16 Haziran 2008

türkiye 7, girdap eksi yirmialtı

türkiye 7, girdap eksi yirmialtı


her şeyin kötü olduğunun farkındayım, sürekli boka battığını, ama aslında çıkma çabası içinde de bulunduğumuzun anlaşılmadığı ve “bunu hakkettin sen” vari bakışların çevremizi dikenli tel gibi sardığını, her şeyin farkındayım, bir karacahil olarak görünsem de, edebiyatın kara cahili, edebiyatınızın.. sokak serserisi…


yarını düşünmeden yaşamak iki şekilde mümkün olabiliyor, ya götü kurtarmış bir rahat adam, ya da “daha ne kadar kötü olabilir ki” deyip daima daha kötüsünü gören ama umursamayan bir adam, hangisinin daha iyi hangisinin daha kötü olduğu konusunda kararsızım, her konuda kararsızım, kararsız değilim, karar vermek istemiyorum, yaşıyorum sadece, bata çıka, bir boktan çıkıp başka bir boka batmak, geçmiş yazarların sözlerini çalabilirim, orijinal bir bok parçası üretmektense iyi bir şeyi iyi taklit etmek, belkide, kim bilir.. dün geceyi size nasıl anlatabilirim, hayır türkiye’nin galibiyetinden dolayı zafer sarhoşu değilim, ama sarhoş olduğum açık, dün gece, bir şekilde ve ölümüne, ve yazıyı kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağını bilmiyorum, hayatımı da kendi haline bıraktım, bilinçsizce akıyor, nereye varacağımı bilmiyorum, bir ay sonramı düşünmüyorum, dün geceyi düşünüyorum…


evde oturmuş ve uyumayı düşlüyordum, yerimden kalkabilirsem divana gidicek ve uzanıcaktım, uyumak için, uyurdum da muhtemelen, son 36 saattir uyumadığımı göz önüne alırsak. ama öyle olmadı, telefonum çaldı, fenris’ti arayan, pardon önce mesaj atmıştı, “selam hacı, 6’da camide öner’le buluşçam, işin yoksa kop gel, selametle.”


bir dakika bir dakika, bir karışıklık sezinliyorum, mesaj aynen böyleydi ve fenris yazmıştı, size bir yalan söylemek amacını taşısaydım, evet fenris’in “sokak edebiyatı tarikatının” bir müridi olduğunu, ve müritlerin birbirlerine “hacı” dediklerini söyleyebilirdim, camide öner’le buluşucaktı, camiye gidip namaz kılıp geri dönücektik, bizim tarikatın namaz saatleri aperiyodikti, tıpkı fanzinler gibi, canımız isteyince toplanıp namaz kılıyorduk, selametle derdik veda ederken. böyle mi? değil tabii, fenris alsancak camii önünde öner’le buluşucaktı, ve bir hitap şekli olarak “hacı”yı kullanıyordu, “tamam abi” derdim ona, kimimiz “bro” derdi, kimimiz “moruk” falan filan falan filan. cevap yazamadım, çünkü konturum yoktu ve bir ev telefonum da, yani hemen hemen. aradı, uyumayı düşünürken ben, “son anda aklıma geldi konturunun olmadığı hacı, gelicek misin?” “altıda ordayım.” saat daha dört, yağmurcuya haber saldım, net ortamı sayesinde, stüdyo çalışması vardı, gelicekti çıkışta. duvar dibi? hastaydı ve maç vardı.. başka kim kaldı.. ulaşabileceğim kimse yok.. bekliyoruz..


altıda cami önünde, bekliyoruz.. öner geç kaldı. bir şeyler yiyip, bir çay içelim dedim. öyle de yaptık. öner hala yoktu. bize ulaştı, yeni kalkmıştı ve gelicekti, beklemek zorundaydık. bekledik de.. çay içtik ve muhabbet ettik.. öyküyü kotarmak için, gerçeği çarpıtabilirim, ama yapmayacağım, sıkıldıysanız bir bilim kurgu okuyun, gerçekten gerçekten sapmak için ümit dolu bir ahmet bile önerebilirim size, ümitli olması yeterli, adı altay’da olabilir, fark etmez, heycan katması, “sonra nolucak acaba” diye merak ettirtmesi, katil kim? olağan dışı kurgular yaratması ve imza dağıtması yeterli, ben yapamam, yeteneksizim, en kolay yolu seçtim, hayatımı anlatıyorum, yerse… yemedi tabii, girdap diyorum, girdap bir şey yemedi, karnı toktu, fenris bir şeyler yedi, ordan iki çay içmeye gidildi, ve öner bekleniyordu, hatırladınız mı? burda kalmıştık ve bunu tekrar ediyor olmamın nedeni, sizi akışın dışına çıkardığım için tekrar konuya geri döndürmek, ne kadar iyi kalpli bir yazarım öyle değil mi? öner geldi, tüm bunlar arasında emin abinin telefonu geldi,

alo?”,

ya benim kalıcak yere ihtiyacım var bir günlüğüne?”

bizde kalabilirsin abi, sorun değil”

ya çok sağol”

iskeleye gel alayım seni abi, alsancak iskele”

tamam”


size emin abiden bahsetmeme izin verin, tüm bu öyküyü sadece onun için yazıyor olmamı hesaba katarsanız, ha siktir, kolum yoruldu, dinlenirsem akış ve sihir kesilir, bir saniye, bir saniye…


evet, ne diyorduk, emin abi, sekiz yıl önce tanıdım onu, ve beni gerçekten yüzde yüzümle anlayıp kabul eden bi kaç insandan biri, başkaları da vardır mutlaka, anlayan ve kabul eden, ama tamamen bir bütün olarak, pek az, tüm kabalık sorumsuzluk ve arayıp sormamazlıklarımı anlayış gösteren.. 45 yaşındaydı, gençliğinde birkaç ülke gezmiş, son dönemlerde de muğla, foça, bergama, dikili, cehennemin yedi kat dibi ve cennetin teras katı arasında dolaşıp duruyordu. ilk olarak kendimi bi bok sanmama yol açan o oldu, evet kendimi bir bok sanıyorum, dünyanın en iyi yazarı olarak henüz keşfedilmediğime inanıyorum, koca bir yalan bu, ama koca bir yalanı gerçekmişçesine yaşamak bazen iyi gelebiliyor insana, ben bunu yapmam, ama bana bunu yapanlar çıktı karşıma, sizin de çıkmıştır mutlaka, herkesin hayatında birkaç farklı insan bulunur, moronlar, kutsallar, yalakalar, yalancılar, eğitimliler, çöpçüler, otlaklar, konuşanlar ve susanlar, sikenler ve sikilenler, hayat bu, ya a ya b, ama asla hem a hem b değil, karışık insanları sevmiyorum, yani zaman zaman siyah zaman zaman beyaz olanları, ben renksiz bir sıvı kadar saydam olan insanları severim, içi dışı bir,


emin abi demiştim, ve bu günkü öykümüzün figüranı kendisi. minor edebiyatı, benim yaptığım minor edebiyatımı bilemem, ama karakterler manuel hayat şartlarına tam otomatik tepkiler vermiyor sonuç olarak, ne demek istediğimi anlıyor havasına yatmayın, saçmalıyorum…

evin beni aramasını sağladım bir şekilde, yani ailemin, “emin abinin bizde kalması gerekiyor baba, anne, abla, yiğen, abi, yenge, tanrı, peygamber, zeus, bir mahsuru var mı?”

kalabilir” demiş, benim seksene yakın olan peder.


öner geldi, birkaç sigara, birkaç öykü, ve emin abi aradı, sahile çıktık.. emin abi, yıllarca kullanılan alkol, ot, ve kazıklanmışlık sonucunda biraz yavaş konuşuyor, söyleyeceklerini bazen unutuyor, ama ben onu anlıyorum, çevremdeki diğer tiplerin anlayıp anlamadığını bilmiyorum ama gülüyorduk işte anlattıklarına, keyifli bir sohbet, şarap almıştık, bira almıştık, emin abim bana xanax ikram etmişti. xanax; alprazolam içeren benzodiyazepin grubu, anksiyete bozukluklarında sinirlilik, panik ve gerilimi azaltmak içindir, yani yine sikik tıp literatürü, öykü yerine ilaç reçetesi yazsam iyi para ederdi.. emin abim bana xanax ikram etmişti, içmiştim, hap ve şarap dolu bünyemle çenem açılmış, sekiz yıldır ilk kez bu kadar çok konuşmaya başlamıştım onunla, genellikle o konuşur ben dinlerdim, ve şikayetçi değildim bundan çünkü yaşanılmış bir hayat vardı karşımda, yaşanılmış, gerçekten yaşanılmış! insanların çoğu bir hayat yaşamak yerine bir işte çalışıp otomata bağlamayı seçiyorlar, o öyle yapmamış, arada bir dükkan açıp batsa da, arada bir başka ülkelere, ya da şehirlere kaynasa da, yaşıyordu gerçekten, en azından bence, otomata bağlamamıştı, manuel bir insandı hala, ne demek istediğimi anlayabiliyor musunuz? hayır bu kez saçmalamıyorum…


her neyse, konuşuyorduk, ve yağmurcu geldi, kardeşi, kardeşinin sevgilisi, ve tanıştırdım, onlarla bunları, bunlarla şunları, falan filan falan filan… emin abi, bahsetmiştim sana, yağmurcu, fanzinlerden.. yağmurcu, bahsetmiştim sana, emin abi, retro, fanzinler, ilham veren bana.. işte bu kadar.. xanax patlamış, şarap ve sigarayla iyi dans ediyordu içimde, ve sonra emin abi bir iki telefon görüşmesi yapmış, ama kanal bulamamıştı, ben kanal bulmak istemiyordum çünkü tekrar uyuşturucuya bilinçli bir dönüş yaparsam, virajı alamazdım, biliyordum kendimi, midem boku yemişti, karaciğerim boku yemişti, kan dolaşımım yavaşlamış, kalp atışımda ritim bozukluğu başlamıştı, iki akciğer ameliyatı, sağlıksız mukoz akışı, arada bir kasılan sol kasık, daha saymamı ister misiniz? ama ölmemiştim, ve ölmeyecektim, sadece, alkol ve sigara dışında kalan kendini imha türevlerinde, yeni bir kanal açmaktansa, denk geldikçe çörekleniyordum.. kanal? tanıdığınız bir torbacı varsa, buna argoda “kanal” adı verilir, kulağınızda bulunsun. kanalımız yoktu, yeşil reçetemiz ya da tanıdığımız bir eczacı da öyle. ve pazardı. ve şarap bitince, yenisini almak üzere gitti emin abi, yağmurcu kendine bira aldı. ben orada tüm bu olan bitenleri izliyor, ve mutlu oluyordum. mutluydum, gerçekten.. orada. o şekilde. ve nedeni alkol ya da hap değil, gerçekten gerçek dostlarımla bir arada olmamdı…


asıl kısım.. eve dönüş yolculuğu.. sarhoş, ölümüne sarhoş, ve burnum akıyor, herhangi bir tür uyuşturucu, ot, ya da alkol alınca, hala burnum akıyordu.. ve otobüse bindik, oturduk, otobüste sızdık, ineceğimiz yeri kaçırdık ve her yer ışıl ışıldı dostlarım, türkiye kazanmış, kupayı götüne sokmasına ramak kalmıştı, umursamıyordum, bazı ülkeler sahte zaferlerle dünyaya kendilerini tanıttıklarını sanırlar, açlıktan geberseler de, kazanılan kupalar en büyük mutlulukları haline dönüşür, diğer sağlıklı beslenen ülkelere nazaran daha çok mutlu olurlar, bu salak ülkeler.. her yer ışıl ışıldı, çekoslavakya’ya kaymıştık, arabalara binilmiş, caddelere çıkılmıştı, dat dat dat, ışıl ışıl dostlarım, çığlık çığlığa, ve ineceğimiz durağı kaçırmıştık, ama nihayet geç de olsa, otobüsten kurtulmuş, kendimizi buca çevik bir meydanında, kutlamanın ortasında çorbacı ararken bulmuştuk, saat oniki olabilir, ve saat onikide böylesi merkezi bir yerde bir çorbacı bulmak, pek zor değildir.. çekoslavakya kazanmış olsaydı… keşke dedim, böylece bu aptal sevinç nidaları yerine, sakin sessiz, üzgün, melankolik ülkede, bir çorba içicek, sonra eve dönücektik.. yürümeye başlamıştık, evim buca heykele yakın bir yerdedir, aşağı yukarı yirmi dakika ıskalamıştık durağı, yürüyorduk, sigaram yoktu.. elinde bayrak olan, bağırıp çağıran bir elemana sigara sordum, verdi, yaktım, içmeye başladım, ve çorbacı, “aşağıda var”, kapalı, “iki sokak ilerden sola dön”, kapalı, şu caddenin bi arka caddesinde”, kapalı, yarım saat sonra, özellikle hapın yarattığı açlık etkisi yerini uyku ihtiyacına bırakıyordu, “eve gidelim bare” dedim, emin abime. gidelim dedi.. ve yine, o aptal kalabalığın dat datlarından kurtulmaya çalışan iki sürüngene dönüştük, neydi bu çılgınlık, ne olmuştu, dünyayı elemi geçirmiştik, dünyayı ele geçirsek ne olurdu, ne vardıki dünyada, insanları öldür, tamam, yaşanacak bir yer olur, hayvanlar için yaşanacak bir yer, ama insanlar? her yerin içine eden, silip süpüren, üretmeyen, sömüren insanlar? insanlarla dolu bir cennet bile işe yaramaz tanrım, hatalısın kabul et, ve seni arayıp bulmama izin ver, doğru yolu göstericem sana, insanları öldür, insanları öldür, hayvanlar için yaşanacak bir dünya yarat, ve ben o dünyada bir kedi olarak tekrar canlanayım, ne dersin?


eve vardık, nihayet, ve her ne kadar iki sarhoş olarak eve varmamın zılgıtını ertesi gün yiyecek olsam da, umursamıyordum, emin abimi, odama götürdüm, burada yatabilirsin abi dedim ona, benim odamda, benim odamda o yatacaktı, mutluydum, koliden odamda, sigara kokan odamda, fanzinler etrafta, kitaplar ayak altında, ve yatağıma yatırdım onu, karnı açtı, elbette, ekmek arası bir şeyler sundum, ve sonra ışığı söndürüp, içeri geçip sabah konuşmayı dileyerek evin tanrılarından, bir kanepeye uzanıp, acayip halüsinasyonlara yelken açtım. biliyorum, onirojen değildi, aldığım hap, ama yine de, ve nedenini bilmesem de, üç yıl nerdeyse her gün, ortalama 1000 gün, 24 saat kafası yüksek dolaşmış olmamın kalıntıları, hala bana renkli geceler sunuyor, olmayan varlıklar bazen evde dönüyorlar, böcekler, karıncalar, ışık oyunları, cin ve peri belki, ya da bir azrail her hamlesinde başarısız çıkıyor, bilemiyorum, bilemiyorum, yatakta bir sağa bir sola dönerken o an, aslında odada değil kutuplarda buz üstünde sandım kendimi, karla kaplı bir arenada boğa güreşi yapılıyordu, ve ben yenik düşmüş, yere düşmüş, ve yuhalanmıştım, böyleydi, en son böyleydi ve uykuya daldım…


sabah, annem uyandırdı,

emin gidicekmiş,” kalktım alelacele,

abi kahvaltı yapsaydık?”

yok ben gideyim”


peki abi.” babamla emin abi konuşuyordu. muhabbetlerini bölmüş olabilirim, emin değilim, çıktık yola, onu dolmuşa bindirdim, garaj… eve geldim, ve cock sparrer, samimiyetle müziğe daldım.. cock sparrer, hala onlar çalıyor, ve ama ben kendi şarkımı çalmayı kesiyorum.. eski güzel günlerin şerefine, gelicek kötü günlerin kaygısını taşımadan… bu, senin için…. selametle..


16.haziran.2008



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder