vedat.
vedat’tı adı. o gelmeden önce uyarılmıştık hepimiz. sabah
iştimasında, yoklama alındıktan sonra, bölük komutanı, herkes esas duruştayken,
anlattı hikayeyi. karakolumuza yeni bir asker gelicek yarın dedi, kendisi sivil
hayatta gasptan hapis yatmış bir insan, önceki görev yerinden sürgün yedi. eşyalarınıza
sahip çıkın, sonra ağlamayın bana gelip dedi. mesaj alınmıştı. emredersiniz
komutanım dedik hep bir ağızdan. ben demedim gerçi. hatta bu yüzden yerde
süründürülmüşlüğüm de vardı acemi birliğinde. usta birliğindeydim artık. az
zamanım kalmıştı. azaldıkça çoğalıyordu meret. şafak saymıyordum gerçi ama
sayanlardan haberimiz oluyordu. dört ay kalmıştı. bir ay sonra teskereci
olucaktım. ve iyice sıkılmıştım bu emir komuta zincirinden. ilk günlerimde,
sürekli olarak total red ile yattım geceleri, koğuş kalk ile uyandım, güç bela
çıktım yataktan. sorunum neydi bilmiyorum ama bitirecektim askerliği, ve bana
iyi gelicekti, askerlik iyi değildi, birileri askerden kaçarken, ben askere
kaçmıştım bir şeylerden. uzaklaşmam lazımdı ve param ve kalıcak kimsem yoktu
izmir dışında. makul bir fikir gibi görünmüştü gözüme askerlik ve 11 ay
geçmişti. son dört ayım. vedat gelicekti yarın. yeni biriyle daha tanışacaktım.
ve vedat geldi. selamını almadılar vedat’ın, hiç kimse
almadı, benim dışımda. ilk birkaç gün, yalnız başına yemekhanede ve bahçede
oturdu. benim de içmekten ve nöbetten –günde sekiz saatti- ve devriyeden
iflağım sikiliyordu o sıralarda. vedat’ın silahı olmadığı için gündüz kapıda
gece koğuşta nöbet tutuyordu. hem adama hırsız damgası vurmuşlar hem de koğuş
nöbeti yazmışlardı. baştan sonra tutarsızlıklarla doluydu militarizm ve bu çok
klişe bir cümle oldu biliyorum. geçelim.
bir süre sonra sadece, koğuşa çıkan merdivenlerin altında,
merdiven altında oturmaya başladı vedat. bi gün yanına gidip, “selam” dedim, “sigara
içer misin?” parası yoktu, sigara alamıyordu, biliyordum bunu. sigara
içtiğinden adım gibi emindim. “valla süper olur babol” dedi, doğuluydu ama
istanbulda yaşıyordu. her neyse. bu selamla konuşmaya başladık. onu aradığımda
nerede olacağını biliyor, sigara içek babol diye giriyordum söze. onun ağzından
konuşmak hoşuma gidiyordu. sevmiştim adamı. zamanla güvendi bana. fena güvendi.
çay ısmarladım ona bir gün. sanırım karakola geldiğinden beri hiç çay
içmemişti, sabah kahvaltısında ki ücretsiz olanlar dışında. ki ücretli olanı
daha lezzetliydi. farklı kişiler demliyordu, ücretli olanı ve kahvaltı için
olanı.
her neyse, hiç soru sormadım ona. hem de hiç. bi gün,
kendiliğinden, sivil hayatta işlediği suçları anlatmaya başlattı. “gece
iniyorduk ıssız bi caddeye babol, saklanıyorduk üç kişi, bi kişi arabanın önüne
atıyordu kendini, araba çarptı çarpacak, durunca araba, ve açılınca kapısı,
çıkıyorduk ortaya. ellerimizde bıçaklar, allah ne verdiyse alıyorduk. bazen
arabayı da aldığımız oluyordu. ama sor bi bana, neden diye. sen sormucan gerçi.
anladım ben seni. ama sor bi hele çekinme sor, herkes merak eder bunu. hakim
bile sordu hani.”
“neden” diyebildim güç bela, benim merakım bu konuda
değildi.
“zevkliydi be babol, parasında değildik işin anlıyon mu,
risk alıyorduk, büyük risk, ama zevkliydi, çalıntı arabayla benzin bitene kadar
gezmek gibisi yok. benzinin bittiği yerde bırak arabayı. o zamana kadar para da
bitmiş olurdu çoğu zaman. sonra tabanvay. ya da yeni bir iş.”
bir keresinde bir adamın boğazını kesmesine ramak
kaldığından dem vurdu bana. az kalsın yapıyormuş. satırla üstelik. kavga
esnasında falan da değildi. yine bir gasp sırasında anasına küfretmiş şöför.
dayamış satırı boğazına arabaya dayayıp, adamın ödü bokuna karışmış,
gözlerinden o korkuyu anlamış vedat, kendi de korkmuş, ama yapıcakmış, kanatmış
azcık herifin boğazını, sonra derin nefesler verip vazgeçmiş bundan.
“şimdi burda bana kimse selam vermiyor ya” dedi vedat, “ben
kızmıyom kimseye, haklılar, ben kendime bile selam vermiyorum yıllardır, aynaya
baktığımı gördün mü sen benim hiç, söyle bi hele gördün mü?”
“tuvalette traş olmuyorsun”
“aynasız oluyorum traş. ya. sor bile hele neden. sor bi.”
“boşver vedat” dedim, “kimse selam vermesin. içek mi bu
akşam”
“nasıl yapıcaz babol, senin içki ortakları beni istemez.”
“senle içicem” dedim, “ekicem onları.”
“he tamam babol, ama ben de para yok biliyon mu?”
“para soran mı var ulan hergele, hele bi sor bana hiç para
lafını yaptım mı ben?”
utandı ben böyle diyince. “buradan çıkayım” dedi, “sana bir
dolu sahte para göndericem. gerçeğinden ayırt edemezsin haa. tıpatıp gerçeği
gibi.” sorun şu ki, vedat çıkamıyordu oradan. üç yıldır askerdi. sürekli kavga ediyordu,
tepesinin tasını arttıyordu ya komutanlar ya erler, sürekli kavga edip duruyor,
ardından askeri cezaevine giriyordu. orasını da anlattı uzun uzun. ama ben kısa
kesiyorum. fena içtik onunla askerde. içtikçe açıldı. onun mekanında. merdiven altında
içiyorduk gece yarısı buluşup. ben çıkıyordum içkileri almaya.
bi gün bi başçavuş ayağa kalkmadığı için şınav pozisyonu
almasını istedi bundan. almadı vedat şınav pozisyonu falan. al, almıcam, al
almıcam, derken bir tekme atmaya kalkınca başçavuş, çekti ayağını başçavuşun
bu, başçavuş çat yere. üstüne çıkıp yumrukladı. zor ayırdılar. dört ay daha
sabredebilse, beraber teskere alıcaktık. o gittikten sonra daha sıkıcı geldi
askerlik bana. konuşulcak doğru dürüst bir adam bulmuştuk, onu da elimden
almışlardı. ben de daha çok içmeye, daha çok nöbette sızmaya başladım. nasıl
oldu bilmiyorum ama kurtulmuştum eski halimden. askere kaçmıştım, kendimden
kaçmıştım, ve kendime yüzümü döndüm orada, yüzleştim bitmeyen nöbet
saatlerinde. en çok da vedat kendime getirdi beni. ikimizde kaçamamıştık bu
işkenceden. o belki hala bitirememiştir askerliği. bi daha ulaşamadım ona. ne
telefon numarası kaldı, ne adresi. bi gün karşılaşırız belki, şöyle zincirsiz
iki tek atarız. kim bilir.. belki gasp’a bile çıkarız birlikte.
25.05.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder