21 Nisan 2016

geriye dönüşler 2, bölüm 3. highest of the angels

geriye dönüşler 2, bölüm 3.

highest of the angels

köşeye sıkışmış gibi hissettiğimi söyledim ona.
abarttığımı söyledi. “onlar sana aspirin gibi gelmeliydi adamım.. her şey içinde bitiyor.”
“eski tadım yok biliyorsun” dedim. “artık nerdeyse kimseyle konuşmuyorum..”
“zack’e izin verme” dedi. “gitsin kendi gezegeninde ne halt yerse yesin pezevenk…”

işportaya gelen bir müşteri muhabbetimizi kesti, bir kitabın olup olmadığını sorarak. “yok” dedim.

az önce konuştuğum refikti. ışıkların içinden çıkarak gelmişti işporta tezgahıma. “hey adamım yanında yer var mı?”

zack ise, hiç kimsenin, hatta pek fazla ağaç ve hayvanın bile olmadığı bir gezegende ki bir mağarada yaşıyordu. insan sevmezdi zack, ama nefret de etmezdi. umursamıyordu insanları. kısa diyaloglar kurar, canı isterse selam verirdi. içimde olmadığı zamanlarda mağarasına saklanırdı. içimdeykense kitlerdi beni. oysa matrak bir heriftim ben. öyle derdi herkes. artık bu kaybolmuştu. can sıkıntısı hakimdi her şeye. giderek donuklaşıyor ve işin içinden nasıl çıkarım bilmiyordum. bu yüzden gelmişti refik, acil durumda camı kırınız gibi bir şeydi ikisi, refik ve seçil. birbiri ile sevgili olup sürekli kavga eden bir çift.

“seçil gelmeyecekmiş artık” dedim refike..
“gelir” dedi. “bakma sen ona. sana çok kızıyor da ondan.”
kızabileceği bir şey yapmadığımı söyledim.
“yapıyorsun” dedi, “delirtiyorsun bizi bazen..”

“şu kolye tam size göre efendim… güzelliğinize güzellik katar.”

yoldan geçen birine direkt bunu söyledi refik. “anlamadım” dedi kadın. eline aldı kolyeyi, “şu” dedi, “görüyorum ki boynunuz boş. hediye de edebilirim ama bozukluğunuz varsa kafi.”

bira paramızı denkleştirmeye çalışıyordu. hiç iş yapmamıştık öğlenden beri. çalabilirdi de, ama migrosa kadar yürümek istemiyor, köşedeki bakkaldan alıp gelmek istiyordu. sattı da kolyeyi biliyor musunuz, hem de on liraya. üstüne bi de fanzin çaktı benim tezgahtan. 13 etti. iki bira. gidip aldım.

“neye içiyoruz biliyor musun” dedi.
“neye” dedim..
“senin kafasızlığına.. yaşa işte böyle. ben nasıl on beş senedir yaşıyorsam sen de yaşa. tutturmuşsun bi fabrika fabrika diye.”
“annem hasta dedim. ablamın başına kalamam.. kendi paramı kazanmalıyım.”
“takı yapmayı öğren adamım.”
“ya kışın?”
“yazın idareli gidersin. nolucak.”
“hastane masrafları.”
“yeşil kart çıkar.”

sevmiyordum bu triplerini. hayatı yaşaması o kadar da zor değildi biliyordum, ama bu kadar basite indirmek de gerekmiyordu. hem alışmıştım fabrikalara. bir tuşa bas bir kolu çek. kafa rahat. ay sonu maaşın yatmıyorsa sorun vardı bir tek. ama böylesi daha güzeldi. dört saat de kırk lira. bazense altı saat de dursan müşteri gelmezdi. aslında ilaçları bıraksam her türlü yapardım iş. iki sene önce olduğu gibi. müşteri ile muhabbeti bağlar her türlü kitap satar her türlü de sağdan soldan bit pazarından kitap bulur, kışı da birikenle geçirirdim. ama tek kalıcaktım eninde sonunda. eninde sonunda kiram olacaktı, suyum elektriğim olacaktı. masraflar artıcaktı ve işportadan kazandığım para ile ancak biri ile beraber yaşayabilirdim, hatun veya erkek. ve aynı ev söz konusu ise, yalnızlığım yalpalanabilirdi belki. hem kimseyle parasal sorun yaşamak istemiyordum.. ailem dert değildi, çeker kapıyı otursun odanda. bazen bulaşık yıkar bazen evi süpürsün. yemeğini yapar ailen. yemek sorun değil zaten. öğrenirsin. ama deneyimlemiştim bir kez. sorumsuzluk en kötü renkti. dağınıklık. eve gelip gidenler sürüsü. onların dağınıklığı. sevmiyordum dağınıklık, her şey derli toplu istiyordum. işporta da bile, biri bir kitabın yerini bozarsa hemen kalkıp düzeltirdim. üşenmezdim buna. üstelik annem hastaydı. eve geldiğimde yatıyordu. korkuttu durumu beni. ‘o ölürse’nin sonrasını hiç düşünemiyordum. algım sıfırlanıyordu.

babam öldüğünde donup kalmıştım. hareketsiz bir beden. ben yıkamıştım imamla beraber babamı. ben abim ve imam. ölüm sert bir duvar gibiydi. toslayınca başın dönüyordu. öyle yüksek bir hızda dönüyordu ki, manzaranın siluetlerini bile seçemezdin. ve annemi tekrar incik boncuk işleri ile uğraştırmak istemiyordum. bunu anlattım refik’e. üç kuruşa geçiniyoruz dedim. iki kuruş da oluyor bazen. ama dört kuruş olmadı hiç.

“haklısın” dedi. “benim babam hiç olmadı. hele uyuşturucu kullandığımı öğrenip evladı olarak görmemeye başladıktan sonra hiç.. parayı sikeyim. hayatımızın içine ediyor. bi saniye..”

müşteriye döndü. biralarımız bitmek üzereydi.

“şu kolye ne kadar.”
“on lira olur. hatta yanında bir de fanzin verirsek on üçe kapatırız bu işi. fanzinler iyidir. yanımdaki konuşmayan arkadaşım yapıyor. onun tezgahına da biz bakıyoruz. işimiz iş yani. hem o kadar güzel öyküler yaz, hem de anlatma kimseye.. aptal işte nolucak”

ben susuyor ve biramı yudumluyordum.

“aa öyle mi ne hakkında yazıyorsunuz?” dedi hatun bana..

“herkes yazıyor artık” dedim, “önemli değil. genel de kendimden bahsettiğim söylenir ama ben öyle düşünmüyorum. herkesten bahsediyorum. belki akşam eve gidince sizden de bahsederim bugünü anlatırsam..”

“okumak isterdim” dedi. “hangileri sizin.”

uzattım benim zırvalıklarımı. kitabım da vardı tezgahta ama o kadar zordu ki, “şu da benim kitabım” demek. neyse ki refik girdi araya. “bu da kitabı” dedi, “beni övüp durur, yakından tanımış olursunuz hem.”

ağzı iyi laf yapıyordu herifin. hem kitap hem fanzin aldı hatun. 21 etti. gittim her zaman ki bakkalıma, “abi iş yapınca üstünü vericem” deyip bi şişe de şarap aldım. geri geldiğimde refik zabıta ile tartışıyordu.. elimde şarap olduğu için uzak durdum. gittiler ve ardından yarım saatliğine tezgahları topladık beraber. herkes topladı. ibo, meto, yusuf.

“ibo içer misiniz” diye bağırdım “fazla bardak var.”

böyleydi bu işler. her şeyini paylaşırdı işportacılar. birazdan da iş yapınca ibo verirdi şarabından biraz. tütün aldık yusuftan. bizdeki toz olmuştu. garip bir adamdı yusuf. az iş yapar yaptı mı da tam yapardı. en küçük parça otuz lira çoğu elli lira idi tezgahında. uzak doğudan geldiğini iddia ettiği taşlardan kolye satardı. uzak doğu şifacılığı yapardı. doğru ya da yalan ayırt edemezdiniz.

oturup şarabımızı açtık.. ibo geldi yanımıza.

“abi sıkıldım ya” dedi. “on beş yıldır şu işi yapıyorum bi bu sene bu kadar sorun yaşadık. üç kez tezgah kaptırılır mı bir ay içinde. çok sıkıldım.”

“rastalar kıyak” dedi refik, konuyu değiştirip. refik’de de rastalar vardı. ben de olamazdı çünkü saçlar dökülüyordu. kazıtmıştım ben de. tam bir skinhead olamasam da, sharp kültürü içimde bakiydi. street punk gibisi yoktu. neşe verirdi insana. açtım telefondan bir skin grup. şarabı yudumladık. kapalı tezgaha rağmen, yoldan geçenlere “fanzin var” deyip durdu refik. bu şekilde üç fanzin daha satıp, paranın geri kalanını çıkardı. iki sene önce ben de onun gibiydim. günlük seksen lira kaldırır, yarısını alkole yarısını anneme verirdim. kafama koymuştum o gün. bir daha çalışmayacağım, demiştim. iyiydi keyfim. eski matrak hallerime geri dönmüştüm. her konuda dalga geçilcek bir şey bulur, milleti güldürürüm. sonunda o kadar çok şeyle dalga geçmeye ve hafife almaya başladım ki, deli diye tıkıldım bir yere.

on üç gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun gibi. çoğu kişi, hatta bir hasta bakıcı bile telefon numaramı aldı. dışarda görüşmek için. hiçbiri aramadı ama olsun. ben kimsenin numarasını almadım. askerde de almamıştım. numara almam zaten ben. içli dışlı olmam kimseyle. kimseye bir şey anlatmam. gene de herkes çok sever beni. kimseyle sorunum olmadığı için olmalı bu. herkesi olduğu gibi kabullenip değiştirmeye çalışmamak önemli. bu yüzden çok az kişi dışında tavsiyelere ve eleştiriye kapalıyım. herkes baksın kendi dalgasına.

refik “tezgahı açalım” dedi, “mesaileri bitti.”
“ekip değişir abi bir şey olmaz onlara” dedi ibo.
“baksana” dedim “meto açmış bile.”
“açar o ya, zabıta arkasını döndüğünde açmaya başlamıştı bile.” dedi ibo

meto böyledir. bir eli sakat. en korkusuzumuz o. tespih ve şapka satar. iyi çocuk. onun da üç kuruşunda gözleri var o ayrı. saat beşi on geçiyordu. tezgahı tekrar açtık. bu kez farklı dizip, başka kitapları göz önüne çıkardım. her gün değiştiriyordum yerlerini. arada bir de eve kitap götürür başka kitap getirirdim. refik öğretti bunları bana. ben de akıl edebilirdim elbet ama bazen bir şeyleri benim aklıma gelmeden söylerdi.

şarap bitmeye yakınken polis geldi bu kez de. birileri şikayet etmiş. kendileri en klas yerlerde içer de sokak da içmeye karşıdırlar. onlar bozmaz çünkü kendini, bi biz bozarız. aslında olay tam tersidir. bir insanın ne kadar çok parası varsa o kadar da boş konuştuğunu gördüm çoğu kez. bütün hatunlar kendilerine amade sanır böyleleri. sorun para ya da parasızlık değildir, aptal bir hırs buna neden olur. hırs iyidir aslında ama neye göre olduğu önemli. çok para kazanma hırsı, olabileceğinden daha çok kazanma hırsı ile lüks peşinde koşmayı anlayamamışımdır çoğu zaman. minimum ihtiyaçlar için kazanması gerekenden azını kazananlar da hep daha çok çalışanlar olur.

refik’in tezgahı açması uzun sürdü. takı uzun sürer. kitap kısa. toplama da ise tam tersi söz konusudur. zabıta gelse ilk yakalanıcak benimdir. ağırlık farkı. bohça yapamazsın kitaptan.. en çok iş yapan gene de benimdir işportada ama yerine koyması daha zordur. kendin ürettiğin iş daha iyi. takıyı öğrenmen gerek zack..

daha sonra sakız satan bir çocuğun köpeklerle kovalamaç oynayışını izledik. daha sonra midyeci abimize selam verdik. daha sonra bir herifin küfürle karışık bir hatunla tartışmasına şahit olduk. daha sonra, daha sonra. tezgaha kimse gelmedi. refik de, şarap çıktığı için yormadı kendini daha fazla. biraz şarap da ibo ile meto’dan geldi. sekize on vardı saat. “toplayak mı” dedim refik’e. “kilise çanı çalmadan mı” dedi. sekiz de çalardı çan. her yarım saat de bir vapur gelir, sokak insan dolardı. dükkan iş yapmaz, zack arada sırada selam çakardı. zaman geçiyordu. zaman geçiyor kış yaklaşıyordu. kışa para ayırıp yazı beklemeyi planlıyordum. ama annem ölücekti. ablam’ın maaşı kendine kadardı. işe girecektim. işe girdiğim halde işportaya devam edecek, daha rahat davranacaktım. kaldırım da oturmak güzeldi. dinginleştiriyordu insanı. ilaç gibi geliyordu kaldırım. ama görünür olmaktan sıkılmıştım. son zamanlarda çok insanla tanışmış, biraz fazla görünür olmaya başlamıştım. iyi değildi bu. görünmez adamcılığı seviyordum.. az bilinen olmak iyiydi. birileri kendince keşfede dursundu işlerimi.. ama az biraz para da fena olmazdı. kitaptan gelicek olan para. kışı da öyle çıkarırdım belki.. çan çaldı. refik, “dükkana gidelim” dedi. “çay içeriz. bu saatten sonra iş olmaz.”

giderken ibo’dan da biraz tütün alıp dükkana geçtik. fanzinleri çantadan çıkarıp raflara dizdim. elektriği bağladım. müzik açtık. ve iş yapmayan dükkanımızda boş boş oturmaya başladık. kış gelecekti. çetin geçebilirdi kış. çalışmadan olmazdı. çalışarak olmazdı.

kapana kısılmış gibi hissettiğimi söyledim tekrar refike, çayları getirip.
“haplardan değil mi” dedi
“evet” dedim.
“aspirin gibi düşün” dedi. “her şey kafada bitiyor. vitaminle bile geçer baş ağrısı, vitamin olduğunu bilmez baş ağrısı zannedersen, kandırılıp.”
“kendimi hiç kandıramadım” dedim.
“bi sigara saralım geçer” dedi. annem aradı bu esnada. tamam anneli, tamam oğlumlu cümleler kurduk birbirimize. hastaydı. aklım ondaydı. eve gelince iyileştiğini gördüm. en çok buna sevindim galiba.. işporta iş yapmasa da olurdu. kışı geçiremesem de olurdu. her şey olurdu aslında. olasılıklar dahilinde olamayacak hiçbir şey yoktu. mücadele etmek gerekiyordu. edicektim. refik öyle demişti. ibo öyle demişti. yusuf “sokak her zaman para var, boş ver sen” demişti. “bak meto’ya adam da deli cesareti var, zabıta ile bulan kaçan oynuyor resmen”

altı kişiydik. bir tespihçi, iki takıcı, bir uzak doğu taşçısı, bir kaset rozet takı bütünleşikçisi, bir kitapçı. bugünlük de refik gelmişti, takıları ile. ölümü düşündüm. ben ölmeyecektim. biliyordum bunu. yaşama sımsıkı bağlı değildim ama ölmüyordum. eskiden her şeyle dalga geçip zırvalayan adam olsam yine kafiydi. para az olsa da olurdu. kış geçerdi bi şekilde. şimdiden tasasına düşemezdim. “geleceği siktir et” derdi tuncay, hep de öyle yaptı. sonra kendini siktir etti dünyadan.  bu dünyadan kürtaj etti kendini bir küvette, jiletlere. ama hayaleti geliyordu hiç olmazsa yılda bir iki kez. hayaletler görüyor, hayaletlerle yaşıyordum. yoktu yapacak bir şey. gerçek fazlasıyla sıkıcıydı. sevgilim bile hayalet olabilirdi. olsa çok gülerdim. onlarca halüsinasyondan sonra bu şaşırtıcı olmazdı. gerçeği çarçabuk başımdan def etmeliydim. gerçekle başa çıkmak zor olduğu için değil, sevmediğim için ciddi muhabbetleri. vapurdan inen insanlar konusunda yarış yapmıştık refik’le bugün işportada. erkekler onun kadınlar benimdi önce. sonra kadınlar onun erkekler benim oldu. sonra mini etekli veya şortlu olanlar ve olmayanlar arasında yarış yaptık. sonra kot pantolon ve kumaş pantolon konusunda. sonra sakallı sakalsız konusunda. kim kazandı bilemedik. bazen o bazen ben. meto ile ibo, kumru yakalama konusunda beş biraya iddiasına girdi. meto kazandı. ibo yakalayamadı kumru. ama bira da almadı. nasıl alsın ki, anca şaraba yetti bugünkü iş.

ben de hiç iş yapmadım aslında, refik olsa nasıl yapardı diye düşünüp kendi başıma oturdum. etrafi ve umut geldi yediye doğru. bir buçuk saat de onlarla oturup, etrafi’nin bit pazarından gelme klas tütününden takıldım. dönüşte gerçekten yusuf tütünden biraz aldı ama. başka bir günde biz onunkinden alırdık. böyleydi bu işler. her şeyimiz hepimize beleşti. yine de idareli giderdik her konuda. müşkülpesent insanların nazını çeke çeke. ve gerçekten kilise çanı çalınca topladım tezgahı. genelde yaptığım gibi. saat sekiz demekti. havanın kararmasına beş dakika kalmıştı. yakında dokuzda kararırdı hava, mesaim bir saat artardı. bira içemezdim pek. eskisi gibi olmaya başlamıştım ama. hissediyordum bunu. her şeye gülecek, hiçbir şeyi iplemeyecek ve yazmaya geri dönecektim. ha bir de dönerken, refik “ağzına sıçayım senin, şarabı unuttuk” deyip, döndü ve kalanı fondip yaptı. hepsi bu. çöplerimizi de topladık tabii ki.. hep olduğu gibi yani. her şey her gün aynı..


 * başlık “this empty flow’un bir şarkısının adıdır.


21 nisan 2016.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder