeliydi adamım.. her şey içinde bitiyor.”
“eski
tadım yok biliyorsun” dedim. “artık nerdeyse kimseyle konuşmuyorum..”
“zack’e
izin verme” dedi. “gitsin kendi gezegeninde ne halt yerse yesin pezevenk…”
işportaya
gelen bir müşteri muhabbetimizi kesti, bir kitabın olup olmadığını sorarak.
“yok” dedim.
az
önce konuştuğum refikti. ışıkların içinden çıkarak gelmişti işporta tezgahıma.
“hey adamım yanında yer var mı?”
zack
ise, hiç kimsenin, hatta pek fazla ağaç ve hayvanın bile olmadığı bir gezegende
ki bir mağarada yaşıyordu. insan sevmezdi zack, ama nefret de etmezdi.
umursamıyordu insanları. kısa diyaloglar kurar, canı isterse selam verirdi.
içimde olmadığı zamanlarda mağarasına saklanırdı. içimdeykense kitlerdi beni.
oysa matrak bir heriftim ben. öyle derdi herkes. artık bu kaybolmuştu. can
sıkıntısı hakimdi her şeye. giderek donuklaşıyor ve işin içinden nasıl çıkarım
bilmiyordum. bu yüzden gelmişti refik, acil durumda camı kırınız gibi bir şeydi
ikisi, refik ve seçil. birbiri ile sevgili olup sürekli kavga eden bir çift.
“seçil
gelmeyecekmiş artık” dedim refike..
“gelir”
dedi. “bakma sen ona. sana çok kızıyor da ondan.”
kızabileceği
bir şey yapmadığımı söyledim.
“yapıyorsun”
dedi, “delirtiyorsun bizi bazen..”
“şu
kolye tam size göre efendim… güzelliğinize güzellik katar.”
yoldan
geçen birine direkt bunu söyledi refik. “anlamadım” dedi kadın. eline aldı
kolyeyi, “şu” dedi, “görüyorum ki boynunuz boş. hediye de edebilirim ama
bozukluğunuz varsa kafi.”
bira
paramızı denkleştirmeye çalışıyordu. hiç iş yapmamıştık öğlenden beri.
çalabilirdi de, ama migrosa kadar yürümek istemiyor, köşedeki bakkaldan alıp
gelmek istiyordu. sattı da kolyeyi biliyor musunuz, hem de on liraya. üstüne bi
de fanzin çaktı benim tezgahtan. 13 etti. iki bira. gidip aldım.
“neye
içiyoruz biliyor musun” dedi.
“neye”
dedim..
“senin
kafasızlığına.. yaşa işte böyle. ben nasıl on beş senedir yaşıyorsam sen de
yaşa. tutturmuşsun bi fabrika fabrika diye.”
“annem
hasta dedim. ablamın başına kalamam.. kendi paramı kazanmalıyım.”
“takı
yapmayı öğren adamım.”
“ya
kışın?”
“yazın
idareli gidersin. nolucak.”
“hastane
masrafları.”
“yeşil
kart çıkar.”
sevmiyordum
bu triplerini. hayatı yaşaması o kadar da zor değildi biliyordum, ama bu kadar
basite indirmek de gerekmiyordu. hem alışmıştım fabrikalara. bir tuşa bas bir
kolu çek. kafa rahat. ay sonu maaşın yatmıyorsa sorun vardı bir tek. ama
böylesi daha güzeldi. dört saat de kırk lira. bazense altı saat de dursan
müşteri gelmezdi. aslında ilaçları bıraksam her türlü yapardım iş. iki sene
önce olduğu gibi. müşteri ile muhabbeti bağlar her türlü kitap satar her türlü
de sağdan soldan bit pazarından kitap bulur, kışı da birikenle geçirirdim. ama
tek kalıcaktım eninde sonunda. eninde sonunda kiram olacaktı, suyum elektriğim
olacaktı. masraflar artıcaktı ve işportadan kazandığım para ile ancak biri ile
beraber yaşayabilirdim, hatun veya erkek. ve aynı ev söz konusu ise,
yalnızlığım yalpalanabilirdi belki. hem kimseyle parasal sorun yaşamak
istemiyordum.. ailem dert değildi, çeker kapıyı otursun odanda. bazen bulaşık
yıkar bazen evi süpürsün. yemeğini yapar ailen. yemek sorun değil zaten.
öğrenirsin. ama deneyimlemiştim bir kez. sorumsuzluk en kötü renkti.
dağınıklık. eve gelip gidenler sürüsü. onların dağınıklığı. sevmiyordum
dağınıklık, her şey derli toplu istiyordum. işporta da bile, biri bir kitabın
yerini bozarsa hemen kalkıp düzeltirdim. üşenmezdim buna. üstelik annem
hastaydı. eve geldiğimde yatıyordu. korkuttu durumu beni. ‘o ölürse’nin
sonrasını hiç düşünemiyordum. algım sıfırlanıyordu.
babam
öldüğünde donup kalmıştım. hareketsiz bir beden. ben yıkamıştım imamla beraber
babamı. ben abim ve imam. ölüm sert bir duvar gibiydi. toslayınca başın
dönüyordu. öyle yüksek bir hızda dönüyordu ki, manzaranın siluetlerini bile
seçemezdin. ve annemi tekrar incik boncuk işleri ile uğraştırmak istemiyordum.
bunu anlattım refik’e. üç kuruşa geçiniyoruz dedim. iki kuruş da oluyor bazen.
ama dört kuruş olmadı hiç.
“haklısın”
dedi. “benim babam hiç olmadı. hele uyuşturucu kullandığımı öğrenip evladı
olarak görmemeye başladıktan sonra hiç.. parayı sikeyim. hayatımızın içine
ediyor. bi saniye..”
müşteriye
döndü. biralarımız bitmek üzereydi.
“şu
kolye ne kadar.”
“on
lira olur. hatta yanında bir de fanzin verirsek on üçe kapatırız bu işi.
fanzinler iyidir. yanımdaki konuşmayan arkadaşım yapıyor. onun tezgahına da biz
bakıyoruz. işimiz iş yani. hem o kadar güzel öyküler yaz, hem de anlatma
kimseye.. aptal işte nolucak”
ben
susuyor ve biramı yudumluyordum.
“aa
öyle mi ne hakkında yazıyorsunuz?” dedi hatun bana..
“herkes
yazıyor artık” dedim, “önemli değil. genel de kendimden bahsettiğim söylenir
ama ben öyle düşünmüyorum. herkesten bahsediyorum. belki akşam eve gidince
sizden de bahsederim bugünü anlatırsam..”
“okumak
isterdim” dedi. “hangileri sizin.”
uzattım
benim zırvalıklarımı. kitabım da vardı tezgahta ama o kadar zordu ki, “şu da
benim kitabım” demek. neyse ki refik girdi araya. “bu da kitabı” dedi, “beni
övüp durur, yakından tanımış olursunuz hem.”
ağzı
iyi laf yapıyordu herifin. hem kitap hem fanzin aldı hatun. 21 etti. gittim her
zaman ki bakkalıma, “abi iş yapınca üstünü vericem” deyip bi şişe de şarap
aldım. geri geldiğimde refik zabıta ile tartışıyordu.. elimde şarap olduğu için
uzak durdum. gittiler ve ardından yarım saatliğine tezgahları topladık beraber.
herkes topladı. ibo, meto, yusuf.
“ibo
içer misiniz” diye bağırdım “fazla bardak var.”
böyleydi
bu işler. her şeyini paylaşırdı işportacılar. birazdan da iş yapınca ibo
verirdi şarabından biraz. tütün aldık yusuftan. bizdeki toz olmuştu. garip bir
adamdı yusuf. az iş yapar yaptı mı da tam yapardı. en küçük parça otuz lira
çoğu elli lira idi tezgahında. uzak doğudan geldiğini iddia ettiği taşlardan
kolye satardı. uzak doğu şifacılığı yapardı. doğru ya da yalan ayırt
edemezdiniz.
oturup
şarabımızı açtık.. ibo geldi yanımıza.
“abi
sıkıldım ya” dedi. “on beş yıldır şu işi yapıyorum bi bu sene bu kadar sorun
yaşadık. üç kez tezgah kaptırılır mı bir ay içinde. çok sıkıldım.”
“rastalar
kıyak” dedi refik, konuyu değiştirip. refik’de de rastalar vardı. ben de
olamazdı çünkü saçlar dökülüyordu. kazıtmıştım ben de. tam bir skinhead
olamasam da, sharp kültürü içimde bakiydi. street punk gibisi yoktu. neşe
verirdi insana. açtım telefondan bir skin grup. şarabı yudumladık. kapalı
tezgaha rağmen, yoldan geçenlere “fanzin var” deyip durdu refik. bu şekilde üç
fanzin daha satıp, paranın geri kalanını çıkardı. iki sene önce ben de onun
gibiydim. günlük seksen lira kaldırır, yarısını alkole yarısını anneme
verirdim. kafama koymuştum o gün. bir daha çalışmayacağım, demiştim. iyiydi
keyfim. eski matrak hallerime geri dönmüştüm. her konuda dalga geçilcek bir şey
bulur, milleti güldürürüm. sonunda o kadar çok şeyle dalga geçmeye ve hafife
almaya başladım ki, deli diye tıkıldım bir yere.
on
üç gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun gibi. çoğu kişi, hatta bir hasta bakıcı
bile telefon numaramı aldı. dışarda görüşmek için. hiçbiri aramadı ama olsun.
ben kimsenin numarasını almadım. askerde de almamıştım. numara almam zaten ben.
içli dışlı olmam kimseyle. kimseye bir şey anlatmam. gene de herkes çok sever
beni. kimseyle sorunum olmadığı için olmalı bu. herkesi olduğu gibi kabullenip
değiştirmeye çalışmamak önemli. bu yüzden çok az kişi dışında tavsiyelere ve
eleştiriye kapalıyım. herkes baksın kendi dalgasına.
refik
“tezgahı açalım” dedi, “mesaileri bitti.”
“ekip
değişir abi bir şey olmaz onlara” dedi ibo.
“baksana”
dedim “meto açmış bile.”
“açar
o ya, zabıta arkasını döndüğünde açmaya başlamıştı bile.” dedi ibo
meto
böyledir. bir eli sakat. en korkusuzumuz o. tespih ve şapka satar. iyi çocuk.
onun da üç kuruşunda gözleri var o ayrı. saat beşi on geçiyordu. tezgahı tekrar
açtık. bu kez farklı dizip, başka kitapları göz önüne çıkardım. her gün
değiştiriyordum yerlerini. arada bir de eve kitap götürür başka kitap
getirirdim. refik öğretti bunları bana. ben de akıl edebilirdim elbet ama bazen
bir şeyleri benim aklıma gelmeden söylerdi.
şarap
bitmeye yakınken polis geldi bu kez de. birileri şikayet etmiş. kendileri en
klas yerlerde içer de sokak da içmeye karşıdırlar. onlar bozmaz çünkü kendini,
bi biz bozarız. aslında olay tam tersidir. bir insanın ne kadar çok parası
varsa o kadar da boş konuştuğunu gördüm çoğu kez. bütün hatunlar kendilerine
amade sanır böyleleri. sorun para ya da parasızlık değildir, aptal bir hırs
buna neden olur. hırs iyidir aslında ama neye göre olduğu önemli. çok para
kazanma hırsı, olabileceğinden daha çok kazanma hırsı ile lüks peşinde koşmayı
anlayamamışımdır çoğu zaman. minimum ihtiyaçlar için kazanması gerekenden azını
kazananlar da hep daha çok çalışanlar olur.
refik’in
tezgahı açması uzun sürdü. takı uzun sürer. kitap kısa. toplama da ise tam
tersi söz konusudur. zabıta gelse ilk yakalanıcak benimdir. ağırlık farkı.
bohça yapamazsın kitaptan.. en çok iş yapan gene de benimdir işportada ama
yerine koyması daha zordur. kendin ürettiğin iş daha iyi. takıyı öğrenmen gerek
zack..
daha
sonra sakız satan bir çocuğun köpeklerle kovalamaç oynayışını izledik. daha
sonra midyeci abimize selam verdik. daha sonra bir herifin küfürle karışık bir
hatunla tartışmasına şahit olduk. daha sonra, daha sonra. tezgaha kimse
gelmedi. refik de, şarap çıktığı için yormadı kendini daha fazla. biraz şarap
da ibo ile meto’dan geldi. sekize on vardı saat. “toplayak mı” dedim refik’e.
“kilise çanı çalmadan mı” dedi. sekiz de çalardı çan. her yarım saat de bir
vapur gelir, sokak insan dolardı. dükkan iş yapmaz, zack arada sırada selam
çakardı. zaman geçiyordu. zaman geçiyor kış yaklaşıyordu. kışa para ayırıp yazı
beklemeyi planlıyordum. ama annem ölücekti. ablam’ın maaşı kendine kadardı. işe
girecektim. işe girdiğim halde işportaya devam edecek, daha rahat
davranacaktım. kaldırım da oturmak güzeldi. dinginleştiriyordu insanı. ilaç
gibi geliyordu kaldırım. ama görünür olmaktan sıkılmıştım. son zamanlarda çok
insanla tanışmış, biraz fazla görünür olmaya başlamıştım. iyi değildi bu.
görünmez adamcılığı seviyordum.. az bilinen olmak iyiydi. birileri kendince
keşfede dursundu işlerimi.. ama az biraz para da fena olmazdı. kitaptan gelicek
olan para. kışı da öyle çıkarırdım belki.. çan çaldı. refik, “dükkana gidelim”
dedi. “çay içeriz. bu saatten sonra iş olmaz.”
giderken
ibo’dan da biraz tütün alıp dükkana geçtik. fanzinleri çantadan çıkarıp raflara
dizdim. elektriği bağladım. müzik açtık. ve iş yapmayan dükkanımızda boş boş
oturmaya başladık. kış gelecekti. çetin geçebilirdi kış. çalışmadan olmazdı.
çalışarak olmazdı.
kapana
kısılmış gibi hissettiğimi söyledim tekrar refike, çayları getirip.
“haplardan
değil mi” dedi
“evet”
dedim.
“aspirin
gibi düşün” dedi. “her şey kafada bitiyor. vitaminle bile geçer baş ağrısı,
vitamin olduğunu bilmez baş ağrısı zannedersen, kandırılıp.”
“kendimi
hiç kandıramadım” dedim.
“bi
sigara saralım geçer” dedi. annem aradı bu esnada. tamam anneli, tamam oğlumlu
cümleler kurduk birbirimize. hastaydı. aklım ondaydı. eve gelince iyileştiğini
gördüm. en çok buna sevindim galiba.. işporta iş yapmasa da olurdu. kışı
geçiremesem de olurdu. her şey olurdu aslında. olasılıklar dahilinde olamayacak
hiçbir şey yoktu. mücadele etmek gerekiyordu. edicektim. refik öyle demişti.
ibo öyle demişti. yusuf “sokak her zaman para var, boş ver sen” demişti. “bak
meto’ya adam da deli cesareti var, zabıta ile bulan kaçan oynuyor resmen”
altı
kişiydik. bir tespihçi, iki takıcı, bir uzak doğu taşçısı, bir kaset rozet takı
bütünleşikçisi, bir kitapçı. bugünlük de refik gelmişti, takıları ile. ölümü
düşündüm. ben ölmeyecektim. biliyordum bunu. yaşama sımsıkı bağlı değildim ama
ölmüyordum. eskiden her şeyle dalga geçip zırvalayan adam olsam yine kafiydi.
para az olsa da olurdu. kış geçerdi bi şekilde. şimdiden tasasına düşemezdim.
“geleceği siktir et” derdi tuncay, hep de öyle yaptı. sonra kendini siktir etti
dünyadan. bu dünyadan kürtaj etti kendini
bir küvette, jiletlere. ama hayaleti geliyordu hiç olmazsa yılda bir iki kez.
hayaletler görüyor, hayaletlerle yaşıyordum. yoktu yapacak bir şey. gerçek
fazlasıyla sıkıcıydı. sevgilim bile hayalet olabilirdi. olsa çok gülerdim.
onlarca halüsinasyondan sonra bu şaşırtıcı olmazdı. gerçeği çarçabuk başımdan
def etmeliydim. gerçekle başa çıkmak zor olduğu için değil, sevmediğim için
ciddi muhabbetleri. vapurdan inen insanlar konusunda yarış yapmıştık refik’le
bugün işportada. erkekler onun kadınlar benimdi önce. sonra kadınlar onun
erkekler benim oldu. sonra mini etekli veya şortlu olanlar ve olmayanlar
arasında yarış yaptık. sonra kot pantolon ve kumaş pantolon konusunda. sonra
sakallı sakalsız konusunda. kim kazandı bilemedik. bazen o bazen ben. meto ile ibo,
kumru yakalama konusunda beş biraya iddiasına girdi. meto kazandı. ibo
yakalayamadı kumru. ama bira da almadı. nasıl alsın ki, anca şaraba yetti
bugünkü iş.
ben
de hiç iş yapmadım aslında, refik olsa nasıl yapardı diye düşünüp kendi başıma
oturdum. etrafi ve umut geldi yediye doğru. bir buçuk saat de onlarla oturup,
etrafi’nin bit pazarından gelme klas tütününden takıldım. dönüşte gerçekten
yusuf tütünden biraz aldı ama. başka bir günde biz onunkinden alırdık. böyleydi
bu işler. her şeyimiz hepimize beleşti. yine de idareli giderdik her konuda.
müşkülpesent insanların nazını çeke çeke. ve gerçekten kilise çanı çalınca
topladım tezgahı. genelde yaptığım gibi. saat sekiz demekti. havanın
kararmasına beş dakika kalmıştı. yakında dokuzda kararırdı hava, mesaim bir
saat artardı. bira içemezdim pek. eskisi gibi olmaya başlamıştım ama.
hissediyordum bunu. her şeye gülecek, hiçbir şeyi iplemeyecek ve yazmaya geri
dönecektim. ha bir de dönerken, refik “ağzına sıçayım senin, şarabı unuttuk”
deyip, döndü ve kalanı fondip yaptı. hepsi bu. çöplerimizi de topladık tabii
ki.. hep olduğu gibi yani. her şey her gün aynı..
* başlık “this empty flow’un bir şarkısının
adıdır.
21
nisan 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder