23 Haziran 2017

birin öncesi

birin öncesi.

tuncay’la torbacıya gidiyoruz. torbacı kapı komşum. kuruçay’da yaşıyorum o yıllarda. kuruçay izmir’de bir çingene mahallesi. torbacımı tuncay’la tanıştırcam. herifin kanalı iki gündür ortalıkta yok. paket olmuş olabilir. “olmadığı tek bir gün olmadı bugüne kadar” diyor tuncay, “mutlaka başına bir şey geldi.”

sabah evden çıkıp tuncay’lara gidiyorum. annem okula gittiğimi düşünüyor. günlerden pazartesi. pazartesileri tatil yapıyoruz. nedeninin pazartesi sendromu ile alakası yok. çoğunluğun pazartesi akşamları evde olması ile ilintili ki zaten işportacıysanız hafta sonu tatil yapamazsınız. ve evet işportacıların da tatile ihtiyacı olur, tüm kış ya da yağmurlu havalar, tatilden sayılmaz. onlar zorunluluktur. her neyse. sabah evden çıkıyor ve refik’le tuncay’ın kaldığı eve gidiyorum. alsancağa. evde olduklarını biliyorum çünkü günlerden pazartesi, dediğim gibi. diğer günler genellikle işporta tezgahına uğrarım, tabii özlem’de kalmadıysam. özlem o gün evde. bir gün önce ben de evden çıkmamıştım. annem’in doğum günüydü. ve yarın da özlem’in doğum günü. 27 aralık. 2000 yılındayız. özlem bizi gün içinde bulur nasıl olsa. cep telefonu kullanmasak da, evet o yıllar da bu bizim için büyük bir lükstü, şimdilerde kullanıyoruz, her neyse, kullanmasak da, birbirimizi aramadan iletişmeden bulabiliyoruz. takıldığımız mekanlar sınırlı. hala sınırlı. şimdilerde, tiryaki kedi ve işporta tezgahım arasında dönüp duruyorum. o zamanlar da refik’lerin evi, özlem’in evi ve işporta açtığımız sokaklar arasında dönüp duruyorduk. arada kafamızı dağıtmak için gittiğimiz barlarda sınırlıydı, ya da klise sokağı işte, o zamanlar daha iyi olan klise sokağı, daha iyi olan alsancak, ve daha iyi olan izmir. daha iyi olan ben. her neyse.

eve vardığımda, tuncay’ların evini kast ediyorum, evet haklısınız sürekli geriye doğru sararak anlatıyorum hikayeyi, eve vardığımda seçil’le refik evden çıkmaya hazırlanıyordu, tuncay yeni uyanmıştı. sabahın dokuzuydu saat. seçil’e nereye diye sordum, biraz takılcaz refik’le dedi, biz sizi buluruz. hay hay dedim, biliyorsun bugün, biliyorum biliyorum, dün planladık bir şeyler biz, telaşa mahal yok. her günümüz birbirinin aynı olsa da, birbirlerimizin doğum günlerini özel bir kutlamaya dönüştürüyorduk, bu şaşırtıcı olabilir ama ölümün kıyısında yürürken şarampole yuvarlanıp sağ çıktığımız geceleri saymazsak, genel de şenlikli geçerdi gecelerimiz. ama bazı günleri daha şenlikli kılmak da hoş oluyordu doğrusu.

evden iyi niyetler ve dualar eşliğinde salınıyorum. annem arkamdan bakıyor, el sallıyorum ona geri bakıp bakıp. bunu hala yapıyoruz. şimdi de işe salıyor beni iyi niyetler ve dualar eşliğinde arkamdan bakarak. tek fark, şu an işe gidiyor oluşum, o zamanlar okula gitmiyordum. iki sokak sonra, gözden kaybolduktan sonra, yönümü değiştiriyor, durağa doğru yürümek yerine alsancağa doğru yürüyordum. kırk dakika sürüyordu. gerçi okula da yürüyerek gidiyordum canım gitmek istediği zamanlarda, o da kırk dakika sürüyordu. ve zamanında o kadar çok yere o kadar çok kez yürüdüm ki, yürümek içimden gelmiyor artık, ki bunun için çalışıyorum ben, otobüse binmek, alkolü ve tütünümü hesapsız içebilmek ve kalan parayı da ki bir hayli kalıyor, anneme vermek için. o zamanlar işportadan pek para gelmiyor, gelen de tütüne alkole ve uyuşturucuya gidiyordu. bir de hiçbir işe yaramayan fotokopi masrafı. fanzinler için. o zamanlar on kopya basıyordum. şimdiyse seksen. epey gelişme kat etmişim çok sevgili izleyiciler değil mi? bi gün beşyüz basarım belki, giderse, gittiği kadar. gittiği yere kadar demek daha doğru olucak. her neyse, evden çıkıyor ve refik’lerin eve yürüyorum. eve varışımı, tuncay’la nereye doğru yolculuk yaptığımızı anlattım zaten. atlama yapıp oradan devam edelim.

tuncay eve vardığımda, ve seçil’le refik evden çıktığında, “moruk kanal bulmamız lazım” diyor, “bizim ki paket büyük olasılıkla.”
“var bizim mahallede” diyorum.
“bi tüttürek de uçak o zaman. akşama pasta yapıcam özlem’e, kenevirlisinden.”
“vay” diyorum, “süper.”

o bi üçlü sarmaya çalışırken ben de iki kahve yapıyorum kendimize. tabii önce müzik. kasetler arasından, mobb deep’i bulup, murda muzik albümünü, teybe yerleştiyorum. yeni çıktı kaset, altı ay önce. refik bi yerlerden araklamış. ihtiyacımız olan çoğu şeyi araklayarak yaşıyoruz zaten. müzik marketler de hipermarketler de bizim için var. az viski yürütmedik farklı farklı mekanlardan. hep aynı yerden yapmamak önemlidir ki bu konuda yakayı ele veren ya da yakalanıp üstüne çok gidilmeyen çok arkadaşım var, sorun sürekli aynı yere olta atmalarından kaynaklıyor.

her neyse cigaramızı içip evden çıkıyoruz. yine yürüyeceğiz. geldiğim yolu gerisi geri tepip mahalleme dönüyorum. herif, yani kanalım muhtemelen uyuyor. dayanıyoruz kapısına. kardeşi açıyor. on yaşlarında bir velet. “abim uyuyor” diyor beni görür görmez. bu adam evinin önüne sandalye koyup bu işi yapan bi abimizdi. zamanla mahalle ağır bir baskın yedi. ortaokuldaydım o yıllarda. ama hiçbir şey değişmedi, yirmidört saatlik yunus devriyeleri dışında. muhsin de, yani kanalım, her ekibe biraz para koklatıp işini yapmayı sürdürdü. uyandırıyor kardeşi muhsin’i.

“ebeni sikeyim” senin diyor bana kapıya gelip, “bu saatte hizmet vermiyorum ben.”
tuncay lafa giriyor, iş bağlamakta ustadır.

“kardeş ben yüklü müşteriyim, sana yamanayım bundan sonra diyorum, kanalım paket oldu. harman bırakma beni. aylık bi binliğin var benden, ne var sen de?”
“ne ararsan var hacı da bu saatte yapmıyorum o işi, bi daha olmaz bak. silah da var kadın da var, sen ne istiyorsan onu sana buluruz da biz.”
“kadına gerek yok. silah iyiymiş ama. aklımızda bulunsun. bize şimdilik, amfetamin, toz ama. ve ot lazım.”
“tamam ne kadarlık.”

her neyse alıyoruz alacağımızı ve geriye doğru yürüyoruz. yolda bi kuytuda bi üçlü daha sarıyor tuncay. yolda içe içe gidiyoruz. eve varmadan tansaşa girip, yarısını çantaya attığımız yarısının parasını ödediğimiz pasta malzemeleri alıyoruz. tuncay işe koyuluyor. özlem gelmeden halletmesi lazım. ki neyseki biz gelmeden önce gelmemiş. akşam özlem’lere gidicez zaten. biz özlem’le gidicez, arkamızdan ekip gelicek. plan buymuş. ben sonradan öğreniyorum.

her neyse öğlen kapı tekrar açılıyor. aşağı markete, bira almaya iniyorum. tuncay pastayı bitirdi. “bira kapsana” diyor. biraları bakkala yazdırıp arada bir azar azar ödüyoruz işte. ama ödüyoruz yani. bazen iyi iş oluyor refik’in tezgahta, bakkala girişiyor refik. biralar üçüncüdeyken, tuncay söze giriyor, ben dün babamın işten gelirken getirdiği gazeteleri çantamdan çıkarırken, kesicem onları, parça pinçik edicem, kolaj için. babam kahvede çalışıyor ve bana her gün bi dolu gazete getiriyor. kendisi de okuyor bu arada gazeteleri. zamanında o kadar çok kitap okumuş ki, sayısı belirsiz, artık sadece gazete okuyor. bir de yarış bültenini tabii. yarış bültenine boş zamanının yarısını harcıyor ki fazla boş zamanı yok aslında, günde oniki saat çalışıyor, nargile ustası. o yıllardan bahsediyorum, şu yıllarda babamdan bahsedersem sadece mezarından bahsedebilirim size. onun da yerini kendi başıma gitsem bulamam. henüz bu gerçekle yüzleşemedim. yüzleşmek istiyor muyum orası meçhul. babam da hayaletlerimden biri oldu benim için. hala yaşıyor. konuşuyor benimle. ve annem de hayalet olucak bi gün, o gün siki tutucam, şüphesiz. geçelim..

“bu senin elemanı sevmedim” diyor muhsin için tuncay,
“sen zaten kimseyi sevmiyorsun ki” dedim,
“işte bunu da sevmedim diyorum ben.”
“tamam.”

konuşmaya istekli değilim ki o yıllarda daha bi az konuşuyorum, özlem’le başbaşa kalıp sürekli benim bir şeyler uydurduğum, masallar anlattığım zamanları es geçersek.. özlem seviyor uydurduğum  hikayeleri, tek yaptığım o an kalem ve kağıt kullanmıyor oluşum. birinci ağızdan özlem’e anlatıyorum hikayelerimi, kayıt altına alınmıyor, onun biliyor olması yetiyor bana. her şeyi sadece onun bilmesi yeterli geliyor, tek kopya bile basabilirim fanzinleri, hatta bunu yapmıştım, engel olmuştu, on yapalım şunu demişti, fotokopicideyken biz, oraya da zorla götürmüştü beni, ben orjinali ona vermiştim, o da saçmalama basalım bunu demişti, o zaman bi kopya basalım sen oku demiştim, ya da en çok dört, sen abin seçil tuncay. böyle kandırmıştı beni, dört basalım tamam, deyip on yapmıştı fotokopicide sayıyı. altısı elimizde kaldı. şimdilerde gidiyor gerçi, sekseni de tükeniyor, üstüne takviye baskılar yapıyorum, ama tatmin oluyor muyum? hayır. çünkü özlem yok. hem de uzun zamandır. her neyse.

“seni de sevmiyorum” diyor tuncay.
“biliyorum bunu” diyorum tuncay’a, “konuşmuştuk.”
“bi daha konuşalım amına koyayım. sen neden bizle takılıyorsun bunu bile anlamıyorum. bitiğiz olm biz, özlem hepimizden daha ölü, okulunu bitirsene sen.”
“ilk üçe de gireyim mi?” diye soruyorum, ilk üçe girersem amerikaya burslu gidicem, dünya bankası okula yardım yapmışta falanmış filanmış, böyle bi kampanyası vardı o yıllarda dokuz eylül’in iki yıllık bölümlere. benimkisi makine ressamlığı.
“gir tabii olm” diyor, “hayatını kurtar. hayatını yaşa.”
“yaşıyorum zaten” diyorum. tuncay aslında bunları düşünmüyor ve beni çok seviyor, oyun oynuyor kendi hesabınca. sabahtan beri kaçıncı üçlüyü döndüğümüzü sayamadım ama bir tane daha sarıyor. sararken de konuşmaya devam ediyor tabii,
“bak o yazdıkların var ya” diyor, “bi boka yaramaz onlar, sana diim ben, medet umma onlardan.”
“ummuyorum zaten” diyorum ki bu bir yalan. o yıllarda çok umutluyum şu yazarlık mevzusundan, yazar olucaktım ben, hayatımı bununla idame ettirecektim, çok küçük saf ve salaktım. gerçi farklı bir tarzda yazsam yapardım ki yazabilirdim de, istemiyorum sadece, hepsi bu.
“iyi” diyor elindeki yeni sardığı cuvarayı bana uzatırken, “sen yaksana, özlem de seni terk edicek söyliim sana, bütün kadınlar beni terk etti biliyorsun.”
“biliyorum abi” diyorum, “anlatmıştın.”
“ona da umut bağlama yani. hatta mümkünse hiçbir şeye umut bağlama”
“ya okul. ona da mı umut bağlamayayım.” bilerek diyorum bunu, çünkü az önce okuldan dem vuran kendisiydi.
“okulu sikeyim. ona da bağlama. umut bir safsatadır. çoktan ölmüş olarak yaşamak iyidir. bu şekilde, hayatın tadına varabiliyorsun. umut, beraberinde düş kırıklığı getirir. beklentisiz bir hayat, bir şeylerin tadına varabilmeni sağlar.”

yakıp bir duman alıp, uzatıyorum elimdekini. kapı açılıyor. gelen özlem. saat iki. pastayı çok iyi sakladı tuncay. görmesine imkan yok. gelip yanıma oturuyor hiç konuşmadan. hayır karşıyakadan yürüyerek gelmedi, kullandığımız tek toplu ulaşım aracı vapur. elimdekini uzatıyorum ona, bi nefes alıp, “abimler nerde” diyor.
“bilmiyorum, ben gelirken çıkıyorlardı, bulurlarmış bizi akşam.”
“siz naptınız?”
“hiç. içiyoruz işte.” diyorum, gazeteleri kesmeye devam ederken. özlem kestiğim kağıt parçalarını incelemeye başlıyor. tuncay kalkıp mutfağa gidiyor, üç bira ile geri dönüyor. yerde oturup bir süre sessizce müzik dinliyoruz. genellikle yaptığımız gibi yani. sessizce müzik dinleyip kendi kafamızı yaşamak. özlem çantasından benim için arakladığı iki dergiyi çıkartıyor, okumak için değil canım, keseyim diye. hiçbir şey okunmak için yoktur hayatımda, pek okumam, çok iyi keserim, kitaplar dahil. ansiklopedi bile kestim zamanında. özlem sadece kollarını kesiyor. “bak bunu dün yaptım” diyor gülerek, “yakışmış mı?” canım acıyor ve bunun o da farkında, bu yüzden göstermiyor ama, bir şey yapmış koluna, bi harf yapmış, harf değil de, bi şekil, ne olduğunu söylemeyeceğim.

“dün seni yalnız bırakmamalıydım” diyorum,
“olsun” diyor, “annen için önemliydi. tamam ben tanışamıyorum ama selamımı söyledin değil mi?” kendisi tanışmak istemiyor, utanıyormuş.
“elbette. o da sana söyledi.”
“eyvallah. çıkmıyor muyuz dışarı?”
“çıkalım.” diyorum.
“ben kalıcam” diyor tuncay, “sonra gelirim.”

özlem’le klise sokağına çıkıp, bi şişe şarap alıp, kaldırıma oturuyoruz. saat dört. arada bir insanlar geçiyor ve direk gözlerinin içine bakıyoruz insanların, göz göze gelince hemen kafalarını çeviriyorlar, bilerek yapıyoruz bunu, rahatsız etmek için değil, rahatsız ettikleri için, sesleri ile, giyim tarzları ile, yürüyüşleri ile, boşlukları ile,

“seri katil olmama ramak kaldı” diyorum özlem’e.
“eşlik ederim” diyor. ve bir oyun oynamaya başlıyoruz. yoldan geçenler hakkında. nasıl öldürelim oyunu. boğarak, bıçakla, karnına iki darbe, yüksek dozda eroin basarak damarlarına, kafasını keserek, asarak, ayağına taş bağlayıp körfeze atarak, sokak ortasında tarayarak, patlatarak. bi saatti yiyoruz böylece. arada bunu öldürmem diyoruz aynı anda aynı tipe. zamanla bu, bunu öldürmeyelime evriliyor. seçil’le refik geliyor ardından. bağırarak, bunları birbirlerine öldürtelim diyoruz aynı anda, şaşırıyorlar. anlatıyoruz hikayeyi, kahkahalarla gülüyorlar. oyuna onlarla beraber devam ediyoruz bi saat daha. bu arada bi şişe bi buçukluk daha bitiyor. tuncay geliyor ardından. oturmaya devam ediyoruz. ta ki gece onikiye kadar. içiyor ve geyik çeviriyoruz.

özlem’e “sana gidelim bugün” diyorum.
“olur” diyor hiç itirazsız.
“hadi kalk o zaman” diyorum.
“hay hay” diyor, “biz kaçıyoruz gençler.”

tuncay şaşırmış gibi yaparak, “hoppala” diyor, “daha takılıyorduk.” oysa plan bu. belli.

“beyimiz yalnız kalmak istedi” diyor özlem. birbirimize karşı her isteğimizi her zaman kabul ediyoruz zaten.. ama genellikle birbirimizden herhangi bir istekte de bulunmuyoruz aslına bakarsan. bakmayalım.

eve  varıyoruz ve bizden yarım saat sonra seçil tuncay refik geliyor. kapı çalıyor. bilerek çalıyorlar kapıyı. anahtarları var. saat gecenin biri.

“oha kapı çalıyo lan” diyor özlem, “ilk kez kapım çalıyor. kim ki bu.”
“bilmem” diyorum, “ben bakayım mı?”
“dur ben bakarım” diyor, ben de hareketleniyorum kapıya, açıyor, ve ellerinde mumları yanan bir pasta ile karşılaşıyor.
“amına koyayım sizin” diyor, “bunun için miydi erken ayrılmak istemeler falan” diyor bana dönerek, “ölüm dönümlerimde de istiyorum bunu.”
“sikerim ölümünü, bugün yaşamı kutluyoruz” diyor tuncay, “yaşamı bebek, ve kendimizi.”

içeri giriyorlar, yeşil halılı oda, kırmızı gece lambası. gece boyu içip laflıyoruz. epey de eğleniyoruz aslında. tuncay erken ayrılıyor, dört gibi, kafası bir şeye atıyor, bizle ilgili değil. ve hikayenin başladığı yere geri dönüyoruz. hatırlıyor musunuz? ilk kitabın girişini?

beş yıl önce. karşıyaka’da, bir evdeyim. ev, üçüncü katta. refik, seçil ve özlem var evde. özlem ev sahibi, refik özlem’in abisi, seçil refik’in sevgilisi ve ben ise bir köşede, elimde bir üçlü ile, boş boş bakıyorum halıya. halının rengi yeşil, dümdüz, halı saha gibi yani.

“hey, geçirsene şu boku bana artık adamım” diyor özlem, elimi uzatıyorum ona, ama kafam sabit. yerdeyim ve yanı başımdaki sehpada bir gece lambası var, hemen dibimde, ve lambanın sıcaklığını hissedebiliyorum, o derece yakınım. lambanın rengi kırmızı.

“bi şey söylesene be” dedi özlem. iki saat önce bir şey sormuştu, ve ben hiçbişi dememiştim. yarın sabah beşte beraber çıkacaktık evden, havaalanına götürecektim onu, bir daha dönmemek üzere gidenlerin ilki. ya da… bi saniye. kafam karıştı.

sorduğu soru. “birine aşık oldum” dedi bana, “herif bristolde yaşıyor, yanına gidicem, bu sabaha bilet aldım. hey iyi misin sen?”

sabah bilet almakla uğraşmıştı. bu yüzden geç gelmişti tuncay’lara. sormamıştım neden geç kaldığını. hiç soru sormazdım zaten ben. o anlatırdı hep, geç de olsa. her neyse, nedenini bilmiyordum, bir anda yaptı bunu. her şey bir anda oldu. her şey daima bir anda oldu. başladı ve bitti. bitti ve yeniden başladı. ama daima bir anda. başlaması da bitmesi de. ilki özlem’di. ve birine falan da aşık olmamıştı aslında. yalan söylüyordu. gitmek istiyordu sadece. hepsi bu. ve gitti. ve hep kalan, aslında hiç gitmeyen, bu yüzden geri dönmeyen de oydu. bir hayalet olarak ruhuma yapışan. hikayenin kalanını biliyorsunuz. koca bir kitap bahşettim buna. bu kalanın başlangıcı. bir de burdan görün istedim. hepsi bu. başlangıcın öncesi. ve sonrası.

23 haziran 2017.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder